13 Aralık 2021 Pazartesi

Portakallı Ördeğin Tarihi Nedir?

 Portakallı Ördeğin Tarihi Nedir?


Şimdi önemli bir konuda ihtiyacı olan meslektaşlarımızı portakallı ördeğin Fransa tarihinde nasıl yapıldığına dair bilgilendirmek istiyorum;

1 -Portakallı Ördek! Fransa’ya aittir
2 -Pekin ördeği Çin’e aittir

Türkiye’de ünlü bazı şef arkadaşlarımız kendi mutfaklarındaki mesleki hazineyi cahilliğinden göremezken tutturmuşlar bir portakallı ördek tanıtımı çabasındalar. Hadi bunu kendi mutfağımızda yeni bir füzyon mutfağı akımı olarak yapsalar amenna!!! Ama illaki de tutturmuşlar "fransız mutfağında portakallı ördek" diye gidiyorlar.

portakallı ördeğin tarihini ve tam olarak nereye ait olduğunu da bilmedikleri için Pekin ile Paris arasında bağlantı kurma peşindeler! 

Yazının başında bu yabancı hayranı Türk mutfağı şeflerine diyorum ki Gerçeğini Bilmeden Geliştiremezsiniz, onun için Gastronomide’ki Haçlı Seferlerinden galip çıkmaya bakınız ve en azından selçuklu mutfağına inmeden öce Osmanlı Saray Mutfağı hakkında bir şeyler öğreniniz...

Portakallı Ördeğin Tarihi Nedir?

Madem öyle alın size fransız mutfak tarihindeki portakallı ördeğin tarihini buyurun. Madem bir şey yapacaksınız orijinal hali ile yapınız!

O Değerli meslektaşlarımın bilgilerine konuyu Açıklıyorum’ öğrensinler ki ne yaptıklarının ve neyi, kime tanıtmaya çalıştıklarının farkına varsınlar;

Eskiden suni yemlerle 45 günde şişirilerek sofralara sunulan, ördek, sulun, Beç tavuğu bıldırcın gibi av hayvanları besleyen çiftlikler yoktu. Adı üzerinde "av hayvanı" idi bunlar.

Müslüman olan Osmanlı ve Selçuklu 'da av hayvanları her ne kadar av alanında yerde boynu kesilip kanı akıtılarak tüketilse de Müslüman olmadıklarından dolayı Fransızlar için böyle bir adet gereksizdi.

Niçin avda vurulmuş olan ördek mahsende bekletilir ?

Çünkü av hayvanının  Doğada gerçek besinleri yediği gibi devamlı hareket halindedir ve eti serttir. O zamanlar "Medeni" Denilen Avrupa' da Bir lordun, kralın, kraliçenin, prensin yada prensesin sofrasına eti sert olan bir ördeği koymak bir nevi kelleyi cellat kütüğüne koymaktan bir farkı yoktu.

Mahzenlerin ısısı kış aylarında yani ördek av mevsiminde genelde +6 ila +12 derece arasında değiştiği için Avda vurulan ördekler kurşun yaralarına erimiş mum dökülerek boynundan mahzene asılır ve içi boşaltılmadan 5-6 gün tüyü bile yolunmadan bekletildiği için günün koşullarında et bakteri üreterek yumuşar ve yeşerirdi ama aynı zaman da et iğrenç bir halde kokmaya başlardı.!

Şimdi gelelim konunun en önemli noktasına;

Tamamen yeşermiş olan ördek, tüyleri yolunarak içi temizlenir kafası yine kesilmez, Şarap ve çeşitli koku giderici baharatlar içeren kaynar suya atılarak önce pişirilirdi.

Ördeğin öce kaynatılmsının Sebebi;

Suyun sertlik derecesine göre 96 ila 100 derecede arasında kaynadığı için bakteriler ölecektir. Yani yenilebilir. Et de yumuşamıştır. Ama ortada daha büyük bir sorum vardır. Oda ördeğin iğrenç bir şekilde kokmasıdır!

Portakallı Ördeğin Tarihi Nedir?

Şimdi’ de gelelim pişirme tekniğinde kullanılan kokunun kamufle edilmesi olayına;

“Bu arada pis kokularını gidermek için Fransızlar parfüm ve koku gidermede dünyada uzmandırlar.” Haklarını vermek lazım yani. Günün koşullarında kaynatılarak haşlanan ördeğin sofraya gitmeden önce son problemi olan kokuyu gidermeye gelmiştir sıra.

Almanya’da’ da kokusu açısından “cologne” yani kolonya’ ya örnek olan turunçgillerden portakal kokusu ilham kaynağı olmuştur Fransız aşçılarına. Portakal kabuğundan ezilerek yapılan ve içine seker ve şarap katılarak boza kıvamında bir sos ile sıvanan ve terbiyelenen ördek içi doldurularak ya da sade bir şekilde portakal aromalı sosu ile fırında kızartılırdı.

Günün şartlarında Adanadan ve Hatay' dan Fransaya gönderilen portakal kabuğu reçeli ile Mutlu son;

Yumuşaması için Bekletildi, bakteri üredi ve koktu. Temizlendi, pişirildi bakteriler öldü, en büyük problem olan kötü koku ise portakal kabuğu aroması ile giderilerek sofraya kondu. Onlara göre mutlu son bu iste...

