yeni restoran açmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yeni restoran açmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2021 Çarşamba

Sarây-ı Atîk-i Âmire Nedir?

 

Sarây-ı Atîk-i Âmire Nedir?
İstanbul’da inşa edilen ilk Osmanlı sarayı.

Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethinden sonra bugün Beyazıt Camii ile Süleymaniye Camii arazilerini de içine alan, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü ile üniversitenin bazı bölümlerinin üzerinde bulunduğu alana ilk sarayını yaptırmıştır. Eski Saray’ın kuruluşuyla ilgili ilk bilgiler dönemin tarihçileri Kritovoulos, Dukas ve Tursun Bey’in eserlerinde yer alır. Kritovoulos, İstanbul’un fethinin ardından Fâtih’in bazı imar faaliyetleriyle birlikte şehrin en güzel yerinde bir saray yaptırarak 1455’te tamamlandığını belirtir. Dukas ise padişahın 8, belki daha fazla stadionluk (1 stadion = 184,87 m.) yer ayırıp içinde sarayını inşa ettirdiğini söyler. 

Çeşitli kaynaklar çevre duvarlarının uzunluğunun 1 veya 2 mil tuttuğunu ve dört kapısının bulunduğunu belirtir. Tursun Bey ise daha kapsamlı bilgi verir. Padişahın Sarây-ı Atîk-i Âmire  için iki denize ve iki karaya bakan bir yer seçip burada dört köşeli, duvarları sağlam bir saray yaptırdığını, bir kısmını harem-i hâs için ayırıp bir kısmını kendi istirahati ve iç oğlanlarına tahsis ederek kasırlar, köşkler inşa ettirdiğini, saray alanının bazı yerlerinin divan ve taht için ve bir tarafının da av sahası olarak ayrılıp çeşitli hayvanlarla doldurulduğunu belirtir. 

Giovanni Maria Angiolello ve Giovantonio Menavino gibi iç oğlan olarak bizzat sarayda hizmet görmüş olanlar da saray bahçesindeki av hayvanları ile nâdide kuşların varlığına dikkat çekmişlerdir. Sarayın yapılışından etraflıca bahseden İbn Kemal, padişahın İstanbul’u merkez yapmaya karar verdikten sonra sarayın şehrin içinde hem karaya hem denize bakan çok geniş bir arazi üzerinde, bir orta avlu etrafında yüksek çatılı binalar halinde inşa edildiğini ifade eder. Burada zikredilen orta mekândan kuruluşundan beri sarayın bir avlu etrafında geliştiği düşüncesi ortaya çıkar. Fâtih’in bu sarayı belirli bir planda tasarlayıp ikamet yeri ve devlet işlerinin yürütüldüğü birimleri ayrı düzenler içinde ele aldığı anlaşılmaktadır.

Saray çeşitli tarihlerde büyük yangınlar geçirmiştir. 5 Şubat 1540 gecesinde tamamen yanmış ve eskisine oranla çok daha güzel bir şekilde yeniden yapılmıştır. Ancak daha önceleri arsasına Beyazıt Camii inşa edilmiş bulunan saray alanı bu sefer biraz daha küçültülmüş, bir kısmı üzerine Süleymaniye Külliyesi inşa edilmiştir.

Fâtih’in bu sarayın varlığına rağmen yenisini yaptırmasının sebebi her zaman merak konusu olmuştur. XVI. yüzyılın bazı tarihçileri buna bir ölçüde değinmiştir. İbn Kemal, Fâtih’in yönetim merkezinin şehir ortasında olmasını uygun görmediğini, Gelibolulu Mustafa Âlî ise Galata’da oturan ecnebilerin İslâm padişahının düşmandan korktuğu için şehrin ortasında oturduğu söylentisini yaydıklarını, ayrıca padişahın şehir içinde oturmasının büyük hükümdarların şehir dışında yerleşmesi geleneğine ters düştüğü iddiasına yer verir.

Eski Saray’a ait en erken tarihli tasvir bugün aslının Fâtih döneminde çizildiği anlaşılan bir İstanbul resminin Venedikli Giovanni Andrea Vavassore tarafından 1520 tarihlerinde basılan gravüründe yer almaktadır. İç içe iki duvarla çevrilen sarayda asıl yapılar ikinci duvarın içinde toplanmıştır. Dış surun içinde çeşitli yapılarla Teodosius Sütunu görülür. Sarayın da işaretlendiği ikinci resim Matrakçı Nasuh’un 1537 tarihli İstanbul tasviridir. Burada da asıl yapılar ikinci duvarın içinde yer almıştır. XVI. yüzyıla ait diğer bir tasvir 1584-1585 tarihli Hünernâme’nin I. cildindeki İstanbul minyatüründedir. 

İstanbul’da inşa edilen ilk Osmanlı sarayı.

Viyana Österreichische Nationalbibliothek’teki bir albümde (Codex Vindobonensis, nr. 8626) yer alan 1588 tarihli İstanbul panoramasında saray binaları önceki resimlerden farklıdır. Sık ağaçların çizildiği alanda kiremit çatılı binalar görülür. Yapılardan biri Beyazıt Camii tarafında kurşun örtülü, diğeri Süleymaniye Camii tarafında kiremit örtülü, piramidal sivri çatılıdır. Bu sivri çatılı yapının Alay Köşkü olduğu tahmin edilmektedir. 1559 tarihli Melchior Lorich panoramasıyla bunun benzeri olan ve yaklaşık aynı tarihlere rastlayan Dilich’in resminde yapıların bir kısmı görülmektedir. İki resimde de sarayın çevre duvarları Haliç yönünde üçgen oluşturmuştur. Sarayda ana binalar iç duvarın arkasında toplanmıştır. Yüksek tasarlanan binalar dışında daha alçak tutulan hizmet binalarıyla kubbeli yapılar mevcuttur.

Eski Saray’ın XVII. yüzyıla ait resimlerine rastlanmamakla birlikte dönemin yazılı kaynakları günümüze ulaşmıştır. Bu yüzyılda sarayla ilgili en ayrıntılı bilgiyi Evliya Çelebi verir. Evliya Çelebi sarayın 12.000 arşın uzunluğunda bir surla çevrili olup burçsuz kulesiz dört köşe bir bina olduğunu kaydeder. İçinde meydanların, harem dairelerinin, havuz ve şadırvanların yer aldığını, mutfaklar, özel kiler ve çalışanlar için odalar yapıldığını, etrafında muhtelif sarayların bulunduğunu, dört tarafının umumi yollarla çevrilerek üç kapısı olduğunu bildirir. Eski Saray’ın XVIII. 

yüzyıldaki durumunu gören İnciciyan sarayın etrafının 1 mil uzunluğunda, gayri muntazam, sekiz köşeli yüksek bir surla çevrilip dört kapısı bulunduğunu söyler. Sarayın XVIII. yüzyılın bazı İstanbul panoramalarında Haliç tarafından çizilen resimleri mevcuttur. Eski Saray’ı da içine alan 1710 tarihli Cornelius Loos ile Choiseul Gouffier’in çizdiği 1776-1780 tarihli panoramalar belge niteliği taşımasından dolayı dikkate değer. Her iki resimde de sarayın önemli bölümlerinin Süleymaniye tarafında olduğu görülür. Saray 1786’da Fr. Kauffer tarafından düzenlenen şehir planında da Süleymaniye ve Beyazıt camilerine kadar uzanan geniş bir alana yayılmış olarak gösterilmiştir.

İstanbul’un bu ilk sarayının XV-XVI. yüzyıllardaki durumuna ilişkin arşiv belgelerine rastlanmamaktadır. Öte yandan XVII-XVIII. yüzyıllarla XIX. yüzyılın ilk dönemine ait belgeler genel durumu dışında binalarla ilgili bilgileri de kaydeder. Bunlar daha ziyade tamirat ve oluşan masraflara dair bilgiler verir. Bu yeniden yapımların genelde yangınlar sonucu ortaya çıktığı kayıtlardan anlaşılmaktadır. Eski Saray 1540 yangınının ardından 11 Eylül 1687’de tekrar büyük bir yangın felâketine uğramış, akşamdan sonra Harem’e yayılan ateş beş saatte birçok yeri yakmıştır. Târîh-i Râşid’de saraydaki yangınların bazılarına ve sonrasında yapılan onarımlara yer verilmektedir. 

1127 yılı Ramazan bayramının ilk gününde (30 Eylül 1715) yine Harem’den çıkan yangın dört saat içinde Dâire-i Hümâyun, Sultan Murad Kasrı’ndaki daire ve Horanda Hamamı yakınındaki kilere kadar birçok yerin yanmasına sebep olmuştur. 1137 (1725) tarihli belgede sarayın teberdar odası, hamam, helvahâne ile diğer dairelerin tamir ve tefrişatının yapıldığı belirtilmektedir. Ancak onarımdan kısa bir süre sonra yine 1138 yılı Ramazan bayramının ilk günü (2 Haziran 1726) saray karşısındaki baltacılar kethüdâsı evinden çıkan yangının saray duvarından otluğa, oradan Baltacılar Koğuşu’na yayılarak koğuşun tamamen yanmasına yol açmıştır. Yanan yerler 1727’de yenilenmiş, ayrıca bazı yeni bölümler ilâve edilmiştir. Buna göre teberdar koğuşları genişletilerek bir hamam eklenmiş, bu yapılanların dışında yazıcı efendilerin makamları genişletilmiş, zâbitlerin kendi yerleri olmadığından bunlara bir yer ve geniş bir mutfak yapılmıştır.

Eski Saray’da XVIII. yüzyılda yoğun bir tamirle beraber yeni yapılaşma da başlamıştır. 1144 (1731) tarihli belgede silâhdar ağa tarafından I. Mahmud için bir oda inşa edilip döşendiği, 11 Şâban 1153 (1 Kasım 1740) tarihli belgede ise Kazancılar yönündeki yıkık sur duvarının hassa başmimarı tarafından ördürüldüğü kayıtlıdır. 1167 (1754) tarihli belgede Dârüssaâde ağası tarafından Sarây-ı Atîk’te Yalı Köşkü denilen kasr-ı hümâyunun yeniden inşa edildiği belirtilmektedir. XVIII. yüzyıl kaynaklarında padişahların sarayı ziyaretleri sırasında köşkün hem dinlenilen hem sazlar eşliğinde yemek yenilen yer olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. 

Yalı Köşkü sarayın ikinci suru içindeki yapılardandır; muhtemelen köşk konumundan ötürü tercih edilmiştir. Köşkün, adından dolayı sarayın Haliç’e bakan tarafında olması ihtimal dahilindedir. 28 Zilhicce 1172 (22 Ağustos 1759) tarihli belge Sarây-ı Atîk’te Harem-i Hümâyun’daki zerdûzan odalarıyla çatılarında yapılan onarımı gösterir. Giovantonio Menavino, yeni alınan genç kızları eğitmek üzere Eski Saray’a her sabah on nakış hocasının geldiğini bildirir. Albertus Bobovius, Harem’deki kadınların ev işlerinde çalıştırılmadıklarında uğraşlarının mendil, yemeni yapılan pamuklu kumaşa altın ya da sim ipekle nakış işlemek olduğunu belirtir. Harem’deki kadınlara ait bu odalar küçük birer atölye niteliğinde olmalıdır.

