Baklava Alayı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Baklava Alayı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Nisan 2021 Pazar

Osmanlı Tarihimizden


Divan-ı Hümayun Toplantıları ve Elçi Kabulü...

Divan-ı hümayun, XVII. asrın ortalarına kadar Divan-ı Hümayun Toplantıları ve Elçi Kabulünde Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet işlerinin idaresinde ana mekândı. Bu tarihten itibaren yönetimdeki ağırlığını tedricen kaybetse de katı ve teferruatlı bir teşrifat müessesesi olarak imparatorluğun son zamanlarına kadar muhafaza edildi. 

 

Divan’ın toplanacağı gün, sabah namazı vaktinde yeniçeri ağası, süvari bölükleri ağaları ve bir miktar yeniçeri, Ayasofya Camii’nin Bâb-ı Hümayun tarafındaki minaresi önünde muayyen yerlerini alırlardı. Sabah namazlarını konaklarında veya genellikle Ayasofya’da kılan divan erkânı da buraya gelip mevkilerine göre yerleşirlerdi. Rütbeleri küçükten  Osmanlı Tarihimizden büyüğe doğru olacak şekilde en son buraya gelen vezirler kendi aralarında selam alıp verirler, bu sırada “alkış” denilen yüksek sesle ululama yapılırdı. Toplanma işi tamamlanınca meydan duacısı yüksek sesle dua eder, hep birlikte okunan Fatiha’dan sonra sarayın kapısı açılır, herkes teşrifat sırasına göre içeriye girmeye başlardı. 

 


Osmanlı Saray Mutfağı...

Bir milletin en önemli göstergelerinden biri kendine ait mutfak kültürüdür. Bu kültürün oluşumunda toplumun içinde bulunduğu her koşul etkili olabildiği için kimlik sahibi olma açısından önemi asla yadırganamaz. Türkler tarihin her sahnesinde her daim var olan bir millet olmuştur. Asya’dan Avrupa’ya uzanan topraklarda varlığını sürdüren bu milletin dolayısıyla mutfak kültürü de muazzam bir birikime sahiptir. 

 

Türk Mutfağı, Bozkır Kültürü’nün yansımalarını bünyesinde barındırırken yerleşik hayat ile beraber yeme-içme ve pişirme teknikleri değişmeye başlamıştır. Bu bağlamda oluşan mutfak kültürü de hazır bir ocaklık çevresinde gelişmiştir ve Osmanlı Saray Mutfağında Ocak ve mutfak yaşamın önemli kavramları halini almıştır. Yalnızca yiyip içmek için değil, ocaklık ve mutfak kavramı beraberinde yeni istihdam alanları yaratmıştır. Ayrıca ortaya yeni kural ve usuller, gelenekler doğmuştur. Bu durumda milletlerin mutfak kültürü (spesifik olarak Türk Mutfağı) yeni çehrelere bürünerek geçmiş mirasını ileri taşımıştır. 


Osmanlılarda Merasimlerin Toplumsal Kaynaşmaya Katkısı...

Osmanlı Devleti’nde uygulanan merasimlerin toplumsal kaynaşma ve bütünleşmeye katkısı büyük olmuştur. Yapılan merasimlerin bazıları hem iç politikaya hem de dış politikaya yönelik propaganda aracı olarak kullanılmasına rağmen bunların sayısı azdır. Halkın Osmanlılarda Merasimlerin Toplumsal Kaynaşmaya Katkısında birlik ve beraberlik içerisinde kardeşlik duygusuyla yaşamalarında merasimlerin büyük katkısı olmuş ve en buhranlı zamanlarda dahi Osmanlı toplumunda büyük parçalanmalar meydana gelmemiştir.

 

Bireylerin ortak duygu, düşünce ve amaçlar doğrultusunda bir araya gelmeleri toplumların inşası açısında önemli olmuştur. Tarihin ilk evrelerinden itibaren sosyal ve kültürel ihtiyaçların artması ve ekonomik çıkarların insan ilişkileri üzerindeki bağlayıcılık özelliği, toplumların meydana gelmesini sağlamıştır. 

 

Osmanlıların tarih sahnesine çıktığı yıllara kadar, Türkler aileler, sülaleler, boylar ve iller halinde kendilerini muhafaza etmişlerdir. Türk milletini bir arada tutan örfler, adetler, gelenek ve görenekler diğer milletlerde olduğu üzere birlik ve beraberliğin temel kaynağı olmuştur. 



Dünya Ölçeğinde Osmanlı İstanbulu...

İstanbul’un uzun tarihini mukayeseli bir şekilde okuma denemesi olan bu bölüm, fikir olarak basit birkaç soruya dayanmıştır. Birincisi, İstanbul’un tarih boyunca önemi tespit edilecekse öncelikle tarihsel olarak şehirler için “önemli” olanın tespiti gerekmez mi? Başka bir ifade ile VI. ya da XVI. ya da XX. yüzyılda şehirler için önemli görülen Dünya Ölçeğinde Osmanlı İstanbulunda ve şehirlerin sahip olmak istedikleri şeyler nelerdir? İkincisi, bir şehrin bir dönemdeki önemini diğer şehirlerle ilişkilendirerek ve mukayese ederek ortaya koymak daha isabetli olmaz mı? Kanaatimizce bu soruların cevapları, İstanbul’u hem kendi bağlamında hem de dünya şehirleri ve tarihi bağlamında bir yere konumlandırmak için anlamlı ipuçları verecektir.  Bu mukayeseli okuma, İstanbul’un Roma-Bizans dönemi, Osmanlı dönemi ve Tanzimat sonrası- Cumhuriyet dönemini kapsayan üç makale ile yapılacaktır. 

 

Bizans İstanbul’unun küresel bir şehir hâline nasıl geldiğini anlatılan ilk makalede şöyle deniliyor: “En başlarda Konstantinopolis,  eskaza iki başkentten biri kabul edilen ama değeri biraz fazla büyütülmüş bir kasaba irisiydi.  Ama bir nesillik süre içinde gerçekten küresel bir şehir hâline geldi.” Roma’nın yanı sıra bir başkent olarak inşa edilen İstanbul’un bu süreçte attığı adımlar bize o dönemin “önemli” olanı hakkında bilgi verecek ve bu çerçevede diğer şehirlerle mukayesesinde İstanbul’un ayırt edici özelliklerini de ortaya koyacaktır. 

 


Osmanlı Hanedanının Aile Yapısı ve Güncel Yaşamı...

Osmanlı hanedan ailesi aslında toplumun diğer bireylerinden ayrılan bir yapı hiçbir zaman olmamıştır. Osmanlı Devleti’nde aristokratik bir yapılanma olmadı.ğı için varolan yapı tamamen Şer’i hukuka ve Türk töresine dayanmaktadır. Ayrıca Osmanlı’da aile devlet müdahalesinden uzak bir kurumdur. 