Bugün bu yöntemlerin Fransa’da kısmen kullanıldığı yerler halen vardır. Ama günümüzde ördek, keklik, Beç tavuğu, sulun ve bıldırcın gibi av hayvanlar özel çiftliklerde yetiştiriliyor. Yani anlayacağınız civciv halinden 45 günde soframıza gelen tavuktan da bir farkı kalmadı açıkçası.

Portakallı Ördeğin Tarihi Nedir?

Anadolu’mun kaz tiridini ya da dolmasını tercih ederim yine dövme bulgurun üzerine söğüş etini dider üzerine de tereyağında biberi kavurur dökerim üzerine. Yanına da tulum kokan bol köpüklü Yörük ayranını ya da acılı adana şalgam suyunu koyarım. Hamdolsun rabbime.

Aynı zamanda aynı Yabancı özentisine sahip Türk gastronomisindeki hor gurme 'lere de duyurulur!!!

Portakallı ördeğin tarihi ve Fransa’daki geçmişi budur. Çin’de ise yine kafası kesilmez ama 5 - 6 gün mahzende de bekletilerek bakteri üretilmez. Portakal benzeri turunçgiller ile tatlandırılır.

Bu arada yine kendini beğenmiş yenilikler pesinde koştuğunu iddia eden, yemeklerinin ismini yarısını Türkçe yarısını ise İngilizce kelimelerden bir kaç cümle halinde oluşturan ve de etiket pesinde koşan sosyete aşçısı kardeşlerime diyeceğim iki çift lafım var ;

Turunç 9. Yy ilk defa Araplar vasıtasıyla Çin’den geliyor. İkinci seyahatte 16. Yy. Başlarında İspanyollar ve Hollandalılar portakal getiriyorlar. Bizdeki ilk ismi ise portegal yada portegiz idi. Osmanlıda 17. Yy. başlarından itibaren üretmeye başlamıştır. Narh listelerine ise 18. Yy başlarında girmiştir ve iki tanesi 1 akçeden satılmaya başlanmıştı...!

Kim neyi nasıl istiyorsa yiyebilir, bunda sorun yok...

Portakallı Ördeğin Tarihi Nedir?

Kimsenin neyi nasıl yiyeceğine karar veremem, hiç kimse veremez. Ama neyin nasıl olduğunu tarihi kayıtları dikkate alarak söyleme hakkına sahibim.

Özellikle bu yabancı hayranlığından neredeyse fransız'ız, italyan'ız diyebilecek kadar ileriye gitmiş Türk mutfağı içerisindeki kendi kültüründen ve kimliğinden uzaklaşmış Türk şefleriyiz diye geçinen mutfak fakirleri' de peşinden gittikleri bir portakallı ördeğin tarihi' ni ve ne olduğu öğrensinler -ki belki kendi Türk mutfak kültürünü araştırmak akıllana gelebilir... 

Yani elbette yabancı mutfaklar hakkında da blgimiz olacak, Farklı dünya mutfaklarını da bilmek zorundayız ama önce kendi mutfağımızı bi öğrenelim. Bazlama' yı cızlama' yı bile bilmeden krep, pankek diyerek ünlü ve popülerliğinizin süresi ancak bir merkebin 3 öğünde tüketeceği samandan çıkacak alev kadar zaman alır...

Not:
Bu arada önümüzdeki zamanlarda fransa tarihinde niçin erkeklerin yüksek topuklu ayakabı girdiğini, saralarında ve şatolarında bulunan Türk odalarını ve yine yüzlerce odalı saraylarında neden tuvalet bulunmadığını önümüzdeki günlerde yazacağım...

Portakallı Ördeğin Tarihi Nedir?

11 Aralık 2021 Cumartesi

Sarayın Ev Sahibi Olarak Padişah

 Sarayın Ev Sahibi Olarak Padişah

İlber Ortaylı

Osmanlı padişahı “Sultan” unvanıyla bilinir. Bu, Selçukîlerin Bağdat’ı fethinden ve hilâfetin Abbasioğullarında bırakılıp kendilerinin âdeta dünyevi bir imparator olmaları karşılığında kullandıkları bir terimdir. Osmanlı sultanı, tıpkı Rus çarı ve Alman-Avusturya kayseri gibi bu hususi unvanla anılır. “Sultan” dendiği zaman Türk imparatorluğunun başındaki insan anlaşılır. 19. yüzyılın ortasına kadar Türk sultanları, yani imparatorluğun başındaki hanedan burada kalmıştır. Osmanlı saltanatında unvanlar, silsile hâlinde babadan oğula geçer; yani padişah oğulları “şehzade”, kızları “sultan”dır. Buna “princesse imperiale” diyebiliriz.

Şehzadelerin çocukları yine şehzade, kızları yine sultandır. Fakat sultanların, prenseslerin çocukları hanedan üyesi sayılmazlar. Hanedanla akrabalığı olan kimselerdir; ama silsile itibariyle hanedandan düşerler. Osmanlı hanedan üyeleri ticaret yapamaz, başka meslekler icra edemez, sadece askerlik yapabilirler. Bu, monarşinin sonuna kadar böyle kalmıştır.