1791’de Eski Saray’ın yanan yerlerinin Manas Kalfa tarafından tamiri ve bunun için 5000 kuruş verilmesi uygun görülmüştür. 1792 yılı Mayıs ayında sarayda başka bir yangın daha çıkmış, bunu haber alan III. Selim, Ağa Odası’na giderek yangın kontrol altına alınıncaya kadar beklemiştir. 7 Cemâziyelevvel 1208’de (11 Aralık 1793) helvahâne ve Aşçılar Ocağı’ndan çıkan yangın büyümeden söndürülmüş ve burası eskisi gibi yaptırılmıştır. 11 Şâban 1210 (20 Şubat 1796) tarihli belgede kaydedildiğine göre Harem-i Hümâyun’daki ağalar dairesi yanmış, yine aynı yıl çıkan yangında yanan helvahâne ile diğer yerler yeniden inşa edilmiştir. Eski Saray’a II. Mahmud döneminde de gereken bakım gösterilmiştir. 22 Receb 1229 (10 Temmuz 1814) tarihli belge Harem-i Hümâyun ağaları için hastahane ve hamam yaptırıldığına, 19 Muharrem 1236 (27 Ekim 1820) tarihli belge ise Harem-i Hümâyun ile iç oğlanı odalarına döşenecek hasır için verilecek paraya işaret eder.

XVIII. yüzyıla ait bazı tarihî kaynaklarda ve rûznâmelerde sarayın spor alanına Tepebaşı denilmektedir. Dinî bayramların üçüncü günü padişahın saraya gelip buradaki sultanlarla bayramlaşması âdetti. Bayramın ikinci günü Gülhane resmi, üçüncü günü sarayda cirit seyrinin âdetten olduğuna arşiv belgeleri işaret etmektedir. Bazı rûznâmeciler dinî bayramların üçüncü günü padişahların bu saraydaki gösterileri izlemesini Eski Saray günü olarak adlandırırlar. Taylesânîzâde Hâfız Abdullah Efendi, 3 Şevval 1203’te (27 Haziran 1789) ramazan bayramı münasebetiyle III. Selim’in buraya gelişini ve yapılan spor gösterilerini ayrıntılarıyla anlatarak gösterileri padişahın izniyle halkın da izlediğini belirtmektedir. Bu spor gösterileri öylesine önem ve süreklilik arzetmiştir ki bunların seyri için ayrı ayrı köşkler inşa edilmiştir. 

III. Ahmed’in gösterileri Meydan Köşkü’nden, III. Selim’in meydandaki Kasr-ı Cedîd ve Cirit Kasrı’ndan izlediği kaynaklarda yer almaktadır. Soğuk ve yağışlı havalarda gösteriler Topkapı Sarayı’ndaki Gülhane’de ya da Ağa Bahçesi’nde yapılırdı. Atlı cirit oyununun yanı sıra menzil ciridi de Eski Saray’da oynanan oyunlar arasındadır. Menzil ciridi atmada başarılı olan padişahlardan IV. Murad’ın Eski Saray’dan attığı ciridin Beyazıt Camii minaresi dibine düştüğü Târîh-i Nâimâ’da ve Evliya Çelebi’de kayıtlıdır.

Eski Saray’daki Harem teşkilâtının durumu hakkında ilk zamanlarla ilgili fazla bilgi bulunmamaktadır. Bir görüşe göre önceleri Topkapı Sarayı’nın harem dairesi yoktu, padişah burada yaşıyor, zaman zaman Eski Saray’daki haremine gidiyordu. Kanûnî Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan’ın daima padişahın yanında olmak istemesi sebebiyle haremin ancak XVI. yüzyılın ortasında Yeni Saray’a nakledilmiş olduğu ileri sürülmüş olmakla beraber yeni yorumlar Topkapı Sarayı’nda da başlangıçtan beri haremin bulunduğu doğrultusundadır. Promontorie 1475’te Harem’deki kadınların 150’sinin Yeni Saray’da, 250’sinin Eski Saray’da oturduğunu söyler. 

Neşrî, Yeni Saray bahsinde harem kelimesini iki defa iki ayrı yer için kullanmıştır. Gelibolulu Âlî Mustafa Efendi de Eski Saray’ın hastalara, kadınlara ve hizmetçi zümresindeki hizmetten alâkasını kesenlere kaldığını, bundan sonra Sarây-ı Cedîd’in imarına başlandığını belirterek bu birimin kuruluşundan itibaren Yeni Saray’da da mevcut olduğunu düşündürür. Evliya Çelebi ise ilk zamanlarda Yeni Saray’da harem bulunmayıp padişahların haftada iki defa Eski Saray’a giderek o gece orada kaldığını yazar.

İstanbul’da inşa edilen ilk Osmanlı sarayı.

Vefat eden veya iktidardan düşen padişahın maiyeti, kadınları, kızları, vâlide sultanlar ve câriyelerin Harem Dairesi’nden alınarak Eski Saray’a gönderilmesi âdet olmuştur. Buraya gönderilen kadınefendiler padişah olacak oğulları yoksa hayatlarının geri kalanını burada tamamlar, kadınefendilerin oğullarından biri tahta çıkarsa vâlide sultan olarak Yeni Saray’a dönerlerdi. Eski Saray, kadınlar için Topkapı Sarayı’ndan sonra ömürlerinin sonuna kadar yaşayacakları yer olarak belirlenmişse de genç ve zengin kadınların derecelerine göre devlet ricâlinden bazı kimselerle evlenmeleri sonucunda saraydan ayrılmaları mümkün kılınmıştır.

Kanûnî Sultan Süleyman devrinden sonra padişah kızlarının düğünleri büyük bir ihtişamla burada yapılmıştır. Zaman zaman padişah ailesi, hâne halkının tamamı düğün töreni için Eski Saray’a geçerdi. Şenlikler sırasında önde gelen devlet adamları, dinî erkân ve bunların haremleri resmen kabul edilerek ağırlanırdı. 1586’da İbrâhim Paşa ile III. Murad’ın kızı Ayşe Sultan, 1593’te Fatma Sultan ile Kaptanıderyâ Halil Paşa burada evlenmiştir. XVII. yüzyılın ortalarında gelin sultanların hâlâ Eski Saray’dan çıkarak damadın sarayına gittiği görülür. Sonraki tarihlerde sultan düğünleri babalarının sağ olup olmadığına göre değişmektedir. 

Sultan padişahın kızı ise Yeni Saray’dan alınarak damadın konağına götürülür, padişahın kardeşi ya da yeğeni ise Eski Saray’dan alayla damadın konak ya da sarayına götürülürdü. Bu durum muhtemelen XVII. yüzyılın sonlarında değişmiştir. Çünkü Naîmâ, Sultan İbrâhim’in kızı Fatma Sultan’ın Fazlı Paşa ile nikâhlandığında (14 Mart 1646) devlet büyüklerinden başka nişancı paşa ve bütün vezirlerin gelin alayında bulunup nahiller eşliğinde gelinin Eski Saray’dan alındığını, padişahın töreni saray köşkünden izlediğini belirtir.

Padişah kızlarının düğünlerinin coşkusu yanında şehzadelerin sünnet düğünleri için daha büyük bir heyecan yaşanmıştır. Eski Saray’daki ilk sünnet düğünü Fâtih Sultan Mehmed’in şehzadesi Cem ve II. Bayezid’in büyük oğlu Abdullah için 1472’de yapılmıştır. 1480’de Fâtih’in torunları Sultan Şehinşah, Ahmed, Korkut, Mahmud, Alem, Selim ve Oğuz Han için yapılan sünnet düğünü bir öncekine göre daha gösterişli kutlanmış ve bir ay sürmüştür. 

1582’de III. Murad’ın şehzadesi III. Mehmed’in sünnet düğünü eğlenceleri Eski Saray’da başlamış, buna yalnız kadınlar katılmıştır; eğlenceler İbrâhim Paşa Sarayı’nda devam etmiştir. 18 Eylül 1720’de III. Ahmed’in dört şehzade için yaptırdığı ve bütün ayrıntılarıyla anlatılan sünnet düğünü, hem kültür tarihi hem de bu sarayın iç düzeni hakkında bazı bilgiler vermesi açısından önemlidir.

1826’da seraskerlik makamına devrine kadar önemini koruyan Eski Saray aynı tarihte Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra seraskerliğe tahsis edilmiş, içindeki kadınlar Topkapı Sarayı’na ve Eyüp Çifte Saraylar’a nakledilmiştir. Serasker paşalar teşkilâtıyla birlikte bir süre sarayın kasır ve müştemilâtında oturmuştur. 1866’da Fransız mimarı Bourgeois’ya, Eski Saray yapılarının yıkılmasından sonra onların yerine bugün İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü tarafından kullanılmakta olan bina yaptırılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA
BA, Cevdet-Saray, nr. 624, 908, 1581.
Kritovulos, History of Mehmed the Conqueror (trc. Charles T. Riggs), Princeton 1954, s. 83, 93.
Dukas, Bizans Tarihi (trc. Vl. Mirmiroğlu), İstanbul 1956, s. 196.
Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth (nşr. A. Mertol Tulum), İstanbul 1977, s. 66-67, 74.
Neşrî, Cihannümâ (Unat), II, 711.
P. Gyllius, İstanbul’un Tarihi Eserleri (trc. Erendiz Özbayoğlu), İstanbul 1997, s. 47.
Âlî Mustafa Efendi, Kitâbü’t-Târîh-i Künhü’l-Ahbâr (haz. Ahmet Uğur v.dğr.), Kayseri 1997, s. 509-511.
İbn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osmân, VII. Defter, s. 99, 103, 297, 429- 432, 521-522.
Selânikî, Târih (İpşirli), I, 168-171, 340-343; II, 436.
İntizâmî, 1582 Surnâme-i Hümâyun: Düğün Kitabı (haz. Nurhan Atasoy), İstanbul 1997, s. 22-28.
Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman (nşr. F. Giese, haz. Nihat Azamat), İstanbul 1992, s. 107-108.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 117-119, 256; II, 119.
Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi: XVII. Asırda İstanbul (trc. H. D. Andreasyan), İstanbul 1952, s. 171-172.
Naîmâ, Târih, III, 420; IV, 218-219.
Silâhdar, Târih, II, 273.
Râşid, Târih, IV, 157, 374, 410-412; V, 214, 220, 226, 260-269; VI, 40, 124, 263, 374, 463-464, 559, 563, 594, 610.
Şem‘dânîzâde, Müri’t-tevârîh (Aktepe), II, 85, 134; III, 43.
Taylesanizâde Hâfız Abdullah Efendi Tarihi: İstanbul’un Uzun Dört Yılı: 1785-1789 (haz. Feridun M. Emecen), İstanbul 2003, s. 395.
Hammer, Constantinopolis und der Bosporos, Pesth 1822, I, 322-324.
III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme (haz. V. Sema Arıkan), Ankara 1993, s. 17, 75-76, 126, 152, 165, 215, 300, 328, 346, 386.
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 105.
a.mlf., Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı, Ankara 1998, s. 64-65.
P. G. İnciciyan, XVIII. Asırda İstanbul (trc. H. D. Andreasyan), İstanbul 1956, s. 32.
Halûk Şehsuvaroğlu, Asırlar Boyunca İstanbul, İstanbul, ts., s. 227.
Sedad Hakkı Eldem, Köşkler ve Kasırlar, İstanbul 1974, I, 125, 173.
Hüseyin Ayan, Cevrî: Hayâtı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Divanının Tenkidli Metni, Erzurum 1981, s. 284-285.
Gülru Necipoğlu, Architecture, Ceremonial and Power: The Topkapi Palace in the Fifteenth and Sixteenth Centuries, New York 1991, s. 4, 160.
Çağatay Uluçay, Harem, Ankara 1992, II, 43, 58-59.
Atıf Kahraman, Osmanlı Devleti’nde Spor, Ankara 1995, s. 59-62, 509.
R. Withers, Büyük Efendi’nin Sarayı (trc. Cahit Kayra), İstanbul 1996, s. 137-139.
L. P. Peirce, Harem-i Hümayun: Osmanlı İmparatorluğu’nda Hükümranlık ve Kadınlar (trc. Ayşe Berktay), İstanbul 1996, s. 163-165, 189.
Banu Bilgicioğlu, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Bulunan Belgelerin Sanat Tarihi Yönüyle İncelenmesi (yüksek lisans tezi, 1998), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 121-126, 147.
Selma Delibaş, “Osmanlı Saray İşlemeleri ve Deri Eserler”, Topkapı Sarayı, İstanbul 2000, s. 312-314.
Fatih ve Dönemi (ed. Necat Birinci), İstanbul 2004, tür.yer.
Zeynep Tarım Ertuğ, “Onsekizinci Yüzyıl Osmanlı Sarayı’nda Bayram Törenleri”, Prof. Dr. Mübahat S. Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 2006, s. 573-594.
Tülay Artan, “Eski Saray”, DBİst.A, III, 204.

