Restoran menüsü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Restoran menüsü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Aralık 2021 Perşembe

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Has Oda’da Yapılan Merasimler
İlber Ortaylı

Hırka-i Saadet Dairesi Osmanlı padişahlarınca her zaman ihtimam gösterilen bir yer olmuştur. Burası padişahların hem çalışma büroları hem de bir ibadet ve tören yeridir. Burada meşhur beş merasim icra edilir.
Devamı Bâbü’s saade önünde yapılan üç merasim öncesi burada merasim yapılırdı. Bu merasimler; cülûs merasimi öncesinde yapılan iç biat, sefer zamanı burada saklanan Sancak-ı Şerif’in padişah tarafından çıkartılması ve padişah cenazelerinin Has Oda’nın dış cephesindeki çeşmede gasledilip dairenin önündeki mermer sekiye konulmasıdır.

Hırka-i Saadet Ziyareti

Çok zengin bir koleksiyon olan Mukaddes Emanetler bölümünde Osmanlı merasimlerine de konu olan iki parça çok mühimdir ki bunlar Hırka-i Saadet ile Sancak-ı Şerif’tir (Liva-i Şerif).

Hırka-i Saadet: Hz. Peygamber’in Kâ’b ibn Züheyr’e hediye etmiş olduğu hırkadır. Kâ’b ibn Züheyr Huzur-u Saadet’te tövbe edip Müslüman olmuş ve Peygamberimize bir kaside okumuştur. Bunun üzerine Has Oda’da Yapılan Merasimlerden Hz. Peygamber çok duygulanmış ve sırtındaki hırkasını, Kâ’b’a giydirmiştir. Bu hâdise bütün İslâm âleminde yankı uyandırmış ve bu hırka (bürde), İslâm devletlerinin hükümdarlarınca Peygamber yolunda gitmenin ve O’nun halifesi olmanın simgelerinden biri olarak kabul edilmiştir.

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Hırka daha sonra Emevi Halifesi Muaviye tarafından satın alınmış ve bayramlarda giyilmiştir. Halifeden halifeye aktarılan hırka, Abbasi halifelerince de dinî günlerde giyilmiştir. Hırka her İslâm halifesinin ülkesinde muhafaza edilmiştir. Osmanlı padişahları da kendi halifeliklerinin simgesi saydıkları bu bürdenin koruyuculuğunu üstlenmişlerdir. Hırkanın sarayda korunmasından Has Oda’nın zülüflü ağaları, bakımından ise tülbend ağası (son dönemlerde de hazine kethüdası) sorumludur. Hırka-i Saadet’in dışı siyah içi krem renginde yündür.

Ramazan ayının ortasında her padişah, aynı zamanda Müslümanların halifesi olarak, törenle Hırka-i Saadet’i ziyaret eder.

Ramazan ayının on beşinci gününün gecesinde Mukaddes Emanetler’in bulunduğu Has Oda’da bizzat padişahın da katıldığı bir temizlik merasimi yapılırdı. Padişah gül suyuna batırılmış süngerlerle Hırka-i Saadet şebekelerini temizlerdi. Çuhadar ve rikapdar ağalar, has odalılar, gedikliler gibi görevliler de dairenin kapılarını, pencerelerini, duvarlarını vs. temizlerlerdi.

On beşinci günün gecesi (on dördüncü günün akşamı) yapılan bu temizliğin ardından ramazanın on beşine denk gelen ertesi gün ziyaretler yapılırdı. O gün sabah namazı Hırka-i Saadet dairesinde kılınırdı. Hırka-i Saadet sandukası padişahta bulunan altın anahtarla açılırdı. Hünkâr, sanduka içindeki sırmalı, inci işlemeli, yedi bohça içinden ikinci muhafazayı çıkarırdı. 

Bu muhafaza, altından yapılma iki kanatlı bir çekmece idi. Bu çekmecenin altın anahtarı da padişahta bulunurdu. Çekmece açıldıktan sonra Hırka-i Saadet’in yakasında bulunan düğme bir kâse içine konulur, bir parça ıslatılır, amber sürülür ve kuruması için ocağa tutulurdu. Kâsede kalan az miktardaki su başka sulara damlatılır ve “Hırka-i Saadet Suyu” olarak hediye edilirdi. Bu geleneği Sultan II. Mahmud kaldırmıştır. 

Hırka-i Saadet ziyareti Ayasofya Camii’nde öğle namazı kılınmasını müteakip yapılırdı. Baş imam, ikinci imam, has oda imamı, müezzin ve çavuş ağalar ayakta sırayla Kur’an okurlardı. Hırka-i Saadet ziyaretine sadrazam ve şeyhülislâm da katılırdı. Merasim sırasında padişah sandukanın yanında, sadrazam sağında, Darü’s saade ağası solunda durarak ziyaret ifa olunurdu. Törene katılacak herkesin gelmesinin ardından padişah sandukayı açar, sadrazamın ve diğer devlet erkânının ziyaretine müsaade ederdi.

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Ziyaretlerde Hz. Peygamber’e duyulan saygının bir gereği olarak oturulmaz, bütün merasim boyunca ayakta durulurdu. Ziyarete gelenler dualar okuyarak Hırka-i Saadet bohçasına yüz sürerlerdi. Yapılan ziyaret Hz. Peygamber’in şefaatine nail olmak için yapılırdı. Ziyaret bitirildikten sonra daire en düşük rütbeden başlanarak terk edilirdi. En sonunda şeyhülislâm, sadrazam ve padişah daireyi terk ederdi.

Ramazanın on dördüncü günü vezirler, kethüdalar, yeniçeri ağası, defterdarlar gibi görevlilere tezkireler yazılarak Hırka-i Saadet ziyaretine davet edilirlerdi. Ulemayı ise şeyhülislâm davet ederdi. Ziyaretten sonra, yüz sürülen kısmı Silahdar ağa, altın tas içinde getirilen gül suyu ile yıkar, amber sürerek kuruturdu. 

Hırka-i Saadet, padişah tarafından, yenilenen bohçasına konulur ve altın çekmeceye yerleştirilirdi. Bu merasim büyük bir huşu içinde yapılırdı. Allah Resûlü’nün hırkasına bohçası dışından bile olsa yüz sürmek herkese büyük bir ruhanî haz verirdi. 19. yüzyıl başlarında hırka yerine hırkanın üzerine örtülen tülbentlere yüz sürülmeye başlanmış ve bu tülbentler daha sonra ziyaretçilere hediye edilmiştir ki bu tülbentlere destimâl denilir. 

Enderun’un ziyaretinin tamamlanması ve avlunun boşalmasından sonra Harem’de yaşayan kadınlar valide sultan başkanlığında Hırka-i Saadet’i ziyarete gelirlerdi. Harem halkı ziyarette Kuşhâne Kapısı’ndan Has Oda’ya gelirlerdi. Topkapı Sarayı’ndan taşınıldıktan sonra da Harem halkının Dolmabahçe ve Yıldız’dan Topkapı’ya kapalı arabalarda ziyarete geldikleri bilinir.

Bu törenler her sene mutad olarak yapılırdı ve bütün İslâm âleminde geniş yankı uyandırırdı. Hırka- i Saadet ziyaretiyle alâkalı haberlere dönemin gazetelerinde hatta Gaspıralı’nın «Tercüman»ı gibi dış Türkler ve İslâm dünyasındaki yayınlarda da genişçe yer verilir, törenler uzun uzadıya anlatılırdı.

Saray 1830’larda II. Mahmud tarafından hemen hemen terk edilmiş, Abdülmecid’den itibaren de Osmanlı padişahları Topkapı’da kalmamaya başlamışlardır; ancak Mukaddes Emanetler’i Dolmabahçe’ye yahut Yıldız’a getirtmeyip bunların baba ocaklarında kalmasını istemişler ve her yıl ramazan ayının ortasında Hırka-i Saadet ziyaretine gelmeyi ihmal etmemişlerdir. Ramazanın on beşinde yapılan bu ziyaretler için Hırka-i Saadet Alayları kurulmuştur.

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Hırka-i Saadet ziyaretlerinin belki de en ilginci Sultan Mehmed Reşad’ın zamanında yapılandır. Sultan vefatından on gün önce son Hırka-i Saadet ziyaretine gelmiştir ki padişah ağır hasta ve hâlsiz olmasına rağmen uzun süren ziyarete başkanlık etmiş; çevresindekilerin geri dönülmesi ısrarlarını kabul etmeyerek bir aralık yere oturmuş, başını Hırka-i Saadet sandığına koyup dinlenmiştir. Mabeynciler padişahın koluna girerek arabasıyla Dolmabahçe’ye götürmüşlerdir. Kaderin garip bir cilvesidir ki padişah on gün sonra buraya yeniden getirilmiş ve gasledilip kefenlenmiştir.

Hırka-i Saadet Dairesi; 1927’de ziyarete kapatılmıştır. Dairenin, yeniden “Mukaddes Emanetler Dairesi” olarak ziyarete açılışı 1962 senesinde olmuştur. Ama Kur’an-ı Kerîm bundan evvel kesintisiz okunmaya devam edilmiştir. O tarihe kadar Taht Odası’nda saklanan Kutsal Emanetler’in birçoğu Arzhâne ve Şadırvanlı Sofa’daki vitrinlere ve nişlere konulmuştur.

Padişah Kızlarının Nikâhlarının Kıyılması

Has Oda’nın muhtevasında barındırdığı Mukaddes Emanetler’den dolayı kudsi bir havası vardı. Bu yüzden padişah kızlarının nikâh törenleri de Has Oda’da yapılırdı. Bu nikâh merasimlerinde devlet erkânı da hazır bulunurdu. Padişah kızlarının genelde üst seviyede vezirlerle evlendirilmeleri âdettendi. Padişahın kızıyla evlenenler, artık saraya damat oldukları için isimlerinin başında damat ifadesine yer verilirdi. 1836’da Sultan II. Mahmud’un kızları Mihrimah Sultan Kaptan-ı Derya Mehmed Said Paşa ile, 1840’da da Atiye Sultan’ın Meclis Azası Ahmed Fethi Paşa ile nikâhları burada kıyılmıştır. Mihrimah Sultan evlendikten bir buçuk yıl sonra doğum esnasında vefat etmiştir.

Destimâl Odası

Bu kapıdan Destimâl Odası’na girilir. Buraya eski dönemlerde “taamhâne/yemekhane” denilmiştir ki burası Has Odalıların koğuşu olarak uzun süre kullanılmıştır.

Has Odalıların Yavuz Sultan Selim zamanında koğuşu Hırka-i Saadet Dairesi’nin alt katıdır. Buraya Has Oda (Taht Odası) ile Arzhâne arasındaki kapıdan taş merdivenlerle iniliyordu ki daha sonra bu geçit kapatılmıştır. II. Osman, Has Odalılar için Şadırvanlı Sofa’nın yanına yeni bir koğuş (Destimâl Odası) ve hamam yaptırmıştır. Has Oda Koğuşu’nun duvarlarındaki çok sayıda kitabe yapılan tamirlerden bahsetmektedir. En eskisi Sultan Genç Osman dönemine aittir.

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Abdurrahman Şeref Bey, Destimâl Odası’na dış kapıdan girilince sağ tarafta üzeri oymalı bir sayebânda Sultan IV. Murad Han’ın oturduğunu rivayet eder.

Cumhuriyet döneminde yapılan yenileme ve tamirlerde Has Oda Koğuşu’ndaki (Destimâl odası) eski kerevetler, bölmeler, camekânlar tamamen kaldırılmış ve oda çinilerle ve kitabelerle kaplı boş bir mekân durumuna getirilmiştir. Son tamir ve düzenlemede de eskiye uyulmuştur.

Hırka-i Saadet ziyaretlerinde hırkaya yüz sürülmesi yerine hırkanın üzerine örtülen tülbentlere yüz sürülmeye başlanmış ve bu tülbentler mendilden biraz daha büyük bir şekilde hazırlanarak ziyaretçilere padişahlar tarafından hediye edilmiştir. Bu tülbent veya mendillere destimâl denilmiştir ki aslen Farsça olan kelime, mendil manasına gelmektedir. Destimâlların tam ortasında talik hatla “Nuru’l Hüda. (Allah’ın nuru) Kulnâ bihi tekrimen sallu aleyhi ve sellimu teslima (Onu yüceltsin diye söyleriz: O’na salat u selam getirin)” ifadesi bulunurdu. Dört köşesinde ise

“Hırka-ı Hazret-i Fahr-ı Resule
Atlas- çarh olamaz pâyendâz

Yüz sürüp zeyline takbîl ederek Kıl şefî-i ümeme arz-ı niyâz” yazardı.