Başlangıçtaki ilk iki asırda Osmanlı şehzadeleri İstanbul’a yakın sancaklara vali olarak gönderilirler. Onlardan birisi  Sarayın Ev Sahibi padişah öldüğü an, devlet erkânı hangisinde ittifak etmiş ise taht için çağrılır. Bu sancak şehzadelerinden devlet merkezindeki vezirlerle en iyi ilişkileri olan, seferlerde yararlığı görülen, kendini ispat eden ve yönetimde göz dolduranları galiba merkezdeki devlet adamları, padişahın ölümünde hemen çağırmaktadırlar. Bazı hâlde arada çatışma da olmuştur. II. Bayezid ve Cem Sultan vakası gibi... 

Fakat genelde bu, tatlıya bağlanır. Hiç şüphesiz ki veraset sistemi iyi oturmadığı için III. Murad ve III. Mehmed dönemlerinde olduğu gibi şehzade katilleri görülmektedir, ama bu bir kural değildir ve Osmanlı tarihinin tamamına teşmil edilemez. Kardeş katli hâdisesi, Osmanlı tarihinin bir dönemini kapsar. I. Ahmed’den itibaren şehzadeler bu yüzden sancaklara gönderilmiyor ve sarayda büyüyorlar. 19. yüzyılda ancak toplumla temasa geçiyorlar. Ancak II. Meşrutiyet zamanında iyi okullarda - Galatasaray gibi - askerî okullarda ve hatta Berlin ve Viyana’da askerî mekteplerde subay olarak yetişenleri var ve hepsi iyi askerdirler.

Cihanı Titreten Padişahlar

Osmanlı padişahları mareşaldir. Hatta sancak şehzadeliklerinde bulunmayan ve sarayda çok küçük yaştan padişah olarak yetiştiği hâlde önemli bir mareşal olan Sultan IV. Murad’ı zikretmeliyiz. Yirmi sekiz yaşında vefat ettiği hâlde önemli fetihler yapmıştır. Aynı zamanda da sanatkâr bir kişiliği vardır. Sporcudur. Hekimbaşı Odası’nın alt tarafında bulunan mermer tahtının kitabesinde bu sporcu padişahın mahareti anlatılmaktadır.

Osmanlı padişahlarının ve şehzadelerinin her birinin bir görevi vardır, bir zanaatı vardır. Sultan Süleyman kuyumcudur, III. Ahmed çok önemli bir hattattır. Sarayımızın pek çok köşesini onun hat levhaları süslemektedir. II. Abdülhamid önemli bir marangozdur. Şehzadeler içinde müzisyenler vardır. III. Selim önemli bir müzisyendir. Bu sanatlara dikkat ederler, hatta saltanat kaldırıldıktan sonra bile dışarıda bu öğrendikleri zanaatlarla yaşayıp geçinenler vardır.

Sarayın Ev Sahibi Olarak PadişahTopkapı Sarayı’nın ilk banisi Fatih Sultan Mehmed Han

Padişahların bazıları isyanla tahttan indirilmiştir. Fakat hiçbir zaman Osmanlı hanedanının hâkimiyeti değişmemiştir. Osmanlı sultanına tâbi, mümtaz, özerk hükümdarlar vardır. Macaristan, Erdel; bugünkü Romanya’yı oluşturan Eflak ve Boğdan; Kırım Hanlığı gibi yerlerdir bunlar. Buraları yerli hanedanlar yönetir ama Osmanlı tahtına bağlıdırlar. Belirli vergileri verirler. 

Asker yardımı yaparlar. Dış politikada Osmanlı devletinin Bâbıâli’nin yolunu takip etmek durumundadırlar. Osmanlı padişahlarının, bütün İslâm hükümdarları gibi hâkim biri olarak “halife” unvanı vardır. Bu hep vardı, fakat Yavuz Sultan Selim Mısır’ı, Hicaz’ı aldıktan sonra bunun üzerinde çok durulmuştur. Esas olan Hicaz topraklarının yönetiminde Hadim-ül Haremeyn (yani Custodia) olmaktır. 

Bu unvan ve bu sıfata Osmanlı hükümeti son derece dikkat etmiş ve I. Cihan Harbi’nin sonuna kadar bütün dünya Müslümanlarının hac farizasını yerine getirmesi çok önemli bulunmuştur. Şam Beylerbeyliği’nin yani burayı yöneten valinin unvanı Emir-ül Hac’dır. Büyük hâdiseler, kırgınlıklar, katliam, kavgalar olmadan hac görevini Osmanlı saltanatı son güne kadar gayet iyi idare etmiştir.

Hilafet unvanı 1922’de Büyük Millet Meclisi kararıyla hanedanın veliahdı olan Abdülmecid Efendi’ye bırakılmış, 1924’te de kaldırılmıştır.