 

Osmanlı hanedanında erkek ise, Kanunname-i Ali Osman’a göre “harem” içerisinden çok kadınla evlenebilme hakkına sahiptir. Ancak taşra ve alt sosyo.ekonomik tabakalar da bulunan toplum yapıları arasında tek evlilik esastır. Üstelik Osmanlı Hanedanının Aile Yapısı ve Güncel Yaşamında erkek hegemon bir yapılanma toplumun en alt katmanından en üstüne kadar görülebilmektedir. Fakat Osmanlı ailesinde kadınların, bazı hakları diledikleri gibi kullanabildikleri de bilinmektedir. Bu Osmanlı’da kadınların hüküm sahibi olabildikleri anlamını taşımamasına rağmen “valide sultan” kavramı, “haremde” kadınlar arasında bir üstünlük sıfatı anlamını da taşımaktadır. 



Osmanlı Devleti’nde Şehzadelik Kurumu...

Şehzade, Osmanlı padişahlarının erkek çocuklarına şahzade veya şehzade denilmiştir.  Ayrıca şehzade, ‘şehzadegan’ ifadeleri ile hükümdar oğlu, prens olarak da tanımlanabilmektedir. Baba tarafından Osman Gazi’nin soyundan gelen prense Osmanlı Devleti’nde Şehzadelik Kurumunda “Şehzade” denmektedir. İmparatorluk prensidir. Şehzadelere İstanbul’un fethi’nden önce bey, çelebi denmiş; sonra sultan han denmiştir.1826 tarihinden sonra Sultan ve Han unvanları padişahlara tahsis dilmiş, bütün şehzadelere, veliaht dâhil olmak üzere “efendi” denmiştir. Lakabı ise “Devletlünecabütlü” ve bu lakap yalnızca Osmanlı şehzadelerine özel idi.  Babasının padişah olması şart değil şehzadenin oğlu da şehzadedir ve şehzade oğlu hiçbir zaman tahta çıkmamıştır. 

 

Fakat onlarda tahtın varisleridir. Osmanlı Devleti’nde saltanat devam etse de 1944 tarihinde II. Abdülmecit ölünce, veraset sistemine göre, en yaşlı şehzade olarak V. Murat’ın oğlu Salahaddin Efendi’nin oğlu Ahmet Nihat Efendi IV. Ahmet unvanıyla tahta çıkmıştır. 


Osmanlı Bilim Adamlarından Bazıları...

Maveraünnehir’de Nisan 1350 yılında doğdu. Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza'dır. Fenari nisbesi hakkında kaynaklarda farklı görüşler bulunmaktadır. Bu nisbenin, Maveraünnehir bölgesinde ya da Bursa civarında Yenişehir ile inegöl yakınlarındaki Fenar köyünden geldiğini söyleyenler bulunduğu gibi babasının fenercilik mesleğiyle ilgili olduğunu ileri sürenler de vardır. Kahire'de Osmanlı Bilim Adamlarından icazet alan İbn Hacer el-Askalanl'nin İbnü'I-Fenari diye tanındığını belirtmesi, Zeynüd din el-Hafi'nin halifesi İbn Ganim el-Kudsi'ye gönderdiği Arapça bir şiirinde kendisinden İbnü'I-Fenari diye söz etmesi babasının da bu nisbeyle anıldığını göstermektedir.

 

Molla Fenari, ilk öğrenimini babasının yanında tamamladıktan sonra İznik'te Alaeddin Ali Esved'in derslerine devam etti. Hocasıyla arasında geçen ilmi bir tartışma yüzünden oradan ayrıldı ve Amas- ya'ya gitti. Amasya'da Cemaleddin Aksarayi'nin öğrencisi oldu ve 1376 yılında kendisinden icazet aldı. Ardından Seyyid Şerif el-Cürcani ile birlikte gittiği Kahire'de başta Ekmeleddin el-Baberti olmak üzere çeşitli alimlerden şer'i ilimleri tahsil etti. Baberti'den de icazet aldıktan sonra Bursa'ya döndü. 


Kudüs Nedir? Kudüsün Dünü Ve Bu Günü...

Müslümanların ilk kıblesi olan Kudüs, tüm insanlar için ortak bir değer. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in Miraca yükseldiği bu kent, yüzlerce yıl barışa, hoşgörü ve kardeşliğe ev sahipliği yaptı.

 

Ancak tüm insanlığa örnek olması gereken bu kadim şehir, günümüzde hak ihlalleriyle birlikte anılıyor. Bizler de Ümraniye Belediyesi olarak İstanbul Medeniyet Üniversitesi ve Burak Derneği (Mukaddes Mekanları Tanıtma ve Kültür Derneği) ile birlikte “Kudüs gerçeğini” en net biçimiyle ortaya koyabilmek için bu projeyi hayata geçirdik.

 

Uluslararası Kudüs Nedir? Kudüsün Dünü Ve Bu Günü ve Kudüs Sempozyumu ile bölgede yaşanan hak ihlallerinin akademik düzeyde değerlendirilmesi, kamuoyu ve uluslararası toplumun bilinçlendirilmesi ve ihlaller karşısında yapılması gerekenleri içeren bir yol haritası belirlenmesi hedefleniyor.

 

Kudüs gerçeğinin tüm yönleriyle gelecek kuşaklara aktarılmasında ve güncel anlamda kamuoyuna yansıtılmasında önemli bir işleve sahip olacağını düşündüğümüz sempozyumda Türkiye ve dünyadan politikacı, akademisyen ve din adamları bir araya geliyor.



Osmanlıda Türkçülük ve Turancılık...

aklaşık 600 yıl boyunca çeşitli uluslardan oluşan büyük bir devlet kuran Osmanlılar, II. meşrutiyetin ilanından itibaren geçen altı yıl içinde Libya ve Edirne’den öteye tüm toprakları kaybetti. Özellikle en verimli toprakların yer aldığı Rumeli’nin kaybı Jön Türkler üzerinde büyük etki yaratmış, politikalarını Anadolu üzerinde yoğunlaştırmaya başlamışlardı. Toprak kaybı sonrası nüfusunun çoğunluğu da Türklere geçmişti. İttihat ve Terakki 1911 yılından itibaren Osmanlıda Türkçülük ve Turancılık alanında Osmanlıca olan programını Türkçeleştirmişti. İttihat ve Terakki iktidarı, İmparatorluğun dağılışını önlemek için önerilen Osmanlıcılık ve İslamcılık yerine tek çözüm yolu olarak Türkçülüğü benimseyecekti.

 

Talat Paşa, yurt dışına kaçtıktan sonra bu değişikliği şu sözlerle açıklayacaktı: “İnsanlar çoğu zaman yoksul yakınlarını, ancak kendileri de aynı duruma geldikleri zaman hatırlar.



Osmanlıda Dahili Gümrük Vergisi İstisnaları...