Destimâllerin üzerlerinde yazan bu ifadelerin baskıları burada yapılırdı. Destimâl odasına Sultan IV. Murad devrinde kubbe yapılmış ve odanın duvarları çinilerle kaplanmıştır. Oda bugün Mukaddes Emanetler’in bir kısmının sergilendiği bir mekândır.

Has Odalılar

Has Odalılar Enderun’un en üst sınıfıydı. Enderun ağaları içinde padişaha en yakın olan kırk seçkin gençten oluşurdu. İlk zamanlar mevcutları otuz iki kişi iken Yavuz Sultan Selim Han devrinde kırk kişiye çıkarılmıştır. Has Oda’nın en büyük zabitleri has odabaşı, Silahdar ağa, çuhadar ağa, rikâbdar ağa, tülbentçi başı ve anahtar ağası idi. Bunlar da dâhil olmak üzere bütün Has Oda mevcudu kırkı bulurdu ve ilk dördüne padişahın yakınında bulunduklarından arz ağaları denilirdi. Has Odalılar saç ve zülüf bırakma ayrıcalığına sahiptiler. Bundan dolayı “zülüflü ağalar” olarak da bilinirlerdi.

Has Oda’nın zülüflü ağaları padişaha hizmet vermekte, gerektiğinde ona arkadaşlık, sırdaşlık etmekteydiler. Sultanın hattatlıkla uğraşmasından şiirle meşgul olmasına, Has Bahçe’deki ağaçları budamasından, kitap okumasına, giyinip kuşanmasından yiyip içmesine, Arz Odası’na gitmesinden saray bahçelerinde dolaşmasına, Adalet Kulesi’nden Divan toplantılarını takip etmesinden Kadir Alayı’na katılmasına kadar zülüflü ağaların kendi aralarında belirli vazife ve sorumlulukları vardı.

Has Odabaşı saray mareşali derecesindeydi. Sürekli padişahın yakınında bulunan Has Odabaşı bir manada padişahla birlikte yaşardı. Padişahın günlük işlerini takip eder, padişaha özel işlerinde yardımcı olurdu. Kendisinden sonra gelen silahdar ağa saray başyaveri derecesindeydi, törenlerin protokol şefiydi. Silahdar, padişahın okunu, yayını, kılıcını taşırdı. 

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Bu yüzden bazı gravür ve minyatürlerde silahdarlar, padişahın arkasında ellerinde kılıçla tasvir edilmişlerdir. Çuhadar ağa, alaylarda padişahın arkasında yer alır, padişahın kürklerini, kaftanlarını taşır, bakımlarını yapardı. Rikâbdar ağa, padişahın ayakkabılarından mesuldü. Çizmesini, mest ve pabuçlarını hazırlar ve giymesine yardımcı olurdu. Tülbendçibaşı ise padişahın sarıklarının etrafına tülbent sarar ve hünkârın sarıklarını ve çamaşırlarını hazır bulundururdu. Has Odalılardan iki zülüflü ağa padişah uyuduktan sonra ellerinde şamdanla padişahın yakınında sabaha kadar değişmeli olarak nöbet tutardı.

Şaşılacak bir tesadüf değil, valide sultanın yönettiği Harem-i Hümâyûn’da da gerek zenci hadımağaları gerek cariyeler arasındaki terfi ve görevlerde de buradakine benzer bir paralellik göze çarpar. Osmanlı, Enderun ve Harem’de kan asaletine değil liyakat ve tırmanmaya yeteneği olan insanlardan oluşan bir yönetici ve saraylılar zümresi meydana getirmiştir.

Has Odalılar seçkin konumlarından dolayı çinilerle kaplı bölümlerde, “Emanet-i Mukaddese” dediğimiz Peygamber ve halife emanetlerini muhafaza ederler, burada yirmi dört saat Kur’ân okurlardı. Devlet-i Aliyye’nin muzafferiyeti, Osmanlı sultanının dünya ve ahiret selameti için dua ederlerdi.

Has Odalılar Mukaddes Emanetler Dairesi’ni süpürür, dairenin tozunu alır ve buraları gül suyuyla temizlerlerdi. Temizlikten çıkan tozları ayakaltında kalmasın diye Has Oda’nın önündeki dibeğe atarlardı. Mübarek gecelerde daire güzel koksun diye öd ağacı yakarlar ve gül suyu serperlerdi.

Has Oda Koğuşu’nun ramazanlarda vazifesi artardı. Zülüflü ağalardan güzel sesli olanlar, ramazanlarda sarayda çifte ezan okurlardı. Teravih namazlarının aralarında ilâhiler bazen de mevlid okurlardı. Has Odalıların düzenledikleri bu tür dinî programlara padişahlar da iştirak ederdi.

Ramazan ayının on beşinde yapılan Hırka-i Saadet ziyareti öncesinde Mukaddes Emanetler’in bulunduğu Taht Odası’nın temizliğini yaparlar ve başta padişah başta olmak üzere Has Oda ağaları Mukaddes Emanetler’i, Taht Odası’ndan Revan Köşkü’ne taşırlardı. Bu taşıma esnasında padişah da has odalı ağalar gibi çalışırdı.

Has Odabaşıların en meşhuru Makbul/Maktul İbrahim Paşa’dır. Kanuni’nin Has Odabaşısı olan İbrahim Paşa, önce vezir-i âzam, ardından da Kanuni’nin kız kardeşi Hadice Sultan’la evlenerek saraya damat olmuştur.

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Enderun’un Odasız Sınıfı

Daha evvel padişahın alıcı kuşları olan şahin ve doğanlara bakan, ayrıca Enderun avlusunda nöbet tutan doğancıların koğuşu, seferlilere verilince odasız kalmışlardır. Doğancılar dışında diğer odasızlar cüceler ve dilsizlerdir.

Cüceler fizik olarak sevimli bulundukları için genelde padişahlara “şirinkârlık” yaparlardı. Bir görevleri de padişahın kitaplıklarına bakmaktı. Cücelere musahiplik unvanı verilirdi. Zaman zaman padişahlara kitap okudukları da bilinir.

Dilsizler ise mahrem devlet konularının görüşüldüğü ortamlarda servis yaparlardı. Bazen de askeri isyana teşvik etmek, devlete başkaldırmak gibi ağır suçların faillerinin cezalarını dilsizler infaz ederlerdi.

Kuşhâne ve Harem Kapısı

Enderun avlusunun Küçük Oda Koğuşu’nun yanındaki köşede günümüzde bulunmayan “Kuşhâne Avlusu” adı verilen küçük bir iç avlu bulunmaktaydı. Bu avludan Harem’e girilebilirdi ki adına “Kuşhâne Kapısı” denilmiştir. Burası günümüzde Harem’den çıkış kapısı olarak kullanılmaktadır.

Harem Kapısı’nın karşısında yer alan Kuşhâne, günümüzde büyük boyutta bir kuş evine benzemektedir. Padişaha sunulacak yemeklerin Has Matbah’ta (sadece padişah yemeklerinin

yapıldığı mutfak) hazırlandıktan sonra buradan servis edildiği sanılmaktadır. Kuşhane’nin geceleri yemek ihtiyacı olduğunda kullanıldığına dair rivayetler de vardır.

Harem’in Kuşhâne Kapısı üzerinde Sultan I. Mahmud Han’ın Kuşhâne Mutfağı’nı tamir ettirdiğinin yazılı olduğu bir kitabe bulunur.

Kuşhâne’de kuşçubaşı denilen hizmetliler çalışır. Binanın karşısındaki iki katlı küçük yapı ise kuşçubaşıların kaldığı, daha sonra da eczane olarak kullanılan yerdir.

Sultan II. Mahmud, şehzadeliğinde asilerin elinden Cevri Kalfa tarafından kurtarılmış ve dama çıkan şehzade Kuşhane yakınlarında merdivenlerle aşağıya indirilmiştir.

Güneş Saati

Has Oda Dairesi’nin ön tarafında bulunan güneş saati namaz vakitlerinin belirlenmesi için Fatih zamanında yapılmıştır. Üzerindeki kitabeden saatin Sultan III. Mustafa devrinde tamir ettirildiği anlaşılmaktadır.

Def-i Gam Hatun Çeşmesi

Güneş saatinin arka tarafında Enderun Kütüphanesi’nin sol çaprazında bulunan Def-i Gam Hatun Çeşmesi kethüda eşi Def-i Gam Hatun tarafından yaptırılmıştır. Kitabesinde “Sahibü’l hayrat merhumeyi kethüda, Def-i Gam Hatun’un hayratıdır. Hicri 1226” (M.1810) yazar.

Buhur Dibeği

Has Oda’nın avluya bakan tarafında yer alan mermer dibek, Osmanlılarda Hırka-i Saadet temizliğinin ardından çıkan tozların ayakaltında kalmaması için kullanılmıştır. Kitabesinde dibekle ilgili Farsça bir ifade bulunur.

Restoran Mutfağı Nasıl Kurulur?

7 Aralık 2021 Salı

Has Oda (Hırka-İ Saadet Dairesi - Mukaddes Emanetler Dairesi)

 Has Oda (Hırka-İ Saadet Dairesi - Mukaddes Emanetler Dairesi)

İlber Ortaylı

Has Oda, Enderun avlusunda padişahların kendilerine mahsus dairesidir. Fatih Köşkü ve Çinili Köşk gibi Has Oda da bir saray köşkü olarak inşa edilmiştir. İlk olarak Fatih devrinde yapılan Has Oda, Sultan III. Ahmed devrinde ciddi tamiratlar görmüş ve bu düzenlemeler günümüze kadar gelmiştir. 

Has Oda, Fatih Sultan Mehmed ve II. Bayezid devirlerinde çalışma odası olarak kullanılmışsa da Yavuz Sultan Selim Han zamanında Mukaddes Emanetler’in buraya getirilmesiyle bambaşka bir görev üstlenmiştir. Adı da Hırka-i Saadet Dairesi olarak anılmaya başlanmıştır. Giriş kapısının üzerinde hattat olan Sultan III. Ahmed’in yazdığı Kelime-i Tevhid bulunmaktadır. İki katlı olan binanın her katında üçer oda bir sofa bulunur.

Şadırvanlı Sofa

Has Oda (Hırka-İ Saadet Dairesi - Mukaddes Emanetler Dairesi)

Girişte ilk kısım Şadırvanlı Sofa’dır. Adını birinci kubbe altında bulunan şadırvandan alan bu sofada diğer kubbe altında da padişahın oturması için bir seki bulunur. Arzhâne ve koğuşlara açılan ahşap kapılar ve pencere kapakları binanın ilk yapıldığı dönemden kalmadır ve üzerlerinde Fatih’in adı bulunur. Has Oda’nın sedefli kapısı ise 1916’da yapılan yenilenme sırasında takılmıştır.

Arzhâne

Şadırvanlı Sofa’nın sağında bulunan “Üdhulûha bi selamin aminîn/Oraya emniyetle ve selametle girin.” (Hicr Sûresi, 46) yazılı kapıdan girilir. Padişah burada kendine gelen arz kâğıtlarını (telhisleri) okur ve gerekli emirleri verirdi. Kendisiyle görüşmeye gelenleri de kabul ettikleri bir odadır. 

Adını da bu faaliyetten alır. Oda hakkında galat-ı meşhur buraya Arslanhâne denilmesidir. Valide sultanların padişah olan oğullarına “arslanım” diye hitap etmelerinden dolayı odaya bu adın verildiği rivayet edilmekle beraber, hitapla odanın bir alâkası yoktur. Tekfur Sarayı üretimi olan İznik ve Kütahya çinileriyle döşelidir. 

Her dönemin her çeşit çinisini barındırmasından dolayı güzel bir çini sergisi gibidir. Çini yazı kuşağında Ahzab Sûresi’nin 38–44. ayetleri yazılıdır. Sûre’nin 44. ayetten sonraki kısımları ise Has Oda’nın kubbesinin tam ortasında yer alır. Oda, cülûs merasimlerinde ve ramazan ayının on beşinci günü yapılan Hırka-i Saadet Ziyaretleri’nde sadrazam ve saray ileri gelenlerinin padişahla tebrikleşmeye geldikleri bir yer olarak da bilinir. Günümüzde Arzhâne ziyarete açıktır ve Mukaddes Emanetler’in bir kısmı bu odada sergilenmektedir.

