30 Aralık 2021 Perşembe

Türk Mutfak Kültüründe Yemek Ve Beslenme

 Türk Mutfak Kültüründe Yemek Ve Beslenme


Tarih bilimi insanoğlunun en eski zamanlardan itibaren topluluklar halinde yaşadığını ifade etmektedir. Lakin insanlar rastgele kalabalıklar halinde değil, “ortak kültür” adını verdiğimiz maddi ve manevi değerler etrafında bir araya gelmektedirler.


Sosyal bilimlerdeki kullanımıyla kültür, o toplumu meydana getiren bütün insanların sahip olduğu değerler bütünüdür. “Bir başka ifadeyle kültür; bir milletin algıladığı duygular, ortaya koyduğu düşünceler, uyguladığı davranışlar, gösterdiği beceriler, ürettiği bilgiler, müşahhaslaştırarak abideleştirdiği estetik değerler, şekillendirdiği sosyal yapılar, tatbik ettiği dinî, ahlâkî, hukukî, iktisadî ve teknolojik sistemler, nihayet kendi varlığı hakkında ulaştığı tarih şuuru gibi bütün bu unsurlar, o milletin zaman içinde yaşadığı realiteler, gerçeklerdir”.1


Kültür insana ve insan topluluklarına has olan öğrenilmiş duygu, düşünce ve davranış kalıplarının tamamıdır. Göçebe olsun, yerleşik olsun bütün toplumların kendine mahsus birtakım alışkanlıkları ve tutumları mutlak olarak mevcuttur. Bu alışkanlık ve tutumlar sayesinde insanlar ve toplumlar diğerlerinden kolaylıkla ayırt edilebilirler.


Beslenme kültürü de, bir toplumun Yemek Ve Beslenme ile ilgili yıllar boyunca geliştirdiği, nesilden nesile aktardığı hayat tarzıdır. Yiyeceklerin üretimi, tüketimi, hazırlanması ve beslenme ile ilgili olan gelenekler, o toplumun yaşadığı coğrafi iklim ve üretim tarzı ile bağlantılıdır. Kültür antropologları da yemek yeme alışkanlıklarının kültürel bağlamda ele alınması gerektiğini belirtirler. Yiyecekler, insanın fizyolojik ihtiyaçlarının karşılanmasının yanı sıra, bireylerin bir tür statü oluşturma araçlarıdır. Şöyle ki, yiyeceğin üretiminden sofrada oturma düzenine kadar eski toplumlarda var olan gelenekler, kişiye toplumsal statü belirlemektedir.


Yiyecekler ve yeme pratikleri üzerinden statü inşa etme, kültürün simgeselliği esasında düşünülmelidir. Toplumsal sistem içinde inşa edilen simgeler sosyal ilişkilerde oldukça önemli bir yere sahiptir. Sosyal ilişki sadece insanların karşılıklı konuşma ve alışverişinden ortaya çıkmaz. Sosyokültürel yapının bir özelliği de, aynı sembolleri kullanan ve ortaya konulan davranışlara aynı anlamları yükleyip, aynı tepkileri veren, söz söylemeden aynı dili konuşan insanların birlikteliğini ifade etmesidir. Kültürel unsurların aktarılması sürecinde geleneksel merasimler ve merasim yemekleri oldukça önemli bir yere sahiptir.3


Toplumların iktisadi yapıları ve bu yapıların şekillendirdiği gündelik hayat pratikleri mutfağın temel belirleyicisi konumundadır. Topluluğun yerleşik mi yoksa konar-göçer bir yaşam tarzı mı sergilediği, yaşadığı coğrafyanın fiziksel özellikleri, iklim, atalarından kendisine aktarılan üretim bilgileri beslenme kültürünü, yiyecekleri tüketilebilir hale getirme şeklini belirler. 


Tahmin edilebileceği üzere konar-göçer yaşam tarzı süren ve hayvan besleyen toplulukların beslenme tarzlarında et ve süt ürünleri ağırlık oluşturmaktadır. Hayvanları beslemek için gerçekleştirilecek sık yer değiştirmelerde, besinlerin saklanmasına uygun olarak işlenmesi zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bu kapsamda hayvansal besinlerin paketlenme işlemi de topluluğun sık yer değiştirme zorunluluğuna göre şekillenecektir”.4 


Kısaca ifade etmek gerekirse, bir toplumun mutfağının belirlenmesinde genel anlamda yaşam tarzı, ekonomik durum, inançlar, sosyal ilişkiler, yiyeceklerin üretim tarzı önemli rol oynamaktadır. Bu etkenlerin kültürel etkileşim, göç, iklim ve coğrafi şartlar, evlilikler, din değiştirme vs. gibi çeşitli şekillerde değişmesi ile önce kültürel alışveriş yaşanacak, beraberinde de mutfak kültüründe değişiklikler olacaktır. Bunun en çarpıcı örneğini Türk toplumunda görmek mümkündür. Ötüken havzasından itibaren Deşt-i Kıpçak, Horasan, Anadolu, Balkanlar ve Avrupa içlerine kadar yayılan Türkler coğrafyalarıyla beraber kültür alışverişi yoluyla mutfaklarını da taşımışlar veya değiştirmişlerdir.


Mutfak kültürüne toplum ve kültür tarihi araştırmalarına veri sağlaması açısından baktığımızda ise şunu görebiliriz; beslenme ve yaşam tarzı ilişkisinin, hem bireysel hem de toplumsal yapıya etki ettiği muhakkaktır. Beslenme ve birey ilişkisi her dönemde ilgi çeken bir husus olmuştur. Bir Fransız yeme içme ustasına atfedilen şu söz konuyu çok güzel açıklar: “bana ne yediğini söyle, sana nasıl biri olduğunu söyleyeyim”.5 Bilhassa günümüzde kültür tarihi, folklör, tıp sosyolojisi gibi bilim dalları yemek ve toplum ilişkisinin önemini vurgulamaktadır. Et ağırlıklı beslenen toplumlar ile bitki ağırlıklı beslenen toplumların savaşçı yapılarının farklılığı en çok ifade edilen örneklerdendir. 


Aynı zamanda gıdaların temininden sunulmasına kadar yaşanan süreçte uyulması beklenen kurallar ve toplumsal ritüeller, sosyal tabakalaşma, sosyal statü ve yönetim kültürü gibi konularda araştırmacılara önemli veriler sağlamaktadır.


Günümüzde Anadolu yemeklerinin genellikle bitkilerden, etlerden ve hamurdan olmak üzere üç kaynaktan oluştuğunu görmekteyiz. Bunların çoğu eskiçağdan itibaren kullanılmıştır. Esasen medeniyetle yemek türleri arasında bir bağlantı vardır. Yemek yapımında kullanılan araç gereçlerin niteliği, sayısı, türü, düzenlenişi, pişirilen maddenin kendisi, pişiriliş biçimi, doğadan olduğu gibi alınıp alınmadığı, yenip yenmediği gibi hususlar o ülkenin inancı, üretim tarzı, kısacası kültür hayatının bütünü hakkında fikir verebilir. 


Yemek yeme alışkanlıkları, antropolojik deyimle içerisinde pek çok kültürel unsuru barındıran bir kültür mozayiğidir. Yani yemek faaliyetinde birçok kültürel özellikler bir arada bulunur. Özetle, mutfak, bir medeniyet belirtisidir. Türkler tarih boyunca kurdukları medeniyetlerde coğrafyaya, inanca ve üretim tarzına bağlı olarak farklı çeşitlerde yemekler yapmışlardır. Bütün bu kültürel birikimin, Türklerin bugünkü yemek yeme alışkanlıklarına etkisi olmuştur.6

Zengin Türk mutfak kültürüne genel olarak bakacak olursak, aşağıdaki niteliklere sahip olduğunu görürüz:


Konar-göçer toplumdan yerleşik hayata geçiş, Türk mutfağını da etkilemiştir. Geniş bir bölgeye yayılan Türk coğrafyası tabiat şartlarının ve damak zevkinin etkisiyle coğrafi bölgelere göre çeşitlilik göstermektedir. Tarihte en çok yer değiştiren, birkaç kez din değiştiren ve çok uluslu devletler kurarak farklı yemek kültürüne sahip milletleri bir arada tutmasından dolayı, yemek çeşitleri bakımından başka kültürlerden etkilenme ve onları etkileme söz konusudur.


Eski Türk bozkır kültürü konar-göçer yaşam tarzına sahip olup, en önemli besin kaynakları hayvancılık ve tahıl idi. Hayvancılık, Türklerin en eski, en önemli ve belki de zaman zaman tek ekonomik geçim kaynağı olmuştur. Türkler Anadolu’da yerleşik hayata geçtikten sonra farklı geçim kaynakları temin etmelerine rağmen, hayvancılığı bırakmamışlardır.7


Buğday ise, Türk ekonomisinin ve yiyecek kültürünün ikinci ana maddesini oluşturur. Bunu hububat şeklinde genişletirsek daha doğru olur. Çünkü buğday ekemeyen ve bulamayanlar, buğdayın yerine, arpa ve darı ekmişlerdir. Arpa ile darının yetişmesi daha kolaydır. Ayrıca bunlar, her iklimde de, yetişebilirler. Ancak Oğuzlar gibi güçlü Türk kesimlerinin, ekonomik imkânları fazla idi. 


Anadolu’da onlar, buğday yiyorlardı. Bu demektir ki diğer Türklerin mutfakları da, temelde bir olmakla birlikte, toplulukların güçleri bakımından ve kullanılan materyale göre, birbirlerinden ayrılabiliyorlardı. Gerek buğdayın gerekse darının çeşitli vasıtalarla öğütülerek önce un haline getirildiği muhakkaktır. Undan başka buğday tanelerinin kavrulmasıyla elde edilen “gavut-qavut ya da gavurga” da ana yiyecekler arasındadır.8


Yemek, Türklerde sosyal düzeni kuran bir sembol gibiydi. Türk toplulukları, tarih boyunca sosyal bir düzen ve disiplin çerçevesinde gelişmişlerdir. Çünkü Türk toplulukları çevrelerine karşı varlıklarını koruyabilmek için, birer askeri birlik olarak oluşmuşlardı. Halkın bir araya geldiği yer ise, toylar ve ziyafetlerdi.9 Hanların veya beylerin, halka yemek yedirme ve ziyafet çekme zorunluluğu vardı. Bu Türk tarihinde, vazgeçilemez bir gelenek olarak kalmaktadır. 


Halkın, kendisine toy veya ziyafet çekmemiş bir Han ile Beyden, şikâyet etme hakkı bile vardır. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah’ın Türkistan akınında, Türkler, “biz onun bir lokma yemeğini yemedik” diye, Melikşah’tan hem şikâyetçi olmuşlar ve hem de bundan dolayı, O’na kırgın durmuşlardı. Türkmenler ile Orta Asya’daki Kazaklarda sınıf yoktu. Bununla beraber onlar arasında da, bir üstünlük ve tabakalaşma görülüyordu. Bu da, ziyafetler ile toylarda meydana geliyordu.10


Türklerin ”ülüş” dedikleri törelerine göre, topluluk halindeki yemeklerde, herkes kızartılmış bir koyunun, istediği yerinden yiyemezdi. Herkesin, koyunun neresinden yiyeceği, önceden belli idi. Bu da, atalardan gelen bir mirasla oluyordu. Yani ataların hizmet ve bahadırlık derecesi, topluluk tarafından tanınıyor ve bu yolla devam ettiriliyordu. Tabii olarak torunlar da, kendi hizmet ve bahadırlıkları yolu ile bu ülüş veya pay haklarını, yükseltebiliyorlardı. 


Kötü bir hareket yapıp, cezalandırılmış olanlar ise, bu ülüş veya pay haklarını kaybediyorlardı. Ziyafet veya toylardaki bu haklarını kaybetmiş olanlar, mera ve otlak haklarını da kaybetmiş oluyorlardı. Görülüyor ki Türklerde yemek, yalnızca yenen ve insanların karınlarına girip, onları doyuran bir madde değildi. Yemek topluluk düzeniyle, disiplin ve onurları da kuran, bir vasıta ve sembol oluyordu. Yoksa herkesin atası soylu ve herkes aynı düzeyde idiler. Ancak hizmet ve onurla, insanlar arasında da bir derecelenme oluyordu.11


XI. yüzyılda, başta Karahanlı ve Selçuklu sarayları olmak üzere, çeşitli Türk hükümdar ve beylerinin aşçıbaşılarının denetimlerinde mutfaklarının varlığı bilinmektedir. Ayrıca her Türk evinin bir odasının günümüzde olduğu gibi mutfak olarak tanzim edildiğini ve evin bu kısmına, yemek pişirilen yer anlamında aşlık-aşane denildiğini görüyoruz.12 


Aşane kelimesi zamanla terk edilmiş onun yerini mutfak kelimesi almıştır. Mutfak sözü Arapça matbah’dan gelmektedir.


XI. yüzyılın aşlığında yani mutfağında kullanılan çeşitli eşyalardan bardak, bıçak, selçi biçek (yani “aşçı bıçağı”), etlik (et asılmaya mahsus çen

gel), ıwrık (ibrik),13 tewsi (tepsi), kova, saç, şiş, soku (yani havan) ve susgak (susak) gibi madeni mutfak eşyasının; çeşitli toprak eşyadan küp’ün, ayrıca çanak çömçe, kaşuk, tekne, tuzluk, yasgaç (yasdıgaç)14 gibi ağaçtan yapılma mutfak eşyasının; hatta sanaç (dağarcık), sarnıç (su tulumu), tagar (dağarcık) ve tulkuk (tuluk) gibi deri eşyanın bugün de aynı adlar ile bilinmesi, özellikle bugünkü köy mutfakları göz önünde bulundurulduğunda, geçen uzun zamana rağmen Türklerin kullandıkları muhtelif mutfak eşyasının adlarında bile büyük değişikliklerin olmadığını göstermektir.15


XI. yüzyılda Türklerden bazıları sofraya tergi diyorlardı. Bundan alınarak sofra kurmaya tergi urmak deniliyordu. Bazı Türk illeri ise tepsi (tewsi) kelimesini bugünkü gibi hem tepsi hem de sofra anlamına kullanıyorlardı. Bugün de bazı yörelerimizde büyük tepsilerin sofra olarak kullanılışına bakılırsa, aynı usulün Türklerde öteden beri varlığı anlaşılmaktadır. Türkler, bugün olduğu gibi, ekmek ve yemek kırıntılarının, yere dökülmemesi için sofra yaygısı da kullanıyorlardı.16 Ziyafet sofralarının hazırlanması konusunda yapılması gerekenler hakkında ise Yusuf Has Hacib şunları söylemekte:


“Evin barkın, sofran ve tabakların temiz olsun. Odan minderlerle döşenmiş, yiyecek ve içeceklerin de seçkin olsun. Yine, gelen misafirlerin arzu ile yiyebilmeleri için, yiyecek ve içecekler temiz ve lezzetli olmalıdırlar. Yemekte, yenilecek ve içilecek şeyler birbirine denk ve bol olmalıdırlar. Misafirin içeceği asla eksik tutulmamalı ve biri biter bitmez diğeri hemen hazır bulundurulmalıdır. 