Has Aşçıbaşı Ahmet Özdemir Not:

Yurt İçinde Ve Yurt Dışında İhtiyac Duyan Kişi Ve Kurumlara;
Yiyecek ve içecek alanlarında restoran ve konaklama ve işletmelerine belirtilen konularda Osmanlı ve Türk mutfağı, Osmanlı saray mutfağı, Anadolu mutfağı, Akdeniz mutfağı, menü planlama, konsept belirleme, mesleki eğitim alanlarında uluslararası konumda has aşçıbaşı Ahmet Özdemir olarak;

Yiyecek ve içecek danışmanlığımutfak danışmanlığıişletmeci körlüğüYeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?, Kesin Başarı İçin Restoran Danışmanlığı Almalımıyım?, Menü DanışmanlığıRestoran YönetimiGastronomi DanışmanlığıŞehrin En İyi Restoranlarına Nasıl Sahip Olabilirim?, Yeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular?, Kalıcı Bir Restoran Sahibi Olabilmek İçin Dikkat !!! konularında mesleki eğitim ve danışmanlık hizmetleri vermekteyim. İlgili projeler için mesleki bilgilerime ihtiyac duyan kişi ve kurumlar Türkiye saati ile sabah 10:00 ila aksam 22:00 saatleri arasında tarafım ile İLETİŞİM bilgilerimden bağlantıya geçebilirler...

Kapı Halkı Ne Demek?

Kapı Halkı Ne Demek?

Osmanlı Devleti’nde devlet ricâlinin sivil ve resmî her türlü işlerinde hizmet gören adamları.


Türk İslâm devletlerinde kapı kelimesi genellikle devleti ifade eder; bugün de devlet kapısında çalışmak “kamu hizmetinde olmak” şeklinde anlaşılır. Osmanlılar’da paşa kapısı ifadesi “sadrazamın görev yaptığı devlet dairesi” anlamında kullanılmıştır. Kapı halkı tabiri de önde gelen bir kişinin hizmetindeki kimseleri niteler. Bu tabire XV. yüzyıl Osmanlı kaynaklarında rastlanması yerleşmiş bir terim olarak eskiden beri var olduğunu gösterir. 

Tursun Bey’in eserinde kapıkulu ifadesinin hiç kullanılmamasına karşılık kapı halkı tabiri on sekiz yerde geçmekte, çoğu yerde de kapı halkı ve yeniçeri beraber anılmaktadır. Buradan, kapı halkının doğrudan padişahın hizmetinde bulunan ve seferlere muharib veya hizmet bölüğü olarak katılan askerler mânasında kullanıldığı anlaşılmaktadır. XVI. yüzyıl ortalarında kapıkulu tabirinin kaynaklarda geçmediği ve bu anlamda kapı halkı ifadesine yer verildiği de belirtilir (Cezar, s. 260-261).

XVI. yüzyıl başlarında Şehzade Selim Trabzon’dan babası Bayezid’e yolladığı mektupta “... kapım halkıyla varıp ...” diye yazmakta (TSMA, nr. E. 543), Şehzade Korkut da Selim’e mektubunda “... Bilfiil yanımızda olan kapı halkı tahfif olunmayıp üzerimize gelenin men‘ ü def‘ine kudret-i tâmme mukarrer olaydı” demektedir (TSMA, nr. E. 5882). Bu ikinci ifadeden, Korkut’un kapı halkının doğrudan şahsına bağlı küçük bir ordu olduğu sonucu çıkarılabilir. XVI. yüzyıl ortalarında telif edilen Lutfi Paşa’nın Târih’inde de kapı halkı çok sık geçtiği halde kapıkulu hiç yer almamıştır. 

Burada da yeniçeri ve kapı halkı genellikle beraber verilmiştir (Târih, bk. İndeks). XVI. yüzyılın ikinci yarısında Selânikî’nin eserinde yine kapı halkı tabirine sık olarak rastlanmakta, kapıkulu ifadesi ise çok az geçmektedir (Târih, bk. İndeks). Böylece kapı halkı tabiri, XVI. yüzyıl sonlarına kadar kapıkulunu da içine alacak şekilde geniş bir anlam kazanmıştır. XVII. yüzyılda bütün saray halkını ifade etmek için de kullanılmıştır (Hezârfen Hüseyin Efendi, s. 104). Daha sonra genellikle vezîriâzam, vezir, beylerbeyi, sancak beyi ve yüksek dereceli ulemânın hizmetindeki adamlarını ifade etmiştir.

Vezir ve beylerbeyilerin kapı halkı önceleri çok fazla sayılara ulaşmıyordu. Ayaz Paşa’nın Erzurum beylerbeyiliğinde (1553-1559) vâridât ve masârifat defterine göre sarayında enderun, hazine, cebehâne, divan, mehterhâne, kiler, ambar, mutfak, ahır gibi daireleri vardı ve hem bu dairelerde hem diğer işlerinde istihdam ettiği adamlarına hazinesinden maaş vermekteydi. Bu kapı halkı şöyle sıralanmıştır: Enderun halkı, dergâh-ı âlî kethüdâsı, ağalar, müteferrika, zevvâkin, çavuşlar, kapıcılar (bevvâbîn), kilerciler, aşçılar, ekmekçiler, terziler, saraçlar, ahır halkı, çadır mehterleri, alem mehterleri, cebeciler, deveciler, divan kâtibi, hazinedar, cebecibaşı, ulûfecibaşı, divitdar, cizyedar (BA, KK, nr. 1865, s. 10). 

Kapı Halkı Ne Demek?

Fakat XVI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sayılarda artış görülür. Bunun sebepleri arasında timar sisteminin bozulması ve Osmanlı askerî sistemindeki değişme başta gelir. İşsiz veya topraksız kalmış kimseler, savaşlarda kendilerinden istifade edildikten sonra boşta kalan gruplar taşradaki paşa ve beyler tarafından istihdam edilmeye başlandı. Merkez ve taşra ümerâsı kalabalık kapı halkına sahip olmayı güç ve ihtişam göstergesi olarak görmekteydi. Vezir ve merkezdeki devlet ricâlinin kapı halkının mâzuliyet döneminde bile çokluğu dikkat çekicidir. Nitekim kalabalık maiyeti bulunan Koca Sinan Paşa’nın sadâretten azlinden sonra İstanbul dışına çıkması ferman olunmuştu (Selânikî, s. 137).

Kapı halkı zümresi içine satın alınan köleler de girmekteydi. Bunlar da güç ve servetin sembolü olarak görülüyordu. Kanûnî Sultan Süleyman devri defterdarlarından İskender Çelebi’nin çok zengin kapı halkı olduğu ve bunun esasını defterde kayıtlı 6000’den fazla kölesinin oluşturduğu bilinmektedir (Peçuylu İbrâhim, I, 40-41). XVII-XVIII. yüzyıllarda vezir, beylerbeyi ve sancak beyi gibi ümerâya ait kapı halkı genellikle leventlerden meydana geliyordu. Kalabalık kapı halkına sahip olmak özellikle sınırlardaki stratejik eyaletlerde daha kolaydı. Tiryâkî Hasan Paşa, Sigetvar beyi iken yanında bulunan kapı halkına ve bunlardan aldığı kudrete daha sonra beylerbeyi ve vezir iken sahip bulunmadığından yakınmıştı.

Merkez ve özellikle taşra ümerâsının maiyetinin fazla sayıda ve düzgün olması onlara büyük itibar ve gelecek için görev garantisi sağladığı gibi kapı halkının az ve dağınık bulunması da saray ve hükümet nezdinde iyi karşılanmazdı. Beylerbeyiler imdâd-i seferiyye, mübâşiriyye, kapı harcı gibi çeşitli adlar altında topladıkları vergilerin yarısını kendi geçimleri için ayırırken diğer yarısının her bir 70 kuruşu karşılığında bakımlı ve silâhlı kapı halkı istihdam etmek zorundaydı (Râşid, IV, 385). 

Herhangi bir sebeple kapı halkının dağılması önemli asayiş problemlerine yol açıyordu. Özellikle XVII. yüzyılda eşkıyalık yapan veya âsi paşalara destek verenlerin çoğu işsiz kalmış bu gibi zümrelere mensuptu. Derviş Mehmed Paşa gibi bazı dirayetli valiler ise kalabalık kapı halkını yaptıkları ziraat ve ticaret sayesinde kimseye muhtaç etmeden refah içinde geçindirebilmişlerdi (Naîmâ, VI, 23-26). Sadakatinden şüphelenilen bazı eyalet valilerinin kapı halkının kuvvetlenmesi de hükümet merkezini zaman zaman endişelendiriyordu. İpşir Mustafa Paşa’nın merkeze ve etrafına karşı kapı halkını arttırıp güçlendirmesinden rahatsızlık duyan hükümet merkezi adamlarından bir kısmını dağıtmasını emretmişti.

Kapı halkı istihdamı XVIII. yüzyılda bütün özellikleriyle sürdü. Hudâvendigâr sancağı mutasarrıfı Vezir Abdurrahman Paşa’nın 300, Adana Valisi Murtaza Paşa’nın 500, Çankırı sancağı ilâvesiyle Sivas valisi olan Selim Paşa’nın 1200, Trabzon Valisi Velî Paşa’nın 800, Karaman Valisi Çelik Mehmed Paşa’nın 1000 ve Erzurum Valisi İbrâhim Paşa’nın 1000 kapı halkı bulunmaktaydı. XIX. yüzyılda giderek zayıflayan bu sistem, devletin merkezîleşmesine ve maaş sistemine geçilmesine paralel olarak Tanzimat’tan sonra tedrîcen kalkmıştır.