Has Oda (Hırka-İ Saadet Dairesi - Mukaddes Emanetler Dairesi)

Has Oda (Taht Odası)

Şadırvanlı Sofa ve Taht Odası

Has Oda bu yapının en mühim odasıdır. Sağdaki ikinci odadır. Kapısının üst tarafında celî-sülüs ile “Esselamu aleyke ya Resulullah” yazılıdır. Giriş kapısı Sedefkâr Vasıf Usta’nın eseridir. Kapının üzerinde Hz. Mevlana’nın şu mısraları yer alır:

“Senin kapından başka bütün kapılar kapanmıştır Ta ki garipler başkasına yol bulmasın diye.
Ey kerem ve izzet kapısı, ey nur saçan kapı Güneş, ay ve yıldızlar sana kul, köledir.”

Has Oda, genelde padişahların kışın kullandıkları bir çalışma odasıdır. Özellikle Fatih Sultan Mehmed Han, Sultan II. Bayezid Han, Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Sultan Süleyman Han günlük yaşantılarının önemli bir kısmını burada geçirirlerdi. Devlet işlerinin çokluğundan dolayı bazı zamanlar burada gecelerlerdi.

Has Oda’nın zamanla yıpranan kubbesi Yavuz Sultan Selim tarafından Mısır Seferi’nden sonra Memluk mukarnaslarıyla yükseltilmiştir. Bu hâliyle Has Oda’nın kubbesi diğer kubbelerden çok daha yüksektir ki bu aynı zamanda hükümdarın kullandığı bir oda olduğunun da işaretidir.

Has Oda (Hırka-İ Saadet Dairesi - Mukaddes Emanetler Dairesi)Has Oda’nın sol köşesinde IV. Murad tarafından yaptırılan gümüş üzerine altın yaldızlı sayebanlı taht bulunur. Sarayın kuyumcubaşısı Derviş Zıllî Mehmed tarafından yapılmıştır ki kendisi Evliya Çelebi’nin babasıdır. Zıllî Efendi’nin Kâbe üzerindeki Altın Oluk’u da yaptığı bilinir.

Tahtın tavanı dört sütun üzerine oturtulmuş aynalı tonoz şeklinde olup burada enfes motifler işlenmiş ve hadisler yazılmıştır. Üzerinde Şair Cevri’nin bu tahttan bahseden bir kasidesi yazılıdır. Yeni padişah olacak şehzadeler Bâbü’s saade önündeki cülûs merasiminden evvel buradaki tahta otururlardı. Sadrazam ve şeyhülislâm yeni padişaha burada biat ederdi. Resmî törenden önce burada iki rekât namaz kılardı.

II. Mahmud zamanına kadar bütün merasimlerde kullanılan tahtın iki yüzü gümüş kafes işi ile örtülerek Mukaddes Emanetler’in muhafaza edildiği bir şebeke hâline getirilmiştir. Hırka-i Saadet çekmecesi buraya konulmaya başlamıştır.

Oda küçük sayılabilecek bir ebatta olmasına rağmen enfes İznik çini panolarıyla ve muhteşem kubbesiyle âdeta genişletilmiş gibidir. Çini panoların üzerinde Hz. Peygamber’in mukaddes hırkasının burada bulunmasından dolayı “Hırka Kasidesi” olarak da bilinen el-Busirî’nin, Peygamberimizi anlatan Arapça Kaside-i Bürde’si bulunur. 

Lacivert zemin üzerine beyaz sülüs hatla yazılmıştır. Kaside-i Bürde’nin üzerinde kubbe eteğinde siyah zemin üzerine altın yaldızla Fetih Sûresi’nin ilk ayetleri, kubbenin tam ortasında ise Ahzab Sûresi’nin 45, 46 ve 47. ayetleri yazılıdır. Topkapı Sarayı’nı anlatan bazı kitaplarda geçen ve kitaptan kitaba aktarılan bir bilgide bu kubbede Zafer ve Nur Sûrelerinin yazılı olduğu iddia edilir ki bu ifade hatalıdır.

Kubbe kasnağı hizasından aşağıya doğru Kâbe kuşakları ve gaza sancakları bulunur. Kubbeden sarkan zincirler, paha biçilemeyecek değerdeki mücevher askıları tutmaktadır.

Hırka-i Saadet, Mısır’dan getirildiği günden beri padişah dairesinde korunagelmiştir. Yavuz Sultan Selim’den sonra da Mukaddes Emanetler’in gelişi sürmüştür. Saray, 19. yüzyılda terk edildikten sonra oda tamamen mukaddes eşyanın korunduğu bir daire hâlini almıştır ki binanın tümü zamanla Mukaddes Emanetler Dairesi olarak anılmıştır.

Has Oda günümüzde ziyarete kapalı olup Arz Odası’ndan bakılınca Has Oda’da köşedeki şimdi şebeke görünümünde olan saltanat tahtı ve içinde Hırka-i Saadet Çekmecesi görülmektedir.

Has Oda (Hırka-İ Saadet Dairesi - Mukaddes Emanetler Dairesi)

Has Oda’nın arka taşlığından Mabeyn-i Hümâyûn’a açılan kapı üzerinde üç satırlı çini levhada birinci satırda Besmele, ikinci satırda Kelime-i Tevhid, üçüncü satırda ise Hulafâ-ı Râşidîn’in isimleri (Hz.) Ebubekir, Ömer, Osman, Ali yazılıdır. Altındaki çini kitabede ise Has Oda’da “Cenab- ı Fahrü’l Enbiya Efendimizin Hırka-i Şerif’ine mahsus astarın Sultan Mehmed Reşad Han tarafından aslına sadık kalınarak tamir ettirildiğinden” bahsedilmektedir.

Dairenin ziyarete açıldığı 1960’lı yıllarda Taht Odası. Arkada tahttan bozma gümüş şebeke içinde Hırka-i Saadet muhafazası, ön tarafta ise Peygamberimiz’in kılıcı görülmektedir.
  
Taht Odası’nda (sağdan sola) işlemeli perde, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin hattıyla bir Hilye-i Şerif, Peygamberimizin kılıcı, dolap üzerinde de Sultan III. Ahmed tarafından yazılmış Kelime-i Şehadet levhası görülmektedir

5 Aralık 2021 Pazar

Enderun Avlusu (III. Avlu)

 Enderun Avlusu (III. Avlu)

İlber Ortaylı

Avlu, daha çok koğuşların bulunduğu bir mekândır ve alanı yaklaşık dokuz dönüm kadardır.

Enderun avlusu, bir kale içinde iç kale gibidir. Kârgir yapılarla çevrelenmiş olan avlunun kapıları (Bâbü’s saade, Araba ve Kuşhâne Kapıları) kapatıldığında buraya girilmesi mümkün değildir. Bugün Müze Müdüriyeti olan Kilerli Koğuşu ile Silahtar Koğuşu arasındaki geçitler, aslında olmayıp sarayın kullanılmadığı dönemde yapılan yenilemelerde açılmıştır. Enderun avlusuna Osmanlı tarihi boyunca sadece Genç Osman hâdisesi ve Sultan III. Selim’in şehit edilmesi sırasında girilmiş olması da güvenliğin bir ispatıdır.

Genç Osman Hâdisesi, tarihimizin ibretli bir sayfasıdır. İsyan eden yeniçeriler Bâbü’s saade’ye yüklenerek onu açmışlar ve padişahın hususi mekânına tecavüzde bulunmuşlardır. Şehzadegân Dairesi’nin kubbesinden bir delik açarak Sultan Mustafa’yı çıkartıp padişah yapmışlar ve Sultan Osman’ı Yedikule zindanlarına atmışlardır. Ne hazindir ki tarih, bir padişahın kendi askerleri tarafından öldürülüşüne şahit olur.

Avlunun başında Arz Odası bulunmaktadır. Yapının hemen arkasına düşen yerde III. Ahmed Kütüphanesi, avlunun sağ yanında Enderun Mektebi, Meşkhâne, Seferli Koğuşu, osmanlı tarihimizde Fatih dönemine ait bir köşk ve Sultan II. Selim dönemine ait bir hamam kalıntısı; avlunun sol yanında ise Silahdar Hazinesi, Kilerli koğuşu, Mukaddes Emanetler’in saklandığı dört kubbeli Hırka-i Saadet Dairesi, Enderun Ağalar Camii, Ak Ağalar Koğuşu ve Kuşhâne bulunmaktadır.

Enderun Avlusu (III. Avlu)

Arz Odası
Arz Odası padişaha divanda kararlaştırılan hususların sadrazam tarafından arz edildiği yerdi, adını da bu faaliyetten almaktadır. Padişahın, divan toplantılarından sonra sadrazamla, kararlaştırılan hususları müzakere ettikleri bu mekân, aynı zamanda devlet büyüklerinin, elçilerin, ulemanın kabul edildiği yerdir. Arz Odası resmî mekândır, ancak Avrupa ve Rusya krallarının saraylarındaki elçi kabul salonlarına göre oldukça mütevazı sayılır.

Arz Odası, Bâbü’s saade’nin hemen karşısına yapılarak âdeta Enderun avlusuna perde yapılmış gibidir. Bâbü’s saade’den içeri bakan, avluyu değil bu odayı görür.

Arz Odası ilk olarak Fatih devrinde inşa edilmişse de zaman içerisinde ilk hâlini kaybetmiştir. 1509 İstanbul depreminde Arz Odası tahrip olmuş ve Kanuni döneminde yeniden yapılmıştır. Daha sonraki dönemde de çeşitli tamirler gören Arz Odası, bir anlamda saraya gelen padişah misafirlerinin kabul salonu olduğu için padişahların ilgisine mazhar olmuş ve imparatorluğun ihtişamını göstermek için çaba sarf edilmiştir.
Sultan Abdülmecid zamanında çıkan saray yangınında oda yanmış ve bu yangından geriye odanın sedir tahtı ile tunç kaplamalı ocağı kalmıştır. 

Bundan sonra yapılan tamirlerde Arz Odası eski ihtişamından uzak süsleme ve nakışlarla kaplanmıştır. 1946’da esaslı bir şekilde restorasyona tâbi tutulmuştur.

Arz Odası’nın bu dönemdeki ihtişamının tek nişanesi bugün odanın Bâbü’s saade’ye bakan cephesinde bulunan çeşmesidir. Kanuni devrinde yapılan bu çeşme üzerinde yer alan “Sultan-ı cihanbân Süleyman-ı zeman/ Cihanın sultanı, zamanın Süleyman’ı” diye başlayan kitabesinde, çeşmenin “Divan üyelerine sonsuz ab-ı hayat olması” temenni edilmektedir.

Mimari bakımdan bina yaklaşık 24 x 19 m. ölçülerindedir ve oda 16,13 x 10,36 m. ölçüsünde kapalı mekâna sahiptir. Odanın etrafında yer alan geniş saçak ilk zamanlar ahşap direkler üzerine otururken sonraları yerlerine yirmi iki mermer sütun konulmuştur.

Sütunların mukarnaslı başlıkları ve üstlerinde âdeta bayrak renklerini sembolize edercesine kırmızı ve beyaz taşlardan yapılmış kemerler ile Osmanlı mimarisinin nefis üslubuna işaret eder. Bu güzel yapıdaki mimari güzelliği görmek için Arz Odası’nın yanından geçip gitmek değil etrafında dolaşmak gereklidir.

Arz Odası’nın ikisi Bâbü’s saade, biri de Enderun avlusuna açılan üç kapısı vardır. Bunlar; Maruzat Kapısı, Pişkeş Kapısı ve hükümdarın kapısıdır. Padişaha arzda bulunacak olanlar Maruzat Kapısı’ndan odaya girerlerdi. İki kapı arasında çok büyük bir pencere vardır. Yabancı elçilerin yanlarında getirdikleri hediyeler bu kapı önüne bırakılır, daha sonra da hediyeler Pişkeş Kapısı’ndan odaya alınırdı. Pişkeş, hediye demektir. Bâbü’s saade’den Arz Odası’na doğrudan girildiği hâlde arka kapısından Enderun avlusuna bir çift merdivenle inilir. Bu, Bâbü’s saade’nin bulunduğu yerin Sarayburnu’nun en yüksek noktası olduğunu, ondan sonra da inişin başladığını gösterir.