Çeşitli içeceklerden ister fuka, ister mizab, istersen cülengbin (gül balı, reçel) ve cülab (gül şerbeti) ikram et. Yemek ve içecek faslı bittikten sonra ise çerez ve meyve ver. Kuru ve yaş meyvenin yanında çerez olarak simiş de bulunmalıdır. Gücün yeterse ipekli kumaşlar armağan et. Mümkün ise diş kirası da ver ki gelenlerin ağzı kapansın”.17


Hayvanlardan elde edilen besin maddelerinin başında, hiç şüphesiz onların eti gelmekteydi. Türkler, et ihtiyaçlarını erkeç, oğlak, at, deve, kuzu, koyun, koç,

keçi, tavuk gibi kendi besledikleri hayvanlar ile tavşan, kuş, geyik ve balık gibi av hayvanlarından temin etmekteydiler. Kendi besledikleri hayvanlardan da genellikle erkeklerini kesmekteydiler. Onlar, koyundan koçu, deveden buğrayı, attan aygırı, keçiden de erkeci tercih etmekteydiler. 


Fakat yine de Türkler için en makbul et, yazın koyun ve erkeç, kışın ise at ve taze tay etiydi. Taydan elde edilen yağın mide hastalıklarına iyi geldiği söylenmekteydi.18 Ayrıca Türkler erkeç etinin de sıhhat konusunda önemli olduğuna inanırlardı. Öyle ki onlar bu inançlarını “erkeç eti ilâç olur, keçi eti yel olur” atasözü ile ifade etmekteydiler.


Et, hem taze olarak günlük hem de konserve haline getirilerek, ilerdeki ihtiyaçlar için kullanılmaktaydı. Et günlük ihtiyaçlarda ya ateşte kızartılıp kavrularak (kebap, kavurma) ya da yahni (etli yemek) yapılarak yenmekteydi. İleride yenmek için ise, et tuzlanıp kurutulmaktaydı. Türkler kurutulmuş ete “kak et-eti kaklamak” derlerdi. Bu, etin bir bakıma konserve yapılması demekti. Bu usul, tamamen bir Türk buluşuydu. 


Başka milletler bu usulü yani etin konserve haline getirilerek yenmesini Türklerden öğrenmişlerdi. Türkler, pastırma ve sucuk yapmasını da biliyorlardı. Onlar, özellikle etlik için ayırdıkları hayvanlarını sonbaharda kesip, etini bazı baharatlarla karıştırarak kurutmaktaydılar. Böylece meydana getirdikleri pastırmayı bir yerde saklayarak, ilkbaharda yemekteydiler. Hemen hemen her Türk atlısının yanında azık olarak bir et parçası bulunurdu. 


Tarihî kayıtlara göre, Türkler, tuzlanmış bir et parçasını bir beze sararak, eyerlerinin altına koymaktaydılar. Burada ezilen et, atın harareti ile içten yanarak, bir süre sonra âdeta pişmekteydi. Böylece hazır hale gelmiş olan bu et parçası ihtiyaç halinde yenmekteydi.19


Hayvanlardan elde edilen besin maddelerinden biri de süttür. Süt, pişirilerek içilip, yenildiği gibi, ondan çeşitli besin maddeleri de yapılıp yenmekteydi. Bunların en önemlileri yoğurt, peynir, lor, kaymak, yağ ve kımız gibi yiyecek ve içecekler idi.


Eski Türk toplumunun en temel gıda maddesi yoğurt idi. Yoğurt, “kor” adı verilen yoğurt mayası veya bir parça yoğurt artığının pişirilmiş sütün içine konmasıyla elde ediliyordu. Tıpkı sütten olduğu gibi yoğurttan da çeşitli besin maddeleri yapılmaktaydı. Bunlar, ayran, yağ, peynir ve çökelek idi. Yoğurttan yapılan peynire “kurut” (kuru yoğurt) denmekteydi. Kurut, genellikle yağı alınmış yoğurdu kurutmak suretiyle elde edilmekteydi.20


Eski Türk insanının sağlam, dayanıklı ve sağlıklı oluşunda, sütün ve yoğurdun başlıca rolü vardı. Süt, kemiklerin gelişmesini sağladığı gibi yaşlılık döneminde de kemik erimesini önlüyordu. Bir Türk buluşu olan yoğurt ise, âdeta bir antiseptik idi. Vücuda giren her mikrobu ya öldürüyor ya da etkisiz hale getiriyordu. Ayrıca, sindirimi kolaylaştırmak ve vücuttaki fazla yağları eritmek suretiyle de, insanın daima sağlıklı kalmasını sağlıyordu.


Ekşimiş ayran tadında olan kımız, insanın dilini uyuşturacak kadar sert bir içki idi. Fakat son derece besleyici bir özelliğe sahipti. Hem vücudun direncini artırıyor hem de mideyi ferahlatıyordu. Türkler, bu içkiyi hem bol bol kendileri içiyorlar hem de konuklarına ikram ediyorlardı. Batı Kazakistan, Kafkasya ve kısmen Anadolu’da yaşayan Nogay Türklerinde içecek olarak Nogay Çayı tüketilmekteydi.21

29 Aralık 2021 Çarşamba

Restoran Danışmanlığı


Kesin başarı amacı ile ciddi meblağlar ile gastronomi sektörüne yatırım yapmış olan bir yatırımcı başarının etkilerini cüzdanında da görmek ister. Yeme-içme sektöründe yatırımcı için restoran bütçesi haricinde sadece vizyon ve popülerlik'ten öte  Restoran Danışmanlığında misafir memnuniyeti odaklı gelişmeler toplamdaki paylarına oranla grafikledirilmelidir. Tüm gelirler ve tüm giderlerin toplamdaki paylarını bilmek kontrolün sizde olduğu anlamını taşır.


İyi bir restoran nelere göre başarılıdır, nelere göre başarısızdır? Restoranda başarının göstergesi nedir?


Restoran işletmelerinde en önemli konulardan birisi istenilen hedeflerde başarı grafiğinin yakalanamamasıdır. Peki iyi bir restoranda başarı göstergesi nedir? Kesin başarı hedefi ile mutfak danışmanlığında ciddi bütçeler ile açılmış olan bir restoran için başarı göz ile nasıl gözükür? Başarının göstergesi anketler midir yoksa ciro'mudur? Restoranın mutfak organizasyonundaki bağlantılar nelerdir? 


Yeni açılmış ve şehrin en iyi restoranları arasına girmeyi hedef edinmiş bir restoran için yönetim sirkülerinde nelere dikkat edilir?


Yemek maliyetlerini cost - maliyet control hesaplarını kaç ayda bir yenilemem gerekir? Reçetelerde ekstra ilave edilecek gizli maliyetler nelerdir? Bir yemeğin maliyetinin satış fiyatı ile orantısı nedir? Her yemeğin yada herhangi bir içeceğin satış fiyatı neye göre ayarlanır?


menü danışmanlığı

 Restoran danışmanlığında menü danışmanlığı’ da var mı? Restoranım da Mutfak danışmanlığını yapan kişi restoran menümü ’de yapar mı? Yeni restoranıma beyaz yakalılar gelmeli mi? Ofis çalışanlarının öğle yemeği beni kurtarır ‘mı? Restoran Menü Çeşitleri Nelerdir? Yeni restoranımda hangi menü çeşitleri olmalı?


Hem yeni restoranlarda hemde Örnek Otel Menülerinde nelere dikkat edilir? Restoran menülerinde Menü Planlaması Nedir? Nasıl yapılır? Yeni restoran açarken Menü Analizi Nasıl Yapılır? Menü seçeneklerini düzenlerken Menü Yönetiminde dikkat edilecek hususlar nelerdir?  Restoranımda islerim çok kötüye gidiyor acaba yemek menümden kaynaklanıyor olabilir'mi?


Menü Danışmanlığı & Menu Consulting


Yeni açacağım restorana nasıl bir menü yapmalıyım?

Restoran menüsü yaparken nelere dikkat etmeliyim?

Yeni açtığım restorana Kendim bir menü yapsam olur mu?

Acaba restoran menüsü yaparken arkadaşlarımı da çağırsam faydaları olur mu?

Şehrin en iyi restoran menüsü nü nasıl yapabilirim?

Çok para harcadım restoran menüsüne ’de niye para vereyim?

Örnek bir restoran menüsü yaparken menü danışmanlığı almalı mıyım acaba?

Restoran menüsü yapılırken menü maliyetleri nasıl hesaplanır?

Nasıl bir menü planlaması yapmalıyım? 

Restoranımın konumunu neye göre ayarlamalıyım?

Yeni restoranıma yiyecek ve içecek danışmanlığı alsam restoran menümü de yaparlar mı?

Restoran danışmanlığında menü danışmanlığı’ da var mı?

Restoranım da Mutfak danışmanlığını yapan kişi restoran menümü ’de yapar mı?

Yeni restoranıma beyaz yakalılar gelmeli mi?

Ofis çalışanlarının öğle yemeği beni kurtarır ‘mı?

Restoran Menü Çeşitleri Nelerdir?

Hem yeni restoranlarda hemde Örnek Otel Menülerinde nelere dikkat edilir?

Restoran menülerinde Menü Planlaması Nedir? Nasıl yapılır?

Yeni restoran açarken Menü Analizi Nasıl Yapılır?

Menü seçeneklerini düzenlerken Menü Yönetiminde dikkat edilecek hususlar nelerdir? 

Yeni restoranıma çok profesyonel bir mutfak şefi almalımıyım?

Yoksa yeni mutfak şefimi kendi yemek menüme göre kendimmi yetiştirmeliyim?

Mutfak Danışmanlığı & Kitchen Consulting

 Yeni restoran açılışında ilk sistemlerin doğru kurulmuş olması çok önemlidir. Yiyecek ve içecek işletmelerinde yönetim tarafından beraberce alınmış kuralların kişlerce bozulması tehlikelidir. Yemeklerin kalitesiz ve standart olmayan şekil ve lezzetlerde çıkması daha büyük problemlerin habercisidir. Doğru organizasyon, kontrol ve standartlara uygun takip konuya vakıf kişilerce yapıldığı takdirde başarı kaçınılmazdır.

 

Mutfak önemlidir, başarı yada başarısızlıkların %100 kaynağı değildir. Gerektiğinde ilgili etkenlerin araştırılması gerekir...

 

gastronomide Mutfak danışmanlığı tamamen işletmenin standartlarının oluşması, mutfak organizasyonun hazırlanması, yönetim sirküleri ve sistemlerin başarı odaklı senkronizasyonundan ibarettir. Nasıl bir motorun dişlilerinin tamamı çalışınca performans alabiliyorsanız, mutfakta da her personelin görevini kusursuz yerine getirmesi ile başarı yakalanabilir. Bu bir nevi mutfak genelinde hem çalışanlar hem de mutfak üniteleri ve pişirme ekipmanlarının doğru yerleştirilmesi karşılığında sonuç verir.

 

uluslararası gastronomi danışmanlığında Ekip zihniyetini tüm departmanlara aşılayabilmek başarının anahtarı olabilir...

 

İyi bir restoran işletmeciliğinde başarı sadece ilgili departmanlardan herhangi birinin sorumluluklarını yerine getirmesinden ibaret değildir. Başarı bir ekip işidir. Tüm departmanların birbiri ile bağlantı içerisinde uyumlu çalışmasının karşılığında yakalanabilir. Ben yaptım diyenlerin değil, biz yaptık diyebilen zihniyete sahip kadrolar başarıyı daha çabuk yakalayabilirler. Bu konuda restoran yönetimine büyük görevler düşer.

 

Restoran ve otel işletmelerinde bazen sorunlar görüştüğü gibi değildir, harici kaynaklardan meydana gelebilir...

 

Bazen sorunlar her ne kadar mutfak olarak görülse de servisten çıkabilir. Hatta sorunların kaynağı servis yada mutfak olarak gözükse de esasında sorunun kaynağı Retoran yönetiminde, yönetim sirkülerinde de çıkabilir. Burada en önemli detay sorunun kaynağını tespit edebilmektir. Bu tespit bazen deneyim sahibi, konuya vakıf insanların işletmeci körlüğü ve benzeri yöntemler ile araştırmalarında saklıdır.

 

Günlük kurallar, restoran ve mutfak yönetiminde beraber alınmış kararların yalnız bozulması hiç beklemediğiniz sorunlar ile karşılaşmanıza neden olabilir...

 

Uluslararası restoran danışmanlığı Ve Yiyecek İçecek Danışmalığı Konularında Nasıl Çalışırım?

 

Türkiye İçerisinde Ve Yurt Dışında Daha Önceden Tarafım İle Bağlantıya Geçilerek Karşılıklı Bir Tarih Kararlaştırıldıktan Sonra Anlaşılan Konsept, Süre Ve Anlaşma Metninde Karara Bağlanan Maddelere Kapsamında…

 

Benimle Kimler Çalışmak İster? Mutfak Danışmanlığı Ve Yiyecek İçecek Danışmanlığında Hizmet Alanlarım Nerelerdir?

 

• Yeni Restoran Açacak Olanlar, Tüm Restoranın Sistem Ve Operasyonu (Küçük Açılış Ve Büyük Açılış Min. 6-7 Ay)

• Tüm Mutfak Ve Servis Mesleki Eğitimleri

• Daha Önce Restoran Açmış Ama İstediği Başarıyı Yakalayamamış Yiyecek Ve İçecek İşletmeleri,

• Cazip Fiyatlar İle Hazır Bir Restoran Alarak Konsept Değiştirmek Amacı Taşıyanlar,

• Yeni Bir Restoran Alarak Hizmet Kalitesini Yükseltmek İsteyenler,

• Uluslararası Standartlara Sahip Butik Oteller

• Uluslararası Standartlara Sahip Yıldızlı Oteller (Şehir İçi Veya Turistik)

• İlk Mutfak Kurulumları

• Yiyecek Ve İçecek Menü Tasarımları, "Menü Danışmanlığı" Menü Degiştirmek  İsteyenler,

• Sadece İlgili İşletmeye Özel Patentli Yemekler İsteyenler, 

• Sadece İlgili İşletmeye Özel Pişirme Teknikleri İsteyenler, 

• Sadece İlgili İşletmeye Özel Yeni Emsalsiz Yemek Tasarımları İsteyenler,

• Sadece O İşletmeye Farkındalik Yaratmak, Menü Çeşitleri, Menü Planlaması, Menü Analizi, Menü Yönetimi ve Özel Sunum Teknikleri İsteyenler,

• Özel Devlet Yemekleri,

• Özel Holding Yönetim Kurulu Yemekleri,

• Kurumsal Şirketler (Ziyafet, Protokol, Organizasyon)

 

Tüm bunlar öncelikte tarafımdan talep edilecek olan hizmet seçeneklerine göre şekillendirilir. Herhangi bir işletme sahibi kişi yada kurumun tarafımdan hangi hizmeti istediği önemlidir. İhtiyaç duyulan konularda seçenekler fizibilitesini hazırladıktan sonra karşılıklı mutabakat doğrultusunda çalışma programımı zaman, maliyet ve "hedef" sonuçları ile sunarım.

restoran danışmanlığı


Yiyecek, içecek ve konaklama sektöründe gerçekte ayrı ayrı departmanlar olan ama bir biri ile bir bütün olarak birleştiği takdirde başarıya ulaşan mutfak ve servis departmanlarında çalışabilmek için özel meziyetler gereklidir. Bu konuda el becerisi, mesleki eğitim ve bilgi doğrultusunda deneyim zanaatkarlık ile sonuçlanan başarı zirvelerini oluşturur.


Bizim mesleğimizde özel istek olduktan sonra restoran danışmanlığında her türlü bilgi eksikliği giderilir. 


Giderilemeyen tek şek karakter eksikliğidir. Gerekli incelemelerden sonra mutfak ve servis çalışanlarında kimin hangi bilgiye ihtiyacı olduğunu da görebilmek ayrı bir beceri gerektirdiği için ilgili işletmeler ihtiyaç duydukları alanlarda danışmanlık hizmetleri alırlar.