Osmanlı Sarayı’nda en önemli görev Divan-ı Hümâyûn toplantılarından sonra Arz Odası’nda padişahla başvezir ve vezirler arasındaki mütalaa ve karar süreciydi. Sarayı yöneten amirler ise denebilir ki Hasodabaşı, Silahdar ağa, Darü’s saade ağası, Bâbü’s saade ağası gibi memurlardı. Saraydaki bütün sanatçıların başı -ki bunların sayısı birkaç bini bulmaktadır- hazinedar ağadır. Yine bu sarayın dışında devşirmelerin yetiştirilmesi ile ilgili olarak Enderun’u yöneten kişi de Hasodabaşı’dır.

Osmanlı saltanatı 19. yüzyılda bugünkü Dolmabahçe ve Yıldız Sarayları’nda devam eder. En son hükümdar da mütareke sırasında Dolmabahçe’den tekrar Yıldız’a dönmüştür. Ondan sonra bu altı asırlık sülale bitmiştir. 1924 Mart’ında bütün Osmanlı hanedan üyeleri Türkiye topraklarını terk ettiler ve 1952’de kadın üyelere af çıktı, 1974’te de bütün erkek üyelere bir af çıkartıldı.

Hiç şüphesiz ki; cihan tarihini etkileyen şahsiyetler Osmanlı padişahları içinde bilhassa Fatih Sultan Mehmed Han ve Kanuni Sultan Süleyman Han’dır. Bunlardan biri “Fatih” unvanını taşır, öbürüne de biz “Kanuni” kanun yapan deriz ama bütün Avrupalılar “Muhteşem” unvanını verirler ki gerçekten muhteşemdir. Aşağı yukarı ta Osman Gazi’den beri dokuz tane büyük mareşal çıkmıştır bu hanedanın içinden ama dünya tarihi en çok bu ikisini tanır ve ikisi üzerinde durur. Üstlerine yazılan kitap ve araştırmalar henüz bitmemiştir.

Osmanlı padişahları tahttan indirilirler ve Harem’de “şimşirlik” denilen bir bölümde ölene kadar barınırlardı. 19. yüzyılda Sultan V. Murad tahttan indirilmiş ve Çırağan’da ölümüne kadar kalmıştır. Sultan II. Abdülhamid de önce Selanik’e sürgün edilmiş, Balkan Savaşı’ndan sonra Beylerbeyi Sarayı’na nakledilmiştir. Sultan Abdülaziz’in ise intihar ettiği söylenir. 

Ancak katledildiği anlaşılmıştır. Sultan II. Osman maalesef bir yeniçeri isyanıyla tahttan indirildikten sonra feci şekilde katledilmiştir. Bu olay hanedan üyelerinin zihninde çok derin yaralar açmıştır. Sultan İbrahim tahttan indirilmiş ve katledilmiştir. Sultan IV. Mehmed ve Sultan II. Mustafa tahttan indirilmiştir. Bundan sonra tahttan indirme hâdisesi Sultan III. Selim için geçerlidir. 

Sarayın Ev Sahibi Olarak Padişah

Şimşirlikte hapsedilmişti. Kendisini kurtarmak için gelen Alemdar Mustafa Paşa saraya girince mevcut padişah, -yeğeni IV. Mustafa- Sultan III. Selim’i katlettirdi ardından ona da aynı siyaset tatbik edildi. Hâl edilen diğerleri muhafaza altında tutulmuşlardır. Bundan da anlaşıldığına göre Topkapı Sarayı padişahların ikametgâhları olmasına rağmen maalesef bazı acı hâdiselere de sahne olmuştur.

Tevazu

Osmanlı İmparatorluğu’nun sarayları ve şaşaası üzerine çok söz söylenir. Geçmişi karalamak isteyenlerin saray müsrifliği ve harem masallarını dillendirmeleri abartılmış yaklaşımlardır. Okul kitaplarında “Maliyenin iflası ve saraylar” gibi anlatımlar ne kadar geçerlidir. Yurttaşlarımız, son on yılda Avrupa’nın ve Rusya’nın başkentlerini gezmeye başladıktan ve buradaki saray ve kasırları gördükten sonra mukayeseyi daha iyi yapmaktadır; 19. yüzyılın Osmanlı devlet tüketimi diğer büyük devletlerle mukayese edilemeyecek ölçüde mütevazıdır. 

Topkapı Sarayı, Fransızların, Rusların devasa saraylarına nazaran çok çok küçük kalır. Ancak sarayımız hoş bahçeleri, enfes mimarisi ve etkileyici konumu ile güzeldir ve sarayımızda kimilerinin sandığı gibi abartılı lüks bir hayat ve israf söz konusu değildir.

Sarayın Ev Sahibi Olarak PadişahBâb-ı Hümâyûn ve nöbet tutan askerler. (Yaklaşık 1895) Günümüzde kapının üst tarafında korkuluk bulunmamaktadır.

Osmanlı cemiyetinde ne vezirlerin ne de diğer yöneticilerin hususî konakları pek parlaktır. Hatta Müslüman olsun Hıristiyan olsun, ruhanî reisler için de aynı durum söz konusudur. Hiçbir zaman Rum ve Ermeni patriklerinin Vatikan’daki papa gibi muhteşem yazlık veya kışlık saraylarının bulunması mümkün değildir. Vezirlerin aynı şekilde zengin bir konağa, saraya sahip olmadığı görülür. Hatta padişah için de bu böyledir.