Çalışma, Osmanlı İmparatorluğu’nda 1800-1900 arası dönemde dâhili gümrük vergileri için yapılan istisnaları ele almaktadır. Baltalimanı Antlaşması ile yerli üretici yabancı üretici karşısında rekabet etmekte dezavantajlı bir konumla karşı karşıya kalmıştır. Normalde gümrük vergileri yerli üreticiyi korumak için yükseltilebilmektedir. Ancak, antlaşmalar sebebiyle bu mümkün olmadığı için yerli üreticilere bazı istisnalar sağlanmıştır. Literatürde bu Osmanlıda Dahili Gümrük Vergisi İstisnalarına istisnaların haricî olanlarına değinilmiş, ancak dâhili olanları ile ilgili bir çalışma yapılmamıştır. Bu çalışmanın amacı, literatürdeki bu eksikliği gidermektir. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nden elde edilen belgeler yoluyla konu örneklendirilmeye çalışılmıştır. Bu belgelerden elde edilen bilgilere göre, istisnalar farklı alanlardaki ürünleri kapsamış, istisnalar ile yerli sanayi, ticaret ve ziraat korunmaya çalışılmış ve bu vesileyle halkın ihtiyaçlarının daha iyi karşılanabileceği ümit edilmiştir.


Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi...

Anadolu Selçuklu Devleti parçalandıktan sonra yerine kurulan beylikleri incelediğimizde Osmanlı Devleti, diğerlerine oranla daha küçük bir beylikti. Bir uç beyliği olarak kurulan Osmanlı Devleti, başlangıçta Anadolu’daki diğer beyliklerle mücadele etmek yerine, Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebinde Bizans ve Balkanlardaki krallıklarla mücadele etme yolunu seçmiştir. Gaza ve cihat anlayışını kendisine rehber edinen Osmanlı Devleti, kısa sürede sınırlarını Bizans ve Balkanlar aleyhine genişletmiştir. 

 

Bu durum I. Murad döneminden itibaren artarak devam etmiştir. Sınırların gittikçe genişlemesi üzerine, sınırların korunması için asker ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu dönemde çıkartılan “Pencik Kanunu” ile bu ihtiyacın karşılanması için yeni bir sistem geliştirilmiştir. Balkanlardaki gayrimüslim ailelerden alınan çocukların eğitilmesi ve zeki olan çocukların seçilmesi için eğitim kurumları teşekkül edilmeye başlanmıştır. 


Zülüflü Baltacılar "Teberdaran-ı Hassa"...

Zülüflü Baltacılar Enderun teşkilatının önemlice bir kısmıdır. Baltacılar, saray hizmetlerinde ve Harem’in odun ihtiyacının temininde kullanılan saray hizmetlileri ve kapıkulu mensuplarıdır. Sefer sırasında Zülüflü Baltacılar "Teberdaran-ı Hassa" ordunun önünden ilerleyerek askerlerin yürüyüşüne mâni olacak ağaçları kestikleri için bu isimle anıldıkları rivayet edilir. Koğuşları Mehterhâne’nin sağ tarafında Harem ile Has Ahur arasında bulunur. 

 

Harem’in Araba Kapısı’nın sağ tarafındaki kapıdan girilen Zülüflü Baltacılar Koğuşu sarayın en eski binalarındandır. Fatih devrinde yaptırılan koğuşların ön yüzünde bulunan, “Zıll-ı Yezdân (Hakk’ın gölgesi) Han Murad-ı cihan Şâh-ı sâhibkırân u kutb-ı zamân (Hükümdarların şahı, zamanın kutbu) Fatih-i mülket-i taht-ı Tebriz (Memleketler fatihi, Tebriz tahtının sahibi) Mâlik-i mülk-i Şirvan u Revan (Şirvan ve Revan’ın sahibi)” şeklinde başlayan otuz mısralık kitabede, 1587’de Sultan III. Murad Han tarafından Zülüflü Baltacılar Koğuşu’nun tamir ettirildiğinden bahsedilmektedir.


Osmanlının musikî Okulları...

On dokuzuncu asrın sonuna kadar Enderûn, Mevlevihane, Mehter ve Mızıkay-ı Humayûn’a bağlı dersliklerde görülen sistemli mûsikî dersleri XIX. Y.y’ın sonlarına doğru Maârife bağlı mekteplerde de okutulmaya başlamıştır. Bunun mûsikî eğitimine pedagojik anlamda müspet katkıları olmuştur. Bu döneme kadar resmi eğitimden faydalanabilmek için Enderûn mensubu, tekke dervişi ya da asker olmak gerekmekteydi. Artık Osmanlının musikî Okullarında mûsikî istidadı olan her talebe müstakil bir okulda öğrenim görebilecek ve mûsikîyi bir meslek olarak icra edebilecektir. Bu tür okulların açılması daha çok II. Meşrûtiyet sonrasına rastlamaktadır. Osmanlı Maârif sisteminin daha sağlam olarak şekillendiği bu dönemde mûsikînin yanı sıra pek çok sanat mektebi de açılmıştır. Mûsikî okullarından bahsedeceğimiz bu çalışma aynı zamanda mûsikî eğitiminin profesyonelleşme sürecini göstermektedir.

 

Osmanlı Maârifi’nin teşkilatlanma sürecinde açılan okullar içerisinde bulunan mûsikî mektepleri mûsikî tarihimiz açısından önemli bir yere sahiptir.Başta İstanbul olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerinde pek çok mûsikî okulu kurulmuştur.Başlangıçta bazı dernek ve cemiyetlerin bünyesinde bulunan küçük çaptaki topluluklar zamanla yerlerini profesyonel mûsikî eğitimi veren mekteplere bırakmıştır. 


Osmanlı Toplum Yapısı...

Osmanlı Devleti, kendisinden önce gelen Türk devletlerinin kut  anlayışını benimsemiş, bu anlayışı İslam’ın içinde eriterek nasip anlayışına dönüştürmüştür. Osmanlı Devleti’nin yönetim anlayışının monarşi olmasının temel sebebi kut ve nasip anlayışından Osmanlı Toplum Yapısı hareketle savunulmuştur hatta Tursun Beğ Tarih-i Ebul Feth adlı eserinde öncelikle devletin bir başının olması gerektiğini şu sözle dile getirmiştir. 

 

"Ve bu nev’-i şerif, bunca kemâlât ile, Fâil-i muhtâr ihtiyâriyle müdeni bi’t-tab vâkı’ olmıştur; ya’ni emr-i inti’âşında ve ahkâm-ı ma’âşında ictimâ’î –ki ana temeddün dirler ki, örfümüzce ana şehr ve köy ve oba dinilür-. Anı tabi’atten ister, ve nice istemeye ki yardımlaşmak içün birbirine muhtâçdur.’’  Yani burada Tursun Beğ’in bahsettiği konu şudur insanlar medenidir ve birbirleri ile yardımlaşmaya muhtaçtırlar. Ve bu düzeni sağlayacak bir otorite gereklidir. 


Osmanlı Devlet Teşkilâtı...