Bu hizmetler bazen sadece mutfak danışmanlığı hizmetinden öte mesleki eğitimler ve bire-bir tatbik ile başarı odaklı hedeflerine ulaşır. 


İlgili eğitimlerin hangilerinin olması gerektiğine gerekli tespitlerden sonra bazen konuya vakıf, gerekli deneyim sahibi danışmanlar karar verir, bazen de alanında tecrübeli işletme sahipleri. Sonuçta misafir memnuniyeti odaklı hizmet kalitesinin yükseltilmesi veya verilen hizmetlerin standart hale getirilmesi hedefini taşır.


İşletmenizde standartlarınızın oluşması hizmetlerinizden memnun kalan müdavimlerinizin de zamanla oluşması anlamına gelir...


Kalite demek bir ürünün çok iyi olduğu anlamına gelmez. Kalite demek standart demektir. Bir ürünü standart olarak üretebilmek önemlidir. Bunun karşılığı da gastronomide misal olarak işletmenizde 3 ay önce herhangi bir yemeği çok beğenen bir misafirinizin aynı lezzeti 3 ay sonra geldiğinde bulabilmesi anlamını taşır. Buna servis personellerinin davranış ve ilgi standartlarını da ekleyebiliriz.


Benimle Kimler Çalışmak İster mi? Mutfak Danışmanlığı Ve İçecek Yiyecek Danışmanlığında Hizmet Alanlarım Nerelerdir?


• Yeni Restoran Açacak Olanlar, Tüm Restoranın Sistem Ve Operasyonu (Küçük Açılış Ve Büyük Açılış Min. 6-7 Ay)

• Tüm Mutfak Ve Servis Mesleki Eğitimleri (Restoran Konseptine göre ve çalışanların mesleki eğitim düzeyine göre değişir- 1 ay ve 1 yıl arası)

• Daha Önce Restoran Açmış Ama İstediği Başarıyı Yakalayamamış Yiyecek Ve İçecek İşletmeleri,

• Cazip Fiyatlar İle Hazır Bir Restoran Alarak Konsept Değiştirmek Amacı Taşıyanlar,

• Yeni Bir Restoran Alarak Hizmet Kalitesini Yükseltmek İsteyenler,

• Yeni Restoran Açmak İsteyenler ve İlgili Konularda Destek Almak İsteyenler,

• Uluslararası Standartlara Sahip Butik Oteller

• Mutfak Planlaması ilk mutfak kurulumu ile birlikte açılış yapacak olan şehir içi yada turistik 4-5 yıldızlı veya butik oteller.(en az 8 ay)

• Uluslararası Standartlara Sahip Yıldızlı Oteller (Şehir İçi Veya Turistik)

• İlk Mutfak Ünitelerinin Kurulumları

• Yiyecek Ve İçecek Restoran Menü Tasarımları (Menü Değiştirmek  İsteyenler)

• Sadece İlgili İşletmeye Özel Patentli Yemekler İsteyenler, 

• Sadece İlgili İşletmeye Özel Pişirme Teknikleri İsteyenler, 

• Sadece İlgili İşletmeye Özel Yeni Emsalsiz Yemek Tasarımları İsteyenler,

• Özellikle Mutfak Yönetimi, Organizasyon, Cost - Maliyet, Anket ve Formlar Oluşturmak İsteyenler,

• Yeniden İlgili Konularda Yönetim Sirküleri, Yönetim Raporları Oluşturmak İsteyenler,

• Sadece O İşletmeye Farkındalık Yaratmak İcin Özel Sunum Teknikleri İsteyenler,

27 Aralık 2021 Pazartesi

Türkiye Selçuklularında Tatlı Kültürü

Türkiye Selçuklularında Tatlı Kültürü


Türk-Arap ve Fars Mutfaklarının Buluşması


Toplumların beslenme alışkanlıkları, hayat tarzları ve kültürleriyle yakından ilgilidir. Hayat tarzı ve kültürlerin değişimi siyasi sınırların değişimi kadar hızlı gerçekleşmedi. Bu ise farklı diller ve devletlerin ortak kültür içerisinde yoğrulmalarına sebep olmuştu. Nitekim bu yavaş değişimin sonucu olarak orta çağlar boyunca bütün yakın doğu ve Türk-İslam dünyasında büyük bir kültür coğrafyası meydana gelmişti. Bu Türkiye Selçuklularında Tatlı Kültüründe kültür coğrafyası her ne kadar çeşitli sahalardan ve bazı bölgesel ayrılıklardan meydana gelmiş olsa da oluşturdukları sosyal ve siyasi teşkilatlarda büyük benzeyişlerin olduğu görülmekteydi.22 Bu yüzden benzerlik gösteren kültür coğrafyalarını ve özelde tatlı kültürünü Türk-Arap ve Fars kültürleriyle beraber değerlendirmek gerekmekteydi.


Nitekim Abbasi halifeleri İran kisralarının düzenlediği yemek yarışmalarına devam ederek ve İran seçkinlerinin sevdikleri yemekleri kayıt ettirerek kendi saraylarında Fars mutfağını yaşatmışlardı.23 Diğer taraftan Türklerin yakın şarka gelmeleri ile birlikte yemek kültürlerinde bir takım etkileşimler ve çeşitlenmeler oldu. Böylece Türk, Arap ve Fars mutfaklarının buluşmasıyla İslam dünyasında zengin bir mutfak kültürü oluşdu.24


Hayvansal ve Bitkisel Ürünlere Dayalı Beslenme


Buğday unundan ve hurmadan yapılan ekmek İslamiyet öncesinde bile Güney Arabistan’da çok beğenilen bir mamuldü. Pirinç unundan yapılan ekmek ise daha çok gelir düzeyi düşük halk tarafından tercih edilirdi.25 Çin yıllıklarından Hunların buğday ürettiklerini öğrenmekle birlikte, Göktürklerin ve Uygurların ihtiyaç duydukları buğdayı Çin’den vergi ve hediye olarak temin ettiklerini görmekteyiz.26


Bilindiği gibi mutfak eğilimleri ve geleneklerinde daha çok batıdan doğuya değil, doğudan batıya etkileşim gerçekleşmişti. Anadolu coğrafyasında beslenme ve mutfak kültürü bitkisel ve hayvani gıdalara dayanmaktaydı.27 Süt genellikle inek, keçi ve koyundan elde edilirken, kırmızı et olarak oğlak, kuzu, koyun, deve ve dana eti kullanılmaktaydı. Bölgede hayvancılığın yapılması et ve süt ürünlerinin tüketilmesini sağladı. Buğday, arpa, pirinç, darı tarımının yapılması bu yönlü beslenme eğilimini artırdı. Beslenmede temel belirleyici ise buğdaydı.28 Bu ise Buğdaya bağlı yemek kültürünün gelişmesini sağladı.


Anadolu’da hayvani ve bitkisel ürünlere dayalı beslenme, tatlı kültürünü de bu yönde geliştirdi. Meydana getirilen tatlıların ana malzemelerinde bu yönde mecburi tercihler tesirli oldu.


Tatlı Malzemeleri


Bal: Beslenmedeki temel ihtiyaçlarını et ve buğday merkezinde gideren insanlar bunlara ilaveten şartlarına göre yeni tatlar aramışlardı. Bu tatlar en kolay ulaşılabilme durumuna göre sıralandığında çok bulunanlar sıklıkla kullanılmıştı. Bu tatların başında ise bal gelmekteydi. Bal, Ortaçağ Anadolusunda kolay ve ucuz bulunan bir üründü. 


Seyyah İbn-i Battuta Anadolu seyahatinde Kastamonu’ya on iki arkadaşı ile birlikte uğradığını ve burada kırk iki gün kaldığını, buranın ucuz bir memleket olduğunu ifade ederken, ucuza aldığını zikrettiği gıdalardan birisi de baldı.29 Dönem hakkında bilgi alabileceğimiz kaynaklardan olan Yunus Emre ise, şiirlerinde baldan örnekler getirmiş,

Yunus bu sözleri çatar Sanki balı yağa katar Halka metaların satar Yükü cevherdir tuz değil30


dizeleriyle en doğruyu insanların en çok tanıdığı bal ile örneklendirerek ifade etmişti. Mevlana’nın eserlerinde ise tadın derecesini, denge ve uyumu, şifayı izah ederken bal örnekleri sıklıkla kullanılmıştı.


Sirke satma da kanaat yüzünden bal denizine garkolmuş binlerce can gör.31

Sütün balın güzelliği gönlün onlara aksiyle hâsıl olur; her güzele güzellik, gönülden gelir.32

Rab bal arısına vahy etti ayeti gelince onun vahiy evi tatlılarla doldu.33

Bal ırmağında arının içine kaynak etti, o ırmağı bedendeki hastalıkları gidermek için akıttı.34

Bal arıları da dağlarda, kovanlarda, ağaçlarda, baldan şeker ambarları doldururlar.35

Sütle bal gibi birbirleriyle uzlaşsınlar; şekerle helva gibi birbirlerine katılsınlar, vefa göstersinler, birleşsinler.36

Gönlünde din zevki beliren kişiye dünya balı lezzetli gelir mi hiç.37


Çeşitli Meyve Şurupları: Bitkisel ürünlerle meşguliyet çeşitli ağaçlardan ve tahıllardan şuruplar ve şekerler elde etmeği öğretmiştir. Mevlana’nın, Pekmez içinde ne kaynatılırsa pekmez lezzetini alır. Havuç, elma, ayva ve ceviz pekmezde kaynatılsa, Hepsinden de pekmez lezzetini alırsın.38


beyitlerinde geçen pekmez ifadelerinden Konya’da tatlıların pekmezle tatlandırıldığı kanaatini uyandırmaktadır. Dönemin yazarlarından Eflaki, Konyadaki Meram bağlarından söz etmektedir.39 Üzüm üretimi sadece Konya’da değil Anadolu’nun birçok yerinde oldukça fazladır. 


Ekonomiye de önemli bir katkı sağladığı görülmektedir.40 Alâaddin Keykubad’ın Konya’ya girişini anlatan tarihçiler burada muattar şerbetlerin içildiğinden bahsetmektedirler.41 Gül suyu, nar, incir, üzüm, kayısı vb. lerinden hoşaflar ve şerbetler yapılmakta, ikram edilmekte veya dükkânlarda satılmaktadır.42


Bana hastayım dediğin geceden beri binlerce şifa veren Şerbet, sevgililerle, esirgemelerle kaynayıp coşuyor.43


ifadelerinden büyük mutasavvıf Mevlana’nın da şerbeti şifa veren bir iksir olarak gördüğü anlaşılıyor. Şeker şerbeti bal şerbetine göre daha pahalıya mal edildiğinden halka açık büyük törenlerde seçkin konuklara şeker şerbeti, avama ise bal şerbeti sunulmaktadır.44


Hurma, Badem, Antep Fıstığı, Ceviz, Fındık, vs.: Anadolu topraklarında çok çeşitli meyve yetiştirilmekteydi. Meyvelerin ucuz ve bulunabilir olması, yaygın olarak kullanılmasını artırmaktaydı. Anadolu’ya çeşitli zamanlarda gelen seyyahlar bahçeler, sulama sistemleri ve çeşitli bölgelerde yetişen badem, erik, fıstık, ceviz gibi meyvelerden söz etmişlerdir. Alâaddin Keykubad’ın Konya’ya girişini anlatan tarihçiler burada badem şekeri, fındık, fıstık dağıtıldığından bahsetmektedirler.45 Ortaçağ Anadolu mutfağında yapılan tatlılarda, bu meyvelerin iç malzemesi olarak kullanıldığı görülmekteydi. Mevlana’nın eserlerinde geçen


-Her kim hürmet ederse hürmet görür. Her kim şeker getirirse badem helvası yer.46


-Onun cevizlerle, bademlerle, şekerlerle yoğrulmuş badem helvası hem dilimi, damağımı tatlılaştırır hem gözlerime nur verir.47


ifadelerinden cevizle ve bademle yoğrulmuş helvadan bahsedilmekteydi. Meyvelerin tatlı iç malzemesi olarak kullanılması sadece Anadolu’ya has bir durum değildir. Nitekim Abbasi Saray Mutfağında Hurma, Badem, Antep Fıstığı, Ceviz, Fındık gibi yiyeceklerin tatlılarda iç malzeme olarak kullanıldığı bilinmektedir.48


Şeker: En önemli şeker kaynağı olan şeker kamışı, buğdaygiller familyasının ürünü olan bir tahıldır. Şeker kamışı ve çeşitli meyvelerden başka buğday, darı, pirinç ve arpa nişastasından şeker şurubu çıkarılabilmektedir.49 14. yüz yılda Mısır’a seyahat eden İbn-i Battuta buğdaydan çıkarılan bir şuruptan söz etmektedir.50 


Güney Asya ve Pasifik adalarından yola çıkan şeker kamışı 5. yüz yılda İran’a 7. yüzyılda ise Araplar tarafından Mısır’a, Kuzey Afikaya’ya, Rodos, Sicilya ve İspanya’ya ulaşmıştır. Orta Asya şehirlerinde 8. yüz yıldan itibaren şeker işleme teknolojisi hızla ilerlemiş günlük hayata girebilecek bollukta üretilmeye başlamıştır. Araplarla çok yönlü ilişkileri olan ve ipek yolunda önemli rol oynayan Türkler erken devirlerden itibaren şekerle tanışmışlardır. 


8. yüzyılda Buhara ve Harezmden Çin İmparatoruna hediye olarak beyaz şeker yollanmıştır.51 Dönemin en meşhur şeker merkezi İran’ın Güney batısında bulunan Huzistan bölgesidir. 640 yılında Huzistan’ı fetheden Araplar buradaki şeker teknolojisini Akdeniz’e yaymışlardır. Böylece şeker sanayi Mısırda yükselmeye başlamış ve buranın adı şekerle birlikte zikredilir olmuştur. Mevlana Celaleddin Rumi, Divân-ı Kebir’inde;


-A çarşı taciri, Mısır’dan şeker geldi; şeker gibi tatlı Yusuf, ansızın çıkageldi seferden.52


-Şimdicek aşk duduları kanat açtılar; çünkü Mısır’dan kantarlarla şeker gelmede.53


ifadeleriyle şekerin merkezine işaret ederken,


“Canım aşk Mısır’ında o kadar çok şeker yemiş ki feryadımdan, neyin özünde şekerler bitmiş.”54 ifadeleriyle de Mısır’daki şekerin çokluğuna değinmiştir. Mısır’ın bu konudaki şöhretine Gelibolulu Mustafa Ali ise,


Aksa Mısır’ın şekeri bahr olsa

Gelse İstanbul’a gayet bulsa55


dizeleriyle Mısır’ın şekerini denize benzetmiş her yere buradan aktığına işaret etmiştir.


XI. yüzyılda şeker ancak zenginlerin ulaşabildiği bir besin olmalı ki zamanın bilgesi Yusuf Has Hacib;


-İster şeker, ister arpa, darı yemiş olsun, doyup yatan sabah aç kalkar56


demekle önemli olanın maddeten zenginlik değil gönül zenginliği olduğunu ifade ederken şekere ulaşmanın pek de kolay olmadığına vurgu yapmaktadır.