Bütün asırları, bütün mekânları büyüleyen Süleymaniye gibi bir eseri yaptıran Kanunî Sultan Süleyman, Topkapı Sarayı’ndan çıkmayı düşünmemiştir. Yani ünlü Mimar Sinan’a büyük, süslü bir saray yaptırmak söz konusu olmamıştır.

O koca imparatorluğun müreffeh başvezirleri Damat Rüstem Paşa ve onun haleflerinden uzun süre vezir-i âzamlık yapan Damat (veya Şehit) Sokullu Mehmed Paşa veya onun haleflerinden Damat Siyavuş Paşa’nın da ünlü bir sarayı veya konağı yoktur.

Zaten olamaz; çünkü damatlar âdet üzere padişahın kızı veya kız kardeşinin, eşlerinin, sultanların sarayına, konağına yerleşirlerdi. Ne var ki; onlardan da pek bir kalıntı yoktur. Ünlü Esma Sultan’ın Boğaz’daki sarayının sadece ismi kalmıştır.

Başkentteki, bilhassa 19. yüzyıldaki sefaret sarayları âdeta bizim ve devleti yönetenlerin mütevazı konaklarıyla alay eder konumdadır: Tepebaşı’ndaki ünlü Britanya sefareti, Fransa Sarayı dediğimiz Fransa Büyükelçiliği... 

16. yüzyıldan beri yerinde bulunan ünlü Venedik Sarayı, yani Venedik elçiliğinin bulunduğu yer ki sonradan Avusturya-Macaristan Büyükelçiliği oldu ve İtalya ile münasebetimizin henüz kurulduğu zamanlarda İtalya’nın büyük bir devlet olarak 20. yüzyıl başında yaptırdığı fakat kullanmadığı Maçka’daki ünlü İtalyan Büyükelçilik binası yani Maçka Kız Sanat Okulu... 

Bu binalara baktığımız zaman, bunlarla boy ölçüşecek ne bir vezir konağımız ne bir sadrazam ikametgâhımız vardır. Müthiş bir tevazu göze çarpmaktadır. Bu tevazuun bir ahlakî anlayış yanı olduğu gibi malî imkânsızlığı da tartışılabilir.

En İyi Restoranlardan Birine Sahip Olabilmek İçin Mutfak Tasarımında Dikkat Edilecekler Nelerdir?

 Mutfak tasarımı


Restoran Tasarımında Nelere Dikkat Edilmeli? Restoran Tasarımı Nasıl Olmalı? 


Restoran Tasarımında Renk, Tercihi Neye Göre Yapılır?

Restoranın Dekorasyonunda Dikkate Alınacak Unsurlar Nelerdir?

Yeni Restoranın Aydınlatması Nasıl Yapılır?

Restoran Yapılırken Tuvaletler'de En Çok Dikkat Edilecekler Nelerdir?

Yeni Restoranın Misafir Kapasitesi Neye Göre Ayarlanır?

Uluslararası Standartlarda Bir Restoranın Isıtma Ve Havalandırma Sisteminde Dikkat Edilecekler Nelerdir?

En İyi Restoranlardan Birine Sahip Olabilmek İçin Mutfak Tasarımında Dikkat Edilecekler Nelerdir?

* Restoran Tasarımı Yapılırken Restoran Mutfağı Tasarımında Nelere Dikkate Edilir?
Restoranın Dekorasyonunda İlave Mutfak Tasarımları İçin Hangi Tesisatlar Döşenir?
Yeni Restoranın İnşaatında Mutfak Aydınlatması Nasıl Yapılmalıdır?
Restoran Yapılırken Mutfak Tasarımında Hijyen Ve Pişirme Ekipmanları İçin En Çok Dikkat Edilecekler Nelerdir?
Yeni Restoranın Mutfak Tasarımında Mutak Bölümleri İle Misafir Kapasitesi Bağlantısı Neye Göre Ayarlanır?
Uluslararası Standartlarda Yeni Bir Restoranın Mutfak Tasarımında Soğutma, Isıtma Ve Havalandırma Sisteminde Dikkat Edilecekler Nelerdir?
En İyi Restoranlardan Birine Sahip Olabilmek İçin Genel Mutfak Tasarımında Açık Mutfak, Kapalı Mutfak, Servis Standı Gibi Tertibatlarda Dikkat Edilecekler Nelerdir?

Hünkâr Dairesi Nedir?

 Hünkâr Dairesi Nedir?

İlber Ortaylı

Hünkâr Hamamı’nın karşısında bulunan kapıdan girilen Hünkâr Dairesi iç içe odalardan ve koridorlardan oluşan bir mekândır. III. Osman, I. Abdülhamid, III. Selim dairelerinin ve yatak odalarının bulunduğu bu kısmın Sultan III. Osman’dan itibaren padişahlarca kullanıldığı bilinir. Sultan III. Osman’dan sonra tahta çıkan Sultan III. Mustafa sayılmazsa birbiri ardına tahta çıkan padişahlarca geliştirilen bir mekândır ki burada son değişikliği Sultan III. Selim yapmıştır.