Enderun Avlusu (III. Avlu)

Arz Odası’nın ön cephesi gayet güzel çini panolar ile süslüdür. Çeşme yanındaki Maruzat Kapısı’nın üzerinde Sultan III. Ahmed’in Besmelesi yer alır. Sol taraftaki Pişkeş Kapısı üzerinde de tuğra şekilli yazılarda Sultan Abdülmecid’i metheden ifadeler vardır. Babası III. Ahmed gibi hattat olan Sultan II. Mahmud Han’ın kendi yazdığı “Hasbünallâhü ve ni’me’l-vekil / Allah ne güzel vekildir.” ifadesi bulunmaktadır.

Arz Odası içinde padişahın mutlak otoritesini belirten unsurlar göze çarpar. Girişte tam karşıda padişaha ait baldaken taht (sedir-taht), ocak ve muhteşem kubbe vardır. Dışarıda olduğu gibi içeride de çeşme bulunur. Sultan III. Mehmed devrinden kalan tahtın dört burmalı sütunu vardır. Sütunların taşıdığı kubbesi lake süslemelerle çeşitli hayvan ve bitki motifleriyle kaplıdır. Süsleme aralıklarında değerli taş kakmaları kullanılmıştır.

Arz Odası’nda bulunan örtüler de işlemelerinde kullanılan değerli maden ve taşlardan dolayı oldukça kıymetlidir. Bu örtüler günümüzde sarayın hazine bölümünde saklanmaktadır.

Arz Odasında Kabuller
Arz Odası, Fatih devrinden itibaren padişahların Divân-ı Hümâyûn toplantılarına katılmamaları dolayısıyla toplantılarda alınan kararların kendilerine bildirilmesi maksadıyla ortaya çıkan bir mekândır. Dört asra yakın bir süre Osmanlı yönetimine şahit olmuştur. Divan üyeleri haftanın belli günlerindeki divan toplantılarının ardından padişahın huzuruna çıkmışlardır.

Arz Odası’nda görüşmeler başlayınca odanın içindeki ve dışındaki çeşmeler açılırdı. Akan suyun içeride ve dışarıda çıkarttığı tatlı şırıltılar konuşmaların dışarıdan dinlenilmesini engellerdi. Divan-ı Hümâyûn toplantılarına başkanlık eden sadrazam arza çıkacağı günlerde arz edilecek hususların özetlerini padişaha gönderirdi.

Padişahtan sadrazama Hatt-ı Hümâyûn geldiğinde diğer divan üyeleriyle birlikte Bâbü’s saade’ye gelinir, Osmanlı teşrifat kaidelerine göre arza girilirdi. Arzda kapıya doğru dizilerek ayakta durulur, oturulmazdı.

Önce yeniçeri ağası ocak hakkında malumat verir, ardından kazaskerler odaya girerek kadı tayinleri ile ilgili telhisleri okurlardı. Daha sonra merasimle sadrazam, diğer kubbe vezirleri ve defterdarlar Arz Odası’na kabul edilirdi. Malî meseleler defterdar tarafından padişaha okunurdu. İdarî konular ise sadrazam tarafından padişaha arz edilirdi. Gizliliği olan meseleler varsa vüzeranın çıkmasının ardından padişah ile sadrazam baş başa görüşürlerdi.

Enderun Avlusu (III. Avlu)

Arz Odası’nda elçi kabul günleri genellikle yeniçerilere ulûfe dağıtılan günlere rastlatılırdı. Böylece imparatorluğun ihtişamı dosta düşmana gösterilmek istenirdi. Gelen elçiler Bâbü’s selam’daki kapıcıbaşı odasına alınır, Osmanlı imparatorluk protokolüne uygun tarzda ikramlar yapılırdı. 

Elçiler çavuşbaşılar eşliğinde Kubbealtı’na getirilirdi. Kubbealtı’nda Müslüman bir devletin elçisi ise sadrazam hariç herkes ayağa kalkardı. Gelen Hıristiyan bir ülkenin elçisi ise kimse ayağa kalkmazdı. Divan’da genelde üç sofra kurulurken elçi kabullerinde beş sofra kurulur ve elçi sadrazamla aynı sofrada yemek yerdi.

Gelen elçiyi padişah kabul etme lütfunda bulunacak ise kapıcıbaşılar tarafından elçinin hem güvenlik gereği hem saygı ifadesi olarak kollarına girilir ve huzura götürülürdü. İçeri girdikten sonra da üç yerde padişahı selamlarlardı. 1667’de İstanbul’a gönderilen Rus elçisi bu geleneğe uymak istemeyip padişaha selam vermeyince silahdar ağa elçiyi ensesinden tuttuğu gibi başını yere eğmiş ve geleneksel merasimi yaptırmıştır.

Padişahın da uyması gereken belli başlı teşrifat kaideleri vardı. Padişah Serir-i Saltanat’ta, (sedir- taht) elçi kabul ederken elçinin anlattıklarını, Fenerli tercümanın çevirisinden dinlerdi. Huzura girenler padişahla göz göze gelemezler, elleri önde bağlı ve yüzleri yerde kıpırdamadan dururlardı.

Arz Odası’na sadece divan üyeleri ve elçiler alınmazdı. İstanbul’a gelen krallar, Kırım hanları, yabancı prensler de Arz Odası’nda kabul edilirlerdi.

Arz Odası’nın şahit olduğu en hazin tablo 1808’de yaşanmıştır. Sultan III. Selim’in Nizam-ı Cedid adı verilen yeniliklerine karşı çıkan Kabakçı Mustafa liderliğindeki asilere karşı koymak için Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa saraya gelmiştir. Asilerin elinden Sultan III. Selim’i kurtarmak için Bâbü’s saade’yi kırdırarak içeri girmişse de hünkârı Arz Odası ile Bâbü’s saade arasında başı ve yüzü paramparça edilmiş hâlde bulmuştur. Paşa, padişahının naaşına kapanıp ağlamıştır.

3 Aralık 2021 Cuma

Cevri Kalfa Dairesi

 Cevri Kalfa Dairesi

İlber Ortaylı

Altınyol’un üzerinde yer alan Cevri Kalfa Dairesi’ne ince, uzun bir taş merdivenle çıkılır. Merdivenin ulaştığı düzlükte iki kapı bulunur ki bu kapılardan soldaki kapı Cevri Kalfa Dairesi’ne ulaşır.

İç içe dört odadan müteşekkil olan daire, mimarisinden ziyade Osmanlı tarihinde bir padişahın hayatını kurtarması bakımından mühimdir. Sultan III. Selim’in şehid edilmesinin ardından asilerin II. Mahmud’u öldürmek için Harem’e girmeleri üzerine Cevri Kalfa koşarak Şehzadegân Dairesi’ne varmış ve şehzadeyi alarak kendi dairesine çıkartmıştır.

Asilerin durumu fark etmeleri üzerine merdiven başında onların üzerine kül atarak zaman kazanmış ve saraylıların da yardımıyla şehzadeyi dama çıkartarak kurtarılmasını sağlamıştır. II. Mahmud padişah olunca Cevri Kalfa’ya vefa göstererek onu başhazinedarı yapmıştır. Şükranının bir ifadesi olarak da Sultanahmet Divanyolu’nda bir mektep, Çamlıca’da ise bir köşk inşa ettirmiştir. Divanyolu’ndaki mektep bugün Türk Edebiyatı Vakfı binası olarak kullanılmaktadır.

Çinili Köşk

Cevri Kalfa, bir yerde hanedanın büyükannesi sayılan II. Mahmud Han’ın annesi Nakşıdil Valide Sultan’ın türbesinde onun yanı başına defnedilmiştir.

Topkapı Sarayı’ndan evvel Fatih tarafından yaptırılan Çinili Köşk’ün planı Bursa Yıldırım Camii ile hemen hemen aynıdır. Yıllar boyunca yaşadığı hatalı tadilatlar ve yangınla orijinalliğini oldukça kaybeden Çinili Köşk en büyük tahribatı Arkeoloji Müzesi’nin açılmasından dolayı yaşamıştır. 

Arkeoloji Binası yapılınca Çinili Köşk’ün içindeki arkeolojik eserler yeni binaya taşınmıştır. Çinili Köşk’ün önü ok ve cirit talimlerinin yapıldığı bir yerdir. Cumhuriyet devrinde yapılan restorasyonlarda çok sayıda ok ve cirit parçalarına rastlanılmıştır.

Süslemelerinde Selçuklulardan tesirler görülen Çinili Köşk’teki çiniler emsali zor bulunan türdendir. İki katlı olan köşkün kapısının üstünde ufak bir asma kat da bulunmaktadır.

Mabeyn-i Hümâyûn Dairesi (I. Abdülhamid Dairesi)

 Mabeyn-i Hümâyûn Dairesi (I. Abdülhamid Dairesi)

İlber Ortaylı

Sultan I. Selim Kulesi’ne bitişik olarak Sultan I. Abdülhamid tarafından inşa ettirilen Mabeyn Dairesi, İkballer Taşlığı’nın Has Oda cephesinde ve Başkadın Efendi Dairesi’nin altında yer alır.

Sultan I. Abdülhamid ailesi ile birlikte burada yaşamış, I. Abdülhamid Has Oda’sını ise kışlık olarak kullanmıştır.

Mabeyn Dairesi, Araba Kapısı’ndan girildiğinde, Harem mekânlarının sonuncusudur. Selamlık ile Harem arasında bulunması sebebiyle Mabeyn-i Hümâyûn Dairesi I. Abdülhamid Dairesi denilmiştir. İki kapısından biri olan, Demir Kapısı Havuzlu Taşlığa (saraya); diğeri ise Altınyol’a (Harem’e) açılmaktadır.

Mabeyn-i Hümâyûn Dairesi (I. Abdülhamid Dairesi)

Bir anlamda sarayın resmi mekânları ile padişahın özel mekânlarını birbirinden ayıran bir daire özelliği gösterir. Daire bir sofa ve iki odadan müteşekkil olup odalardan biri Aynalı Oda diğeri Taş Oda veya Hazine Odası olarak isimlendirilir.

Sofanın duvarları çiçek desenli Hollanda çinileriyle süslenmiş ve bir tarafa da rokoko üslubunda güzel bir mermer ocak yerleştirilmiştir. Sofadan Başkadınefendi Dairesi’ne çıkışı sağlayan ve servis hizmetlerinde kullanılan dolap içi bir de geçit vardır.

Sofadan Aynalı Oda’ya Taş Oda denilen bir aralıktan geçilir. Kiler olarak kullanıldığı sanılan bu oda aslında Yavuz Sultan Selim döneminde sarayın surları üzerine yapılan I. Selim Kulesi’nden günümüze kalmıştır.

Mabeyn-i Hümâyûn Dairesi (I. Abdülhamid Dairesi)

Aynalı Oda, divanhâne olarak kullanılmaktadır. Adını pencerelerde cam yerine kristal aynaların kullanılmasından alır. Aynalarla daha zenginleştirilen tezyinatta rokoko süslemeler yoğun olarak kullanılmıştır. Üstte yer alan kafa pencerelerinde ise Osmanlıların meşhur sanatı vitray kullanılmıştır.

Aynalı Oda’da siyah zemin üzerine yaldızla yazılmış Hilye-i Hakani (Hz. Peygamber’in fiziki özelliklerini ve örnek davranışlarını anlatan divan edebiyatının ilk hilyesi) bulunur.

Mabeyn-i Hümâyûn Dairesi (I. Abdülhamid Dairesi)

Aynalı Oda’nın kapısı üzerindeki tuğra, yapının banisine, Sultan I. Abdülhamid’e aittir. Kitabesindeki beyitlerin sonunda yer alan Hicri 1193 tarihi, 1778 yılına tekabül eder.

Cevri Kalfa, II. Mahmud’u yakalamaya çalışan asilerin üzerine bu merdivenlerde kül atarak zaman kazanmış ve saraylıların da yardımıyla şehzadeyi dama çıkartarak kurtarmıştır.