Abbasi ve Selçuklu saraylarında şekerin bol miktarda kullanıldığı görülmektedir. Halife ElMuktedi Billâh ile Selçuklu Hatunu Mah Melek’in izdivaçlarında eşi ve benzeri görülmemiş bir ziyafet verilmiştir. İbnü’lEsir bu ziyafette 40 bin batman şeker harcanıldığını kaydetmektedir.57 Diğer taraftan Türkiye Selçuklu tarihçisi İbn Bibi, Sultan I. Alâeddin’in düğününü anlatırken insanlık tarihi boyunca görülemeyecek derecede şeker dağıtıldığını anlatmaktadır.58


Un-Yufka: Araplara Türkçe öğretmek için Kaşgarlı Mahmud tarafından sözlük olarak hazırlanan Divân-ı Lügatü’t-Türk’te ziraat ile ilgili meslekler zikredilirken ekmek pişirme ve satma işlerinden bahsedilmektedir. Diğer taraftan aynı eserde evlerde hamur açmak için kullanılan tahtalar ve oklavalardan bahsedilmektedir. Bu durumda Türklerin XI. yüzyıldan itibaren oklava ile hamur açtıkları anlaşılmaktadır.59 


Yoksulluğun gerektirdiği mecburiyetle ekmeklerini saç üzerinde pişiren Türkler, besledikleri sürülerden ürettikleri et ve süt ürünlerini, sebze ve meyveleri katlamak suretiyle farkında olmadan yeni ürünler elde ederek karınlarını doyurmuşlardır. Tereyağında kızartılıp katlanan yufkaya verilen bu isim gözleme veya katmer olarak nitelendirilebilir.60


Yağ: Türk-Arap ve Fars kültürlerinde süt ve ondan elde edilen tereyağı, toplum hayatında çok önemli yere sahiptir. Türkler, yoğurttan yapılmakta olan tereyağını kullanmaktadırlar.61 Tereyağı Araplar için de kıymetli bir malzemedir. 


Tereyağının rafine edilip kaynatılmasıyla sadeyağı elde edilmektedir. Cahız, karnı tok olan kişiyi ağırlamanın zor olduğunu anlatmak için “Has tereyağı gözünün önündeyken tok olduğunda köpek bile yanından geçer” ifadesiyle tereyağı örneğini kullanarak hayır denilemeyecek gıda olarak belirliyor. Tatlıların yapımında başta tereyağı olmak üzere kuyruk yağı, susam yağı, badem yağı, fıstık yağı kullanılabilmiştir.62


Tatlı Çeşitleri


Helva: Şeker, un ve yağ’dan yapılan bir çeşit tatlı olarak ifade edilen helva, Abbasi63 ve Selçuklu mutfaklarının vazgeçilmez tatlarındandır. İrene Melikof, Mevlana zamanında helva törenleri yapıldığından bahsetmektedir.64 Helva, çeşitleri ile birlikte Mevlana’nın eserlerinde sıkça zikredilmektedir.


-Her kim hürmet ederse hürmet görür. Her kim şeker getirirse badem helvası yer.65


-Onun cevizlerle, bademlerle, şekerlerle yoğrulmuş badem helvası hem dilimi, damağımı tatlılaştırır hem gözlerime nur verir.66


Gülbeşeker: Gül yaprakları ve şekerin karıştırılmasıyla elde edilen tat, Mevlana’nın eserlerinde bu isimle anılmıştır. Değişik kaynaklarda gül reçeli olarak ifade edilmekle birlikte, Mevlana’nın bahsettiği Gülbeşeker’in macun olması muhtemeldir.67


Pelte: Türkçe “Pelte”, Arapça “Faluzec”,68 Farsça “Paluze” şairlere ilham vermiş bir tatlıdır. Bal, şeker, nişasta, badem den yapılan koyu kıvamlı bir tatlıdır. Halk mutfağında badem yerine nişasta kullanılmıştır.69 Mevlana Divân-ı Kebir’inde


Öyle tatlar var sende, öylesine tatlısın ki, Yağlıya ballıya boş vermişsin Kendi yağınla kavrul, kendi balınla tatlan, Zaten Paluzesin, tattan, lezzetten ibaretsin sen70


Güllaç: XIII. yüzyıla ait Arapça bir yemek kitabında rastlanılan tarifte şam fıstıklı ve içi doldurularak yapıldığından bahsedilmektedir. Arapça tariflerde ince ekmek olarak ifade edilen güllaç “güllü aş” ‘tan bozma olup farsça’ya ise gülanç olarak girmiştir. 14. Yüz yılda Moğol devrine ait Çince bir ansiklopedide ise “gülaci” adıyla bir tarif bulunmaktadır.71


Kadayıf: X. yüzyıldan beri kayıtları bulunan bir Arap tatlısıdır.72 Kadayıf XIII. yüzyıl Anadolu’sunda bilinmektedir. Mevlana’nın eserlerindeki benzetmelerde sıklıkla bahsedilmektedir. Şöyle ki,


“O vefakâr, o yoksul şeyhe evlat ölümü kadayıf gibi gelmişti.73 “Haydin, şarap geldi küpten dışarıya;

kadayıf için, pelte için bedeninizi bulaştırmayın”.74


Aşure: Dünyanın birçok yerinde karşımıza çıkan aşure İslam dünyasında yılın ilk ayı olan Muharrem’in onuncu gününün adıdır. Bu günde buğday yemeği yapıp dağıtmak geleneği Nuh’un gemisiyle ilgili bir hikâyeye dayandırılmaktadır. Buna göre Aşure gemi karaya oturunca kalan bütün erzak bir araya getirilerek pişirilen ve gemidekilerin beraber yedikleri yemek olarak anlatılmaktadır. İslam dünyasında gerek Şii gerekse Sünni çevrelerce yapılagelmiştir.75


Sütlaç: Sütlü aş veya sütlü pirinç denilen tatlıya ilk olarak XV. yüzyıla ait tıbbi kitaplarda ve Kaygusuz Abdal’ın şiirlerinde rastlanılmaktadır XI. yüzyıla ait kaynaklardan Divân-ı Lügati’t-Türk’te ise benzer bir tatlı “Uwa” ismiyle tarif edilmektedir.76


Zerde: Pirinç, bal, pekmez veya şeker, safran ve yağdan meydana gelen tatlı Binbir Gece Masalları’nda ve Mevlana’nın eserlerinde zikredilmektedir.77


Baklava: Türk-Arap ve Fars topluluklarının yaşadıkları coğrafya onları büyük oranda tarım ve hayvancılığa bağlı hayata zorlamıştır. Benzerlik gösteren bu kültürler birbirleriyle etkileşimlerde bulunmuşlar, ellerindeki malzemeleri geliştirerek paylaşmışlardır. Buğdaydan unu, undan hamuru, hamurdan katlarını elde eden bu kültür buluşması, hamur katlarının arasına fındık, fıstık, bal, badem, ceviz, kaymak vs. koymak suretiyle yeni ürünler


elde etmişlerdir. XI. yüzyıla ait kaynaklardan Türklerde hamurun katlama usulünün bilindiği öğrenilmektedir.78 Abbasi sarayında da yufka ile yapılan benzer tatlıların olduğu bilinmektedir. 


Faludec ve Levzinec tatlılarında iç malzemesi olarak badem, Antep fıstığı, hurma kullanılmaktadır.79 XIII. yüzyıla ait kaynaklardan olan Mevlana’nın Divân-ı Kebir’inde “Samsa Baklavası”80 isminde bir tatlıdan söz edilmektedir. Farsça üçgen anlamında “Senbûse” den olan Samsa XIII. yüzyıldan beri üçgen şe-

killi bir börektir.81

26 Aralık 2021 Pazar

Ateşbaz-ı Veli Ve Ateşbaz-ı Veli’den Sonra Aşçılık Makamına Gelmiş Kişiler

Ateşbaz-ı Veli Ve Ateşbaz-ı Veli’den Sonra Aşçılık Makamına Gelmiş Kişiler

Yıldız ÜNLÜ

Doç.Dr. Yılmaz ŞEÇİM

Prof.Dr. Hatice Ferhan NİZAMLIOĞLU


Özet

Mevlevilik yapısının ilk adımının atıldığı ve Mevleviliğin başladığı yer dergahın mutfağıdır. Mevlevilikte mutfak hem ruhen hem de fiziken beslenmenin yeridir. Mevlevilik için de mutfak, eğitimin başladığı nokta olması nedeniyle önemli bir yer edinmiştir. Mutfaktan sorumlu kişi ise Mevlevilikte Mevlana’dan sonraki en yetkili ve bilgili kişidir. Birçok idari iş mutfaktan sorumlu aşçıbaşının görevidir. Mevlana zamanında yaşamış ve bu önemli mertebeye ulaşmış en önemli şahsiyet, asıl adı İzzeddin Yusuf olan Ateşbaz-ı Veli’dir. 


Mevlana’nın aşçıbaşısı olarak görev yapmış, acemi dervişleri eğitmiş son derece bilgili bir kişidir. Görev yaptığı makam onunla bütünleşmiş aşçıbaşılığa Ateşbaz-ı Veli makamı ismi verilmiştir. Ateşbaz-ı Veli vefat ettikten sonra bile makam bu şekilde anılmıştır. Bu çalışmada da Ateşbaz-ı Veli ve sonrasında bu makamda bulunan kişiler hakkında araştırmalar yapılmıştır. Mevlevilik için önemli bir mevki olan Ateşbaz makamının, bu makamda bulunmuş kişilerin bilinmesi ve tanınması büyük önem arz etmektedir. Araştırmada tez, kitap, makale, dergi gibi kaynaklardan geniş literatür taraması yapılmış, bilgiler derlenmiştir. 


İlaveten bu konu hakkında detaylı bilgiye sahip bir yazarla görüşülüp, yazarın verdiği bilgiler doğrultusunda kaynak taraması genişletilmiştir. Ulaşılan aşçıbaşı isimleri listelenmiş ve çalışmanın daha fazla detaylandırılabilmesi için Mevlevihanelerin arşivlerine ulaşılması önerisinde bulunulmuştur.


1. Giriş

İnsanların hayatlarını devam ettirebilmeleri için birbirleriyle dayanışma içerisinde olması gerekmektedir. Beraber olmanın gereği ise birçok ortak çabayı meydana getirmiş ve böylelikle yaşamayı kolay hale getirmenin yolları aranmıştır. Bu sayede medeniyetler oluşmuştur (Kafesoğlu, 1984: 16).


Medeniyet, toplulukların bir coğrafyada veya belirli bir dönemde ortaya çıkardığı değerler bütününü oluşturan yapıdır. Medeniyetler çoğunlukla belirli bir din ve renge sahiptir. Bunun sonucunda ise büyük coğrafyalarda birbirinden farklı inançlara ve ırklara sahip insanların birbiri ile yaşadığı görülmektedir (Günay, 2007: 2-3). Bu insanlarda bulundukları coğrafyada bir bütün oluşturmaktadır (Kaplan, 1983: 40). Bir bütün içerisinde yaşayan insanları da varoluşlarından bu yana birçok olgu etkilemiştir. Bunlardan biri de inançtır.


İnanç, antropoloji bakımından insanın varoluş yapısına ait davranıştır. İnanmanın yaygın şekli ise kabul edilen dinlerden birisine inanma, inanç düzenine bağlanma şeklinde ortaya çıkar (Öztürk, 1999: 328). Din, insanların varoluşundan bu yana hayatını en çok etkileyen olguların başında gelmiştir. İnsanın yaşadığı her döneminde dini ögelere rastlanmaktadır. Ünlü filozof Bergson’da “ Geçmişte bulunduğu gibi bugün de ilimsiz, sanatsız, felsefesiz toplumlar bulunacaktır. Fakat dinsiz bir toplum asla” diyerek din olgusunun üzerinde durmuştur (Tanyu, 1980: 15).


Dinler, birbirlerinden ayrıymış gibi görünebilirler ve bu yüzden birden fazla din mevcuttur. Fakat hepsinin birleştikleri, aynı sonuca çıkan bir nokta vardır. O nokta ise inanmanın insan ile evreni aşan bir varlığın arasındaki bağ olarak kabul edilmiş olmasıdır (Mengüşoğlu, 1988:291).


Türk toplumunda dinler, İslamiyet öncesi ve İslamiyet sonrası dönem olarak ikiye ayrılır. İki dönem arasında yatan temel nokta ise yaratıcının varlığına inanmaktır. İslamiyet öncesi inanışlarda geniş alana yayılmış olan Moğol-Türk kültür tarihinin bir bölümünü oluşturmuş “Şamanizm” adı verilen eski bir inanış biçimi bulunmaktadır. Türkler Şamanizm’i din olarak görmemiş sadece inançları içerisinde Şamanist unsurlara yer vermiştir. 


Bu unsurlar Türklerde yaygın olarak kullanılan mezar taşı, kurşun dökme, su dökerek uğurlama gibi geleneklerdir. Anadolu’da da günümüzde bu tür örf, adet, gelenek ve göreneklerimiz içerisinde Şamanizm’den kalan unsurları görmek mümkündür (Doğan, 2002: 305; Gökalp, 1976: 40). 


İslamiyet öncesi dönemde Türklerde asıl hâkim olan inanç ise Gök Tanrı inancıdır. İslamiyet sonrası döneme benzerliği bulunan Gök Tanrı inancında da kurban kesme, çaput bağlama, yağmur duası, nevruz kutlamaları gibi birçok adet bulunmaktadır (Sigrid, 1972: 37-38). İslamiyet sonrası dönemde ise Türklerde Tevhid inancı (Tek Tanrı) ortaya çıkmış ve son din olarak da İslam dininin kabul edilmesi buyurulmuştur (Ögel, 1988: 87).


İslamiyet de diğer dinler gibi insanları yanlış ve zararlı alışkanlıklardan uzaklaştırmak için doğmuştur. İslamiyet bir tek tanrı dinidir. İnançların temelleri arasında en başta Allah’a iman gelmektedir. İslam medeniyetinin temel kuralı bu olmuştur. Çünkü İslamiyet çok tanrıcılık ve putperestliği kabul etmez. Eşi benzeri olmayan tek yaratıcı Allah’a inanmaya davet eder. O yüzden İslam medeniyetinin esasında Tevhid inancı bulunur (Ögel, 1988 :87). Tevhid inancı, Allah’ın varlığına, birliğine, eşi ve benzeri bulunmadığına inanmayı esas alır. Böylelikle İslam dininin özünü Tevhid inancı oluşturur (Herras, 2000: 139).


İslam dini ortaya çıktıktan sonra peygamberler dışında İslam dinini benimseyen birçok âlim yayılması için uğraşmıştır. Bu yolda ilerleyen âlimler iyiliği, doğruyu öğretmeyi amaçlamış ve tüm ilim konularında medreselerde günlerce çalışmıştır. Kimisi din konusunda çalışma yürütmüş kimisi de güzel sanatlar alanında iyiliği bulmanın izini sürmüştür. 


Bir kısmı akıl yoluyla ilerlerken kalp sevgisini aramış, bir kısım ise rasathanelerde geceyi gündüz ederken bazıları tıbbi açıdan çareler bulmak için çalışmıştır. Bütün bunların yapılmasında en büyük etken ise hayır işlemek ve insanlığa katkı sağlamaktır. Bu arayışlar sonucunda birçok yöneliş başlamış ve bu yönelimlerden biri de mistik bir akım olan tasavvuf ortaya çıkmıştır (Tümer ve Küçük, 2010: 63).


Tasavvuf, Tanrı’nın birliğini, var oluşunu, büyüklüğünü ve kâinatın oluşumunu canlı birliğiyle, yaratan ve yaratılanın bir bütün oluşunu açıklayan dini bir felsefi akımdır. İslam gizemciliği olarak da adlandırılır. İslam medeniyetinde ortaya çıkan mistik oluşumunun adı alan tasavvuf, insanların kalbi, ruhani ve ahlaki değerler boyutunu derinleştirerek engel teşkil eden düşünceleri kaldırmak için ortaya çıkmıştır. Asıl olan hedef İslam inancının hedefidir. 