I. Abdülhamid Has Odası ve Hazine Odası

Hünkâr Hamamı’nın karşısında bulunur. Kapı kitabesinin dış tarafında Sultan III. Osman’ın adı geçmektedir. Bu durum mekânın çeşitli devirlerde ciddi yenilenmeler geçirdiğini ve Sultan III. Osman zamanında da yenilendiğini gösterir. Kapının iç tarafındaki kitabede ise;

Melce-i şâhân-ı âlem Han Hamid-i dad-gîr
Nüshâ-i ahlâkına muhtaç yüz bin fasl ü bâb

ifadesi, odanın son olarak Sultan I. Abdülhamid tarafından inşa edildiğini gösterir. Dikdörtgen planlı odanın tavanı düzdür ve koyu yeşil üzerine mavi-kırmızı işlemeli kabartma nakışlarla tezyin edilmiştir. Odanın kapı kanatları son derece itinalı süslerle işlenmiştir. Odaya on iki pencere açılarak aydınlık bir ortam meydana getirilmiştir.

Odanın sol tarafında siyah ve beyaz mermerden bir çeşme bulunur. Çeşmenin ayna taşında,

Çeşme-i dilcû-yı hayat / Câvidan-ı ayn-ı safa

beyiti yazılıdır. Altın yaldızlı ve renkli nakış işlemeli yekpare ocağı muhteşemdir. Odanın sağ tarafında ahşap bir şirvan bulunur. Hükümdarların odalarında ve Hünkâr Dairesinde bulunan çeşme, ocak ve şirvan; mekânın padişaha ait olduğunu ispatlar bir atmosfer oluşturur.

Salondan sultanın yatak odasına (Taş Oda- Hazine Odası) geçilir. Eskiden Valide Sultan Hamamı koridoruna açılan ve şahsi hazine yahut gardırop alarak kullanılan mekânı Sultan I. Abdülhamid girişi dolap yaptırtıp yeni bir giriş kapısı açtırarak dairesine bağlatmıştır. Böylece yatak odası hâline getirilmiştir. 

Odanın girişindeki kitabede padişah için bir dua yazılıdır. Tavana doğru hayali manzara resimleri yer alır.

I. Abdülhamid Dairesi’nin Harem için en büyük özelliği bu dairenin bir geçit görevi görmesidir. Buradan III. Osman Taşlığı ve Köşkü’ne, III. Selim Has Odası ve Mihrişah Valide Sultan Daireleri’ne geçişi sağlar. Böylelikle Harem’e yeni eklenen daireler, Harem’in eski mekânları ile irtibatlandırılmıştır.

Kırım’ın kaybedildiği Küçük Kaynarca Antlaşması gibi Osmanlı tarihinin en ağır antlaşmalarından birinin imzalandığı dönemde padişah olan Sultan I. Abdülhamid, Özi Kalesi’nin Rusların eline geçip Rusların Müslümanlara karşı yaptıkları katliamları duyması ile düştüğü derin kederde “... ekdar ve efkarımdan uyku gözlerime haram olmuştur.” dediği günleri bu odada geçirmiş ve yeni bir kalenin daha düştüğü haberini getiren yazının ilk kelimesini okuduktan sonra felç geçirip bu dairede vefat etmiştir. (7 Nisan 1789)

I. Abdülhamid Osmanlı padişahlarının en sulhsever ve hoşgörülü olanıydı. Saray halkıyla olan ilişkileri, hanedana mensup şehzadeler ve hatta veliahtla olan temaslarında da bu görülür. Nitekim yeğeni veliaht III. Selim ile Fransa Kralı 16. Louis arasındaki bir mektuplaşma tespit edildiği hâlde bunu hoş görmüş ve veliahdı bundan dolayı cezalandırmamıştır. Bu gibi izinsiz mektuplaşmaların o devirde ihanet ölçüsünde değerlendirildiği bilinir. Mesela Rusya veliahdı Aleksey’in, babası Çar Büyük Petro tarafından böyle bir sebeple idam edildiği biliniyor.

Döneminin bir sulh dönemi olmasını istemiştir. Fakat maalesef 18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin yaşadığı istihale ve facialar onun da kardeşi III. Mustafa gibi erken vefatına sebep olmuştur.

III. Selim Dairesi (Meşk Odası)

I. Abdülhamid Odası’ndan bir aralıkla geçilen III. Selim Dairesi, ön cepheye sonradan ilave edilmiş bir dairedir. Üç tarafı pencereli olan odanın pencerelerinden birinden III. Osman Köşkü’ne kapı açılmıştır. Türk-Rokoko üslubunu gösteren daire, kare planlı ve ahşap tavanlı olup duvarları yaldızlı kabartmalarla süslemelidir.