Merkeziyetçi idareye sahip Osmanlı Devleti’nin başı, Padişah, (Sultân, Hünkâr, Hân,  Hakan) denilen hükümdardı. Padişah, bütün ülkenin hâkimi, idarecisi ve Osmanlı Hanedanı’nın temsilcisiydi. Osmanlı padişahları Sultân I. Selim Hân (Yavuz Sultân Selim) (1512-1520) zamanında, 1516 tarihinden itibaren Halife sıfatını kazanmalarıyla, Müslümanlar’ın da liderleri oldular. Padişah, Osmanlı Devlet Teşkilâtında ülkede mutlak hâkim, dünyada da Müslümanlar’ın temsilcisi olmasına rağmen; yetkileri, vazifeleri kanunnâmedeki şer’i, örfî hukuka göreydi. Vazife ve yetkileri, Osmanlı Devlet Teşkilâtı’nda müesseseler ve yüksek kademeli memurlar tarafından da paylaşılırdı. 


Osmanlı Devletinde Arslanhane...

rslan ve kaplan gibi yabani hayvanların avlanması, canlı olarak yakalanıp kafesler ve zincirler yardımıyla zapturapt altında sergilenmesi, eski çağlardan beri hükümdarların ve kendine soyluluk atfeden sınıfların ilgisini çekmiştir. Tarihte güç ve hükümranlık gösterileri ve sembolleri olarak kullanılan bu etkinlikler günümüzde daha ticari bir şekle bürünse de halen devam etmektedir. Bu yazıda Osmanlı Devletinde Arslanhane hakkında antropolojik, kültürel ve psikolojik açılardan incelenebilecek av konusu değil, bu hayvanların sergilenmesi ve esaret altında tutulması ele alınacaktır. 

 

Osmanlı sultanlarının Asya ve Afrika’dan getirilen veya gönderilen yabani ve yırtıcı hayvanlara olan ilgi ve merakının ne zaman başladığı konusunda kesin bir bilgi yoktur. Ancak bu merak ve ilginin Arslanhane-i Hassa gibi Osmanlı kurumlarının en ilginçlerinden birini doğurmuş olması bunun herhangi bir sultanın geçici bir heves ya da merakının ötesine geçtiğini göstermektedir. Farklı coğrafya ve dönemlerde hükümdarların arslan, kaplan, fil ve benzeri hayvanları beslemesi ve yeri geldiğinde sergilemeleri kendi kamusal imajlarıyla yakından alakalıydı. 


Osmanlı’da Harem Meselesi...

Tarihimizde Osmanlıda harem meselesi hakkında ortaya atılan iddialara dayanak teşkil eden hususun ilmi olmaktan çok, yazarların, konuşanların, fikir yürütenlerin siyasi/dünyevi zihin yapılarına göre biçimleniyor olması diğer başka meselelere yaklaşımın alışılageldik bir vechesini oluşturuyor. Esasen Osmanlı hakkında söz söylemeye başlarken Padişahın yetkilerini sınırlandırma çabası içinde bulunan anayasal girişimlerle demokratikleşme süreçlerinin başladığı günden yaşadığımız zaman dilimine ağız ve kalemlerden süzülen her tekrarın altında yatan şeyin, gelenekçilikle modernleşme arasındaki gerilimden neşet ettiği vakıadır. 

 

Sözünü ettiğimiz gerilimin izalesini giderecek çabanın tarihçilerin elinden çıkıyor olmasının fayda teşkil etmemesi de, gerilimde taraf olanların son derece sert bu mantık sakatlığından  çıkmaya  niyetleri  bulunmadığının  işaretlerini  vermeye  yetiyor.  


Osmanlıda Devşirme Sistemi...

Osmanlı’da uygulanmış olan devşirme sisteminin ortaya çıkışı, organizasyonu, çıkardığı sosyal ve ekonomik sonuçlar bakımından günümüzde bile tartışma konusu olmaktadır. Bir süre Osmanlıda Devşirme Sisteminde sonra özellikle seyfiye kanadında büyük bir yozlaşma yaşayan devşirme sistemi işlevini tam olarak yaptığı dönemde tüm dünyaya örnek teşkil etmiş, başarılı bir sistem olmuştur. Devşirme sisteminin çöküşüne paralel olarak Osmanlı Devletinde çöküş dönemi yaşanması bu sistemin devlet teşkilatındaki hayati rolüne işaret etmektedir. Bu bakımdan Osmanlı Devletinin küçük bir beylikken çok kısa bir süre içerisinde nasıl büyük bir devlete dönüştüğünü ve bu cihan devletinin en önemli çöküş nedenlerinden birisi olarak devşirme sistemini ve işleyişini anlamamız gerekmektedir.

 

Devşirme, Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerde sadece yaya ve müsellemlerden oluşan asker ihtiyacını çeşitlendirmek, ihtiyacı karşılamak ve güçlendirmek maksadıyla başvurulmuş bir yöntemdir.1 I. Murad döneminde kurulan Yeniçeri Ocağına asker temini için önce pençik kanunu gereğince gayrimüslim genç savaş esirlerinden faydalanılmış, fakat zamanla fetihlerin azalması, Ankara Savaşı'ndan sonra da bir süre durması yüzünden devşirme yoluna başvurulmuştur.2 Kadıasker Çandarlı Halil ile Karamanlı Molla Rüstem’in tavsiyeleriyle kurulan bu teşkilatı Neşrî şu şekilde anlatmaktadır; “Bunları Türk’e virelim. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler. 

 


Osmanlı Diplomasi Tarihi...

Diplomasi, devletler arasındaki ilişkilerin barışçıl yollarla yürütülmesidir. Diğer bir deyişle, Uluslararası İlişkileri yürütme sanatıdır. Kendi içinde farklı şekilde gelişen diplomasi, Osmanlı Devleti’nde ilginç bir süreç izlemiştir. Başlangıçta Osmanlı Diplomasi Tarihinde ad hoc diplomasiyi kullanan Osmanlı Devleti, zayıflamaya başlayıp toprak kaybetmeye başlayınca sürekli diplomasiyi kullanmaya başlamıştır. Yani Osmanlı Devleti diplomasiyi hayatta kalmak için kullanmıştır. Yine de bu durum Osmanlı Devleti'nin yıkılmasını engelleyememiştir. Diplomasi, Osmanlı Devleti'ne fayda sağlamasa da kendisinden sonra topraklarında kurulan pek çok devletlere miras bırakmıştır. Bu makale, diplomasinin gelişimi, Osmanlı Devleti’nde diplomasiyi ve Türkiye’ye mirasını incelemektedir.


Osmanlı Esnaf Teşkilatı...

Osmanlı Devleti’nden evvel Türk-İslam devletlerinde esnaf oluşumuna yönlendiren ve Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde de etkisi hala süren iki önemli müessese bulunmaktadır. Bunlar fütüvvet ve ahi örgütleridir. Temelde Osmanlı Esnaf Teşkilatında içerikleri benzer olmasına rağmen bu iki kuruluş, Müslüman Türk devletlerinde esnaf teşkilatlarının dini-iktisadi bir grup şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir.

 

Ahilik kurumunun daha doğru tanımlanabilmesi için fütüvvet anlayışından bahsetmek önemlidir. Fütüvvet kavramı, İslam’da yer alan güzel özellikler için kullanılan bir olgudur. Buna göre, yetiştirilecek olan kişinin bir disiplin içerisinde yetiştirilmesi için kurulan fütüvvetler zamanla örgütlü bir yapı haline gelmişlerdir.  