26 Kasım 2021 Cuma

Sûrnâmelerde "1582" Şenliği; Bölüm -03

 16. Yüzyılda İse Yalnızca Şenlikleri Ele Alan Ve “Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03


Sûrnâmelerde "1582" Şenliği; Bölüm -03
"Gülsüm Ezgi KORKMAZ"

Bir süre şehzadelere hocalık yapmış ve aynı zamanda da saray şairi olarak görev yapmıştır (13). Nurhan Atasoy’un Düğün Kitabi"nda verdiği bilgilere göre de 1582 şenliğinin yapıldığı tarihlerde saray şehnamecisi Seyyid Lokman’dır. Seyyid Lokman, Sûrnâme-i Hümâyûn’un nakkaşı Osman’la yirmi yıla yakın bir süre birlikte çalışmış, onunla beraber pek çok eser vermiştir. 1579-81 tarihleri arasında ikisi birlikte üçşehnâme hazırlamışlardır. Sûrnâme-i Hümâyûn metninde yazarının adı bulunmadığından ve eserin minyatürleri Nakkaş Osman’a ait olduğundan bu eserin de Seyyid kokman tarafından yazıldığı sanılmış ve Robert E. Stout’un çalışması gibi pek çok çalışmada Sûrnâme-i Hümayun’un yazan Seyyid Lokman olarak anılmıştır. Kitaplann hazırlanışı ile ilgili belgelerden anlaşıldığına göre İntizâmî, müsveddelerini dönemin baş yazan konumunda olan Seyyid Lokman’ın kontrolü altında esere dönüştürmüştür (14).

Seyyid Lokman’ın Farsça ve manzum olarak kaleme aldığı Şehinşâhnâme’nin birinci cildi IH. Murad devrindeki çeşitli olayların anlatılmasından oluşmaktadır. Eserin ikinci cildinde ise içlerinde şehzade Mehmed’in 1582’de yapılan sünnet düğününün de bulunduğu 1582-1588 yıllan arasında geçen olaylara yer verilmiştir. Mehmet Arslan’ın Türk Edebiyatında Manzum Sûrnameler adlı kitabında verdiği bilgilere göre Şehinşâhnâme’nin 32b-88a varakları arasındaki bölümünde şehzade Mehmed’in sünnet düğününe yer verilmiş ve ayrıca eserde yer alan toplam 95 minyatürden 42 tanesi bu düğünün tasvirlerine aynlmıştır (109-110). 

Arslan’ın kısaca tanıttığı eserle ilgili olarak yapılmış en önemli çalışma Nurhan Atasoy’un “III. Murad Şehinşahnamesi, Sünnet Düğünü Bölümü ve Philadelphia Free Library’deki İki Minyatürlü Sayfa” başlıklı makalesidir. Atasoy, bu makalede, Seyyid Lokman’ın eserini, özellikle de sünnet düğünü ile ilgili bölümü tanıttıktan sonra düğünle ilgili minyatürler üzerinde durur. 

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03Şehinşâhnâme, Sûrnâme-i Hümâyûn’un tek minyatürlü nüshası olan Topkapı nüshasından sonra 1582 şenliğini resimlerle anlatan ikinci önemli eserdir. Bu eserdeki minyatürlerin hangi nakkaşın idaresinde ve kimler tarafından yapıldığına dair hiçbir kayıt yoktur (362). Ancak Atasoy, eserdeki minyatürlerin Sûrnâme-i Hümâyûn’un Nakkaş Osman ve ekibi tarafından hazırlanan minyatürlerine üslûp özellikleri

bakımından çok benzediğini ve böyle bir benzerliğin Şehinşâhnâme’deki minyatürlerin de aynı ekibin elinden çıktığı konusunda şüphe bırakmadığını belirtir. Sûrnâme-i Hümâyûn’daki minyatürlerde yer alan pek çok figür, sahnelerin düzenlenişi Şehinşâhnâme’deki minyatürlerde de aynı şekilde yer alır. Yalnız, Sûrnâme-i Hümâyûn’da 250 sahneye bölünerek anlatılan 52 günlük düğün, Şehinşâhnâme’de bir sahneye birkaç gösteri ve olay sıkıştırılarak daha az sahnede anlatılmıştır. Atasoy’a göre minyatür kompozisyonlarının bu şekilde yapılması düğünün hareketliliğini ve neşesini daha iyi yansıtmış ve daha başarılı olmalarını sağlamıştır. 

Eserin minyatürleri arasında eksik sayfalar vardır, ancak Free Library of Philadelphia’da bulunan iki minyatürlü yaprak üzerinde yapılan çalışmalarla, bunların Şehinşâhnâme’ye ait olduğu tespit edilmiştir (362-64). Atasoy, makalesinde, metinde yer alan şenlikle ilgili olayların anlatıldığı başlıkların ve ayrıca açıklamalarıyla birlikte konuyla ilgili minyatürlerin bir listesini verir. Bu listelerden anlaşıldığına göre 1582 şenliği, Şehinşâhnâme’de Sûrnâme-i Hümâyûn ve Câmi ’ü-l Buhûr Der Mecâlis-i Sûr’a kıyasla daha kısa bir biçimde, ayrıntılara inmeden anlatılmıştır (366-370). Yine de metindeki başlıklarda ve minyatürlerde şenliğin bütün önemli olaylarını bulmak mümkündür. 

1582 şenliğini konu edinen bir diğer metin Farsça olarak kaleme alınmış 12 yapraklık küçük bir eser olan Zübdetü ’l-Eş ’âr’dır. Eser, 1582’de yapılan sünnet düğünü dolayısıyla hediye olarak sunulmuştur (Toska 293). Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan Kitaplığı’nında bulunan bu esere 1582 şenliği ile ilgili olarak ilk kez Orhan Şaik Gökyay dikkat çeker. Ancak, Gökyay’ın “Bir Saltanat Düğünü” adlı makalesindeki bir dipnotta eserle ilgili olarak verdiği bilgide “Farsça olan bu manzumelerde şehzade Mehmed’in sünnet düğünü ile ilgili hiç bir tasvir yoktur”denilmektedir (21). 

Zübdetü ’l-Eş ’ar’dan söz eden ikinci kaynak ise Mehmet Arslan’ın Türk Edebiyatında Manzum Sûrnameler başlıklı çalışmasıdır. Arslan, Gökyay’dan farklı olarak eserin bazı beyitlerinde 1582 yılındaki III. Mehmed’in sünnet düğününü anlatan bilgiler bulunduğunu, ancak kasidenin tam olarak bir sûriyye kasidesi özelliği taşımadığını belirtir. Arslan’a göre eser bir tür III. Murad övgüsüdür (110).

Zübdetü ’l-Eş ’ar üzerine ilk kapsamlı çalışma ise Zehra Toska’nın “Bir Armağan: Zübdetü ’l-Eş'ar” başlıklı makalesidir. Toska makalesinde, araştırmalar sonunda eserin şairinin kimliği hakkında ulaştığı bilgilere yer verir. Makalede ayrıca, sûriyye kasidesi, onun başında bulunan mesnevi şeklinde yazılmış altı beyitin transkripsiyonlu metni ve bazı beyitlerin açıklamaları bulunmaktadır. 

Yazar, metnin tam bir tercümesini de yapmıştır. Zehra Toska, daha önce eserle ilgili yapılan değerlendirmelerin aksine, metinde III. Murad’m övgüsüyle birlikte şehzadenin sünnet düğününün de anlatıldığını belirtir. Yazara göre değerlendirmelerdeki eksiklik daha önce metnin tam bir incelemesinin yapılmamış olmasından ileri gelmektedir (295). Toska’nın, Fehmi Edhem Karatay’ın harsça Yazmalar Katalogu’nda verilen bilgilerden aktardığına göre eserin şairi Hoca Saadeddin’dir ve bu bilgi eserden söz eden diğer kaynaklarda da tekrarlanır (294-95). 

Fakat yazarın eserle ilgili olarak yaptığı araştırmalar sonucunda ulaştığı bilgilere göre Zübdetü 7- Eş ’ar, diğer kaynaklarda verilen bilgilerin aksine Hoca Saadeddin’in değil, 1592’de Doğancıbaşı, 1598’de Bosna valisi olan ve 1603 yılında Osmanlı-Habsburg savaşı sırasında ölen Derviş Paşa’nındır.

Zübdetü 7- Eş ’ar mesnevî şeklinde yazılmış olan altı beyitlik bir takriz bölümüyle, düğünün anlatıldığı sûriyye kasidesinden oluşmaktadır. Kasidede şenliğe ilişkin olarak Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler" de yapılan betimlemeler, Nev’î Efendi’nin kasidesine benzer nitelikler gösterir. İlk olarak, Nev’î’nin kasidesinin girişinde olduğu gibi şenlik için yürütülen

hazırlıkları ve süslemeleri betimlemek üzere “şenlik münasebetiyle yeryüzünün, gökyüzünü aratmayacak bir yüceliğe ulaştığı” söylenir (Toska 305). Kasidenin çeşitli yerlerinde, Nev’î Efendi’nin kasidesinde olduğu gibi şenliğin önemli öğelerinden olan nahıllar betimlenir (305, 308, 318). 7. ve 10. beyitlerde yine şenliğin önemli öğelerinden olan ve şenlik süresince istisnasız her gün yapılan ateş işleri ve fişek gösterileri betimlenmektedir (306-307). Bunlardan başka şenlikle ilgili olarak Nev’î’nin kasidesinde de rastlanan düğün saçılığı, şenlikte padişahın halka altın ve gümüş paralar saçması, kâfirlerin müslüman olması, şehzadenin sünnet edilmesi, verilen ziyafetler gibi konulara değinilmiştir.

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03B. Diğer Metinler

Bu bölümde 1582 şenliği ile ilgili bilgiler içeren tarih kaynakları ve yabancı gezginlerin anlatıları tanıtılmaktadır. Bu çalışmanın asıl konusu 1582 sûmâmeleri olduğundan, tezde söz konusu kaynaklardan yararlanılmamıştır. Yine de, 1582 şenliğiyle ilgili yapılacak başka çalışmalara kaynak oluşturması bakımından, burada bu kaynakların künye bilgilerine yer verilmiş, ayrıca içeriklerinden kısaca söz edilmiştir.

1. Tarih Kaynakları  

1582 şenliği ile ilgili kayıtlar içeren tarih kaynaklarından biri Baron Joseph Von Hammer Purgstall’m “Hammer Tarihi” olarak bilinen Osmanlı Devleti Tarihi adlı kitabıdır. AvusturyalI bir diplomat ve tarihçi olan Hammer, 10 ciltlik eserinde 1582 yılında yapılan sünnet düğününe geniş yer ayırmıştır. Düğünden “Şehzade Mehmed’in Sünnet Düğünü” başlığı altında söz eden Hammer, düğün için bir yıl öncesinden başlanan hazırlıklardan, düğündeki gösterilerin niteliğine kadar uzanan geniş bir yelpazede ayrıntılı bilgiler verir. Yazar, düğün hakkında ayrıntılı bilgiler verişinin nedenini de ilgili bölümün sonunda şu sözlerle açıklar: 

Bu düğün hakkında biraz tafsilat verişimiz, birkaç sene müddetle Sultân Murad’ın bütün düşünce ve konuşmaları buna hasredilmiş olmasından ve Avrupa hükümetlerinin o zamanlar henüz korkmakta bulunduğu Devlet’in durumuna ve özellikle elbise bakımından ne türlü tekellüfât ve tezyînât ihtiyâr olunduğuna ve Devlet büyüklerinin dâirelerinde birçok delikanlının refâhiyyet ve servet içinde beslenilmesinin şeref sayıldığına, halkın neden hoşlanıp ne ile eğlendiğine, san’at ve hirfet erbâbının resm-i geçitlerinde gösterdiğimiz veçhile, sanâyiin sınıflar arasında nasıl taksim edildiğine dâir târihi aydınlatacak ma’lûmât vermesinden dolayıdır. (2104)  

Hammer’in sözlerinden de anlaşıldığı üzere, yazar 1582 şenliğinin OsmanlI’nın toplum ve kültür hayatına dair “tarihi aydınlatacak”pek çok göstergeyi içinde barındırdığı görüşündedir. Bu nedenle Hammer, bu önemli olayın ayrıntılı bir biçimde anlatmayı gerekli görmüştür. 

Şenlikle ilgili kayıtlar içeren bir diğer tarih kaynağı, Gelibolulu Âlî’nin Künhü 7- Ahbâr’ıdır. Âlî, bu eserinde düğüne davet edilenlerden başlayarak düğün için yapılan çeşitli hazırlıklar, düğün sırasında yapılan gösteriler ve verilen ziyafetler hakkında bilgi verir. Âlî, düğüne kendisinin de davet edildiğini ve bu sırada Halep Tımarlan Defterdan olduğu bilgisini verir. Aynca, düğünle ilgili daha aynntılı betimlemelerin “Tafsîl-i pür der-Sürûr-ı Câmi ‘u’l-Buhûr” adlı kitabında bulunabileceğini söyler (386-397).