Dairenin ocağı meşhurdur. Penceresi olmayan tek duvarı baştanbaşa kaplayan abidevî ocak düzeninin üzerindeki duvar bölümleri manzara resimleriyle donatılmıştır. Ocak nişinde küçük mavi- beyaz Hollanda çinileri kullanılmıştır. Bu çiniler bu ocakta ateş yakılmadığını dışarıdan getirilen ve içinde kor hâline gelmiş ateşin bulunduğu mangalların buraya konulduğunu gösterir.

Üst katta bulunan III. Selim Meşk Odası’na ahşap bir merdivenle çıkılır. Burası Sultan III. Selim’in hat, şiir ve beste çalışmalarını yaptığı bir mekândır. Adını da bu faaliyetlerden alır. Odanın duvarlarında Allah (c.c.), Muhammed (s.a.s.), Aşere-i Mübeşşere (Cennet’le müjdelenen sahabiler) levhaları bulunur. Aynalarının üzerlerinde de Besmele ve ayetler ile III. Selim Han’ın tuğrası ve şu kıta işlenmiştir.

Görmemiş mir’ât-ı hülyasında İskender dahi
Kıl nazar suret-nümâdır benzemez kâr-ı kadîm
Himmet-i şahânesiyle kıldı bu kasrı bina
Rub’-ı meskûnun şeh-i dâd-âveri Sultan Selim

Meşk Odası’nın diğer adı Lihye-i Saadet Odası’dır. Önceleri odayla Hünkâr Sofası arasındaki dolapta Hz. Peygamber’in Sakal-ı Şerif’i bulunduğu için odaya bu ad verilmiştir.

Hünkâr Dairesi Nedir?1900’lü yıllarda III. Osman Köşkü’nün Gülhane Parkı’ndan görünüşü

Ferah bir oda olan Meşk Odası, Sultan III. Selim gibi sanat ruhlu bir padişaha derin tefekkür yapma imkânı sunar.

Rivayete göre padişah tahttan indirilince bu dairenin alt katında yaşamış ve ne yazık ki asilerce burada ailesinin gözü önünde öldürülerek naaşı Arz Odası ile Bâbü’s saade arasına atılmıştır.

III. Osman Taşlığı ve Köşkü

III. Osman Köşkü, Hünkâr Sofası’na eklenen en son köşktür. Köşke III. Osman Taşlığı’ndan ulaşılır. Dikdörtgen şeklindeki ferah taşlık yüksek payeli bir teras hâlinde yapılmıştır. Ortasında mermer bir süs havuzu bulunduğu için buraya “Havuzlu Taşlık” da denilir. Çiçek tarhları ile renklendirilmiş olan taşlıkta çiçek masası da yer almaktadır.

Taşlığın Gülhâne Parkı’na bakan tarafında III. Osman Köşkü bulunur. Sultan I. Mahmud tarafından inşasına başlanan köşkün, Sultan III. Osman tarafından tamamlandığı sanılmaktadır. Ancak III.

Osman’a ait bir kitabe bulunmamakta, anıt gibi inşa edilmiş kapısı üzerinde Sultan II. Mahmud’un tuğrası ve talik hat ile kaleme alınmış bir beyit bulunmaktadır:

Mihensâz olmağ içün cân evinde bu der-i şevket Olur âğûş-küşâ Sultân Mahmûd Han’a bî-minnet

Köşkün hünkâr mekânı olduğunu vurgulayan ihtişamlı cümle kapısı yanındaki iki küçük çeşmenin alınlık taşlarında “Mübarek bâd (bâd: olsun)” ve “Saadet bâd” yazılıdır.

Köşk, ortada çıkmalı bir baş oda ve iki yanında birer odadan ibarettir. Gülhâne’ye doğru taşan salon divanhâne olarak düşünülmüştür ki bu da hünkârın burada yaşadığı intibaını güçlendirir. Divanhâne’nin yaldızlı tavanı oldukça süslüdür ve bu süsleme aydınlık ortamla birlikte daha da bir renkli görülür. Köşkün pencereleri Gülhâne Parkı’na bakar.

Ocak karşısındaki oymalı yatak yeri altın yaldızlı sütunlara dayanmaktadır. Salonun iki yanındaki süslemeli odalardan arkadaki alt pencerelerinde çok zarif yaldızlı parmaklıklar ve sık kafesler bulunur.

III. Osman tebdil-i kıyafet ve takma isimle İstanbul’u gizlice teftiş etmekle meşhurdur. Aslında tebdil gezerek etrafın ve toplumun nabzını yoklamak eski bir ananeydi. III. Osman bu ananeyi çok sıklıkla uygulamıştır.

Hünkâr Dairesi Nedir?1900’lü yıllarda III. Osman Köşkü’nün Gülhane Parkı’ndan farklı açıdan görünüşü

Ocaklı Sofa

Valide Sultan Taşlığı’ndan Taht (Saltanat) Kapısı ile girilen sofa, adını Harem’de bulunan en büyük ocağın burada bulunmasından alır. Kadınefendiler Dairesi ile Çeşme Sofası arasını kaplayan büyük bir salondur.

Ocaklı Sofa’nın bulunduğu yerde, Şimşirlik’ten gelen meyilli bir yol ile Hasekiler Dairesi’ne oradan Şehzadeler Dairesi’ne çıkılabilirken 1665 yangınından sonra sofa Sultan IV. Mehmed’in emriyle yenilenmiştir.