Osmanlı Devleti’nde Ekmekçilik...

Ekmek, insanlık için yapımının keşfi itibariyle vazgeçilmez bir besin kaynağı olagelmiştir. Keşfinden itibaren insanların her zaman yenilikler katarak daha lezzetli hale getirdiği bu besine, Osmanlı Devleti’nde de gereken önem verilmiştir. Tarımın hâkim olduğu evrelere bakıldığı zaman ekmeğin önemi de anlaşılmaktadır.

 

Osmanlı Devleti’nin iaşesine ait araştırmaların sayısı oldukça fazladır. Bu çalışmalar,  Osmanlı Devleti’nde Ekmekçilik te genel olarak iaşe temini, dağıtımı ve diğer uygulamaları konu edinir, ancak Osmanlı Devleti’nde ekmekçilik u¨zerine yapılan geniş kapsamlı bir çalışma bulunmamaktadır. 

 

M. Demirtaş’ın Osmanlıda Fırıncılık 17. Yu¨zyıl adlı eserinde daha çok İstanbul’daki esnaf teşkilatı içerisindeki fırıncı esnafına ve genel bir esnaf göru¨ntu¨su¨ne bakılmıştır. M. Demirtaş’ın yapmış olduğu çalışma gelecekte yapılacak araştırmalar için öncu¨ bir nitelik taşımaktadır. 


Osmanlıda Ordunun Sefere Uğurlanması ve Karşılanması...

Osmanlı ordusu sefere giderken tuğların ve Sancak-ı Şerif’in çıkartılması, ordugâhın kurulması, ordunun uğurlanması ve seferden dönüşte karşılanması, İstanbul’da resmî merasimlere ve halkın çeşitli kutlamalarına vesile olmaktaydı.

 

Padişahın komutasında gerçekleştirilen seferler “sefer-i hümayun” olarak adlandırılır ve bu dönemlerde ordunun cepheye uğurlanması hayli haşmetli olurdu. Sefer-i hümayun kararı verildiğinde ilk yapılan merasim, müneccimbaşı tarafından belirlenen Osmanlıda Ordunun Sefere Uğurlanmasında eşref saatte padişahın tuğlarından ikisinin çıkartılmasıydı. Bu merasime vezirler ve şeyhülislam başta olmak üzere bütün devlet ricali katılır, bunun için kendilerine, bir gün öncesinden davet tezkireleri yazılarak resmî kıyafetleriyle Ortakapı’da hazır bulunmaları bildirilirdi. 


Osmanlıda Padişahların Biniş ve Tebdilleri...

İstanbul, payitaht oluşundan bu yana emperyal özelliklerinin bir gereği olarak resmî tören ve seremonilere sahne olmuş, hususiyle bu açıdan bir “merasimler kenti” vasfı kazanmıştı. Osmanlılar döneminde üç kıtaya yayılan imparatorluğun ana merkezi olarak resmî törenler Bizans dönemine nispetle biraz daha farklılaşarak sürdü. İmparatorluğun yönetim merkezi olması, sarayda divan toplantılarını özel bir merasim alanı hâline de getiriyordu.

 

Öyle ki burası çeşitli meselelerini takip edenlerce merakla izlenen Osmanlıda Padişahların Biniş ve Tebdillerinde bir resmî merkez konumu kazanmış gibiydi. Saray merkezli merasimler için divan günlerinin özel bir önemi olduğuna şüphe yoktur. Öte yandan ordunun sefere çıkışı, hacıların payitahttan ayrılışı, kutsal günler ve dinî bayramlar, saray kaynaklı evlilik, doğum, sünnet, cenaze merasimleri, kılıç alayı ve Cuma selamlığı gibi resmî bir çerçeve kazanmış törenler durumundaydı. Bu törenler, saltanatın azametini görünür kılması ve padişahların, payitaht civarındaki gezi ve tebdil, dinlenme, eğlenme, spor gibi ihtiyaçlarına cevap vermesinin yanında, halkla ilişki kurulmasını, İstanbulluların eğlenmesini, şehirde toplum hayatının renklenmesini, dinî hayatın canlanmasını ve ticari hareketliliğin artmasını sağlayarak geniş bir fonksiyon ifa ediyordu. 


Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı...

Yavuz Sultan Selim döneminde İstanbul’a getirilen kutsal emanetler arasında bulunan ve Ka‘b bin Züheyr’den intikal ettiğine inanılan Hz. Peygamber’in hırkası bu tarihlerden itibaren sarayda manevi bir iklim yaratmıştır. Padişahların XVI. ve XVII. yüzyıllarda Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı çeşitli vesilelerle ziyaret ettikleri, zaman zaman sefere ya da bir yere gittiklerinde yanlarında götürdükleri bilinmektedir. Ramazan ayında Hırka-i Saadet’in ziyaret edilmesi ise bir saray âdeti olarak başlamış ve bu âdet XVIII. yüzyılın ilk yıllarından itibaren resmî bir merasime dönüşmüştür. 

 

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?Surre Alayı Kelime olarak “para kesesi” anlamına gelen surre, padişahın her yıl hac zamanında Mekke ve Medine’ye gönderdiği parayı ifade için de kullanılır. Padişahlar paranın yanı sıra Haremeyn’e hilat, kaftan, yiyecek gibi hediyeler de gönderirler ve bunların hepsine birden “surre-i hümayun” denirdi. Bunlar, Mekke ve Medine’de oturan seyyid ve şerifler ile bölgenin ileri gelenlerine, fakirlere ve hacılara zarar vermemeleri beklentisiyle hac güzergâhı üzerindeki bedevilere dağıtılırdı. Ayrıca surreyle birlikte her yıl, Kâbe kapısı perdesi ve kuşağı, Ravza-i Mutahhara ve sahabe kabirlerinin örtüleri gönderilirdi. 

 

Tarihi Osmanlıda Surre Alayı Nedir?

9- Topkapı Sarayı’ndaki Mermerlik Kasrı’nda Mekke’ye gidecek surrenin surre eminine teslimi (d’Ohsson) Mekke ve Medine halkına hediye ve para gönderme geleneği Abbasîler devrinde başlamış, sonraki İslam devletleri bunu devam ettirmiştir. Osmanlılarda bilinen ilk surre, Yıldırım Bayezid tarafından Edirne’den gönderilmiştir.



Harem-i Hümayun...

Geniş coğrafyalara hükmetmiş hükümdarların yaşadıkları sarayları görerek onların orada nasıl bir yaşam sürdürdüklerini öğrenme isteği her dönem olmuştur. Hele ki bu durum yüzyıllar boyu 3 kıtaya hükmetmiş Osmanlı padişahlarının sarayları söz konusu olduğunda merak duygusu bir kat daha artmıştır.

 

Osmanlı Devlet’ inde “Harem” asıl adıyla “Darüs-Sâade” her dönem Harem-i Hümayun merak konusu olmakla birlikte, 16. yy. itibariyle etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir mekân olan ve içerisine de sadece belirli görevleri olan erkeklerin dışında girişin yasak olduğu, bir de buna içeride bulunan birbirinden güzel cariyeleri de eklediğimiz zaman bu kurum tam bir sır küpüne dönmüştür. Böyle gizemli bir kurum karşısında da birçok yazar çoğu zaman bu kurumu, hayal ve fantezilerin süslediği bir yer olarak tasvir etmişlerdir.