BİBLİYOGRAFYA
TSMA, nr. E. 543, nr. E 5882; BA, KK, nr. 1865, s. 10; Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth (haz. Mertol Tulum), İstanbul 1977, bk. İndeks; Lutfi Paşa, Târih (nşr. Âlî Bey), İstanbul 1341, bk. İndeks; Hezârfen Hüseyin Efendi, Telhîsü’l-beyân fî Kavânîn-i Âl-i Osmân (haz. Sevim İlgürel), Ankara 1998, s. 104; Selânikî, Târih, bk. İndeks; Peçuylu İbrâhim, Târih, I, 40-41; Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât (haz. Abdülkadir Özcan), Ankara 1995, s. 46, 49, 135, 208, 229, 602, 777, 801; Naîmâ, Târih, VI, 23-26; Râşid, Târih, IV, 385; Anonim Osmanlı Tarihi: 1099-1116/1688-1704 (haz. Abdülkadir Özcan), Ankara 2000, bk. İndeks; S. A. Slade, Türkiye Seyahatnamesi (trc. Ali Rıza Seyfioğlu), İstanbul 1945, s. 56-62; Uzunçarşılı, Merkez-Bahriye, s. 168-172, 203, 207, 210; Mustafa Cezar, Osmanlı Tarihinde Levendler, İstanbul 1965, s. 257-285; Cengiz Orhonlu, Osmanlı Tarihine Âid Belgeler, Telhîsler: 1597-1607, İstanbul 1970, s. XVIII, 13-14; C. Findley, “Patrimonial Household Organization and Factional Activity in Ottoman Ruling Class”, İktisat Tarihi Kongresi Bildirileri, Ankara 1977, s. 227-235; İ. Metin Kunt, Bir Osmanlı Valisinin Yıllık Gelir-Gideri, Diyarbekir-1670-71, İstanbul 1981, s. 22-26; a.mlf., Sultan’s-Servants: The Transformation of Ottoman Provincial Government: 1550-1650, New York 1983, tür.yer.; Dündar Aydın, Erzurum Beylerbeyiliği ve Teşkilâtı, Ankara 1998, s. 180-181.

Has Aşçıbaşı Ahmet Özdemir Not:

Yurt İçinde Ve Yurt Dışında İhtiyac Duyan Kişi Ve Kurumlara;
Yiyecek ve içecek alanlarında restoran ve konaklama ve işletmelerine belirtilen konularda Osmanlı ve Türk mutfağı, Osmanlı saray mutfağı, Anadolu mutfağı, Akdeniz mutfağı, menü planlama, konsept belirleme, mesleki eğitim alanlarında uluslararası konumda has aşçıbaşı Ahmet Özdemir olarak;

Yiyecek ve içecek danışmanlığımutfak danışmanlığıişletmeci körlüğüYeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?, Kesin Başarı İçin Restoran Danışmanlığı Almalımıyım?, Menü DanışmanlığıRestoran YönetimiGastronomi DanışmanlığıŞehrin En İyi Restoranlarına Nasıl Sahip Olabilirim?, Yeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular?, Kalıcı Bir Restoran Sahibi Olabilmek İçin Dikkat !!! konularında mesleki eğitim ve danışmanlık hizmetleri vermekteyim. İlgili projeler için mesleki bilgilerime ihtiyac duyan kişi ve kurumlar Türkiye saati ile sabah 10:00 ila aksam 22:00 saatleri arasında tarafım ile İLETİŞİM bilgilerimden bağlantıya geçebilirler...

Âşûrâ Nedir?

Âşûrâ Nedir?

Âşûrâ Nedir?

Çeşitli din ve mezheplerin önem verdiği, muharremin onuncu günü.

Âşûrâyı on sayısı ile ilgili olan aşr ve âşir veya develerin güdülmesiyle ilgili ışr kökünden türemiş Arapça bir kelime kabul edenler olduğu gibi, bu dilde “fâûlâ” vezninin bulunmadığını ileri sürerek İbrânîce’den geldiğini söyleyenler de vardır. Fakat âlimlerin çoğu bu görüşe katılmamakta, kelimenin Arapça asıllı olduğunu benimsemektedirler.

Âşûrânın menşei hakkında kaynakların belirttiği görüşleri iki noktada toplamak mümkündür. 1. Âşûrâ, Hz. Mûsâ ve kavminin, Firavun’un zulmünden kurtulduğu ve yahudilerin oruç tutmakla mükellef olduğu bir gündür. Daha çok müsteşriklerin benimsediği bu görüşe göre müslümanların mübarek bir gün olarak kabul edip oruç tuttukları âşûrâ yahudi geleneğine dayanmaktadır. 2. Âşûrâ, Hz. Nûh’tan itibaren bütün Sâmî dinlerde mevcut olan ve Câhiliye Arapları arasında da Hz. İbrâhim’den beri önemli görülüp oruç tutulan bir gündür. 

Bu görüş, Hz. Âişe ile Abdullah b. Ömer’in rivayetlerine dayanır. Âişe’nin rivayeti şöyledir: “Âşûrâ Kureyş’in Câhiliye devrinde oruç tuttuğu bir gündü. Resûlullah da buna riayet ediyordu. Medine’ye hicret edince bu orucu devam ettirmiş ve başkalarına da emretmişti. Fakat ramazan orucu farz kılınınca kendisi âşûrâ gününde oruç tutmayı bırakmış, bundan sonra müslümanlardan dileyen bu günde oruç tutmuş, dileyen tutmamıştır” (Buhârî, “?avm”, 69; Müsned, VI, 29-30). Abdullah b. Ömer’in aynı konudaki rivaveti de şöyledir: “Âşûrâ Câhiliye devri insanlarının oruç tuttuğu bir gündü. Fakat ramazan orucu farz kılınınca Resûlullah’a âşûrâ konusu sorulmuş, o da, ‘Âşûrâ Allah’ın günlerinden bir gündür, dileyen bu günde oruç tutsun, dileyen tutmasın’ buyurmuştur” (Müsned, II, 57, 143). Ashap arasında ilimleriyle temayüz etmiş bu iki sahâbînin rivayetlerinden, âşûrânın Câhiliye Arapları’nca önemli sayıldığı açıkça anlaşılmaktadır. 

Hz. Âişe’nin âşûrâ gününde Kâbe örtülerinin değiştirildiğini anlatan diğer bir rivayeti de bunu desteklemektedir (Müsned, VI, 244). Araplar’ın, âşûrâ günü doğduğu rivayet edilen ve Kâbe’yi inşa eden ataları Hz. İbrâhim’in hâtırasına hürmeten bu günü yaşatmış olmaları uzak bir ihtimal değildir. Hz. Mûsâ ile İsrâiloğulları’nın Firavun’un elinden âşûrâ günü kurtulduğunu ve Hz. Nûh’un gemisinin Cûdî dağına aynı gün oturduğunu söyleyen yahudileri Hz. Peygamber’in tekzip etmemesi, hatta, “Biz Mûsâ’ya sizden daha lâyıkız” diyerek bu günde oruç tutulmasını emretmesi (bk. Buhârî, “?avm”, 69; Müsned, II, 359-360), âşûrânın Nûh’tan itibaren semavî dinlerde önemli bir yer işgal ettiğine işaret etmektedir.

Âşûrânın menşeiyle ilgili bu iki yorum dışında bazı tarih, hadis ve fıkıh kitaplarında yer alan haberler, bu günü Hz. Âdem’in tövbesinin kabul edildiği, Hz. Yûnus’un balığın karnından çıkarıldığı, Hz. Mûsâ ve Îsâ’nın doğduğu, Hz. Süleyman’a mülkün verildiği, Hz. Dâvûd’un tövbesinin kabul edildiği, Hz. Peygamber’in geçmiş ve gelecek bütün günahlarının affedileceğine dair kendisine Allah tarafından teminat verildiği ve Mekke’den Medine’ye hicret ettiği gün olarak tavsif ederler (Diyarbekrî, I, 360). Ne var ki bunları ilmen doğrulama imkânı olmadığı gibi bir kısmının yanlışlığı da ortadadır. Meselâ Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti 10 Muharrem’de değil 12 Rebîülevvel’de gerçekleşmiştir. Bunun dışındaki rivayetlerin ise İsrâiliyat’a dayandığı kabul edilmektedir.

Hz. Nûh zamanından beri bütün Sâmî dinlerde makbul sayılan âşûrâ gününde oruç tutmak yahudilere farz kılınmıştı. Onlar, yedinci ayları olan Tişrin’in onuncu gününe rastlayan âşûrâyı bayram telakki ederek birtakım merasimler icra eder ve bir yıllık günahlardan temizlenmek üzere oruç tutarlardı (Levililer, 16/30-34, 23/27). Câhiliye devrinde Kureyş’in de tuttuğu âşûrâ orucunu Hz. Peygamber bi‘setten önce tutmuş, sonra bir ara terketmişse de Medine’ye hicret edince Hz. Mûsâ’nın şeriatına uyarak ramazan orucu farz kılınıncaya kadar bir veya iki sefer o da bu orucu tutmuş ve müslümanlara da tutmalarını emretmiştir. 

Hatta bu konuda henüz bir emir bulunmamakla birlikte Resûlullah münâdîler çıkararak âşûrâ orucunu halka duyurmuş, geceleyin oruca niyet etmeyenlerin günün yarısında haberdar olsalar dahi o andan itibaren oruca başlamalarını emretmiş (Buhârî, “?avm”, 69), ancak ramazan orucunun farz kılınmasıyla bu orucu isteğe bırakmıştır. Ramazan orucunun farziyetinden önce yirmi dört saat devam eden âşûrâ orucunun bu tarihten itibaren müstehap olduğunda ittifak eden âlimler, Hz. Peygamber’in bu konudaki emrinin ramazan orucundan önceki dönem için vücûb ifade edip etmeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanîfe ile bazı Şâfiîler âşûrâ orucunun önceleri vâcip olduğunu, fakat bu hükmün ramazan orucu ile neshedildiğini, Hanbelîler ve bir kısım Şâfiîler ise müstehap olduğunu kabul etmişlerdir.

Hz. Peygamber’in âşûrâ orucunu tutmayı yahudilerden öğrendiğini, fakat aralarının bozulması üzerine bu orucu terkedip ramazanı farz kıldığını öne süren müsteşrik Caetani (İslâm Tarihi, III, 207-208) ile Wensinck’in (EI2 [Fr.], I, 726) iddiaları son derece sübjektif ve hatta art niyetin bir ifadesidir. Zira, yukarıda da belirtildiği gibi, Araplar’ın Câhiliye devrinde âşûrâ gününe önem verip oruç tuttukları, Hz. Peygamber’in de bi‘setten önce bu oruca devam ettiği sahih rivayetlerle sabittir. 