Ancak ilim konularındaki tartışmalar arttıkça bir konuda uzmanlaşmaya gidilmiş ve insanların iç âlemini imar ve ihya etme çalışmaları sûfi olarak adlandırılan kişilerin payına düşmüştür. Sûfilerin cevap aradığı temel sorular vardır. Bunlar; Ahlaki faziletler nasıl elde edilecek? Ahlak eğitimi için neler yapılmalıdır? Gönül terbiyesi nasıl gerçekleştirilmelidir? gibi sorulardan oluşmaktadır (Çubukçu, 1961: 105).


Tasavvufu yaymayı, bunu kendine sorumluluk olarak yüklemiş, ilahi yolda doğruları hayatları boyu aramış pirler vardır. Yaşadığı dönemde birçok insana yol gösterici olmuş, bilgilerini insanlara öğretmeyi amaçlamışlardır. Bu süreçte zorlanmışlardır fakat hedefledikleri yoldan, yol göstericilikten vazgeçmemişlerdir. Önemli pirlere; Ahmed Yesevi, Abdülkadir Geylani, Hacı Bektaş Veli, Bahauddin Nakşibend ve Mevlana örnek verilebilir (Köprülü, 1976: 118).


1.1.Mevlana


Bugün Afganistan’ın kuzeyinde ve Özbekistan’a sınır olan Belh şehrinde 13. yüzyılın başlarında Mevlana ve ailesi yaşamıştır. Mevlana’nın babası, Sultan’ül-Ulema yani âlimlerin sultanı olarak bilinen Bahaeddin Muhammed, şehrin âlimlere mensup bir ailesinden gelen ve büyük bir üne sahiptir. Annesi ise Mümine Hatun’dur. Bahaeddin Veled’in Mümine Hatun ile evliliğinden bir kızı ve iki erkek çocuğu dünyaya gelmiştir. Dünyaya gelen çocuklardan biri de Mevlana’dır (Önder, 1998: 50).


Mevlana’nın asıl ismi Muhammed Celaleddin’dir. Belh’te 30 Eylül 1207 yılında dünyaya gelmiştir. Bu tarih hicri takvimde 6 Rabiulevvel 604’e tekabül etmektedir. Bahaeddin Veled’in küçük oğludur. Mevlana çocuk yaşlarındayken ailesiyle beraber Belh’ten hicret etmiş, Bağdat ve Nişabur kentleri üzerinden Hicaz bölgesine geçerek hac görevini tamamlamışlardır. 


Moğol istilasından kaçarak Şam üzerinden Anadolu topraklarına geçmiş, günümüzde Karaman olarak bildiğimiz geçmişte Larende olarak adlandırılan semte yerleşmişlerdir. Burada 7 seneye yakın bir süre ikamet ettikten sonra Selçuklu Devleti’nin hükümdarı Alaaddin Keykubad, Bahaeddin Veled’i Konya’ya davet etmiş, Sultan’ül-ulema bu davete icabet edip oğlu Mevlana Celaleddin ile beraber Konya’ya yerleşmiştir. 


Sadece baba ve oğulun Konya’ya gitme sebebi ise Mevlana’nın annesi Mümine Hatun ve ağabeyi Alaaddin Muhammed’in Karaman’da vefat etmiş olmasıdır. Bahaeddin Veled ise Konya’ya yerleştikten sonra ancak 2 yıl yaşayabilmiş hicri takvime göre 13 Rebiülahir 628, miladi takvime göre 19 Şubat 1231 yılında manevi miraslarını küçük oğlu Mevlana Celâleddin’e bırakarak vefat etmiştir. 


Mevlana 17 yaşında iken Semerkandlı Lala Şerafeddin’in kızı Gevher Hatun ile hayatını birleştirmiş, bu evlilik neticesinde ise Sultan Veled ve Alâaddin Çelebi adında iki erkek çocuk dünyaya gelmiştir (Elfaki, 2011: 998-999).


Eğitimini ilk olarak babasından alan Mevlana babasının hayata veda etmesinden sonra Konya’ya gelen Bahaeddin Veled’in öğrencisi Burhaneddin Muhakkık Tirmizi’den 9 yıl eğitim almıştır. İyi bir eğitimle zamanla müderris olan Muhammed Celâleddin’e “Efendimiz” anlamına gelen “Mevlana” ismi verilmiştir. Batı kesiminde ise “Rumi” kelimesi yaygın kullanılan bir ifade olmuştur. Mevlana’nın yolunun kesiştiği bir âlim hayatında dönüm noktası oluşmuştur. 


Bu kişi Şemsi Tebrizi’dir. Şems 1244 yılında Konya’ya gelmiş ve Mevlana’nın manevi hayatına başka bir boyut kazandırmıştır. İki okyanusun bir araya gelmesi olarak adlandırılan Merace’l Bahreyn denilen bu olay Mevlana’nın iç dünyasında ortaya çıkmamış aşk Cebrail’ini uyandırmıştır. Böylelikle Mevlana manevi dünyaya, ilahi aşka daha çok yönelmiş adeta gözü başka bir şey görmez olmuştur. Kendisini bu yola adamış ve öğrendiğini öğretmeyi amaçlamış bunu hayat gayesi yapmıştır. Büyük âlim 17 Aralık 1273 Pazar günü dünyaya veda etmiştir (Karaismailoğlu, 2014: 231).


1.2. Mevlevilik


Mevlana’yı benimseyip, izinden gidenlerin kurumlaşma düşüncesiyle oluşturduğu yapıya Mevlevilik ismi verilmektedir.


Mevlana Celâleddin Rumi, sahip olduğu ilim irfan geleneğiyle sadece Türk İslam Medeniyetini değil batı medeniyetlerini de etkisi altına almıştır. Mevlevilik tarikatının kurucusu olmasa bile temellerinin atılmasını sağlayan, yol göstericisi olarak bilinen bir sufi olmuştur. Mevlana vefat ettikten sonra sevenleri, onun izinden gidenler, yakın dostu olan Hüsameddin Çelebi’nin çevresinde toplanmış daha sonrasında Mevlana’nın oğlu Sultan Veled posta oturmuştur. 


Sultan Veled, tüm konularda babasının izinden gitmiş, babasına sadakatini her daim devam ettirmiştir. Mevlevilik sisteminin oluşmasında, kurumsal olması konusunda büyük çaba harcamış, Mevlevilik usullerinin net bir şekilde prensiplere dayandırılması için önemli hizmetlerde bulunmuştur. Sonrasında Mevlana’nın torunu, Sultan Veled’in oğlu Ulu Arif Çelebi Mevleviliğin tüm şehirlere yayılmasını sağlamıştır. Bu sayede Mevlevilik Konya dışında da geniş bir kitleye hitap ulaşmıştır (Kemikli, 2007: 1-20).


Mevlevilik, uluslararası boyut kazanmış nadir tasavvufi akımlarından birisidir. Yaşamın çoğu yerinde karşımıza çıkmıştır. Birden fazla bilim dalına konu olan, uzun bir tarihe sahip bu akım, içeriğindeki simgelere bakıldığında olağanüstü çeşitliliğe sahip olduğunu göstermektedir. Mevlevilikte dikkat edilen en önemli husus, her akli dengesi yerinde olan insanın kendine gelmesi ve içerisindeki kendi benliğini bulması olmuştur. Bu durum tasavvufi eğitimi ortaya çıkarmıştır. Amaç ilahi aşktır. Bu akımda edep her daim bütün kuralların temelini oluşturmuştur (Tosun, 2004: 123-125).


Mevlevilik tarikatı beraberinde Mevlevihane yapılarını ortaya çıkarmıştır. Mevlevihaneler eğitimlerin verildiği mekanlardır. Büyüklükleri, kullanıldığı alanları, amaçları bakımından âsitâneler ve zaviyeler olarak iki farklı isimle adlandırmışlardır. Âsitâne, eşik yanı, kapı eşiği anlamlarında kullanılan “astan” kelimesinden türetilmiştir. Mevlevilik tarikatında âsitânenin diğer tarikatlarda olmayan farklı anlamı bulunmaktadır. Bu anlam ise rıza kelimesinin karşılığı olarak görülen 1001 gün içerisinde çile çıkarmanın, zaviyelerden daha büyük bir alana kurulan mekanın, ilim irfan sahibi kişilerin eğitim verecekleri bölümlere ayırılacak şekilde mimari yapısı bulunan dergah olması diye açıklanmaktadır. 


Âsitâneler, içerisinde semahane (zikir yapılan yer), türbe, çilehane, hücreler, matbah (mutfak), kiler, meşkhâne (mûsikî öğretilen yer), harem dairesi (şeyhin evi), selamlık (erkek konukların alındığı bölüm) gibi bölümler bulunan büyük bir külliyedir. Zaviyeler ise tekke olarak nitelendirildiği için ve âsitânelerden küçük bir alanda olan, bölümleri açısından kapsamlı olmadığından dolayı çile çekilen bir alan olmamıştır. Ancak sema meşk eden, dua okuyan, ney üfleyen dervişlerin bulunduğu ayrıca konaklama imkanı olan mekanlardır (Küçük, 2013: 11).


Âsitânelerin içerisinde bulunan her bölüm Mevlevilik için çok büyük önem arz etmektedir. Örneğin; semahane tekkelerde zikir yapılan bir yerdir. Çilehane, dervişlerin ilahi aşk yolunda çaba gösterdikleri yalnız kalıp ibadet ettikleri ve bunu çile olarak adlandırdıkları dönemi geçirdikleri yer olup Mevlevilik tarikatında önemli mertebelere gelebilmek için ihtiyaç duyulan mekandır. Meşkhâne musiki eğitimin verildiği, sanata önem veren insanların bir arada olduğu mekandır. Bir diğer önemli bölüm ise matbah adı verilen günümüzde mutfak olarak adlandırılan bölümdür. Matbah, Mevlevilikte sadece yemek pişirilen bir yer olmamış işlev açısından farklı bir boyut kazandırılmıştır (Gölpınarlı, 1983: 396).


Mevlana, toplumları her yönüyle bilgilendiren fikirlerini, çeşitli sembollerle de ifade etmiştir. Bu sembollerden biri de yemektir. Örneğin; “Hayatım hamdım, yandım, piştim sözlerinden ibarettir.” diyerek hayat felsefesini açıklayan cümleyi yemek terimlerini kullanarak açıklamıştır. Mutfakla ilgili kuralların getirilmesi, bu kuralların içerisinde var olan ekipleşme, dergahta verilen eğitimin ilk olarak mutfakta başlaması, Mevlana’nın büyük aşçısı Ateşbaz-ı Veli için dergahtaki dervişler tarafından, öldüğünde ateşi temsil etmesi açısından kızıl renkli taşlarla mezar anıtı yaptırması Mevleviliğin mutfağa verdiği değeri açıklamaktadır (Halıcı, 2007: 16). 


Ateşbaz-ı Veli’ye bu kadar önem verilme sebebi ise hayatını Mevlana’ya adayan dervişlerin başında geliyor olmasıdır. Hem sembolik açıdan hem de gündelik yaşamında Mevleviliğin mutfağında yetişmiş, mertebeye erişmiş bir gönül dostudur (Bekleyiciler, 2015: 16-23). Böylelikle terbiye mektebi olan Mevleviliğin terbiye yönetiminde Ateşbaz-ı Veli yani Aşçı Dede’nin büyük bir değeri vardır. Bu yönetim görevi Ateşbaz-ı Veli’den sonra “Ateşbaz-ı Veli Makamı” olarak simgeleştirilmiş ve bu makama gelen kişiler yönetimdeki görevlerini yerine getirmişlerdir.


2. Yöntem


Bu çalışmanın amacı, Mevlevi eğitim sistemi içerisinde büyük öneme sahip olan matbahın ve bu eğitimin verilmesine vesile olan önemli derviş Ateşbaz-ı Veli’nin daha fazla bilinmesi ve daha sonra bu makama gelmiş diğer aşçıbaşılarını tanımaktır. Bu amaçlar doğrultusunda mutfağın içerisinde yetişmiş ama isimleri duyulmamış kişileri ortaya çıkarıp literatüre katkı sağlamak hedeflenmiştir.

Çalışmada literatür incelemesi yapılmış, elde edilen bilgiler derlenmiştir. İlaveten araştırmanın ana konusu olan Ateşbaz-ı Veli’den sonra aşçıbaşılık makamına gelmiş kişiler hakkında çalışma yapmış Yazar Ali BEKTAŞ Bey ile Haziran ayında nitel araştırma yöntemi olan görüşme yöntemi kullanılarak konu hakkında bilgi alınmış, verdiği bilgiler çerçevesinde kaynak taraması yapılmıştır. Yapılan araştırmalar sonucunda çıkan bilgiler de çalışmaya eklenmiştir.


3. Bulgular


3.1.Mevlevilikte Matbah Ve Önemi


Mevlevilik yapısının ilk adımının atıldığı, işlendiği yer dergahın matbahıdır (Bekleyiciler, 2015: 34). Mevleviler mutfak anlamına gelen “matbah” kelimesini sofra, yemek için de “somat” ifadesini kullanmışlardır. Matbah hem ruhen hem de fiziksel olarak beslenmenin yeridir (İyiyol, 2014: 591). Mekan her ne kadar yemek pişirilen yer olarak görünse de asıl olan Allah’a ulaşmanın yollarını bilmeyen ama bunu gönülden isteyen dervişlerin pişmesi için bulundukları çilehanedir (Bekleyiciler, 2015: 31). 


Matbah, dünya uğraşlarının sembolik yeri olarak ifade edilir (Demirci, 2008: 124). Dervişler ilk olarak mutfakta benliklerinden arınmış, kibirden uzaklaşmış, yol ve yöntemi burada öğrenmişlerdir (Halıcı, 2009: 18). Bir yemeğin olması için nasıl pişmesi gerekiyorsa dervişlerin de manevi dünyadaki gerçeğe erişmesi için zamanla olgunlaşması gerekmektedir. Bu yüzden mutfakla bir benzerlik oluşturulmuştur (İyiyol, 2014: 592).


Dergahta çileye başlayacak adaya, çile döneminin ilk mertebesinde olan kişiye “Nevniyaz veya can” adı verilirdi. Nevniyaz’dan öncelikle matbahın sol tarafında kapı yanında bulunan saka postu adı verilen alana oturması istenirdi. Saka postu adını “saki” kelimesinden alır. Saki su dağıtan kişiye verilen isimdir o yüzden insanların su ihtiyacı için hizmet ettiği gibi, “susuz gönülleri serinleten” anlamında kullanıldığı için saka postu denilmiştir. Posta oturan aday, 3 gün boyunca dizlerinin üzerinde çevresinde olan hizmetleri gözlemler ve bu süre içerisinde çile görevini tamamlayıp ya da tamamlayamayacağına karar verirdi. 


Temel ihtiyaçlar dışında 3 gün boyunca yerinden kalkmaz ve kimseyle konuşmazdı. 3 günlük saka postunda oturma görevi tamamlandıktan sonra aday Kazancı Dede’nin karşısına götürülür ve çileye devam edip, devam etmeyeceği sorulur. Çileye devam etme konusunda ısrarcı olursa 1001 günlük çileye başlayıp ilk olarak 18 gün süren ayakçılık hizmetini yapmaya başlardı (Demirci, 2008: 124). 