Etmeydanı Nedir?

Meydân-ı Lahm veya Lahim Meydanı olarak da bilinen bu yer, Yeni Odalar’da oturan yeniçerilerin yedikleri etin burada dağıtılması sebebiyle bu adı almıştır. Zamanla yaygınlık kazanacak olan bu isim Kanûnî Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) ortaya çıkmıştır. Kanûnî devrinin başlarında, Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Yeni Odalar’ı Vezîriâzam İbrâhim Paşa yeniden tanzim ettirirken salhânelerden getirilen etleri ayrı bir kapıdan içeriye aldırarak meydanlık yerde dağıttırmış, daha sonra bu kapıya Et Kapısı denildiği gibi meydana da Etmeydanı adı verilmiş, sonraları kapı da Etmeydanı Kapısı adıyla anılmaya başlanmıştır (BA, MD, nr. 55, s. 126). Ayrıca kasap ve aşçıların namaz kılmaları için burada bir de mescid yaptırılmıştır. 

 

Sadece sabah ve akşam namazlarının kılındığı Etmeydanı Mescidi’nde yılda bir defa yeniçerilere çuha dağıtıldığı gün öğle namazı da kılınırdı. XVII. yüzyıl ortalarında yanan ve devrin Yeniçeri Ocağı kethüdâsı tarafından tamir ettirilen bu mescid 1724 Cibali yangınından sonra yeniden yaptırılmıştır. Hadîkatü’l-cevâmi‘deki ifadelerden Etmeydanı Mescidi’nin halka açık bir ibadet yeri olmadığı anlaşılmaktadır. Yeniçeri Ocağı neferlerinin asıl ibadet yeri Orta Cami diye bilinen büyük mesciddir.


İbrahim Paşa Sarayı...

Osmanlı İmparatorluğu gerek ulaştığı sınırlar, sahip olduğu siyasi ve kültürel kudret ve de gerekse medeniyet yönünden sadece Türk tarihi için değil Dünya tarihi için de önemli bir yere sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu’nun her açıdan zirvede olduğu dönem olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman Dönemi de hiç şüphesiz kayda değerdir. İmparatorluğun zirveye olan yolculuğunda padişaha eşlik etmiş olan abide şahsiyetler arasında kendisine on üç yıl (1523-1536) boyunca veziriazamlık yapan İbrahim Paşa bilhassa dikkat çekmektedir. Gerek renkli kişiliği, gerek ulaştığı siyasi-maddi kuvvet ve gerekse de yükselişi kadar şaşırtıcı olan düşüşü onu Osmanlı Tarihi’nin en dikkat çekici devlet adamlarından biri haline getirmiştir. 

 

Türkiye’nin önde gelen sanat tarihçilerinden biri olan Nurhan Atasoy’un yazmış olduğu ve Kanuni Sultan Süleyman tarafından İbrahim Paşa için yaptırılan ve onun adıyla anılan sarayı konu alan bu eser ilk olarak 1972 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları altında basılmıştır. 2012 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca tekrar basılan bu eser ilk baskısının yeniden düzenlenerek, yeni kaynaklar ve görsel malzemelerle genişletilmiş ikinci baskısıdır. Eser İbrahim Paşa Sarayı dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın Önsöz’üyle (5) başlayıp, yazarın Sunuş (9-11) yazısı, İçindekiler (13), Giriş (17-19), 7 ana başlık, Sonuç (229-232), okuyuculara zengin bir bibliyografya demeti sunan Kaynaklar (233-238) ve eserin kullanımını kolaylaştıran Dizin (239-243) ile sona ermektedir. 


Kapı Halkı Ne Demek?

Osmanlı Devleti’nde devlet ricâlinin sivil ve resmî her türlü işlerinde hizmet gören adamları.

 

Türk İslâm devletlerinde kapı kelimesi genellikle devleti ifade eder; bugün de devlet kapısında çalışmak “kamu hizmetinde olmak” şeklinde anlaşılır. Osmanlılar’da Kapı Halkı Ne Demek dendiğinde paşa kapısı ifadesi “sadrazamın görev yaptığı devlet dairesi” anlamında kullanılmıştır. Kapı halkı tabiri de önde gelen bir kişinin hizmetindeki kimseleri niteler. Bu tabire XV. yüzyıl Osmanlı kaynaklarında rastlanması yerleşmiş bir terim olarak eskiden beri var olduğunu gösterir. 

 

Tursun Bey’in eserinde kapıkulu ifadesinin hiç kullanılmamasına karşılık kapı halkı tabiri on sekiz yerde geçmekte, çoğu yerde de kapı halkı ve yeniçeri beraber anılmaktadır. Buradan, kapı halkının doğrudan padişahın hizmetinde bulunan ve seferlere muharib veya hizmet bölüğü olarak katılan askerler mânasında kullanıldığı anlaşılmaktadır. XVI. yüzyıl ortalarında kapıkulu tabirinin kaynaklarda geçmediği ve bu anlamda kapı halkı ifadesine yer verildiği de belirtilir (Cezar, s. 260-261).

 

XVI. yüzyıl başlarında Şehzade Selim Trabzon’dan babası Bayezid’e yolladığı mektupta “... kapım halkıyla varıp ...” diye yazmakta (TSMA, nr. E. 543), Şehzade Korkut da Selim’e mektubunda “... Bilfiil yanımızda olan kapı halkı tahfif olunmayıp üzerimize gelenin men‘ ü def‘ine kudret-i tâmme mukarrer olaydı” demektedir (TSMA, nr. E. 5882). Bu ikinci ifadeden, Korkut’un kapı halkının doğrudan şahsına bağlı küçük bir ordu olduğu sonucu çıkarılabilir. XVI. yüzyıl ortalarında telif edilen Lutfi Paşa’nın Târih’inde de kapı halkı çok sık geçtiği halde kapıkulu hiç yer almamıştır. 


Sarây-ı Atîk-i Âmire Nedir?

Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethinden sonra bugün Beyazıt Camii ile Süleymaniye Camii arazilerini de içine alan, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü ile üniversitenin bazı bölümlerinin üzerinde bulunduğu alana ilk sarayını yaptırmıştır. Eski Saray’ın Sarây-ı Atîk-i Âmire Nedir" kuruluşuyla ilgili ilk bilgiler dönemin tarihçileri Kritovoulos, Dukas ve Tursun Bey’in eserlerinde yer alır. Kritovoulos, İstanbul’un fethinin ardından Fâtih’in bazı imar faaliyetleriyle birlikte şehrin en güzel yerinde bir saray yaptırarak 1455’te tamamlandığını belirtir. Dukas ise padişahın 8, belki daha fazla stadionluk (1 stadion = 184,87 m.) yer ayırıp içinde sarayını inşa ettirdiğini söyler. 