Esasen Caetani’nin, bu haberin sadece Âişe rivayetiyle yalnız Buhârî’de bulunduğunu söylemesi araştırmalarının eksikliğini gösterir. Çünkü bu haber Hz. Âişe yanında Abdullah b. Ömer ve Abdullah b. Umeyr rivayetiyle de sabit olup bu rivayetler birkaç hadis kitabında mevcuttur (bk. Müslim, “?ıyâm”, 134; Tirmizî, “?avm”, 50; el-Muva??a?, “?ıyâm”, 33). Caetani’nin, orucu Allah’ın değil Hz. Peygamber’in farz kıldığını öne sürmesi ise İslâm’a karşı kötü niyetli bir yaklaşımın tipik örneğidir. Her şeyden önce, ibadetlerin şekil ve zamanının Allah tarafından tayin edildiği hususu, bütün semavî dinlerin kabul ettiği bir gerçektir. Hz. Nûh, İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ’nın dini üzere gönderilen (bk. el-Hac 22/78; eş-Şûrâ 42/13) Hz. Muhammed’in sadece yahudilere has olmayan âşûrâ orucunu emretmesi tabii bir şeydir. Böyle bir tavsiyeden yahudileri taklit ettiği neticesini çıkarmak, semavî dinlerin aynı kaynağa bağlı olduğunu kabul etmemektir. 

Kaldı ki Resûl-i Ekrem, yahudileri taklit etmemek ve hurafelerinin İslâm bünyesine girmesine engel olmak için müminleri uyarmış ve sadece âşûrâ günü değil muharremin dokuz, on ve on birinci günlerinde oruç tutmalarını tavsiye etmiştir (Buhârî, “?avm”, 69; Aynî, IX, 190). Âşûrâ orucunda, müslümanların yılın on iki ayı içinde değişen kamerî takvimi, yahudilerin ise kendilerine has şemsî-kamerî karışımı ve sadece eylül-ekim ayları içinde değişen bir takvimi kabul etmeleri, yahudiler kefâret orucu tutup bayram yaparken müslümanların geçmiş peygamberlerin sünnetine uyarak sadece oruç tutması gibi farklar, İslâm ve yahudi telakkilerini birbirinden ayıran hususlardır.

Âşûrâda oruç tutmanın fazileti konusunda sahih hadislerin bulunmasına karşılık o gün yıkanmak, gözlere sürme çekmek, süslenmek, kına yakmak, bayramlaşmak, hububat karışımı aş (aşure) pişirmek, sadaka vermek, mescidleri ziyaret etmek, kurban kesmek gibi fiiller hakkında sahih bir rivayete rastlanmamıştır. Hadis olduğu öne sürülen metinlerin birçoğunun gerçekte hadis olmayıp Câhiliye âdetlerine ve yahudi geleneklerine dayanması kuvvetle muhtemeldir. Zira bu âdetleri Resûlullah’ın ve ashabının yaptığına dair herhangi bir kayıt yoktur. Meselâ, “Âşûrâ günü sürme çeken helâk olmaz”, “Âşûrâ günü gusleden o yıl hasta olmaz” tarzındaki rivayetler son devir kitaplarında yer almış ve İbn Teymiyye’nin ifadesine göre bu gibi hususlar Ehl-i beyt’e buğzeden Nâsibîler tarafından uydurulmuştur (Mecmû?u fetâvâ, II, 302).

Âşûrâ’nın İslâm tarihinde siyasî bir yönü de vardır. Hz. Hüseyin’in 10 Muharrem 61’de (10 Ekim 680) Kerbelâ’da şehid edilmesinden sonra Şîa için bu tarih önem kazanmış ve Hz. Hüseyin’in intikamını alma ahdinin tazelendiği bir matem günü olmuştur. Şiîler’in her yıl dövünerek, kendilerine işkence yaparak tutmaya başladıkları bu matem orucu Şiî-Fâtımî devletinin himayesinde devlet merasimleriyle icra edilmiş, daha sonra bu merasimler İran’da gelenek halini almıştır (bk. TÂZİYE). Esasen dinin yasakladığı bu nevi bir matem, Şiî inancın canlı tutulmasında ve mezhep bütünlüğünün sağlanmasında önemli rol oynamıştır. Âşûrâyı Şîa’nın yas günü ilân etmesine karşılık Emevîler Kerbelâ faciasını unutturmak için bir vesile sayarak o günü âdeta bir bayram kabul etmişlerdi. Hatta Fâtımî Devleti’nin yıkılmasından sonra şenlikler düzenlenmiş, tatlı yiyecekler pişirilmiş ve bu konudaki bid‘atların haklı gösterilmesi maksadıyla çeşitli hadisler uydurulmuştur.

Müslüman Türkler’in dinî halk geleneğinde önemli bir yer tutan âşûrâ, aynı zamanda, muharremin onuncu günü başlamak üzere daha sonraki günlerde de özel merasimlerle pişirilip dağıtılan tatlıya (aşure) ad olmuştur. Çok eskiden beri devam eden aşure aşı Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilirdi. Helvacıların nezaretindeki aşçılar ve kiler ağaları tarafından hazırlanan aşure, muharremin onundan itibaren “aşure testisi” adı verilen özel kaplarla saray dairelerine ve halka birkaç gün süreyle dağıtılırdı. Anadolu’da zengin aileler ve esnaf teşkilâtları tarafından pişirilen aşure sebilciler, duâgûlar ve halkın iştirak ettiği merasimlerle dağıtılır, bazı bölgelerde aşure dağıtımından sonra kurban kesilirdi. Günümüzde de âşûrâ orucu tutmak ve aşure tatlısı pişirmek bütün canlılığıyla devam etmektedir.

BİBLİYOGRAFYA
Lisânü’l-?Arab, “?âşûrâ?” md.
el-Muva??a?, “?ıyâm”, 11, 33.
Müsned, II, 57, 143, 359-360; VI, 29-44, 244.
Buhârî, “?avm”, 69.
Müslim, “?ıyâm”, 20, 134.
Tirmizî, “?avm”, 50.
Taberî, Târî? (Ebü’l-Fazl), II, 417.
Serahsî, el-Mebsû?, III, 67.
İbn Kudâme, el-Mugnî, III, 174.
İbn Teymiyye, Mecmû?u fetâvâ, II, 295, 302.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü’l-me?âd, II, 70.
Aynî, ?Umdetü’l-?arî, Kahire 1392/1972, IX, 190, 191.
İbnü’l-Hümâm, Fet?u’l-?adîr, Bulak 1315-18, II, 47.
Diyarbekrî, Târî?u’l-?amîs, I, 360.
L. Caetani, İslâm Tarihi (trc. Hüseyin Cahid), İstanbul 1924-27, III, 207-208.
Pakalın, I, 101-102.
E. Gugenheim, Le Judaisme dans la vie quatidienne, Paris 1970, s. 70.
Muhammed eş-Şerkavî, “Fî Mevkibi ?âşûrâ?”, Mecelletü’l-Ezher, XLIV/1, Kahire 1978, s. 25-29.
W. Ende, “The Flagellations of Muharrem and the Shi‘ite Ulamâ”, Isl., sy. 55 (1978), s. 19-36.
M. Smith, “?Aşure and, in particular, the ?aşure of Muharrem”, JTS, VIII (1984), s. 229-231.
İTA, “Âşûrâ”, I, 605-613.
Zuhur Ahmed Azhar – Murtaza Hüseyin Fâzıl, “?Aşûrâ?”, UDMİ, XII, 672-676.
A. J. Wensinck – Ph. Marçais, “?As_h_ura?”, EI2 (Fr.), I, 726-727.
M. Ayoub, “?Ašura?”, EIr., II, 874-876.

Has Aşçıbaşı Ahmet Özdemir Not:

Yurt İçinde Ve Yurt Dışında İhtiyac Duyan Kişi Ve Kurumlara;
Yiyecek ve içecek alanlarında restoran ve konaklama ve işletmelerine belirtilen konularda Osmanlı ve Türk mutfağı, Osmanlı saray mutfağı, Anadolu mutfağı, Akdeniz mutfağı, menü planlama, konsept belirleme, mesleki eğitim alanlarında uluslararası konumda has aşçıbaşı Ahmet Özdemir olarak;

Yiyecek ve içecek danışmanlığımutfak danışmanlığıişletmeci körlüğüYeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?, Kesin Başarı İçin Restoran Danışmanlığı Almalımıyım?, Menü DanışmanlığıRestoran YönetimiGastronomi DanışmanlığıŞehrin En İyi Restoranlarına Nasıl Sahip Olabilirim?, Yeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular?, Kalıcı Bir Restoran Sahibi Olabilmek İçin Dikkat !!! konularında mesleki eğitim ve danışmanlık hizmetleri vermekteyim. İlgili projeler için mesleki bilgilerime ihtiyac duyan kişi ve kurumlar Türkiye saati ile sabah 10:00 ila aksam 22:00 saatleri arasında tarafım ile İLETİŞİM bilgilerimden bağlantıya geçebilirler...

4 Mart 2021 Perşembe

Hacı Paşa’nın Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm Adlı Eserindeki Şurup Formülleri

 Hacı Paşa’nın Şifâu¨’l Eskâm ve Devâu¨’l-Âlâm Adlı Eserindeki Şurup Formu¨lleri


Hacı Paşa’nın Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm Adlı Eserindeki Şurup Formülleri 

Sevgi Şar* 
Bilge Sözen Şahne** 
Miray Arslan***

Özet
Bilinen en eski meslekler arasında yer alan eczacılık mesleğine ait bilgilere pek çok tıp tarihi eserinde rastlamak mümkündür. Önemli bir tarihi geçmişe sahip olan Anadolu’da da tıp ve eczacılık konusunda değerli eserler yazılmıştır. Eski Anadolu Türkçesi döneminde, çeşitli bilim dallarında yazılmış tıp yazmaları arasında Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm önemli bir yer tutmaktadır. 

Eser, 14. yüzyılın ikinci yarısında ve 15.yüzyılın başlarında yaşamış, çağının ünlü hekimlerinde Hacı Paşa adıyla bilinen Celâlüddin Hızır tarafından yazılmıştır. Adının anlamı “hastalıkların şifası ve ağrıların tedavisi hakkında kitap” olan eserin ilk iki bölümü teorik ve pratik bilgilerden oluşmaktadır. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde ise hastalıklardan ve tedavilerinden bahsedilmektedir.

Eserde süzülmüş gül şurubu, nilüfer şurubu, menekşe şurubu, turunç şurubu, limon şurubu, sandal şurubu, ipek şurubu, elma şurubu, ayva şurubu, dut şurubu, tatlı nar şurubu, ekşi nar şurubu ve üzüm şurubu gibi çeşitli şurupların hazırlanışı ile hangi hastalıklarda kullanıldıklarına ve etkilerine yer verilmiştir.

Bu çalışmada, eserde yer alan şuruplar incelenmiş ve eserde belirtilen etkileri ile günümüzdeki etkileri karşılaştırılarak konu etraflı olarak tartışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Hacı Paşa, Celâlüddin Celâlüddin Hızır – Hacı Paşa

Bilinen en eski meslekler arasında yer alan eczacılık mesleğine ait bilgilere pek çok tıp tarihi eserlerinde rastlamak mümkündür. Önemli bir tarihi geçmişe sahip olan Anadolu’da da tıp ve eczacılık konusunda değerli eserler yazılmıştır.

Eski Anadolu Türkçesi döneminde, çeşitli bilim dallarında yazılmış tıp yazmaları arasında Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm önemli bir yer tutmaktadır. Eser, Hacı Paşa adıyla bilinen Celâlüddin Hızır tarafından yazılmıştır.