Çile zamanı içerisinde derviş 18 farklı alanda hizmet ederdi. Kendisine bir sanat dalı belirleyip, o alanın üzerine yoğunlaşarak, uzmanlık kazanırdı. Hizmet ederken sema, zikir, sohbet içerisinde hamlığı gider, yetişir bunların sonucunda da Allah, doğa ve insan sevgisini benliğinde hissederek, çevresine ilimi, ilahi aşkı, ifade etmek üzere yol gösterici dede haline gelirdi. 


Çile zamanının dolmasına yakın derviş hela (tuvalet) temizlemek üzere görevlendirilirdi. Dergahta hela temizlemek nefse en güç gelen görevdendi. Dedelik unvanına erişecek derviş, helayı temizlerken nefsini büyük bir şekilde terbiye etmekte, kibrini kırmakta ve yok etmekteydi. Bu açıdan görevin kişide bıraktığı etkiden dolayı tamamlanması büyük önem arz etmekteydi (Top, 2006: 60- 61).


3.2.Mutfakta Görülen On Sekiz Hizmet:


Aşçıbaşıya yardımcı kişiler vardır ve bu mertebeler çileye başlayan kişinin izleyeceği basamaklardır. İzlenilen basamaklar aşağı mertebeden yukarıya doğrudur.


1. Kazancı Dede: Aşçı Dede’nin yardımcısıdır. Dergahta zabit görevi yapar, acemi dervişleri topluca yönetirdi.

2. Halife Dede: Matbaha yeni gelmiş olan acemi dervişleri eğitir ve yol gösterirdi.

3. Dışarı Meydancısı: Hücrelerde bulunan dervişlere Aşçı Dede’nin verdiği emirleri iletirdi.

4. Çamaşırcı: Dergahta bulunan kişilerin çamaşırlarının temizlenmesini sağlardı.

5. Abrizci (su döken): Bulunulan ortamların ve helanın temizlenmesinden sorumlu kişidir.

6. Şerbetçi: Çile süresini tamamlamış, hücre sahibi olacak dedelerin merasim şerbetlerini ve matbahı ziyarete gelen dedeler için ikram edilen şerbetin yapılmasından sorumlu kişidir.

7. Bulaşıkçı: Çıkan bulaşıkları yıkayan veya yıkatan kişidir.

8. Dolapçı: Kullanılan kap kacaklar kontrol eder, bakımı yapılacak olanların kalaylanmasını sağlar ve temiz olmalarına dikkat ederdi.

9. Pazarcı: Pazardan alınması gereken malzemeleri alıp getiren kişidir.

10. Somatçı: Yemek yenilecek sofrayı kurup, kaldırır daha sonrasında yemek yenilen alanı süpürür veya süpürtülmesini sağlardı.

11. İçeri Meydancısı: Dedelere, misafirlere ve dervişlere kahve ikram ederdi.

12. İçeri Kandilcisi: Matbahın içerisindeki şamdanların temizlenmesinden sorumlu kişidir.

13. Tahmisçi: Kahveleri kavurur, öğütür kahvenin hazır olmasını sağlardı.

14. Yatakçı: Dervişlerin yatacağı yerleri yapar, oraları toparlar ve kaldırırdı.

15. Dışarı Kandilcisi: Matbahın dışında bulunan şamdanların, kandillerinden kontrolünü sağlar.

16. Süpürgeci: Matbah alanını, avluyu temizler veya temizletirdi.

17. Çerağcı: Meydanda bulunan mumların yanmasından sorumlu kişidir. Türbedarın yardımcısı olarak sayılırdı

18. Ayakçı: Dergaha yeni gelenlerin ilk başlangıç görevidir. Getir-götür işlerine bakan kişidir (Demirci, 2013: 184-185).

,

Bu hizmetler derviş olmak isteyen herkesin tamamlaması gereken görevlerdir. Matbahtaki canlar 18 kişiden az olursa sondan başa doğru ilerleyen hizmetlerin birden fazlasından aynı kişi sorumlu olur, kişi sayısı 18’den fazla olur ise hizmet görevlileri çoğaltılırdı. Bu görevlendirmeyi yapanda ser-tabbah (aşçıbaşı) yani Aşçı Dede’dir. Mevlevilikte ise ilk aşçıbaşı Ateşbaz-ı Veli’dir. Matbaha verilen değer Ateşbaz-ı Veli ile daha da önem kazanmıştır (Gölpınarlı, 1983: 340).


3.3.Aşçı Dede: Ateşbaz-I Veli Ve Makamı


Mevlevilikte aşçılık saygı gösterilen, son derece önemli bir meslektir. Aşçılığa verilen önem tarikat döneminde başlamamış Mevlana dönemine kadar gitmektedir. Ateşbaz-ı Veli’de Mevlana’nın döneminde yaşamış bir âlimdir. Asıl ismi Şemseddin Yusuf’tur. 


Doğum yılı ve yeri belli değildir fakat ölüm yılı hicri takvimde 684, miladi takvimde 1285 olarak kayıtlara geçmiş, Belh’ten veya Karaman’dan geldiğine rivayet edilmiş, dergahta eğitim alıp yetiştiği ve aşçılık yaptığı bilinmektedir (Gölpınarlı, 1983:331). Alimin ismi Yusuf olmasına rağmen fazla bilinmeyip, Ateşbaz-ı Veli olarak tanınmıştır. 


Ateşbaz, ateş ile oynayan, uğraşan kişi demektir (Pakalın, 1983: 103). Mevleviler ve Mevlana tarafından önemli bir yere sahip kişidir. Selçuklu döneminde de varlığı önemsenen, ilim irfan sahibi bir insandır. Böylesine değer verilen bir âlime de dergahın en önemli bölümlerinden biri olan matbahın sorumluluğu verilmiştir. Matbahın aşçılığıyla beraber dergahtaki muhasebe işlerinden de sorumludur. 


Matbahta sadece sertabbahlık yapmamış, diğer dervişlere kılavuzluk yapıp onların eğitimcisi olmuştur (Bekleyiciler, 2014: 16-23). Aşçı Dede yeni dervişlerin ilk öğretmenidir. Bu mertebe Mevlevilikte en yüksek ikinci mertebedir. İlk mertebe Ser-tarik adı verilen şeyhlik makamıdır (Özönder, 1988: 97).


Ateşbaz-ı Veli’nin Mevlana ile olan ilişkisi ve Ateş-bâz adının alınışı bir menkıbeyle şöyle anlatılır; “ Şemseddin Yusuf bir gün Mevlana’ya matbahtaki ocağı yakmak için odunun kalmadığını söyler ve bunun üzerine Mevlana Yusuf’a ayaklarını ocağın altına koyup yemeği o şekilde pişirmesini buyurur. Mevlana’nın sözü üzerine Şemseddin Yusuf ayaklarını ocağın altına uzatır ve başparmaklarından çıkan ateş ile yemek kaynamaya başlar. O sırada aklına şüphe düşen alim acaba ayaklarım yanar mı diye düşünceye düşer ve sol başparmağı yanar. Bu durumu Mevlana’ya anlatırlar. Mevlana âlimin yanına gelip niye şüpheye düştün demek anlamında ‘ Hay Ateş-bâz hay’ diyerek üzüldüğünü belli etmiştir. 


Bunun üzerine mahcup olan âlim yanan parmağını göstermemek için sağ ayağının başparmağını sol ayağının üzerine getirerek kapatmaya çalışır.” Bu yaşanmış olayı yâd etmek amacıyla semazenler semaya başlarken attıkları ilk adımla bu olayı temsil ederler (Halıcı, 2009: 19). Ateşbaz-ı Veli’nin ismi âlimi anmak için Mevlevi Mutfağın da çok kullanılır. Örneğin Mevlevilikte yemek yapılırken ve pişen yemek ocaktan indirildiğinde, yemek yendikten sonra, aşure yapıldığında ya da bayram yemeğinde Ateşbâz-ı Veli adına gülbank okuma geleneği vardır. Gülbank topluca, hep bir ağızdan edilen dua demektir. 


Yemeklerle ilgili gülbanklarda ise Ateşbaz-ı Veli’nin ismi söylenir ve Mevlana’nın aşçısı olan âlime olan saygı ifade edilirdi (İyiyol,2014: 591). Ateşbaz-ı Veli’den sonra kurulan tüm sofralarda isminin geçtiği gülbanklar söylenirken yemek yiyen dervişler ilk öğreticilerinin elinin değdiği yemeklerin feyzini aramışlardır (Bekleyiciler, 2015: 102).


Ateşbaz-ı Veli’den sadece Mevlana rubailerde sembollerle bahsetmemiştir. Şeyh Galip’te beyitlerinde atıfta bulunmuştur; “Aşk ocağı olan matbahta pervaneler, Mevlevi semahına yeni başlamış Mevlevi dervişleri; semender ise Ateşbaz-ı Veli'dir.” diyerek her zaman yaşatılan önemli bir kişilik olduğunu belirtmiştir. Nitekim Sakıp Mustafa da bir beytinde ''Hal potası içinde kin ve hileyi def eden matbahındaki kandilin, Ateşbaz-ı Veli'nin sırrıyla olan bağını dile getirir.'' diyerek atıfta bulunmuştur (Gökalp, 2005: 296).


Mevlana’nın vefatından 12 yıl sonra Ateşbaz-ı Veli dünyadan göçmüştür. Dergah üyeleri, dervişler her zaman büyük âlimlerini hayırla anmışlar ve Aşçı Dede’lerinin yaptıklarına, söylediklerine sadık kalmışlar, geride bıraktığı edep reformunu yaşatmaya çalışmışlardır. Şeyh Sultan Veled’in gayretleriyle ve dervişlerin uğraşlarıyla Aşçı Dede’yi ziyaret edebilecekleri sade bir türbe inşa ederek Mevlevi adabına göre Ateşbaz-ı Veli türbeye defnedilmiştir (Bekleyiciler, 2015: 101-102).


Ateşbaz-ı Veli’nin vefat etmesinden sonra matbahtaki Aşçı dedelik mertebesi “Ateşbaz-ı Veli makamı” olarak anılmaya başlamış hatta bu makam manevi olarak somutlaştırılmıştır. Ocağın üzerine “ya hazret-i ateşbaz-ı veli” yazısı konulmuş ayrıca gümüş renkli kazana ateşbaz-ı veli kazanı denilmiş özel günlerde bu kazanla yemekler pişirilip sonrasında temizlenip kaldırılmıştır. Makam yine aynı önemini korumaya devam etmiş, Ateşbaz-ı Veli’nin açtığı yoldan eğitimlere devam edilmiştir. 


Ser-tabbah olarak göreve gelen kişiler matbahın en başı olarak görevini yapmış, mevlevihaneye eğitim için gelen dervişleri eğitmiştir. Bu makama gelen kişiler zamanla Mevlevilik tarikatı yayılmaya başladığı için birden fazla kişi olmuştur. Çünkü Mevlevilik dergahı farklı şehirlerde Mevlevihaneler kurarak ilim öğretmeye devam etmiştir. Böylelikle Konya’da kurulan dergahta olan tüm bölümler diğer Mevlevihanelerde de olmuş Aşçı Dedelik makamına da bu sayede birden fazla isim yükselmiştir (Gölpınarlı, 1983: 332).


3.4.Aşçıbaşılık Makamına Yükselmiş Kişiler


Ateşbaz-ı Veli’den sonra matbahtan sorumlu aşçıbaşı olarak göreve atanan kişiler olmuştur. Mevlevilikte yayıldığı için birçok şehre dergahlar kurulmuş bu yüzden de kurulan her dergahın aşçıbaşısı olmuştur. İlk olarak Mevlana dergahında aşçıbaşılık yapmış kişiler hakkında bilgiler şu şekildedir;


Şafak (2007) “Konya Mevlâna Dergâhı Son Aşçıbaşısı Nizameddin Çelebi” çalışmasında Mevlana dergahında aşçıbaşılık görevine Konyalı Hüseyin Vacid Dede’nin getirildiğini belirtmiştir. Bu makama ne zaman getirildiği ile ilgili bir bilgi bulunmamaktadır. Fakat dergahta 20 yıla kadar aşçıbaşılık yaptığı bilinmektedir. Bilgili bir âlim olduğu için “Melek Hüseyin” olarak anılmıştır. 


Hayatının son senelerinde Galata Mevlevihane şeyhliğine atanmış orada üç buçuk yıl görev yaptıktan sonra vefat etmiştir. Daha sonrasında Hemdem Çelebi zamanında Hüseyin Vacid dedenin torunu Mehmed Nesib Dede (d. 1214/1799- 1800) aşçıbaşılık görevine getirilmiştir. Fakat Mehmet Nesib Dede bu makamda göreve devam edememiş damadı Mehmet Fehmi Dede’nin vefatından dolayı ser-tariklik görevini üstlenmiştir. 


4 Cemâziye’l-evvel 1286 (12.8.1869) tarihinde de vefat etmiştir (Kaya ve Küçük, 2011: 377). Bunun üzerine matbahlık makamına Nesip Dede’nin oğlu Ziyaeddin Dede getirilmiş daha sonra da Ziyaeddin Dede’nin oğlu Salâhaddin Dede bu mertebedeki görevi üstlenmiştir. Mevlana Dergahında son aşçıbaşı ise Salâhaddin Dedenin (1326/1909) vefatından sonra oğlu Nizâmeddin Dede olmuştur. Abdülhalim Çelebi tarafından bu göreve getirilmiştir. Tarikatların kapatıldığı 1925 yılına kadar aşçıbaşılık vazifesinde kalmıştır. Mevlana dergahında aşçıbaşılık makamı babadan oğlu geçerek ilerlemiş ve Nizameddin Dede son aşçıbaşı temsilcisi olmuştur (Çelebi, t.y.:15).


Kartal (2014) tarafından yapılan “Aşçı Baba Türbesi Etrafında Şekillenen Uygulamalarda Eski Türk İnançlarının İzleri” adlı çalışmada Konya’nın Sarayönü ilçesinde türbesi bulunan Aşçı Baba’dan bahsedilmiştir. Aşçı Baba’nın hayatı hakkında bir yazılı kaynak bulunamamıştır. Yalnızca türbenin üzerinde bulunan bir kitabe mevcuttur. Fakat bu kitabe de tahrip olduğu için okunamamaktadır. Bunun yanı sıra halk arasında Aşçı Baba’nın XIII. yüzyılda yaşadığına ve Mevlana’nın aşçısı olduğuna inanılmaktadır.


Konya dışında kurulan Mevlevihanelerin tarihçesinin incelenmesi sonucunda aşçıbaşılık görevine gelmiş kişiler şu şekildedir;


Galata Mevlevihanesi, II. Beyazid zamanında İskender Paşa tarafından 1491’de kurulmuştur. “Kulekapısı” ismiyle de anılmaktadır. Mevlevi kültürünün gelişip, yayılmasında en verim sağlayan dergahlardan biri olmuştur. İstanbul’da kurulan asitanelerden en kıdemli olanıdır. Tasavvuf, klasik musiki gibi sanat konusunda önemli olan birçok kişi bu Mevlevihane’de yetişmiştir. Şeyh Galip zamanında aşçıbaşılık makamına gelmiş kişi de şair bir zat olan İsmail Hulusi Dede olmuştur (Arpaguş, 2014: 22).


Yenikapı Mevlevihanesi, İstanbul’da Galata Mevlevihanesi’nden sonra kurulmuş ikinci önemli mevlevihanedir. 1597 yılında Yeniçeri Kâtibi Malkoç Mehmed Efendi tarafından yaptırılmıştır. Dergahın ilk olarak aşçıbaşılık görevini Seyyid Sahih Ahmed Dede yapmıştır. 


Daha sonra sırasıyla Derviş Muhammed Sadık, Hacı Mehmet Arif Dede, Salih Dede ve vekâleten Şeyh Celâleddin Dede Yenikapı Mevlevihanesinin matbahında görev yapmışlardır (Tanman, 1992: 94).