 

Çeşitli kaynaklar çevre duvarlarının uzunluğunun 1 veya 2 mil tuttuğunu ve dört kapısının bulunduğunu belirtir. Tursun Bey ise daha kapsamlı bilgi verir. Padişahın iki denize ve iki karaya bakan bir yer seçip burada dört köşeli, duvarları sağlam bir saray yaptırdığını, bir kısmını harem-i hâs için ayırıp bir kısmını kendi istirahati ve iç oğlanlarına tahsis ederek kasırlar, köşkler inşa ettirdiğini, saray alanının bazı yerlerinin divan ve taht için ve bir tarafının da av sahası olarak ayrılıp çeşitli hayvanlarla doldurulduğunu belirtir. 


Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri...

Ramazan, Osmanlı ricali için oruç ayı olduğu kadar resmî iftar davetlerinin yoğunlaştığı bir dönemdi. Ramazanın 5. veya 7. gecesinden 25. gecesine kadar her iftar öncesi İstanbul sokakları sadrazam ya da onun yokluğunda kaymakamın ve şeyhülislamın Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimlerinde iftar sofrasında hazır bulunacak zevatın resmî kıyafetleriyle koşuşturmalarına sahne olurdu. Davetler, bazen 3. geceden itibaren başlayabilirdi. 

 

Sadaret ve meşihat tarafından iftara katılacak zevatın listesi hazırlanır, kimin hangi gün geleceği belirlenip kendilerine davetiye gönderilirdi. Tayin edilen günde Bâbıâli’ye gelen ulema, vüzera ve diğer ricalin ertesi gün şeyhülislamın konağına davetli olarak gitmeleri âdetti. Bu iftar davetleri, 1826’daki Hocapaşa yangınında Bâbıâli’nin kullanılamaz hâle gelmesiyle kesintiye uğradı, ilerleyen yıllarda da yavaş yavaş terk edildi. 

 

Ramazan ve Kurban bayramları, Osmanlı toplumunda coşkulu bir şekilde karşılanmaktaydı. Saray da her iki bayramı resmî ve hayli şatafatlı bir şekilde kutlardı. Bir nevi “tecdid-i biat” olan ve “muayede merasimi” olarak anılan bu kutlamalarda büyük bir ciddiyet ve itina söz konusuydu. Merasimlerin düzenlenmesine, katılımın geniş tutulmasına, merasime rütbeleri icabı dâhil olanların hazır bulunmalarına 


2 Mart 2021 Salı

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı

 Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı 

Ahmet ÖNAL*

Yavuz Sultan Selim döneminde İstanbul’a getirilen kutsal emanetler arasında bulunan ve Ka‘b bin Züheyr’den intikal ettiğine inanılan Hz. Peygamber’in hırkası bu tarihlerden itibaren sarayda manevi bir iklim yaratmıştır. Padişahların XVI. ve XVII. yüzyıllarda Hırka-ı Saadet’i çeşitli vesilelerle ziyaret ettikleri, zaman zaman sefere ya da bir yere gittiklerinde yanlarında götürdükleri bilinmektedir. Ramazan ayında Hırka-i Saadet’in ziyaret edilmesi ise bir saray âdeti olarak başlamış ve bu âdet XVIII. yüzyılın ilk yıllarından itibaren resmî bir merasime dönüşmüştür. 

12- Topkapı Sarayı’nda Mukaddes Emanetlerin bulunduğu Has Oda’nın giriş kapısı. Kapı üzerinde III. Ahmed’in celî cülus hat ile kaleme aldığı Kelime-i Tevhid ve altında sultanın tuğrası vardır.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı

Ramazandaki Hırka-i Saadet ziyaretleri, İstanbul hayatı ve folklorunda önemli izler bırakmıştır. I. Ahmed’in başlattığı rivayet edilen bir âdete göre ziyaret günü Hırka-i Saadet’in bir kısmı veya düğmesi padişah tarafından altın maşrapada zemzemle yıkanır ve derhâl amber ateşinde kurutulurdu.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı 13- XIX. yu¨zyılda Hırka-i Saadet dairesinin giriş kapısı.

Bu su, daha sonra çoğaltılıp, küçük şişelere konularak devlet ricali vesair kimselere hediye edilirdi. Mâ-i mübarek olarak anılan ve kutsiliğinin yanı sıra hastalıklara, korkulara iyi geldiğine inanılan bu sular, İstanbul halkı nezdinde hayli muteberdi. Bazı aktarlarda, mâ-i mübarekle dolu olduğu iddia edilen ağızları mühürlü küçük şişeler satılmaktaydı.

Ali Ufkî, bir tarih ve merasimden bahsetmeksizin Hırka-ı Saadet’in yılda bir kez, Enderun’daki kilerlilerin nisan ayında bunun için hususi olarak topladıkları yağmur sularına batırılıp ıslatıldığını, sonra da suyunun sıkıldığını nakleder. Hırkaya temas eden suyun, şişelere doldurulup İstanbul içinde ve dışındaki ricale hediye edildiğini; bu şişeleri alanların onları özenle muhafaza ettiklerini yazar. İksir kabul edilen şişedeki suyun, ateşli hastalığa yakalananlara ilaç olarak içirildiğini, ölüm döşeğindekilerin ağızlarına damlatıldığını, böylece onların günahlarından arındırıldıklarına inanıldığını nakleder.11 

Fransız seyyah Tavernier, 1675’te basılan eserinde, “hazine odasındaki iki adama” istinaden, içoğlanlarının üç ayda bir Hasoda’yı temizleyip halılarını değiştirdiklerini ve mukaddes emanetlerin sayımını yaptıklarını yazar. Ayrıca 14 Ramazan’da padişahın katılımıyla yapılan bir “yıkama töreni”nden söz eder.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı14- Sultanahmet Camii’nde mevlit töreni (d’Ohsson)

Seyyaha göre, o gün padişah, yanına sadece silahdar ağayı alıp odaya gelerek yine burada muhafaza edilen Hz. Peygamber’in mührüyle elli adet kâğıdı mühürlüyor, hırkayı muhafaza edildiği sandıktan çıkartıyor, saygıyla öpüyordu. 

11 Karşılaştırmalı olarak bk. Ali Ufkî Bey/Albertus Bobovius, Saray-ı Enderun, Topkapı Sarayı’nda Yaşam, çev. Türkis Noyan, İstanbul 2013, s. 60; Albertus Bobovius ya da Santuri Ali Ufki Bey’in Anıları: Topkapı Sarayı’nda Yaşam, çev. Ali Berktay, İstanbul 2002, s. 93. 

Ardından hırka, altın bir tekneye doldurulan suya batırılıp çekiliyor, yere su damlatılmamasına dikkat edilerek teknenin içine iyice sıkılıyordu. Teknedeki su, Venedik kristalinden yapılmış şişelere dolduruluyor, bunların ağzı sıkıca kapatılıp üzerlerine padişahın tuğrası çekiliyordu. 