17. yüzyılda yazılmış bir tarih kitabı olan Solak-Zâde Tarihi’nde III. Murad dönemine ve dolayısıyla 1582 şenliğine dair kayıtlar vardır. Asıl adı Mehmed Hemdemi Çelebi (1590-1657) olan Solak-Zâde 17. yüzyılın önemli Osmanlı tarihçilerindendir. Solak-Zâde Tarihi’m günümüz Türkçesi’ne aktararak yayıma hazırlayan Vahid Çabuk’un eserin girişinde verdiği bilgilere göre yazar sarayda görevlidir (V). Solak- Zâde Tarihi’nin ilk bölümü yazarın kendi döneminden önce, yani OsmanlI’nın kuruluşundan 1622 yılına kadar olan zamanı kapsar. 

Yazar bu bölümde pek çok Osmanlı kroniğini kaynak olarak kullanmış ve yararlandığı tarihçilerin isimlerini eserinde anmıştır. Bunlar arasında Nerî, Ruhî, İdris-i Bidlisî, Âlî ve Hasan Bey-Zâde sayılabilir. Solak-Zâde, eserinin “Sünnet Düğününün Tertibine Başlanması” başlıklı bölümünde 1582 şenliğine yer verir; ancak düğünle ilgili anlatısı pek ayrıntılı değildir. 

Yazar, anlatısına İstanbul’da dört yerde süslü ağaçlar yani nahıllar yapıldığını ve bu süs ağaçlarının önce Eski Saray’a, daha sonra da Atmeydam’na getirildiğini anlatarak başlar. Solak-Zâde daha sonra düğünde yer alan gösteri ve ziyafetlerin düzeninden kısaca söz eder. Eğlencelerin kırkıncı gününde şehzadenin sünnet edilmesinden sonra, şenliğin 12 gün daha devam ettiğini ancak yeniçerilerle sipahiler arasında çıkan bir kavgadan dolayı düğünün bitirilmesine karar verildiğini bildirir.

Peçevî Tarihi’nde de Şehzade Mehmed’in sünnet düğününe ilişkin kayıtlar yer almaktadır. Franz Babinger’in Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri adlı kitabında verdiği bilgilere göre İbrahim Peçevî, 1574 yılında Macaristan’da Fünfkirchen’de doğmuştur. Eserinde belirttiğine göre 14 yaşında Lala Mehmed Paşa’nın yanma sığınmış ve uzun yıllar onun maiyetinde yaşamıştır. Peçevî’nin OsmanlI’nın 1520-1639 yıllarını konu alan tarih kitabı bu dönem için önemli kaynaklardan biridir (211-212). Kitabında 1582 şenliğine “Şehzade Mehmet’in Sünnet Düğünü Hazırlıklarına  

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03Başlanıldı”, “Sünnet Düğününün Başlaması” ve “Bu Düğün Sırasındaki Bir Olayın Özet Olarak Beyanı” başlıkları altında yer verir. Peçevî, bu başlıklar altında düğüne çağrılan davetlileri sıralar ve yapılan hazırlıklardan kısaca bahseder. Her gün çok çeşitli eğlenceler düzenlendiğini ve bütün bunların tarihçiler tarafından mümkün olduğunca tasvir edilip açıklandığını belirtir; ama bunlarla ilgili fazla ayrıntı vermez. Yalnız, düğünün sona ermesine sebep olan, yeniçeriler ve sipahiler arasındaki kavgayı ayrıntılı bir şekilde anlatır (311-312).

Bostanzâde Yahya Efendi’nin 17. yüzyılda kaleme aldığı Târih-i SâfTuhfetü 7- Ahbâb adlı eserde de şenlikten söz eden kısa bir bölüm vardır. Eser, Necdet Sakaoğlu tarafından günümüz Türkçesine aktarılmıştır. Sakaoğlu’nun eserin önsözünde verdiği bilgilere göre Târih-i Sâf/Tuhfetü ’l-Ahbab 1616 yılına yakın bir tarihte yazılmış kısa bir genel tarihtir. Eser çoğu Türk olan 300 kadar müslüman hükümdarın tanıtılmasıyla 8 hikâyeden ibarettir. Eserde kitabın yazıldığı devrin padişahı olan I. Ahmed (1603-1617) dışında 13 Osmanlı padişahı daha tanıtılmıştır. 

Bunlar arasında III. Murad da bulunur. Yazar, III. Murad’la ilgili bölümde, Şehzade Mehmed’in sünnet düğününden de söz eder. Düğündeki şaşırtıcı gösterilerin her birinin ayrı bir kitap dolduracak nitelikte olduğunu belirten Bostanzâde, şenliğin niteliği ve etkinliklerden kısaca bahseder. Gösterilerden iki örnek verdikten sonra da şenliğin bu kısa özetlemeye sığmayacağını belirtir (108-109). 

Selânikî Tarihi Kanunî Sultan Süleyman’ın saltanatının son yıllarıyla III. Mehmed’in saltanatının ortalarına kadar olan 1563-1600 yılları arasındaki dönemi kapsar. Eser Mehmet İpşirli tarafından latin harflerine aktarılmış ve yayıma hazırlanmıştır. Selânikî eserinde III. Murad devrinin önemli olaylarından biri olan şehzade Mehmed’in sünnet düğününe de yer vermiştir. Yazar, düğünle ilgili çeşitli bilgileri şu başlıklar altında verir: “Kıssa-i Sûr-ı Sünnet-i hümâyûn-ı Şehzade Sultân Mehmed ve sâ’ir tedbîr-i mülk”, “Sünnet-i Şehzade içün memâlik-i mahrûsa hükkâmına ve sâ’ir mülûke ihbâr olduğı”, “Mühimmât-ı sûr-ı hümâyûn içün lâzım olan tedârük ü tedbîrâtdur”, “Sûr-ı hümâyûn içün Seyran-gâh tedârükidür”, “Erkan-ı sa‘âdetün oturacak yerleridür”. Selânikî, sünnet vesilesiyle düzenlenen şenliğin kendisinden çok düğün için yapılan hazırlıklarla ilgili bilgiler vermiştir (İpşirli 131-36)

2. Avrupalı Gezginlerin Anlatıları

1582 şenliğe davetli olarak çağrılan ya da şenlik yapıldığı sırada tesadüfen İstanbul’da bulunan çok sayıda yabancı gezgin tarafından kaydedildiğinden söz edilmişti. Osmanlı kaynaklarının fazla üzerinde durmadığı konuların anlamlandırılması bakımından, Avrupalı gezginlerin şenlikle ilgili ayrıntılı betimlemeleri önemli birer kaynaktır. Bu çalışmanın asıl konusu 1582 sûmâmeleri olduğundan, bu kaynaklardan yararlanılmamış, yalnızca künye bilgileri ve içeriklerinden kısaca söz edilmiştir. Anlatıların künyeleri ve içerikleri ile ilgili bilgiler için. Metin And ve Robert Elliott Stout’un çalışmalarıyla Library of Congress katalogundan yararlanılmıştır.

Michel Baudier’in şenlik hakkındaki anlaüsı kaynaklarda “Baudier” şeklinde geçmektedir. Bu metinle ilgili bilgiler Metin And’ın A History of Theatre and Popular Entertainment in Turkey (1963-64) adlı kitabında bulunabilir. And, bu kitabının ek kısmında Baudier’in kayıtlarının tamamına yer vermiştir. Baudier’in anlatısı kitabın künyesinde “The History of the Serrail and of the court of the Turkes wherein is seenethe image of the Ottoman Greatness.” başlığıyla verilmiştir. Edward Grimeston tarafından İngilizce’ye çevrilen bu belge 1635 yılında yayımlanmıştır

Blaise de Vigenere Bourbonnois’nın (1523-1596) çevirisini yaptığı Bizanslı tarihçi Laonicus Chalkokondyles’in L ’Histoire de la Decadance de L 'Empire Grec et Establissement de Celuy des Turcs (1632) kitabının ek kısmında şenlik hakkında yazılmış bir metin bulunmaktadır. Şenlik hakkında yazılmış Fransızca kaynaklardan biri olan bu metin, kaynaklarda “Blaise de Vigenere” olarak geçmektedir. Stout, De Vigenere’in bu metnin gerçek yazarı olup olmadığının bilinmediğini, ancak betimlemelerin bağımsız, orijinal bir kaynağa dayandığını belirtir (Stout 16).

Yazarı belli olmayan ve “Discours” olarak anılan bir diğer yabancı kaynak.

Metin And’ın 40 Gün 40 Gece adlı kitabında 1582 şenliğinden söz ederken yararlandığı kaynaklardan biridir. And, bu anlatının başlığım “Magnificences et Allegresses qui ont este faictes la Circoncision du Sultan Mehmed. Fils du Sultan Amuradh. Grand Empereur des Turcs” şeklinde verir. And’m verdiği bilgiye göre bu baskının üç yazması vardır.  

“Fugger News-Letter” adıyla bilinen anlatı şenlik hakkında yazılmış Almanca kaynaklardan biridir. Bu kısa anlatı, bir gazete olduğu anlaşılan ve “Fugger Evi”ne İstanbul’daki bilinmeyen biri tarafından 1582 yılında yollanmıştır. Fugger News- Letters, daha önce tanıtılan Discours adlı anonim bir Fransız kaynağıyla benzerliklertaşır. Fransızca anlatının daha uzun ve ayrıntılı olması bu anlatının Fransızca kaynaktan derlenmiş olabileceğini gösterir.

Alman imparatorluğu elçisinin heyetinden olan Haunolth’un şenlik anlatısı yabancı gezginlerin anlatılan arasında en ayrıntılı ve uzun kaynaktır. Haunolth, Breslau asillerinden biridir. Karmaşık saray hayatı ve dinî kurumlar hakkında oldukça bilgili bir biçimde yazması ve anlatısında pek çok Türkçe terim kullanması, İstanbul’da bir süre bulunduğu izlenimi yaratır. Tarihçi Hammer, 1582 şenliği hakkında verdiği bilgileri Haunolth’un anlatısına dayandınr (Stout 14-15).

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03Şenliğe çağrılan Leh heyetinden George Lebelski’nin şenlik hakkında yazdıkları 1585 yılında İngilizce olarak yayımlanır. Robert Elliott Stout’un verdiği bilgilere göre bu metin şenliğin oldukça ayrıntılı ve uzun bir anlatımından oluşmaktadır ve olayların canlı bir şekilde betimlenmesi bakımından Van Hanuolth’un metninden sonra ikinci önemli Batı kaynağı sayılır (17-18). Metin And, 16. Yüzyılda İstanbul’da Hayat adlı kitabında Lebelski’nin anlatısının ismini “La declaration des jeux et magnifiques spectacles representeza Constantinople...” olarak verir (321).

Yine Stout’un verdiği bilgilere göre şenliğin İtalyan konuklarından hiçbiri şenliğe dair bir belge yayımlamamıştır; ancak 21 Temmuz 1582’de Le Vigne de Pera adlı bir İtalyan tarafından yazılıp İngiliz sarayına yollanan bir mektup bulunmaktadır. Bu mektubun İngilizce çevirisi 1909 yılında yayımlanmıştır.

Şenlik üzerine yazılmış Almanca kayıtlardan biri Lewenklaw’a aittir. Metin And’ın lö.Yüzyılda İstanbul ’da Hayat adlı kitabında verdiği bilgilere göre LewenklawTürkler üzerine kapsamlı çalışmalar yapmıştır. Türkçe tarihleri bir Avrupa diline çeviren ilk tarihçi olarak bilinir. 1584 yılında İstanbul’daki elçi Heinrich von Lichtenstein’ın yanında bulunmuştur. Lewenklaw’m eserinde Haunolt (I), Haunolt (II) ve Besolt’un tam metinleri yer alır (321). And, 40 Gün 40 Gece adlı kitabında yazann tam adını “Johannes Lewenklaw” ve eserinin başlığını “Neuwe Cronica Türckischer Nation” olarak verir. And, kitabında bu anlatıdan şenliğe dair çeşitli alıntılar da yapar. 

Metin And, şenlik hakkında yazılmış Almanca kaynaklardan biri olan Reinhold Lubenau’nun anlatısının başlığını 40 Gün 40 Gece adlı kitabının kaynakçasında Beschreibung der Reisen des Reinhold Lubenau olarak verir. Eserin künyesi Libray of Congress katalogunda da aynı şekilde geçmektedir. And, künyede ayrıca eserin W. Sahm tarafından yayına hazırlandığı ve Königsberg Devlet Kitaplığındaki yazmanın çok geniş olduğu bilgisini de verir. (316). 