Asıl adı Hızır bin Ali bin Hattab olan Hacı Paşa’nın hangi tarihte dünyaya geldiği kesin olarak bilinmemekle birlikte, XIV. yüzyılda Karamanoğulları’nın idaresinde bulunan Konya’da doğduğu tahmin edilmektedir. Ancak bazı rivayetlere göre Hacı Paşa’nın Aydınlı olduğu belirtilmektedir.1

Anadolu Beylikleri Devri’nin sonlarında ve Osmanlı Dönemi’nin başlarında yaşamış olan Hacı Paşa, ilk ve medrese tahsilini Konya’da tamamladıktan sonra, ilim tahsili için Mısır’a gönderilmiştir. Mısır’da iken Hızır bin Ali adıyla anılan, Medrese-i Şeyhun’da eğitim alan Hacı Paşa, dini ilimler üzerine öğrenimini tamamlamasına rağmen geçirdiği bir hastalık sonrasında ilgi alanını değiştirmiştir. Bu olay onu Tıp Fakültesine sürüklemiş ve bu alanda çok da başarılı bir hekim olmuştur. Kahire’de Mansuriye Kalavun Hastanesi’ne hekim, hatta rivayete göre başhekim tayin edilmiştir.2

Türk-İslam dünyasının en büyük hekimlerinden biri olarak değerlendirilen Hacı Paşa, Konya’ya dönerek, Aydınoğlu Fahreddin İsa Bey’in daveti ile Selçuk’a giderek, Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm isimli Arapça tıp kitabını 1381 de tamamlayarak İsa Bey’e ithaf etmiştir.3

Sabuncuoğlu’nun “bir ehl-i hüner” diye bahsettiği Hacı Paşa, Selçuk ve Birgi’de bilimsel ve tıbbi çalışmalarını başarı ile devam ettirmiştir.

Ölüm tarihi ve yeri hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, onun 1423 veya 1424’te tahminen 90 yaşlarında öldüğü ve Birgi’de Hızırlık/Hıdırlık denilen yere defnedildiği söylenmektedir.4

Hacı Paşa’nın Molla Fenari ve Seyyid Şerif Cürcani gibi isimlerle de yakın arkadaş olduğunun bilinmesi, onun hekimlik kimliğinin yanı sıra önemli bir düşünür olduğunu da ortaya koymaktadır.5

Anadolu’nun İbni Sina’sı olarak bilinen Hacı Paşa’nın eserlerinde kendinden önce gelen pek çok ünlü hekimin aktardığı bilgiden de yararlandığı bilinmektedir.6 Edindiği tecrübeler doğrultusunda kazandığı bilgileri oldukça sade bir biçimde eserlerine aktaran Hacı Paşa sayesinde Osmanlı Tıbbının en yüksek devirlerinden birinin yaşandığı belirtilmektedir.7 Eserleri ise şu şekilde sınıflandırılabilmektedir:8

Şer’i Olanlar
Mecma‘ü’-envâr fi cem‘i’l-esrâr
Mesâlikü’l-kelâm fi Mesâil’i’l-kelâm
Metâli’ü’l-envâr şerhine haşiye
Tıpla İlgili Olanlar
Arapça
Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l Âlâm
Kitâbü’t-te’â’lim
Kitâbü’l-ferîde
• Elkümmiyyü’l-Celâlî
Türkçe
Müntehâb-ı Şifâ
Teshilü’şŞifâ
İsimsiz Olan ve Ona Atfedilen Risaleler
Arapça
• Usûlü Hamse
Türkçe
Bevâsır
İhtilaç-nâme
Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm

Halk tıbbı ve tarihsel tıbbın birbirleri ile ilişkisi göz ardı edilemez. Bu nedenle tarihsel tıp uygulamalarına yönelik araştırmalar, halk tıbbındaki uygulamaların da anlaşılabilmesi için büyük önem taşımaktadır.9

Osmanlı Dönemi’ndeki ilk tıp kitapları arasında yer alan ve Hacı Paşa tarafından yazılan Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm adlı kitap 14. ve 15. yüzyıl Osmanlı tıp ve eczacılık uygulamaları hakkında detaylı bilgi içeren bir eserdir.10 Eser ülkemizde aşağıdaki kütüphanelerde bulunmaktadır:11

Topkapı Sarayı III. Ahmet Kütüphanesi (Orijinal nüsha) (Kayıt No: 2070),
Süleymaniye Kütüphanesi İbrahim Paşa (Kayıt No: 933),
Konya Müzesi Kütüphanesi (Kayıt No: 6358),
Edirne Selimiye Kütüphanesi (Kayıt No: A.Y. 894),
• Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Kütüphanesi (Eski Kayıt No: 366-3)
Nuruosmaniye Yazma Eser Kütüphanesi (Arşiv No: 34 Nk 3543)
Atıf Efendi Yazma Eser Kütüphanesi (Arşiv No: 34 Atf 1963)
Köprülü Yazma Eser Kütüphanesi (Arşiv No: 34 Fa 974)

• Konya Karatay Yusufağa Kütühanesi (Arşiv No: 4 Yu 4982)

Bu çalışmada Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Kütüphanesi’ndeki (Eski Kayıt No: 366-3) nüsha kullanılmıştır.12 Avrupa filigranlı kâğıda yazılmış olan bu el yazması nüsha 18x27x3.5 santimetre boyutlarında 260 yapraktan oluşmaktadır. Süslemeleri kırmızı yaldızlı güneş motifli olan eserin cildi deri kaplıdır. Ancak söz konusu eserin kütüphanenin taşınması ve yeniden düzenlenmesi sırasında kayıtlardan çıktığı tespit edilmiştir. Bu nedenle yeni kayıt numarasına ulaşılamamıştır.

Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm, “hastalıkların şifası ve ağrıların tedavisi hakkında kitap” anlamında olan eserin ilk iki bölümü teorik ve pratik bilgilerden oluşmaktadır. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde ise hastalıklardan ve tedavilerinden bahsedilmektedir.

Hacı Paşa’nın, bu eserinin ilk bölümünde anatomi bilgilerine ağırlık verdiği görülmektedir. Dişler, kemikler, gözler, kulak, ağız, solunum yolları, diyafram, kalp, mide, karaciğer, dalak ve mesane gibi çeşitli organlara ait bilgiler de bu bölümde yer almaktadır. Nabız, idrar ve gaitadan da birinci bölümde ayrıntılı olarak bahsedilmektedir.

Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm adlı bu eserde ayrıca, sağlık açısından iyi veya kötü olarak değerlendirilebilecek bilgilere de yer verilmektedir. Nabız, iştah ve uyku düzeni ile ilgili bu bilgiler değerlendirilerek hastanın sağlam bir yapıya sahip olup olmadığının belirlenebileceği vurgulanmaktadır.

Kitapta bütün bu bilgilerin yanı sıra, doğum, beslenme gibi sağlığı ilgilendiren çeşitli konularda da ayrıntılı bilgi ve değerlendirmelerin bulunduğu dikkati çekmektedir. Ayrıca eserin sonundaki deontolojik bilgiler de büyük önem taşımaktadır.13

Hacı Paşa, bu eserinde ilaçların saklanması ve hastalıkların tedavisinde ilaçla tedavi, keserek tedavi, yakma tedavisi, alçılamakla tedavi ve çıkık tedavisi gibi çeşitli yöntemlerin uygulanabileceğini belirtmiştir.

Eserde bazı hastalıklarda ilaç olarak kullanılabilecek yiyeceklerle ilgili bilgilerin yanı sıra yine bazı hastalıkların tedavisine yönelik olarak hazırlanabilecek çeşitli şurup formüllerine de yer verilmiştir.14,15 

Bu bölümde:
• Süzülmüş Gül Şurubu,
Nilüfer Şurubu,
Menekşe Şurubu,
Turunç Şurubu,
Limon Şurubu,
Sandal Şurubu,
Elma Şurubu,
Ayva Şurubu,
Dut Şurubu,
Tatlı Nar Şurubu,
Ekşi Nar Şurubu
Üzüm Şurubu

gibi çeşitli şurupların hazırlanışı ile hangi hastalıklarda kullanıldıklarına ve etkilerine ait bilgiler bulunmaktadır.16

Hacı Paşa’nın şuruplarının terkibinde yer alan bitkiler hakkında günümüzde bilinenler Tablo 1’de sunulmaktadır.

Bu formülasyonlarda yer alan bitkilerin Latince karşılıkları, içerdikleri etkin maddeler ve literatüre kayıtlı olan kullanımları; pek çok Farmasötik Botanik, Farmakognozi ve tıbbi bitkilerle ilgili bilgileri içeren yerli ve yabancı kitaplardan karşılaştırmalı taranarak belirlenmiştir.17 O dönemde tedavide kullanımları incelenerek, etkileri ve taşıdıkları etkin maddelere göre bugünkü kullanımlarıyla karşılaştırılmıştır.

Tablo 1: Eserdeki şurupların terkibinde yer alan bitkilerin günümüzde bilinen bazı özellikleri

Hacı Paşa’nın Şifâu¨’l Eskâm ve Devâu¨’l-Âlâm Adlı Eserindeki Şurup Formu¨lleri
Hacı Paşa’nın Şifâu¨’l Eskâm ve Devâu¨’l-Âlâm Adlı Eserindeki Şurup Formu¨lleri

Eserde Yer Alan Bazı Şurup Formülleri ve Günümüzde Bilinen Kullanımları

1. Süzülmüş Gül Şurubu

“Gül petalleri suda beyazlaşıncaya kadar kaynatılır, süzülür, yeniden kaynatılır, tekrar süzülür. Bu işlem yedi sekiz kere tekrarlanır, süzülür. Süzüntünün iki katı ağırlığında şeker ilave edilir, kaynatılır, oluşan köpük alınır, soğutulduktan sonra bu şurup safra söktürücü, göğüs yumuşatıcı ve mide asitlerine karşı kullanılır.”
Günümüzde gülün tıbbi alanda kullanımı incelendiğinde boğaz ağrıları ve spazmlara karşı kullanımının eserde belirtilen kullanımlarla ilgili olabileceği değerlendirilmektedir.
2. Nilüfer Şurubu
“Taze nilüfer çiçeklerinin yeşil yaprakları atılır, sapları kesilir, üzerine ağırlığının dört katı su ve bir buçuk katı şeker ilave edilir, şurup kıvamına gelinceyekadar kaynatılır. Taze nilüfer çiçeği bulunmazsa kurutulmuş çiçekler kullanılabilir. Bu şurup öksürük kesici, baş ağrılarına karşı ve serinletici olarak kullanılır. Ayrıca barsakları yumuşatıcı etkisi de vardır.”

Günümüzde nilüferin tıbbi kullanıma ilişkin bilgilerle karşılaştırıldığında şurubun öksürük ve baş ağrısı kesici etkisinin, günümüzde bilinen yatıştırıcı ve uyuşturucu etkisinden kaynaklanabileceği düşünülmektedir.

3. Menekşe Şurubu

“Nilüfer şurubu gibi hazırlanır, öksürük kesici, idrar yolları antiseptiği, idrar ve safra söktürücü, barsakları yumuşatıcı etkileri vardır.”
Menekşenin günümüzdeki kullanımları incelendiğinde görülen yumuşatıcı etkisinin, şurup formülünde belirtilen barsak yumuşatıcı etkisi ile ayrıca idrar söktürücü etkisinin paralel olduğu değerlendirilmektedir.