Ertesi gün, küçük rulolar hâline getirilip ipek iple bağlanan mühürlü bir kâğıt ile su dolu bir şişe, Harem kadınları, İstanbul ricali ve devlet adamlarına ayrı ayrı gönderiliyordu. Şişeler, tek başına da hediye edilebiliyordu. Bunlar büyük bir lütuf olarak kabul ediliyor ve karşılığında gerek padişaha gerekse bunları getirenlere hediyeler takdim ediliyordu. 

Mühürlü kâğıtlar açılmaksızın şişedeki suyla ıslatılıp yutuluyor, ardından su içiliyordu. Kendilerine sadece şişe gönderilenler, imamlarına bir kâğıda kendi istedikleri bir duayı yazdırıp aynı işlemi tekrarlıyorlardı. Seyyaha göre, Hırka-i Saadet’in batırıldığı teknedeki suyun kapıağası tarafından çoğaltılıp dağıtılmasına sadece üç gün boyunca izin veriliyordu.12 

osmanlıda Hırka-i Saadet ziyaretinin devlet teşrifatındaki yerini almasından sonra bu merasim, XVIII. yüzyılın ortalarına kadar ramazanın muhtelif bir gününde, XIX. yüzyılda ise şayet o gün cumaya rastlamıyorsa veya padişahın hastalığı mani değilse 15 Ramazan’da yapılırdı. 

Merasimden iki-üç gün önce Hasodalılar, mukaddes emanetleri tekbirler arasında sarayın bir başka dairesine taşıyıp odayı gül suyuyla temizler, merasimden bir gün önce veya merasim sabahı emanetleri eski yerlerine getirirlerdi.

Ziyaret gününün önceki gecesinde bizzat padişahın da iştirakiyle gül sularıyla son bir temizlik yapılır, padişah sabah namazını burada kılardı. Bazen son temizlik namazı müteakip yapılırdı. Mukaddes emanetlerin ve odanın temizliğinde kullanılan süngerler hane-i hassa ağaları arasında ikramen dağıtılırdı. Odanın temizlenmesi sırasında çıkan toz, herhangi bir yere değil, yakınlardaki kuyuya atılırdı. 

Merasim günü, davetli olan devlet ricali, meşayih ve ulema, Ayasofya Camii’nde öğle namazını kılıp saraya gelirler ve Bâbüssaâde önünde toplanırlardı. Sadrazam da kapıhalkıyla birlikte alayla Bâbıâli’den Ayasofya’ya gelir, burada şeyhülislamla birlikte öğle namazını kılıp saraya geçerdi. Bazen davetliler doğrudan Bâbıâli’de toplanır ve buradan saraya gidilirdi.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava AlayıHırka-i Saadet Odası’nda herkesin yerini almasıyla birinci ve ikinci hünkâr imamları birer aşr-ı şerif okurlardı. Bunlar bitince padişah kendi eliyle Hırka-i Saadet’in muhafaza edildiği sandukayı açar; önce kendisi, sonra da hazır bulunanlar teşrifattaki sıralarına göre hırkaya yüz sürerlerdi. 

12 Jean-Baptiste Tavernier, 17. Yüzyılda Topkapı Sarayı, ed. Nejdet Sakaoğlu, çev. Teoman Tunçdoğan, İstanbul 2007, s. 132-134. 

Her yüz sürenin ardından hırkanın bu köşesi küçük bir tülbentle silinir ve tülbent o kimseye hediye edilirdi. Herkes yüz sürdükten sonra dualarla hırka yine bohçasına ve sandığına konulur, ziyaretçiler dağılırdı. 

Ziyaretlerin resmîleşmesinden sonra hırkayı korumak için bazı tedbirler alındı. Evvela hırkanın kendisi yerine, sağ omuzu hizasından yakasına konulan tülbent öpülmeye ve bu tülbentler, öpen kimselere hediye edilmeye başlandı. Hırka-ı Saadet’in veya düğmesinin ıslatılması uygulaması da, hırkanın zarar gördüğü endişesiyle, sadece hırkayı muhafaza eden bohçanın bir kısmının suya batırılması şeklinde sürdürüldü. 

II. Mahmud zamanında, bundan, dolayısıyla da mâ-i mübarek dağıtılmasından tamamen vazgeçildi. Bunun yerine hususi olarak hazırlanan ve üzerlerinde Hırka-i Saadet ile alakalı bir şiirin yazılı olduğu tülbentlerin hırkaya sürülmesi ve bunların ziyaretçilere hediye edilmesi âdet oldu. 

XIX. yüzyılda padişahların Topkapı Sarayı’ndan başka saraylarda ikamet etmeye başlamalarıyla Hırka-i Saadet ziyaretleri için bir alay tertiplendi ve merasim kısmen halka açık hâle geldi. Alay, ya padişahla birlikte sahil yolunu takiple Galata Köprüsü’nü geçip ya da deniz yoluyla Sirkeci’ye gelen padişahı karşılayıp buradan yukarı çıkıyordu. Öğle namazı Ayasofya’da kılınıp aynı düzenle saraya geçiliyordu. 

İstanbul’daki mekteplerden getirilen çocuklar da alaya dâhil ediliyordu. II. Abdülhamid, saltanatının başlarında bu merasimden sonra iftarını Topkapı Sarayı’nda yapar, ardından yol boyunca dizilmiş askerlerin arasından fener alayıyla Yıldız Saray’ına dönerdi. İlerleyen yıllarda Yıldız’a ikindi vaktinde dönmeye başladı.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı

II. Abdülhamid devrinde Hırka-ı Saadet ziyaretine, başlarında valide sultan olduğu hâlde arabalarla saraya gelen Harem mensupları da katıldı. Devlet ricali odadan ayrıldıktan sonra Harem kadınları, yine padişahın nezaretinde Hırka-ı Saadet’i ziyaret ederlerdi. Ayrıca 

II. Abdülhamid’in iftardan sonra Topkapı Sarayı’ndan ayrıldığı yıllarda camilere “Padişahım çok yaşa” yazan mahyalar asılırdı. 

XVII. yüzyılın sonu veya XVIII. yüzyılın başlarından itibaren Hırka-i Saadet ziyaretinin yapıldığı gün İstanbul, bir başka merasimle, yeniçerilerin baklava alayıyla hareketlenirdi. O gün, kapıkulu ocaklarının her on neferine birer tepsi hesabıyla verilmek üzere yüzlerce baklava tepsisi futalara sarılı bir şekilde Matbah-ı Âmire önünde dizilirdi. 

İlk tepsi, silahdar ağa tarafından, bir numaralı yeniçeri olan padişaha takdim edilmek üzere alınırdı. Sonra her ortadan iki kişi bir tepsi alır, bölüğün amirleri bunların önüne düşer, bu şekilde Divanyolu’nun iki tarafına dizilmiş İstanbulluların alkışları arasında kışlalarına giderlerdi. Baklava tepsileri ve futalar ertesi gün saraya teslim edilirdi. Son baklava alayı, yeniçeriliğin kaldırılmasından iki ay önce yapıldı. Hırka-ı Saadet ziyareti ve alayı ise imparatorluğun sonuna kadar devam etti. 

Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...