40 Gün 40 Gece'de Lubenau’nun metninden pek çok alıntı da yapılmıştır. 1556-1631 yılları arasında yaşamış AvusturyalI bir gezgin olan Lubenau, yolculuklarından birinde Osmanlı Devleti’nde bulunduğu sırada Şehzade Mehmed’in sünnet şenliğine tanık olmuş ve bu şenliği oldukça ayrıntılı bir biçimde kaydetmiştir. Yazar özellikle şenlikteki yiyecek, içeceklere ve verilen ziyafetlere ilgi göstermiş, bunlar hakkında kayıtlar tutmuştur. Lubenau, anlatısının sonuna 16. yüzyıl Osmanlı Devleti’nde gündelik dilde kullanılan sözcüklerin anlamlarına yer verdiği bir bölüm de eklemiştir (Lubenau, 49-66).

Fransız gezgin Jean Palerne’nin (1557-1592)1606’da yayımlanan Peregrinations adlı kitabında yer alan kayıtlar da şenlik hakkında yazılmış önemli kaynaklardandır. Stout bu kaynağın elçilerin tören ve kabullerini betimlemesi bakımından önemli olduğunu belirtir (17). Stout’un verdiği bilgilere göre bu kaynak ayrıca Fransız tarihçi Baudier’in 1618’de yayımlanan kitabının III. Murad’ın düğün şenliğine ayrılmış olan bölümünün de temelini oluşturmaktadır (18)

1582 Şenliği Sûrnâmelerinde Anlatım Özellikleri  

Sûrnâmelerin, konu edindikleri dönemin Osmanlı saray düzeni, âdet ve gelenekleri, zevk ve eğlence anlayışı, kıyafetleri, törenleri, müzik aletleri ve oyun biçimleri gibi konularda çeşitli bilgiler içermeleri bakımından önemli metinler oldukları, pek çok çalışmada ifade edilmiştir. Bu bilgilerin bir edebiyat metnine dönüşerek nasıl aktarıldığının ise ayrıca ele alınması gerekir. Sûrnâmeler hem edebî birer tür olarak hem de şenliklerin edebiyatla ilişkisine dair içerdikleri veriler bakımından yazıldıkları devrin dil ve edebiyat anlayışını yansıtırlar.  

1582 şenliği ile ilgili edebî eserler arasında Gelibolulu Âlî’nin Câmi ’ü ’l-Buhûr Der Mecâlis-i Sûr’u ve İntizâmî’nin Sûrnâme-i Hümâyûn’u ayrıntılı anlatımlarıyla şenlik hakkında en fazla bilgi veren iki eserdir. Bu eserler, sûrnâme türünün ilk örnekleri sayılmaları bakımından da özel bir öneme sahiptir. 

Bu bölümün temel amacı, iki sûrnâme metninin şenliği edebî bakımdan ne şekilde yansıttıklarını saptamaktır. Bu amaçla, şenliğin iki sûrnâmede nasıl ele alındığı, şenlikle ilgili hangi yönlerin öne çıkartıldığı, yazarların olaylara bakış açıları ve bunu metinlerde yansıtma biçimleri gibi konular üzerinde durulmaktadır. İki sûrnâmede 1582 şenliğine farklı biçimlerde yaklaşılır. Gelibolulu Âlî, surnâmesinde şenlik etkinliklerini konularına göre gruplandırarak, İntizâmî ise şenliği gün gün ve gösterilerle ilgili pek çok ayrıntı vererek anlatır. Bu çalışmada, Câmi ’ü    

Buhûr Der Mecâlis-i Sûr’un Ali Öztekin tarafından yapılan eleştirel yayını ile Sûrnâme-i Hümâyûn’un Viyana ve Süleymaniye nüshaları kullanılmıştır. Ayrıca gerekli yerlerde Sûrnâme-i Hümâyûn’un Topkapı nüshasına ve bu nüshada yer alan şenlik minyatürlerine de başvurulmaktadır. İlk alt başlıkta, Câmi ’ü ’l-Buhûr Der Mecâlis-i Sûr biçimsel özellikleri ve şenliği ele alınış biçimi açısından değerlendirilmektedir. İkinci alt başlıkta ise Sûrnâme-i Hümâyûn aynı kriterler kullanılarak ele alınmaktadır.

A. Câmi’ii ’l-Buhûr Der Mecâlis-i Sûr

Gelibolulu Âlî’nin 1583 yılının son altı ayında yazdığı bu sûmâmenin adı pek çok kaynakta “Câmi-ü’l-Hubûr Der Mecâlis-i Sûr” şeklinde geçer. Oysa Gelibolulu Âlî, eserin sonunda yer alan şu beyitte kitabın adını “Câmi’ü’l-Buhûr” koyduğunu açıkça belirtmektedir: Dürr-i nazmın arî -i nûr itdüm | Nâmını Câmi u’l-Bu ûr itdüm (Öztekin 3-4)

Câmi ’ü ’l-buhûr Der Mecâlis-i Sûr’un büyük bir bölümü manzum olarak ve mesnevî biçiminde, bazı bölümleri de mensur olarak yazılmıştır. Eserde üç mensur bölüm vardır. Bunlar Âlî’ye gönderilen davet mektubu, Âlî’nin bu mektuba cevabı ve eserin sonunda yer alan Kanûnî’nin şehzadeleri Mustafa, Mehmed ve Selim için 1530 yılında yapılan sünnet düğününün özetidir. 1530 Şenliği’nin özeti “zeyl” (ek) bölümünde verilir. Âlî, özetin başında bu bölümü 1582 şenliği ile karşılaştırılabilmesi için eklediğini belirtir. Eser kısa bir giriş, sekiz bölüm, sözü edilen zeyl ve bir hâtime’den oluşur. 

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03

Âlî, şenlikteki olayları gün gün değil, konularına göre gruplandırarak anlatır. Bu alt başlıkta sûmâmenin her bir bölümünde yazarın öne çıkarttığı öğeler üzerinde durulmakta ve anlatım özellikleri değerlendirilmektedir. Mesnevilerde metin içindeki gazeller dışında genellikle tek bir vezin kullanılır. Gelibolulu Âlî ise, sûrnâmesini mesnevi biçiminde yazmasına karşın, farklı konular için 16 değişik vezin kullanmıştır (Türk Edebiyatında Manzum... 38). Yazarın vezin kullanımı gibi, fiil kullanımı da konulara göre değişir. 

Ali Öztekin, bu farklı kullanımların anlatıma akıcılık kazandırdığı görüşündedir: Âlî, mesnevide, sebeb-i te’lif dışında olayı hikâye ederken, üçüncü şahıs ağzında dili-geçmiş zaman ekini kullanır. Fakat, sünnet düğünü şenliklerinin hareketliliğini ve heyecanını anlatırken, değişik fiil zamanlarının hikâyesini kullanarak, nazmı yeknesaklıktan kurtarıp, anlatıma kıvraklık ve heyecan katar. Örneğin, bir kadının süvari kılığına girerek meydana gelip at koşturmasının anlatıldığı bölümde farklı zaman kalıpları kullanmıştır. 

Yazar, anlatımına geçmiş zamanın hikâyesini kullanarak başlar: “ âhir oldu bir aceb nâ-dîde kâr /Eyledi tebdıl-i üret rüzigâr” (Meydana tuhaf görülmedik bir iş geldi / Şeklini değiştirdi rüzgar) (73a- 1842 / 220). Kadının nasıl kılık değiştirdiği betimlenirken ise, geçmiş zamanın rivayeti kullanılır: “Başına geymiş sipâhî kisvetin / Bağlamış serheng-i şâhT hey’etin” (Giymiş üstüne sipahi elbisesini / Kıyâfetiyle kandırmış sultanın çavuşlarını) (73b-1847 / 220). Seyircilerden birinin kadını tanıyıp ifşa etmesiyle kadının tutuklanması ise geniş zaman kalıbı kullanılarak anlatılmıştır: abs olunması o gün mefrüz olur ( Öztekin 220)*  

Gelibolulu Alî, ertesi gün kadının kendini savunmasını kadının kendi ağzından, yani birinci tekil kişi anlatımı kullanarak aktarır: “Rağbetümdendür bu fu şumdan degül / Seyr ider zen çok hemân bir ben degül” ( [Bu yaptığım] iffetsizliğimden değil, düğüne ilgimdendir / Hem benim gibi gösterileri seyreden pek çok kadın var) (74a-1863 / 221). Görüldüğü gibi yazar anlatımda değişik zaman kalıpları kullanmış ve bu sayede metni daha akıcı hâle getirmiştir.

Sûrnâmenin “Giriş” bölümünde Allah’a ve Peygamber’e övgünün yanı sıra sünnet geleneğinin kökeni ve yararlarının anlatıldığı bir bölüm de yer alır. Eserin ilk bölümü düğün için yapılan hazırlıklara ve gönderilen davetiyelere ayrılmıştır. Âlî’nin metinde anlattığına göre düğünden bir yıl önce hazırlıklara başlanır. Düğün için “[h]er diyârun güzide urfeleri / câna lâyı uceste tu feleri”, yani “her yerden türlü güzellikteki tuhaf ve şaşılacak şeylerle uğurlu hediyeler getirilir” (5a-45 / 95). Sünnetdüğünü için dört yana davetiyeler yazılıp yollanır. 

Âlî’nin sıraladığı davetliler arasında Mekke şerifi; Tatar ve Özbek hanları; Mısır, Şam ve Hicaz emirleri; Eflak, Boğdan, Erdel, Rusya, İspanya ve Venedik kralları bulunur. Mektupların yazılışında ve genel olarak şenliğin organizasyonunda, daha önceki devirlerin örneklerine başvurulmuştur. Osmanlı Devleti içindeki çeşitli İdarî bölgelere ve yabancı devletlere yollanan bu davet mektuplarından biri, o sırada Halep’de defterdarlık yapan Gelibolulu Âlî’ye gelmiştir. Âlî, sûrnâmede, bu davet mektubuyla, kendisinin cevâben yazdığı mektuba da yer verir.

Âlî, birinci bölümde son olarak, şenlik öncesinde devlet erkânına verilen bir ziyafeti anlaür. Bu ziyafet için, düğün boyunca gösterilerde sık sık görülen şeker alayı hazırlanmıştır. Şekerden yapılmış hayvan ve bitkilerden oluşan bu alay. Kaptan Paşa Sarayı’ndan ziyafetin verildiği Atmeydanı Sarayı (İbrahim Paşa Sarayı)’na getirilir. Metin And, şekerden yapılmış bu tasvirlerin bazılarının tek kişinin taşıyabileceği büyüklükte, bazılarının ise ancak üç dört kişinin ya da tekerlekli bir arabamn taşıyabileceği büyüklükte olduğunu belirtir. Bu tasvirler“sükker nakkaşı” adı verilen ve genellikle Yahudi cemaatinden olan kişiler tarafından yapılıyordu. And, şekerden hayvan, bitki ve kimi zaman da insana benzeyen tasvirler yapma geleneğinin Rönesans şenliklerinde de bulunduğunu söyler. Avrupa’da bu tasvirlere sottelles, zuckerwerk ve sutteltirs gibi isimler verilmiştir (Osmanlı Şenliklerinde Türk... 92).

İkinci bölümde, padişahın yüksek devlet görevlileriyle düğün hakkında görüşmesi, şehzadenin giydirilmesi ve halka tanıtılması anlatılır. Âlî’nin anlatımına göre Cemâziyelevvel’in 16. günü Atmeydanı Sarayı’na gelen padişah, sarayın süslenmesini emreder. Daha sonra vezirler ve sarayın ileri gelenleri düğün organizasyonunu görüşmek üzere yine Atmeydanı Sarayı’nda verilen bir ziyafette toplanırlar. Bu toplantıda görüşülen konulardan biri, daha önceki düğünlerde Âlî, devlet kapısında böylesine basit bir işi bile yapacak kimsenin bulunmayışına, cahillerin bolluğu karşısında, hüner sahiplerinin az oluşuna yazıklanır. Âlî’nin bu eleştirisi, biraz da kendisine hak ettiği görevlerin verilmediğini düşünmesiyle ilgili olsa gerektir; çünkü bu eleştirilerin hemen ardından kendisinin ne kadar hünerli bir yazar olduğunu anlatır ve eğer bu iş kendisine verilmiş olsaydı çok güzel bir iş çıkaracağını belirtir.