Beşiktaş Mevlevihanesi, Galata ve Yenikapı Mevlevihanesi’nden sonra kurulan üçüncü mevlevihanedir. Ohrili Hüseyin Paşa tarafından 1613 yılında kurulmuştur. Devletin ileri gelenleri tarafından tesis edilen son dergahtır. İlk Şeyhi Agazade Mehmet Dede’dir. İlk aşçıbaşısı da Yenikapı Mevlevihanesi’nde aşçıbaşı olan Mehmet Dede’dir. İlerleyen dönemde ise Beşiktaş Mevlevihanesi’nin on beşinci şeyhi olan Hasan Nazif Dede 1278 (1860/1861) döneminde ise aşçıbaşı Hacı Raşid Dede’dir. 


Şeyhlik makamının babadan oğula geçmesinden dolayı da Hasan Nazif Dede vefat ettikten sonra oğlu Hüseyin Fahreddin Dede şeyhlik makamına tayin edilmiştir. Fakat Fahreddin Dede henüz 8 yaşında olduğu için Sadreddin Çelebi Efendi tarafından Beşiktaş Mevlevîhanesi’nin Aşçıbaşısı Hacı Raşid Dede şeyhlik makamına vekil tayin edilmiştir (Türkben, 2008: 31).


Kasımpaşa Mevlevihanesi, 1631 yılında Sırrı Abdi Dede Efendi tarafından inşa edilen dergah İstanbul’un dördüncü Mevlevi dergahıdır. Kuruluş şekli açısından Mevlevi şeyhleri tarafından kurulan ilk dergahtır. Kasımpaşa Mevlevihanesi’nin aşçıbaşısı ise İbrahim Dede’dir (Küçük, 2000: 143-152).


Afyonkarahisar Mevlevihanesi, Ulu Arif Çelebi döneminde 1710 yılında inşa edilmiştir. Mevlevi kültürünün içerisinde önem sırasında Konya dergahından sonra ikinci sırada yer alan dergahtır. Aşçıbaşısı Furuni Dede’dir (İlgar, 1996: 108).


Bursa Mevlevihanesi, 17. yüzyılda Cünûnî Ahmed Dede tarafından kurulmuş olan dergah Bursa’da kurulan diğer dergahların içerisinde en büyüğü olma özelliği taşımaktadır. Dergahın aşçıbaşı ise ilk olarak Mehmed Dede olup daha sonrasında Sabri Dede ve Osman Dede isimli âlimler bu göreve atanmışlardır (Kara, 1996: 155-157).


Manisa Mevlevihanesi, İshak Çelebi tarafından 1368-1369 yılları arasında yaptırılmış bir dergahtır. Ulu Cami Külliyesi’nin bir bölümünü bu dergah oluşturmaktadır. Dergahın ilk şeyhi Çelebi soyundan gelen, Şeyh Ali Efendi Muhammed Efendi diğer bir adıyla Nakşi Dede’dir. Aşçıbaşı ise Konya dergahından gelen Konyalı Hüseyin Dede Efendi’dir (Tanrıkorur, 2010: 36).


Eskişehir Mevlevihanesi, Kurşunlu Külliyesi’nin kuruluşu ile inşası başlar. 1571 yılında Gazi Melek Mustafa Paşa tarafından inşa ettirilmiştir. Dergah şeyhi olarak Şerif Halil Efendi göreve getirilmiştir. Aşçıbaşı olarak göreve atanan kişi ise Hüseyin Celâleddin Efendi’dir (eskisehirmevlevihanesi.org, Erişim: 2020).


Gelibolu Mevlevihanesi, Çelebiler tarafından Mevleviliğin yayıldığı dönemde, Yenikapı ve Şam Mevlevihaneleriyle aynı zamanda inşa edilen dergah en geniş arazi alana yapılmış tek dergahtır. İlk şeyhi ise Ağazade Mehmed Hakîkî Dede olmuştur. Aşçıbaşı olarak göreve getirilen kişi de Ali Rıza Dede isimli derviştir (Pişkin ve Akdeniz, 2019: 459).


Şam Mevlevihanesi, 1585 yılında Şam Valisi Hasan Paşa tarafından kurulmuştur. Mevlana ve Şems-i Tebrizi’nin bir zamanlar burada bulunmaları şehri önemli kılmaktadır. Dergahın ilk şeyhi Kartal Dede ardından 1624 yılında Sabuhî Ahmed Dede, 1639 yılında ise Hamza Dede şeyhlik makamında görev yapmıştır. Mevlevihane’nin aşçıbaşılık mertebesinde bulunan isim de Ataullah el- Mevlevi Dede’dir. Aynı zamanda Ataullah Dede şeyh olarak da görev yapmıştır (muze.semazen.net, Erişim: 2020).


Bu Mevlevihaneler dışında Ankara, Antalya, Çankırı, Çorum, Edirne, Kayseri, Gaziantep, İzmir Tire, Karaman, Kastamonu, Kilis, Kütahya, Muğla, Niğde, Urfa, Tokat, Üsküdar, Halep, Hanya, Kahire, Atina, Kırım, Filibe, Saraybosna, Priştina, Peç, Lefkoşa, Kudüs, Traplusşam, Humus Mevlevihaneleri de kurulmuştur (Küçük,2000). Ancak bu Mevlevihanelerin tarihçesi incelendiğinde verilen bilgilerde aşçıbaşılık makamında görev yapmış kişilere ulaşılamamıştır.


Makalenin diğer bir bulgu kısmı ise Mevlevihanelerdeki aşçıbaşıları hakkında araştırma yapmış, Mevlevilik hakkında geniş bilgiye sahip bir yazar ile yapılan görüşme sonucunda ortaya çıkan bilgilerden oluşturmaktadır. Yapılan görüşmede bilgilere ulaşabilecek kaynaklar üzerine konuşulup, belirlenen kaynaklar üzerinde inceleme yapılmıştır. 


Bu kaynaklar da “Defter-i Dervîşân I” olarak adı geçen XIX. yüzyılda Mevlevihanelerde olanların Ali Nutkî Dede tarafından kaleme alındığı günlük olarak kabul edilen ve 1804 yılında Ali Nutkî Dede’nin vefat etmesi üzerine kardeşi Abdülbâkî Nâsır Dede tarafından yazılmaya devam eden ve “Defter-i Dervîşân II” olarak adlandırılan notlardır. Bu notlara da Defter-i Dervîşân’ları derleyip kitap haline getiren Kaya ve Küçük (2011)’ün “Defter-i Dervîşân Yenikapı Mevlevihanesi Günlükleri” adlı çalışmasından ulaşılmıştır. Kitabın incelenmesi sonucunda ulaşılan aşçıbaşı isimleri şu şekildedir;


* Aşcıbaşı Sâdık Dedezâde Seyyid Dervîş Ali, 

* Şeyh Seyyid Mahmûd Dede Efendi

* Azl-i Aşcı Dede

* 14. Aşcı Dede şoden Dervîş Mûnis

* Aşcı Dede şoden Kurşuncu Dervîş Ali Dede 

* Bağdâdî Dervîş Mehmed Sabrî

* Şeyh Ali Dede Efendi

* Şeyh Seyyid Mahmûd Dede Efendi

* Ilgınlı Dervîş Osmân

* Üsküdârlı Dervîş Mehmed

* Şeyh Selîm Dede Efendi

* Dervîş Seyyid Mehmed Sâdık

* Seyyid Ahmed Dede

* Hüseyin Dede Efendi

* Tarîkatcı şoden sâbıku’z-zikr Aşcıbaşı Seyyid Nesîb Dede Konevî Ali Dede

* Aşcıbaşı şoden Hasîb Dede

* Aşcıbaşı Ahmed Dede

* Ser-tabbâh Sâdık Dede

* Ser-tabbâh Bahâaddîn Dede

* Ser-tabbâh-ı sâbık Hacı Ârif Dede

* Ser-tabbâh Hüseyin Seyyid Sâdık Dede

* Şeyh Seyyid Mustafa Dede


Defter-i Dervîşân’da aşçıbaşıların hangi Mevlevihane’de görev yaptıkları hususunda net bir bilgiye rastlanmamıştır. Günlük tarzında olan notlarda yazılanların içerisinden aşçıbaşı isimleri seçilerek, listelenmiştir.


4. Sonuç


Mevlevilik uluslararası boyut kazanmış bir akımdır. Birçok ülkede dergahları kurulmuş ve Mevlana’nın yol göstericiliği esas alınarak gönüller terbiye edilmiştir. Bu eğitimin verildiği yer ise dergahta bulunan bölümlerden biri olan matbah olmuştur. Matbahın da en önemli temsilcisi Mevlana zamanında yaşamış, dergahın aşçıbaşılık görevini yapmış Ateşbaz-ı Veli’dir. Ateşbaz-ı Veli aşçıbaşılık görevinin dışında birçok işi üstlenmiş, acemi dervişlere yol göstermiş, Mevlana’nın en kadim destekçisi olmuştur. 


Bu yüzden Mevlevilik tarikatında Ateşbaz-ı Veli’ye ve onun adıyla anılan makamına duyulan saygı çok büyüktür. Adına türbe yaptırılan dünyanın ilk ve tek aşçıbaşısı Ateşbaz-ı Veli olmuş, bu durumdan bile ne kadar değerli olduğu anlaşılmaktadır. Ateşbaz-ı Veli’nin vefatından sonra temsil ettiği makam hem Konya dergahı hem de kurulan diğer dergahlarda önem arz etmiştir. Bu mertebelere de yine çilesini tamamlamış âlimler yükseltilmiştir.


Yapılan araştırma, Ateşbaz-ı Veli Makamına erişmiş kişilerin adının direkt bir çalışma olarak ortaya çıkarılması için yapılmıştır. Ateşbaz-ı Veli ve diğer aşçıbaşıların tarihin derinliklerinde kaybolmaması ve bu kişilerin bilinirliliğinin artması da çalışmanın amacını oluşturmaktadır. Çalışmada Mevlevihanelerin tarihçelerinden, Mevlevilik üzerine yazılan makale ve tezlerden ayrıca kaynak kişi olarak görüştüğümüz yazarın verdiği bilgiler doğrultusunda Şeyhlerin kaleme aldığı notlara ulaşılmıştır. 


Bu bilgi sonucunda Yenikapı Mevlevihanesi’nin Şeyhi Ali Nutkî Dede ve daha sonra Şeyh’in kardeşi tarafından kaleme alınan Defter-i Dervîşân isimli yapıt incelenmiş, kayıt altına alınan aşçıbaşı isimleri listelenmiştir. İlaveten Ateşbaz-ı Veli dışında Konya’nın Sarayönü ilçesinde türbesi bulunan Aşçı Baba adında bir âlimin Mevlana’nın aşçısı olduğuna dair bir rivayet öğrenilmiştir. Ulaşılan diğer bilgilerde ise Şeyhlik makamında olduğu gibi aşçıbaşılık makamında da mertebenin babadan oğula geçtiği görülmektedir. Ayrıca aşçıbaşı olan bazı dedelerin şeyhlik makamına da vekil tayin edildiği bilgisine ulaşılmıştır.


Mevlevihaneler, birçok bölgede kurularak varlığını sürdürmüş, geniş bir hiyerarşik yapıya sahip mekanlar olmuştur. Bu yüzden detaylı bir kayıt olmadığı sürece net bir bilgiye ulaşmak zordur. Çalışmada da üzerinde durulan konu detaylı kayıt gerektiren, dergahlarda görev yapmış kişilere ait bilgileri kapsadığı için elde edilen bilgiler sadece isimlerle sınırlı kalmıştır.


Yapılan araştırma literatüre eklenebilecek nitelikte olan bir çalışmadır. Fakat bu konu hakkında daha detaylı bilgiler elde edebilmek için de her Mevlevihanenin birincil kaynaklarına ulaşabilmek gerekmektedir. Bu kaynaklar da Şeyhler tarafından yazılan dergahların arşivlerinde saklı notlardır. Bu bilgilerin gün yüzüne çıkarılabilmesi için akademik alanda çalışmaların çoğaltılması literatüre katkı sağlayacaktır.


Kaynakça

Arpaguş, S. (2014). Galata Mevlevîhânesi örneğinde İstanbul Mevlevîliğinin kültürel hayata etkisi. İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi Sayı: 33 s. 17-37.

Bekleyiciler, N. (2015). Ateşbaz-ı Veli. Konya: Üstüniş Ofset Matbaa.

Çelebi, V. (ty.). Silsile-nâme. Selçuk Üniversitesi Kütüphanesi, Uzluk Arşivi, Yazma No: 131.

Çubukçu, İ. (1961). İslam'da tasavvuf. A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 7, s. 105. Demirci, M. (2008). İnsan eğitimi açısından Mevlevi çilesi. Mevlana ve İnsan Sempozyumu; Sempozyum Bildirileri, III. Oturum, İzmir.

Demirci, M. (2013). Hz. Mevlana ve Mevlevi kültürü. İstanbul: Kubbealtı Yayınları.

Doğan, A. (2002). İslamiyet’ten önceki Türk inancına dair, Türkler, C. III, s. 305-320.

Eflaki, A. (2011). Ariflerin Menkıbeleri. (T. Yazıcı, Çev.). İstanbul: Kabalcı Yayıncılık. Gökalp, H. (2005). Divan şairlerinin gözüyle Mevlevi mekânları. Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 14 (2) s. 281-298.

Gökalp, Z. (1976). Türk medeniyeti tarihi. İ.Aka-Kazım, Y.Kopraman (Haz.). İstanbul: Kültür Bakanlığı Yayınları.

Gölpınarlı, A. (1983). Mevlâna’dan sonra Mevlevîlik. İstanbul: İnkılap ve Aka Kitabevi. Günay, Ü. (2007). Başlangıçtan günümüze Türklerin dini tarihi. İstanbul: Rağbet Yayınları. Halıcı, N. (2007). Mevlevi mutfağı. İstanbul: Metro Kültür Yayınları.

Halıcı, N. (2009). Türk mutfağı. İstanbul: Oğlak Yayıncılık.

Herras, M. H.(2000). El-Akîdetü'l-Vasıtıyye Ve Şerhi. (M. B. Eryarsoy, Çev.). Guraba Yayınları.

İlgar, Y. (1996). Afyonkarahisar Mevlevihanesi. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi. Sayı:2 s.108.

İyiyol, F. (2014). Mevlevi gülbankları ve Mevlevi gülbanklarının işlevsel açıdan tahlili. Turkish Studies - International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkish 9(6) p. 583-600.

Kafesoğlu, İ. (1984). Milli Kültür-Siyaset İlişkisi. Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Cilt:4, Sayı:1.

Kaplan, M. (1983). Kültür ve kültürü meydana getiren unsurlar, Türk kültür ve medeniyeti üç musiki ve üç medeniyet, Milli Kültür Dergisi, Cilt: 41(8) s. 40.

Karaismailoğlu, A. (2014). Mevlana ve anadolu geleneği - Mevlana’nın kimliği ve anadolu geleneği olarak isimlendirilebilecek kimliğe katkısı. Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması. Türk Dünyası Kültür Başkenti Ajansı (TDKB), Eskişehir.

Kara, M. (1996). Bursa Mevlevîhânesi ve Ahmed Cunûnî Dede Vakfiyesi. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi. Sayı: 2 s. 155-157.

Kartal, A. (2014). Aşçı Baba Türbesi etrafında şekillenen uygulamalarda eski Türk inançlarının izleri. tarih, kültür, sanat. Turizm Ve Tarım Açısından Uluslararası Sarayönü Sempozyumu. Konya Sarayönü. s.408.