4. Turunç Şurubu

“Bir miktar suya şeker ilave edilip turunçla beraber kaynatılır oluşan köpükalınıp atılır, kabuğu soyulmuş arpa ilave edilir, uygun bir kıvama geldikten sonra ateşten indirilir, süzülür, safran ve gül suyu eklenir, mide ve kalbi kuvvetlendirici etkisi vardır.”

Turuncun midevi ve kuvvet verici özellikleri ile birlikte, bu şurubun formülünde yer alan safranın da midevi etkisinin yanı sıra teskin edici ve çarpıntı giderici etkileri, şurup için belirtilen etkileri destekler niteliktedir.

5. Sandal Şurubu
“On dirhem beyaz sarımsı soğutulmuş sandal alınır, yarım ratl (ratıl: 1litreye kadar olan bir sıvı ölçeği18) gül suyunda iki gün iki gece bekletilir, süzülür, gül suyu ayrılır, sandal suyla kaynatılır, süzülür, süzüntüye şeker ilave edilir, belli bir kıvam alıncaya kadar kaynatılır. Bu şurubun kanlı ishal kesici etkisi bulunmaktadır.”

Sandal ağacının bileşimindeki tanenden dolayı günümüzde bilinen kabız etkisi, şurup formülünde belirtilen ishal kesici etki ile örtüşmektedir.

6. Tedbirli Sandal Şurubu

“Otuz dirhem sandal iyice ufalanır, yarım ratl sirke ilave edilir, bir gün bir gece bekletilir, üzerine üç ratl su ilave edilip bir ratla düşünceye kadar kaynatılır, süzülür, süzüntü üzerine yarım ratl acı nar suyu, yarım ratl Hindistan hurması suyu, üç ratl şeker eklenerek hafif ateşte kaynatılır. Bu şurup kalp, mide, karaciğer hastalıklarına karşı kullanılır, Hindistan hurması suyu ve acı nar suyu ilave edilmeden hazırlanan şekli ishal kesici etkilidir.”

Mide ve karaciğer hastalıklarına karşı kullanılabileceği belirtilen tedbirli sandal şurubunun bu midevi etkisinin, içeriğindeki Hindistan hurmasından kaynaklanabileceği düşünülmektedir. Ancak şurup için belirtilen diğer kullanımların, içeriğindekilerin günümüzdeki kullanımları ile örtüşmediği görülmektedir.

7. Elma Şurubu

“Elmanın kabuğu soyulup çekirdekleri alındıktan sonra bir havanda dövülür, sıkılır, süzülür, kaynatılarak üzerinde oluşan köpük alınır, kaynatmaişlemi hacmin yarıya inmesine kadar devam edilir, iyi bir elma şurubu elde etmek için her yarım ratl elma suyu için bir ratl şeker ilave edilir. Bu şurup sakinleştirici olarak kullanılır.”

Elmanın günümüzde sıklıkla bağırsak hareketlerini düzenlemek amacı ile kullanıldığı bilinmektedir. Bu nedenle söz konusu şurup için belirtilen sakinleştirici etkinin günümüzdeki bilgilere uygun olmadığı ortaya çıkmaktadır.

8. Ayva Şurubu

“Ayva sapı ve tohumları alındıktan sonra taş bir havanda dövülür, sıkılır, süzülür, kaynatılır her dört okka süzüntü için yarım ratl şeker ilave edilir, kıvamlı bir hal alınca ateş üzerinden indirilir, iştah açıcı ve güç verici etkileri vardır, ancak kabızlığa neden olur.”

Günümüzde ayvanın bilinen kuvvet verici ve kabız etkisinin şurubun belirtilen etkilerinde rol oynadığı düşünülmektedir.

9. Dut Şurubu

“Birkaç ratl dut iki buçuk ratl şeker ilavesi ile ateş üzerinde kaynatılıp bellibir kıvama getirilir, bu şurup ağrılara karşı kullanılır.”

Şurup formülünde belirtilen etkinin, dutun günümüzdeki kullanımları ile uyuşmadığı düşünülmektedir.

10.Tatlı ve Ekşi Nar Şurupları

“Olgun ince kabuklu kırmızı nar alınıp tahta bıçakla kabuğu sıyrılır, taneleri iç kabuğundan ayrılır, sıkılır, süzülür, her dört okka nar suyu için bir ratl şeker ilave edilip belli bir kıvam alıncaya kadar kaynatılır, öksürük kesici ve göğüs ağrılarına karşı kullanılır.”

Narın tıbbi amaçlı kullanımının tenya giderici etkisinden kaynaklandığı, bunun yanı sıra büzücü etkisinden de faydalanıldığı bilinmektedir. Bu nedenle şuruplarda belirtilen kullanımların narın bilinen etkileri ile örtüşmediği ortaya çıkmaktadır.

11.Naneli Nar Şurubu

“Her yarım ratl ekşi ve tatlı nar suyu için bir ratl şeker eklenip bir demet nane ile karıştırılır, uygun bir kıvam alıncaya kaynatılır, bu şurup midebulantılarına karşı kullanılır.”
Şurupta belirtilen etkinin, nardan ziyade nanenin mide bulantısını kesici etkisinden kaynaklandığı değerlendirilmektedir.

12.Terbiye Edilmiş Naneli Nar Şurubu

“Acı nar suyu alınır, acılığı kayıp olana kadar şeker ilave edilir, ateş üzerinde iken üzerine bir miktar elma suyu ve ağaçkavunu yaprakları veya kabuğu ilave edilir, uygun kıvama gelinceye kadar kaynatılır, mide ağrılarına karşı kullanılır, baş ağrılarını kesici ve barsakları büzücü bir etkisi bulunmaktadır.”

Narın bilinen büzücü etkisinin, elmanın bağırsak hareketlerini düzenleyici etkisi ile birlikte, yine ağaçkavununun midevi etkisinin şurubun kullanımında belirtilen etki ile paralel olduğu, ancak belirtilen baş ağrılarına karşı kullanımının bu meyvelerin etkileri ile örtüşmediği görülmektedir.

13.Üzüm Şurubu

“Tatlı ve olgun üzümler alınır, sıkılır ve süzülür, üçte biri kalıncaya kadar kaynatılır, sonra ağırlığı kadar şeker ilave edilip belli kıvama kadar kaynatılır, öksürük kesici olan şurup ayrıca yılan ve akrep zehirlerine karşı da kullanılır.”

Üzümün, şurup formülünde belirtildiği gibi zehirlenmelere karşı bir etkisi bulunmamaktadır. Ayrıca üzümün bilinen kullanımları arasında öksürük kesici etkisine de rastlanmamaktadır.

14.İncir Şurubu
“Sarı olgun incir alınır, suda ezilir, üçte biri kalıncaya kadar kaynatılır, sonra üzerine şeker, Çin tarçını, Darıfülfül, zencefil ilave edilir, bu karışım tamamen pişinceye kadar kaynatılır, bu şurup mide barsak gazları ve nefes darlığına karşı kullanılır.”

İncir, biber ve zencefilin öksürük kesici etkilerinin, şurup formülünde belirtilen nefes darlığı giderici etki ile bağlantısının olabileceği, Çin tarçını ve zencefilin gaz söktürücü etkilerinin de şurubun mide-bağırsak gazlarının giderilmesi için kullanılabileceği düşünülmektedir.

15.Naneli Ekşi Üzüm Şurubu

“Ekşi üzüm taneleri su ile kaynatılır, oluşan köpükler alınır, suyun yarısı kalıncaya kadar bir gece bekletilip süzülür, sonra her ratl için yarım ratl şeker ve bir demet nane karıştırılır, uygun kıvama kadar yeniden kaynatılır, bu şurup mideyikuvvetlendirir, ishal ve kusmayı önleyici etkisi vardır. Ani ateş yükselmelerine karşı etkilidir.”

Üzümün bilinen kullanımları arasında bulunan ishal yapıcı etkisinin, şurup formülünde belirtilen ishal önleyici etki ile çeliştiği ortaya çıkmaktadır. Ancak şurup formülünde belirtilen diğer etkilerden kusmayı önleme ve midevi etkisinin naneden kaynaklanabileceği değerlendirilmektedir.

16.Meyve Şurubu

“Bu şurup, ayva, armut, nar gibi meyvelerden yapılır, bunların hepsi birtencereye konup su ilave edilir, ısıtılır, oluşan köpük alınır, ağırlığı yarıya ininceşeker ilave edilir, bu şurup mide ve barsakları kuvvetlendirir, kusmayı keser, hamile kadınlarda olabilecek kanamaları önler.”

Hacı Paşa’nın meyve şurubu için belirttiği bağırsakları kuvvetlendirici etkinin, içerdiği ayvanın bilinen bağırsak kuvvetlendirici etkisinden kaynaklanabileceği düşünülmektedir.

17.Taze HaşhaşŞurubu
“Elli dirhem beyaz taze haşhaş alınır, tohumları ile birlikte ezildikten sonra su ilave edilip hafif ateş üzerinde kaynatılır, sonra bir ratl şeker ve yarım okka bal eklenip belli bir kıvama kadar hafif ateşte kaynatılır, öksürük kesici, ateş düşürücü ve göğüs yumuşatıcı etkileri vardır, bir buçuk okka haşhaş kabuğu iyice ezilir, sıcak suda bir gün bir gece bekletilir, sıkılıp süzülür, iki okka haşhaş tohumu yarım ratl şeker ve yarım okka bal ilave edilir. Baş ağrıları ve nezleye karşı kullanılır.”

Haşhaşşurupları için belirtilen ağrı kesici ve öksürük giderici etkilere benzer olarak, haşhaşın günümüzde de ağrı kesici ve öksürük giderici olarak kullanıldığı bilinmektedir.

18.Terbiye Edilmiş Haşhaş Şurubu

“Kabuğu ile beraber elli tane haşhaş alınır, içindeki tohumları alınıptohumları örtecek şekilde sıcak suda bekletilir. Başka bir kapta haşhaş kabuklarına da aynı işlem uygulanır, bunlar bir gün bir gece bekletildikten sonra kıvamlı bir sıvı oluncaya kadar dövülür, kabukların bulunduğu kap ateşte kaynatılır, üçte biri kalıncaya kadar kaynatıldıktan sonra iki kap birleştirilir. Kaynatılır, süzülür, bu şurup öksürük kesicidir, iç ve dış kanamaları durdurucu etkilere sahiptir.”

Taze haşhaşşurubunda olduğu gibi, terbiye edilmiş haşhaşşurubunda da öksürük kesici etki, haşhaşın günümüzde bilinen öksürük kesici etkisi ile paraleldir.

19.Helyun Şurubu

“Helyun (kuşkonmaz) sıcak suda yumuşayıncaya kadar kaynatılır, ezilir, süzülür, süzüntüye şeker ilave edilir, belli bir kıvam geldikten sonra yarım ratl bal eklenir, bu şurup helyun çekirdeğinden yapılırsa her iki okka çekirdek için bir ratl şeker ilave edilmelidir. Bu şurup idrar söktürücü ve mesane taşlarına karşı kullanılır.”