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03

Sûrnâmenin ilk iki bölümündeki anlatımdan yola çıkılarak eserin hangi amaçla kaleme alındığı, yazarın toplumsal konumu ve sarayla ilişkisi gibi konularda bazı yorumlar yapılabilir. Osmanlı Sarayı için çok önemli bir olay olan böyle bir kutlamaya davet edilmiş olması, çeşitli devlet memuriyetlerinde bulunduğu bilinen Gelibolulu Âlî’nin, yazar olarak da belirli bir saygınlığa sahip olduğunun bir göstergesi sayılabilir. Şenlik, kendilerini kanıtlamak isteyen yazar ve şairler için kuşkusuz önemli bir fırsattır. 

Ancak Âlî eserinin başında, bu sûrnâmeyi yazma sebebinin şiirdeki ustalığını kanıtlamak olmadığını, buna zaten ihtiyacı bulunmadığını anlatır. Âlî, sûrnâmeyi hâlini arz etmek için yazdığını ve bunun yükselip bir makam elde etmesine vesile olabilecek bir hizmet olduğunu belirtir. Bu anlatımlardan, yazarın toplumsal olarak belirli bir konuma eriştiği hâlde bundan hoşnut olmadığı ve daha yüksek bir mevkiye ulaşmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Nitekim, ikinci bölümde, davet mektuplarını anlattığı kısımda bu konuya bir kez daha değinmektedir. 

Davet mektuplarının bir türlü yazılamayışını küçümseyen yazar, Bâb-ı Âlî’nin davet mektubu yazmayı bile beceremeyen bilgisiz kişilerle dolu olduğundan ve kendisi gibi yetenekli yazarlara iş verilmediğinden şikayetçidir.Alî, eserin ikinci bölümünde kendisine ayırdığı bu oldukça uzun kısımdan sonra şenlikle ilgili olayları betimlemeye geri döner. İlk olarak 360 kadar nahılın, her biri bir yeniçeri tarafından taşınarak Eski Saray’a getirilişini betimler. Bu nahıllardan bazılan öyle büyüktür ki, bazı sokaklardan geçebilmesi için evlerin bir bölümü yıktınlmıştır. 

Şenliği anlatan yabancı gezginlerden Haunolth da nahıllann geçeceği yol üzerindeki cumba ve saçaklann yanı sıra, sokak köşelerindeki bazı evlerin yıkılarak yollann genişletildiğini yazar (aktaran Nutku “Eski Şenlikler” 112). Gelibolulu Âlî ise anlatısında, ev sahipleri için bu durumun üzüntü değil, sevinç kaynağı olduğunu, çünkü evlerin eskisinden daha güzel bir biçimde onarıldığını belirtir. Âlî’nin bu yorumu, sûmâmenin genelinde olduğu gibi imparatorluğu yücelten söylem içinden konuştuğunu gösterir niteliktedir.  

Gelibolulu Âlî, sûrnâmesinin üçüncü bölümünü düğün için gönderilen hediyelerin dökümüne ayırmıştır. Sezer Tansuğ’un sûrnâmeleri bir edebî tür olarak Anadolu düğünlerinde gelen hediyelerle, hediye getirenlerin adlarının yazıldığı kayıt defteri tutma geleneğine bağladığından daha önce söz edilmişti (13). Âlî’nin, sûrnâmesinin bir bölümünü tamamen hediyelerin dökümüne ayırması ve esnaf alaylarını anlattığı bölümde de esnaf tarafından padişaha sunulan hediyeleri sıralaması Tansuğ’un bu savını destekler niteliktedir.  

Düğün için gelen hediyelerin önemli bir kısmını dönemin ünlü edebî eserleri ve kitapları oluşturduğundan, anlatının bu bölümü şenlik ve edebiyat arasındaki ilişkiye dair ipuçları elde edilebilmesi açısından önemlidir. Necdet Sakaoğlu’nun verdiğibilgilere göre III Murad, güzel sanatlara, özellikle de şiire olan ilgisiyle tanınan bir padişahtır. III. Murad’ın Türkçe, Farsça ve Arapça divanları ve Fütuhat-ı Siyam adlı tasavvuf konulu bir eseri vardır. Yabancı elçilerin kendisine değerli kitaplar hediye etmeleri, İstanbullu sanatçıların ona dîvanlar, minyatürlü eserler sunmaları padişahın edebiyata olan ilgisine bağlanabilir (Bu Mülkün Sultanları 178-180). Nitekim, Câmi ’ü ’l-buhûr Der Mecâlis-i Sûr’da Şehzade Mehmed’in sünnet düğünü için getirilen hediyelerin sıralandığı bölümde anlatılanlara göre, padişaha ve şehzadeye sunulan hediyelerin önemli bir kısmı kitaplardan oluşmaktadır. 

Örneğin, Özbek Ham’nın yolladığı hediyeler arasında iki Kur ’ân-ı Kerîm ve Fuzûlî’nin Şah u Gedâ mesnevisi vardır (Öztekin 23). Acem Şâhı’nın hediyeleri arasında Kur ’ân-ı Kerîm, Firdevsî’nin Şehnâme’si, Hând-mir Gıyâsü’d-Dîn Muhammed’in Hulâsetü ’l-Ahbâr’ı, Bihzad tarafından nakşedilmiş NizâmîHamsesi, Hâcû-yı Kirmânî külliyâtı, Sultan Hüseyin Dîvânı ve Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’’undan oluşan 18 kitap bulunmaktadır (24). Mirza Hamza Bin Hûda-bende’nin hediyeleri de bir Kur ’ân-ı Kerîm, Mîr Ali tarafından hatlanmış, bazı yerleri resimli bir cönk ve bir Nizâmî Hamsesi’nden oluşur. İbrahim Han’ın hediyeleri arasında bir Kelâm-ı Kadîm’\ç bir Şehnâme vardır (26). Şah’ın kızkardeşinin saray hizmetçilerine yolladığı hediyeler arasında da kitaplar bulunması dikkat çekicidir (28). 

Devlet erkânının getirdiği hediyeler arasında da çok sayıda kitap bulunur. Örneğin Vezir-i Âzam Sinan Paşa’nın şehzadeye sunduğu hediyeler arasında Kelâm-ı Kadîm, Şeyh Sâdî külliyâtı, Şirazlı Hâfız Dîvânı ve Nizâmî Hamse’sı bulunur (29). Aynı şekilde, üçüncü vezir Siyâvuş Paşa’nın padişahın annesine ve şehzadeye minyatürlü birer Şehnâme sunduğu kaydedilmiştir (30). Görüldüğü gibi, doğu ülkelerinden ve devlet protokolünden gelen hediyelerin önemli bir kısmını kitaplar oluşturmaktadır. Sûrnâmede hediye olarak gönderilen kitaplarınlistelenmesi, dönemin edebî yaşantısıyla ilgili pek çok konuya ışık tutar. 

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03

Hediye edilen kitaplara bakılarak, o dönemde hangi yazarların eserlerine değer verildiği, hangi eserlerin çok okunduğu gibi konularda bazı yorumlara ulaşılabilir. Örneğin Fuzûlî ve Nizâmî’nin eserleri Kur ’ân-ı Kerîm’den sonra en fazla hediye edilen kitaplardır. Bu bilgiden yola çıkılarak, bu yazarların o dönemde oldukça “popülef ’ oldukları söylenebilir.

Eserin dördüncü bölümünde esnaf alayları ve bunların geçit sırasında yaptığı gösteriler anlatılır. Her bir grup gösterisinin sonunda padişaha saygı ve bağlılığım bildirerek getirdiği hediyeleri sunar. Âlî, bazı esnaf gruplarının geçişini ve gösterilerini ayrıntılı bir biçimde betimlerken, bazı grupların sadece adını anar. Bu bölüm sûrnâmenin en uzun bölümüdür. Âlî, esnaf alaylarının anlatımında bu alaylara katılan gruplarla ilgili pek çok ayrıntıya yer vermiştir. Bu anlatımlardan esnafın geçişinde belirli bir sıra gözetilip gözetilmediğini anlamak pek mümkün değildir. Ancak bazen (çamaşırcılar ve sabuncular gibi) birbiriyle ilişkili sayılabilecek meslek gruplan arka arkaya geçer.  

Esnaf gruplannın giyimi ve yaptıkları gösteriler, söz konusu mesleği çağnştıran sözcükleri içeren çeşitli benzetme ve deyimler kullanılarak betimlenir. Örneğin “câme- şûyların” yani çamaşır yıkayıcıların geçişi anlatılırken sabun, su, kir, temizlik gibi sözcükler kullanılarak çeşitli benzetmeler yapılır. “ ur-ı abüngibi ale’l-ıtlâ /Ezilüp yanma düşüp uşşâ ” (46a-1102 / 168) dizelerinde âşıklar rastgele ezilip yere düşen sabun kalıplarına benzetilir. Sonraki dizede ise, bu âşıklann durmadan döktükleri gözyaşlan ile etrafı temizledikleri söylenir. 

Çamaşırcılann geçişi, her bir meslek grubunun geçişinde olduğu gibi, bu meslekle ilişkili sözcüklerle yapılan bir dizi benzetmeyle anlatılmaktadır. Âlî, benzer şekilde, gözlükçülerin geçişinin anlatıldığı kısımda da içinde “göz”, “görmek” vb. sözcükler bulunan deyimleri kullanır: “Olup gözlikciler da i hüveydâ / İdüp göz görmedik gözlikler inşâ” (45a-1073 / 166). Gelibolulu Âlî, sûmâme metninin nerdeyse tamamında bu tür benzetmeler kullanır.  

Beşinci bölüm düğün süresince yapılan gösterilerin anlatımına ayrılmıştır. Kale cengi oyunu (maket bir kalede yapılan temsilî savaş gösterisi), Atmeydam’ndaki dikili taşa çıkma gösterisi, tüfek ve okla yapılan atış gösterileri, cirit ve matrak oyunları yapılan gösterilerden bazdandır. Bu bölümde ayrıca bazı meslek gruplannın hazırladıklan maket ve gösterilerle geçiş yaptığı da anlatılmaktadır. Örneğin, hamamcılar her şeyiyle gerçek bir hamamı andıran temsilî bir hamamla gelirler. Benzer şekilde, denizciler de yaptıklan bir gemiyi tekerlek üzerinde karada yürütürler.  

Altıncı bölümde düğün boyunca verilen ziyafetler anlatılmaktadır. Düğün boyunca Atmeydam’nda çeşitli gruplara verilen ziyafetler ve bu ziyafetlerdeki yemeklerin zenginliği aynntılarıyla betimlenir. Yazarın anlatımına göre ziyafetler için Atmeydam’na gölgelikler kurulur. Bu ziyafetlerde ilk olarak düğünde hizmet eden görevliler ağırlanır. Bu görevliler için 300’den fazla sofra kurulur ve toplam onbeş bin kişiye yemek verilir (79a-79b / 232). Bundan sonra düğün boyunca çeşitli devlet görevlilerine ziyafetler verilir. 

Yemeklerin zenginliği ve bolluğunun abartılarak anlatıldığı bu betimlemelerde, devletin “zenginliğini” ve “cömertliğini” öne çıkartan bir söylem benimsenmiştir. Yazar, anlatısında, ziyafet verilen grubun niteliğine göre yemek düzeninin değiştiğini de vurgular. Örneğin, Rumeli ve Anadolu Tımar sipahileri için verilen ziyafette tımar ehli olan köylülerin sofraya homurtularla hücum edip.  yemeklerini sakal ve bıyıklarına bulaştırarak yemeleri özellikle belirtilen bir ayrıntıdır (83b / 240).

Çeşitli gruplar için düzenlenen ziyafetlerin yanı sıra halka her hafta yemek verilir, ayrıca çanak yağmaları yapılır. Hemen her gün yapılan çanak yağmalan ve verilen ziyafetlerin Âlî sûmâmesinde en küçük aynntısına kadar anlatılmış olması, bunlann devletin “zenginliğini” ve “cömertliğini” gösterme biçimlerinden biri olduğuna işaret eder. Özellikle çanak yağmalan bir gösteri niteliği taşır. Meydanın çanak yağması için hazırlanışını resmeden minyatürlerde, yemeklerin padişahın şenliği izlediği yerin hemen önüne getirilmesi de, çanak yağmasının bir gösteri niteliği taşıdığına işaret eder (bkz. EK B.3). 

Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...