Kaya, B. A. ve Küçük, S. (2011). Defter-i Dervîşân. İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları.

Kemikli, B. (2007). Mesnevi ve Türk irfanı: Mesnevihanlık geleneği. Uludağ Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 16(2): 1-20.

Köprülü, F. (1976). Türk Edebiyatı’nda İlk mutasavvıflar. Ankara.

Küçük, S. (2000). XIX. Asırda Mevlevilik ve Mevleviler. (Doktora Tezi). Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı, İstanbul. Küçük, S. (2013). Genel hatlarıyla Mevlevilik. Mevlevi dünyasında Bahariye Mevlevihanesi, 9-21 İstanbul: İSTEV.

Mengüşoğlu, T. (1988). Felsefeye giriş. İstanbul: Remzi Kitabevi.

Ögel, B. (1988). Türk kültürünün gelişme çağları. İstanbul: Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayınları.

Önder, M. (1998). Mevlana ve Mevlevilik. İstanbul: Aksoy Yayıncılık.

Özönder, H. (1988). Ateşbâz Veli ve Mevlevi dergâhlarında Ateşbâz Veli Makâmı'nın önemi. 3. Milli Mevlana Kongresi, Konya: Selçuk Üniversitesi Basımevi.

Öztürk, M. (1999). Tarih felsefesi. Ankara: Başbakanlık Basımevi.

Pişkin, T. & Akdeniz, A. (2019). Gelibolu Mevlevîhanesi’nde yetişen Sabir Parsa ve Ahmed Celaleddin Dede’nin Türk din mûsikîsine katkıları. International Social Sciences Studies Journal. 5(30): 455-466.

Sigrid, H. (1972). Avrupa'nın üzerine doğan. İstanbul: İslam Güneşi.

Soysal, S. (2007). Derviş sofraları. İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık.

Şafak, Y. (2017). Konya Mevlâna Dergâhı Son Aşçıbaşısı Nizameddin Çelebi. Curr Res Soc Sci, 3(2), 71-75.

Tanman, B. (1992). Yenikapı Mevlevihanesi. Erişim Tarihi: 04.03.2020 Erişim Adresi: http://acikerisim.fsm.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/11352/920/Tanman.pdf?sequence=1 Tanrıkorur, Ş. B. (2010). İkinci Manisa Mevlevihanesi. Uluslararası Mevlâna ve Tasavvuf Geleneği Sempozyumu, Manisa. Sayı: 6 s.31-45.

Tanyu, H. (1980). İslamlıktan önce Türklerde tek Tanrı inancı. Ankara.

Top, H. H. (2006). Mevlana ve Mevlevilik (Mevlevilikte Adap). Konya: T.C. Konya Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları.

Tosun, N. (2004). Tasavvuf kültüründe Tekke yemekleri. Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 5(12): s. 123-135.

Tümer, G. ve Küçük, A. (2010). Dinler tarihi. Ankara: Berikan Yayınevi.

Türkben, H. (2008). Fahrî Dede ve Mecmuası (inceleme ve seçme metinler). (Yüksek Lisans Tezi). Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili Ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı, Konya.

Eskisehirmevlevihanesi.org (2020). Mevlevihanenin Tarihçesi. Erişim:09.03.2020 Erişim Adresi: http://www.eskisehirmevlevihanesi.org/id9.html

Muze.semazen.net (2020). Mevlevihaneler. Şam Mevlevihanesi. Erişim: 10.03.2020 Erişim Adresi: http://muze.semazen.net/content.php?id=00104


Has Aşçıbaşı Ahmet Özdemir Olarak Kaynak Gördüğüm:

Sn. Yıldız ÜNLÜ, Doç.Dr. Yılmaz ŞEÇİM, Prof.Dr. Hatice Ferhan NİZAMLIOĞLU' na ilgili "Ateşbaz-ı Veli Ve Ateşbaz-ı Veli’den Sonra Aşçılık Makamına Gelmiş Kişiler" isimli akademik çalışmaları için yürekten teşekkür eder mesleki yaşamlarında başarılar dilerim. Profesyonel mutfaklarda ve gastronomi ve aşçılık camiasında ihtiyacı olanlar tarafından mutlaka örnek olarak dikkate alınacaktır.


Osmanlı’da Stokçulara Hangi Cezalar Verilirdi

Osmanlı’da Stokçulara Hangi Cezalar Verilirdi

 Erhan Afyoncu


Osmanlı zamanında felaket ve kıtlık dönemlerinde tahıl ürünleri, meyve ve sebzeler, hayvansal gıdalar, kahve, odun, kömür, kereste, zeytinyağı, sabun, çeşitli giysiler ve tütün gibi maddeler stokçular tarafından depolandı. Stokçular arz-talep dengesinin bozulduğu zamanlarda bu mallardan çok para kazandılar. Haksız bir kazanç sağlayan bu yöntem, devlet tarafından sürekli engellenmeye çalışıldı ve yakalananlara son derece ağır cezalar verildi

İstanbul'un tarih boyunca yaşadığı kronik sorunlardan biri iaşe meselesiydi. Osmanlı döneminde kurulan nakliye ağlarıyla İstanbul'un çeşitli ihtiyaçları imparatorluğun muhtelif yerlerinden sağlanmaktaydı. Bu yüzden Fransız tarihçi Robert Mantran, İstanbul'u "Mide Kent" olarak tanımlar.

Savaşlar, kuraklıkla gelen kıtlıklar, çekirge istilaları, salgın hastalıklar gibi pek çok sebep, zaman zaman İstanbul'un iaşesini sekteye uğrattı. İşte böyle dönemlerde piyasalarda yaşanan istikrarsızlık, stokçuların devreye girmesine sebep oldu. Her ne kadar kriz dönemlerinde ürünlerin fiyatının belirlenip sınırlandırılması anlamına gelen "narh" uygulaması bulunsa da bazen bu uygulamanın dışına çıkarak fazla kazanç peşinde koşanlar oldu.

Esnaf

Osmanlı’da Stokçulara Hangi Cezalar Verilirdi

PAHALI SATANLARI TAKİP

1576'da harman yerlerinden zahire alarak saklayan ve daha sonra halka pahalıya satan vurguncuların önlenmesiyle ilgili Tırhala beyine ve kadısına ferman yazılmıştı. 1578'de İstanbul'da yağ kıtlığı yaşandı. Azak ve Kefe beyine yazılan hükümde bazı kimselerin yağ sakladıkları öğrenildiğinden mahzenlerine gidip işin aslının araştırılması emredildi. Yağın ve bunları depolayanların bir an önce İstanbul'a gönderilmesi istendi.

Osmanlıda Stokçulara Hangi Cezalar Verilirdi sorusuna cevaben 1580'de siyah üzümleri, yetişmeden parasını verip daha sonra depolayan Yahudi ve Hristiyan tüccarların karaborsa yarattıkları ve bu yüzden de İstanbul'da kara üzüm bulunmadığı tespit edilmiş, bu durumun önlenmesi için İstanbul kadısına ferman gönderilmişti.

Fiyatları artıran diğer bir faktör ise İstanbul'un farklı yerlerinde gıda maddelerinin farklı fiyatlardan satılmasıydı. 16. yüzyılda Galata, Haslar ve Üsküdar'da meyvenin fiyatı yüksek tespit edildiği için o dönemde "İstanbul" olarak anılan Fatih'e gelecek meyvelerin diğer kazalara gitmesi sebebiyle İstanbul'un meyve sıkıntısı çektiği anlaşıldı.

Galata, Tophane ve Eyüp iskelelerine meyve gemilerinin sokulmayıp Muhtesib İskelesi'ne yanaştırılması ve oralardaki fiyatın da İstanbul'da geçerli olan fiyatlara göre ayarlanması emredildi. Bazen de meyve ve sebzeler, Sebzehane önüne yanaşıp buradan şehre dağıtılması gerekirken, bazı kişilerin gizlice farklı iskelelere meyve ve sebze çıkararak devlet denetimi olmadan pahalı fiyatla halka sattıkları olurdu.

Falaka

Osmanlı’da Stokçulara Hangi Cezalar Verilirdi

VURGUNCULARA AĞIR CEZA

1560'larda İstanbul'da vurguncular yüzünden soğan sıkıntısı çekilmişti. 1564 sonbaharında İstanbul'a gönderilecek soğanların İznik'te depolanması yüzünden şehirde sıkıntı çekildiği anlaşılınca, İznik kadısına ferman gönderilerek halkın kendi ihtiyacı için ayırdığı soğana dokunulmadan, depolanan soğanların gemilere yüklenmesi emredildi.

Ancak ertesi yıl stokçuların soğanları depolamaya devam ettikleri ve soğanların bir kısmını da İstanbul yerine Bursa'ya gönderdikleri anlaşıldı. 1565 Ekim'inde osmanlı tarihimizde İznik kadısına yeni bir ferman gönderilerek vurgunculara izin verilmemesi ve stoklanan soğanın gemilere yüklenip sahipleriyle birlikte İstanbul'a gönderilmesi emredildi.

1581'de vurguncuların depolayarak fiyatların yükselmesine sebep oldukları diğer maddeler de aktar dükkânlarında satılan şeylerdi. İstanbul'daki aktar taifesinin kethüdası ve diğer ileri gelenleri bazı kişilerin şehre gelen aktariye mallarını satın alarak mahzenlere koyduktan sonra yüksek fiyatla sattıklarından şikâyetçi oldular. İstanbul kadısına durumun araştırılıp suçluların cezalandırılması emredildi.

İstanbul'un ihtiyaç duyduğu önemli şeylerden biri de odun ve kömürdü. Osmanlı Arşivi'nde odun ve kömür stoklayarak para kazanmak isteyen kişilerle ilgili pek çok kayıt vardır. Mesela 1608'de bazı kişilerin odunları depolayıp fiyatların yükselmesine yol açtıkları şikâyet konusu oldu. Kumkapı İskelesi'ne gelen odunların belirlenen fiyatla şehir halkına satılması gerekiyordu. Bazı kimseler ihtiyacından fazla odun alarak depolamaya başladı. Bu durum fiyatların artmasına ve kışları çok çetin geçen İstanbul halkının sıkıntıya düşmesine neden oldu.

17. yüzyılda bir çarşı

Osmanlı’da Stokçulara Hangi Cezalar Verilirdi

Bir bölgede yaşanan kıtlık, çeşitli önlemlerin yanında vurgunculara karşı da önlem alınmasını gerektirmekteydi. Mesela 1733'te Halep'te ciddi bir kuraklık yaşanmaktaydı. Bölgede kısa bir süre sonra kıtlık baş gösterdi. Halkın daha fazla sıkıntı çekmemesi için valiye stokçuluğa engel olunması, yakalananların cezalandırılması emredildi.

Cami ve mescitlerin aydınlatılmasında da kullanılan zeytinyağı, pek çok kez vurgunculuk yapılan madde oldu. Mesela, 1740'ta Burhaniye'de vurguncular zeytinyağlarını depolayarak aşırı fiyat artışına ve zeytinyağı kıtlığına sebep oldular. Yöneticilere mahzenlerdeki zeytinyağlarının araştırılması ve tartılarak defter etmeleri emredildi. Vurgunculuğa cesaret edenler veya zeytinyağını İstanbul haricinde bir yere nakledenlerin katledilmeleri istendi.

Sabun da vurguncuların para kazanmak için depoladıkları maddeler arasındaydı. Mesela, 1784'te Girit'te zeytin azlığı sebebiyle böyle bir olay yaşandı. Girit Adası'nda zeytin bir sene bol, bir sene az yetişmekteydi. Ancak ürün yetiştiği sene iki yıl yetecek kadar fazla ürün alınabiliyordu ve imalathanelerde bolca sabun imal edilerek İstanbul'a gönderiliyordu.

1780'lerde Hanya ve Resmo'da zeytinyağı kıtlığı bahanesiyle 150'ye yakın imalathane ya kapatıldı veya üretimi iyice azalttı. Bir süre sonra kısa yoldan para kazanmak isteyenlerin mevcut zeytinyağını depolamalarının kıtlığa sebep olduğu anlaşıldı. Bu durum İstanbul halkının günlük tüketim maddelerinden sabun kıtlığı çekmesine, mukataa gelirlerinin azalmasına sebep oldu. Yöneticilere yazılan emirlerle vurgunculuk yapanların araştırılması ve en ağır şekilde cezalandırılması istendi.

Stokçularla ilgili belgeler

Osmanlı’da Stokçulara Hangi Cezalar Verilirdi

FELAKETLERİ FIRSAT BİLDİLER

İstanbul tarih boyunca pek çok kez büyük yangınlara maruz kaldı. Böyle durumlarda felaketten istifade etmek isteyen vurguncuların devreye girmemesi için sıkı tedbirler alınırdı. İstanbul'un ihtiyacı olan kerestelerin İzmit ve çevresinden belirlenen fiyatlarla Çöplük İskelesi'ne getirmeleri mutattı. 1755'te İstanbul'da çıkan yangının yaralarının sarılması için İzmit'ten belirlenen fiyat üzerinden kereste alınması emredildi. Vurgunculuk için kereste saklayan ve fiyatların yükselmesine sebep olanların en ağır şekilde cezalandırılması hakkında emirler verildi.

1757'de çıkan yangından sonra kereste taşıyan reislerin keresteleri Çöplük İskelesi'ne getirmek yerine vurgunculara sattıkları anlaşıldı. Başta İstanbul kadısı ve yeniçeri ağası olmak üzere pek çok kişiye vurgunculuğun önlenmesi için emirler gönderildi.

1812'de İstanbul'da çıkan veba salgınında şehrin beşte biri ölmüş, durumu fırsat bilen kefen ve sabun satıcıları mallarını birkaç misli fiyata satarak mağdur halkı daha da mağdur etmişlerdi. Bu durum üzerine İstanbul kadısına, satıcılara pahalı satmamaları yönünde uyarıları dikkate almazlarsa cezalandırılmaları için emir gönderildi.

Tophane'de kurulan bir pazar

Osmanlı’da Stokçulara Hangi Cezalar Verilirdi

ŞENLİK STOKÇULARI

1730-1757 yılları arasında tahtta bulunan I. Mahmud ve III. Osman'ın çocuğu olmamıştı. III. Mustafa 1757'de tahta geçince, hanedanın sürmesi için herkesin tek ümidi oldu. 1759'da padişahın bir çocuğu olacağı bütün İstanbul halkına duyuruldu. 30 seneye yakın şehzade özlemi çeken halk, bu mutlu haberi alır almaz aylar öncesinden yapılacak şenliğe hazırlanmaya başladı.

Herkesi seferber eden hazırlıklar en çok esnafın yüzünü güldürmüştü. Bu ortamı fırsat bilenler de eksik değildi. Büyük bir şenlik hazırlığı için İstanbul esnafının elindeki malzemeler yeterli gelmemişti. Bunu daha önceden sezen bazı uyanıklar da ellerindeki malları depolamışlardı.

Fırsatçılar hakkında "Hâkim Tarihi"nde ilginç bir olay zikredilir. Yaklaşık bir kese akçesi olan biri bu para ile süs eşyası alarak depolamıştı. Halk birden bu tür maddeler almaya başlayınca esnafın elindeki çok kısa bir sürede bitmişti. Bu malları daha önceden alıp depolayan adam ise süs eşyalarını çok pahalı satıp bir kese akçesini 23 keseye çıkarmıştı. Süs eşyalarına o kadar talep olmuştu ki, defne yaprağı bile karaborsaya düşmüştü.

Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...