Hacı Paşa’nın helyun şurubunda yer verdiği kuşkonmazın günümüzde de idrar sökücü ve kum düşürücü etkilerinin olduğu bilinmektedir. Bu nedenle söz konusu şurubun kullanımının, kuşkonmazın günümüzdeki kullanımı ile paralel olduğu ortaya çıkmaktadır.

20.Nergis Şurubu

“Bir miktar nergis alınır, sıcak su ilave edilir, bir gün bir gece bekletilir, hafif ateşte kaynatılıp soğutulur, bu arada bir ratl bal ve şeker karışımı ilave edilir, bu şurup nefes darlığına karşı kullanılır.”

Günümüzde tıbbi kullanımı pek yaygın olmayan nergisin, Hacı Paşa’nın şurubunda yer verildiği şekilde bilinen bir etkisi bulunmamaktadır.

21.Şeker Şurubu

“Zencefil ve Çin tarçınından beşer dirhem alınır, iki dirhem karanfil ile karıştırılır, bu karışım yedi ratl su ile suyun üçte biri buharlaşıncaya kadar kaynatılır, geniş gözenekli bir bezden süzülür, üzerine bir miktar şeker ilave edilir, koyu bir kıvam alıncaya kadar yeniden kaynatılır, bu şurup vücudu kuvvetlendirmek amacıyla kullanılır.”

Hacı Paşa’nın şeker şurubunda belirttiği etkilerin zencefilin ve karanfilin günümüzde bilinen kullanımları ile örtüştüğü görülmektedir.

Sonuç
Osmanlı Dönemi’ndeki uygulamalar hakkında verdiği bilgiler açısından büyük önem taşıyan, Hacı Paşa’nın Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm adlı bu eserinde, basit ilaç kullanımının kombine ilaç kullanımından daha yararlı olacağını öne sürmektedir. Ancak çeşitli rahatsızlıkların tedavisine yönelik hazırladığı bazı şurup formüllerinde kombine tedaviye yöneldiği görülmektedir. Bu durumun 16. yüzyılda sıkça rastlanan çoklu ilaç kullanımı ile de paralel olduğu görülmektedir. Aynı zamanda Hacı Paşa’nın şuruplarında genellikle bitkisel drogları kullandığı dikkati çekmektedir.

Hacı Paşa’nın şuruplarda kullandığı drogların bir kısmının günümüzde de kullanılmaya devam edildiği bilinmektedir. O dönemde kullanıp günümüz modern tedavisinde artık yeri olmayan bazı droglar ise bugün de halk arasında kullanılmaktadır. Bazı drogların kullanım amaçları günümüzde de aynen devam etmektedir.
Sonuç olarak Hacı Paşa’nın bu eserinin eczacılık uygulamalarının tarihteki ve günümüzdeki uygulanışlarını kıyaslayabilmek açısından büyük önem taşıdığı düşünülmektedir. Bu gibi eserlerin incelenerek günümüzdeki kullanımlarla paralel formülasyonların tespit edilmesine ve halk tıbbındaki kullanımların daha iyi anlaşılmasına olanak sağlanmasının mümkün olacağı değerlendirilmektedir.

Kaynakça
ACIDUMAN, A., İLGİLİ, Ö., “Erken Dönem Türkçe Tıp Yazmalarından Hacı Paşa’nın (Celalüddin Hızır) Teshil Adlı Eserinde Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Üzerine Bir Ön Çalışma”, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi, 54 (2011), s. 231-243.
ADIVAR, A., Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitapevi, İstanbul 1991.
AŞÇIOĞLU, Ö., “Hacı Paşa ve Deontoloji”, Konyalı Hekim Hacı Paşa, Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayın No: 3, Kayseri 1986, s. 39-44.
BAYLAV, N., Eczacılık Tarihi, Yörük Matbaası, İstanbul 1968.
BAYTOP, Turhan, Türkiye’de Bitkiler ile Tedavi, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No:79, İstanbul 1984.
ÇUBUKÇU, B., SARIYAR, G., MERİÇLİ, A. H., SÜTLÜPINAR, N., MAT, A., MERİÇLİ, F., Fitoterapi Yardımcı Ders Kitabı, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 79, İstanbul 2002.
DEMİREZER, Ö., ERSÖZ, T., SARAÇOĞLU, İ., ŞENER, B., Tedavide Kullanılan Bitkiler-FFD Monografları, Akademisyen Kitapevi, Ankara 2011.
DEVELİOĞLU, F., Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, doğuş Ltd. Şti. Matbaası, Ankara 1970.
GÖDE, K., “Hacı Paşa’nın Yaşadığı Devir (1335-1423)”, Konyalı Hekim Hacı Paşa,Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayın No: 3, Kayseri 1986, s. 13-16.
GRUENWALD, J., PDR for Herbal Medicine, Medical Economics Company, New Jersey 2000.
GÜRKAN, E., ÖNDERSEV, D. V., ULUSOYLU, M., GÖZTAŞ, Z., DİNÇŞAHİN, Neşe, Bitkisel Tedavi, Marmara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 19, İstanbul 2007.
Hacı Paşa, Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm.
KÂHYA, E., Türk Bilim İnsanları, Nobel Yayınları, Ankara 2013.
KARAMANOĞLU, K., Farmasötik Botanik Ders Kitabı, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 24, Ankara 1973.
KÖKER, A. H., “Konyalı Hekim Hacı Paşa’nın Hayatı”, Konyalı Hekim Hacı Paşa,Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayın No: 3, Kayseri 1986, s. 17-20.
ÖNLER, Z., Celalüddin Hızır (Hacı Paşa) – Müntahab-ı Şifa, Türk Dil Kurumu Yayınları No.559, Ankara 1990.
ÖZATA, N., Fitoterapi ve Aromaterapi, Doğan Kitap, İstanbul 2009.
ŞEHSUVAROĞLU, B., Eczacılık Tarihi Dersleri, Hüsnütabiat Matbaası, İstanbul 1970.
ŞENGÜL, E., AĞIRSEVEN, N., “Sultan II. Bayezid Külliyesi Tıp Medresesi ve Burada Okutulan Hekimliğe Ait Kitaplar”, Lokman Hekim Journal, 2(1) (2012), s.15-20.
ŞEVKİ, O., Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları No:1296, Ankara 1991.
TANKER, M., TANKER, N., Farmakognozi, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No:65, Ankara 1998.
TANKER, N., KOYUNCU, M., COŞKUN, M., Farmasötik Botanik, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 88, Ankara 2004.
YEŞİLADA, E., Doğadan Gelen Sağlık: Bitki Çayları, Era Yayıncılık, İstanbul 2011.
ZEYBEK, U., HAKSEL, M., Türkiye’de ve Dünya’da Önemli Tıbbi Bitkiler ve Kullanımları, Zade Sağlık Yayınları, Konya 2010.
Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye Yazmaları https://www.yazmalar.gov.tr/kutuphane.php Erişim Tarihi:26.06.2014

1 Esin Kahya, Türk Bilim İnsanları, Nobel Yayınları, Ankara 2013, s. 147; Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitapevi, İstanbul 1991, s. 21-25.
2 Kemal Göde, “Hacı Paşa’nın Yaşadığı Devir (1335-1423)”, Konyalı Hekim Hacı Paşa,Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayın No: 3, Kayseri 1986, s. 13-16; Ahmet H. Köker, “Konyalı Hekim Hacı Paşa’nın Hayatı”, Konyalı Hekim Hacı Paşa, Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayın No: 3, Kayseri 1986, s. 17-20; 
A. Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, s. 21-25.
3 K. Göde, “Hacı Paşa’nın Yaşadığı Devir (1335-1423)”, Konyalı Hekim Hacı Paşa, s.13-16. 4 A.g.e., s.13-16. 5 E. Kahya, Türk Bilim İnsanları, s.147; A.Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, s. 21-25. 6 A.g.e., s. 21-25; Özcan Aşçıoğlu, “Hacı Paşa ve Deontoloji”, Konyalı Hekim Hacı Paşa, Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayın No: 3, Kayseri 1986, s. 39-44.
7 Osman Şevki, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları No:1296, Ankara 1991, s. 50-51. 8 A.H. Köker, “Konyalı Hekim Hacı Paşa’nın Hayatı”, Konyalı Hekim Hacı Paşa, s.17-20.

9 Zafer Önler, Celalüddin Hızır (Hacı Paşa) – Müntahab-ı Şifa, Türk Dil Kurumu Yayınları No.559, Ankara 1990, s. 5-8.
10 Naşid Baylav, Eczacılık Tarihi, Yörük Matbaası, İstanbul 1968, s. 110.
11 O. Şevki, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, s. 180-181; Bedii Şehsuvaroğlu, Eczacılık Tarihi Dersleri, Hüsnütabiat Matbaası, İstanbul 1970, s. 285; Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye Yazmaları https://www.yazmalar.gov.tr/kutuphane.php Erişim Tarihi:26.06.2014.
12 Hacı Paşa, Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l Âlâm.
13 B. Şehsuvaroğlu, Eczacılık Tarihi Dersleri, s. 285.
14 Enver Şengül, Nehir Ağırseven, “Sultan II. Bayezid Külliyesi Tıp Medresesi ve Burada Okutulan Hekimliğe ait Kitaplar”, Lokman Hekim Journal, 2(1) (2012), s.15-20.

Ahmet Acıduman, Önder İlgili, “ Erken Dönem Türkçe Tıp Yazmalarından Hacı Paşa’nın (Celalüddin Hızır) Teshil Adlı Eserinde Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Üzerine Bir Ön Çalışma”, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi, 54 (2011), s. 231-243. 16
H. Paşa, Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm.

Turhan Baytop, Türkiye’de Bitkiler ile Tedavi, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No:79, İstanbul 1984; Elçin Gürkan, Deniz V. Öndersev, Melek Ulusoylu, Zeynep Göztaş, Neşe Dinçşahin, Bitkisel Tedavi, Marmara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 19,
İstanbul 2007; Bayhan Çubukçu, Günay Sarıyar, Ali Hikmet Meriçli, Nurhayat Sütlüpınar, Afife Mat, Filiz Meriçli, Fitoterapi Yardımcı Ders Kitabı, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 79, İstanbul 2002; Ulvi Zeybek, Muzaffer Haksel, Türkiye’de ve Dünya’da Önemli Tıbbi Bitkiler ve Kullanımları, Zade Sağlık Yayınları, Konya 2010; 

Ömür Demirezer, Tayfun Ersöz, İclal Saraçoğlu, Bilge Şener, Tedavide Kullanılan Bitkiler-FFD Monografları, Akademisyen Kitapevi, Ankara 2011; Nimet Özata, Fitoterapi ve Aromaterapi, Doğan Kitap, İstanbul 2009; Kamil Karamanoğlu, Farmasötik Botanik Ders Kitabı, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi yayınları No: 24, Ankara 1973; Nevin Tanker, Mehmet Koyuncu, Maksut Coşkun, Farmasötik Botanik, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 88, Ankara 2004; Metin Tanker, Nevin Tanker, Farmakognozi, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No:65, Ankara 1998; Joerg Gruenwald, PDR for Herbal Medicine, Medical Economics Company, New Jersey 2000; Erdem Yeşilada, Doğadan Gelen Sağlık: Bitki Çayları, Era Yayıncılık, İstanbul 2011. 18 Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Doğuş Ltd. Şti. Matbaası, Ankara 1970, s. 1054.


Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...