Kubbeli olan sofa, 17. yüzyıl çinileri ve kalem işi desenler ile süslüdür. Sofaya açılan kapının karşısında bu sofaya adını veren bronzdan yapılmış meşhur ocak yer alır. Ocağın önü altın yaldızlı parmaklıkla çevrilidir. Mabeyn’e ve köşklere çıkartılacak mangallar burada doldurulmaktadır. Sürekli olarak desteklenen ocağa hizmetliler odun yetiştirme telaşı içindedir. Bu ocaktan ateş alınıp mangallarla dağıtıldıktan sonra ocak kilitlenir, daha sonra yeniden açılarak kor hâline gelmiş odunlar mangallara dağıtılırdı.

Duvarların üst kısımlarında Besmele ile “Allahümmensur abdeke ve halifeteke/ Allah’ım kuluna ve halifene yardım et.” duası yazılıdır. Kapı üzerlerinde ise Farsça “Padişah-ı tâ kıyamet devletet efzûn bâd.” “Du metanet şâd ü hürrem duşmenet mahzun bâd.” “Padişahlığın kıyamete kadar yükselerek devam etsin. Sen metin ve bahtiyar ol, düşmanların mahzun olsun.” duası yazılıdır.

Hünkâr Dairesi Nedir?Ocaklı Sofa’ya adını veren bu ocaktan alınan kor hâline gelmiş odunlar mangallarla Harem dairelerine dağıtılır, sonra ocak kilitlenirdi.

Padişah evinin bu en orta mekânından padişah dairesine girilebilir. Ayrıca Ocaklı Sofa, Başhaseki ve Şehzadegân Dairelerini de Çeşmeli Sofa yoluyla Hünkâr Sofası’na bağlar. Valide Taşlığı’na geçişi de olduğu düşünüldüğünde ne kadar merkezi bir konumda bulunduğu daha iyi görülür.

Hünkâr Sofası (Muayede Sofası-Büyük Oda)

Hünkâr Sofası Harem daireleri ile Mabeyn arasında bulunan büyük ve ferah bir sofadır. Harem’de padişahların bayramlaşma mekânı, sohbet salonu, düğün, merasim ve kabul salonu olarak kullandıkları mekân, 17. yüzyılda muhtemelen üstü açık olan taşlığın kapatılmasıyla elde edilmiş olmalıdır. Bayramlaşma merasimlerinin zaman zaman burada yapılmasından dolayı Muayede (bayramlaşma) Sofası da denilmektedir.

Hünkâr Sofası hakkında bazı yayınlarda Harem eğlencelerinin burada yapıldığı iddiaları vardır. Bazı Huzur Dersleri’nin, şehzadelerin şeyhülislâmdan aldıkları ilk ders olan Bed-i Besmele’nin, mevlid okumalarının, ramazanlarda Kur’an okumalarının yapıldığı ve Kur’an-ı Kerim’den ayetlerle dolu bir mekânla böyle tasvirlerin uyum sağlayamayacağı açıktır.

Hünkâr Sofası’ndan III. Ahmed Yemiş Odası’na, III. Murad Has Odası’na, Hamam Yolu’na, Havuzlu Taşlığa açılan pek çok kapı mevcuttur. Bu durum, buranın taşlık olduğunun da mühim bir delilidir.

Hünkâr Sofası’nın bir köşesi

Hünkâr Dairesi Nedir?

Sofada bulunan kapı kanatları kabartma süslemelerle bezelidir.

Harem’in iç içe geçmiş ve dolambaçlı yapıları içinde Hünkâr Sofası oldukça ferahtır ve Harem’in en büyük, en güzel salonudur. Sofayı kaplayan büyük kubbesini kalem işlemeli dört sivri kemer taşır. Büyük kubbenin merkezinde koyu yeşil zemin üzerine yaldızlı hat ile:

“Bismillâhirrahmânirrahim. Elhamdü Lillâhi-el Kerim, er-Rahîm, el-Kadîm, el-Hakîm, el-Azîm, Allahü el-azîz, el-Cebbar / Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla; Kerîm (İkramda bulunan), Rahîm (Rahmanı bol), Kadîm (Evveli olmayan), Hakim (Her şeyi yerli yerinde vaz eden) ve Azim (en büyük) olan Allah’a hamd olsun. Allah Azîz (Yegâne galip) ve Cebbar’dır (Azametini gösteren)” ifadesi yazılıdır.

Duvarlarında mavi zemin üzerine beyaz yazıyla Bakara Sûresi’nin 258, 259, 260 ve 261. ayetleri nefis bir hatla işlenmiştir.

Büyük Kubbe’nin kapladığı orta mekânda Şirvanlı bir taht vardır. Tahtın yerinde günümüzde bir kanepe konulmuştur.

Taşlığa doğru yapılan şirvanın altında sedirler mevcuttur. Şirvan altında işlenen süslemeler göz alıcıdır. Burada bulunan aynalı kapıların biri III. Ahmed Yemiş Odası’na, diğeri ise şirvanın üzerine çıkılan merdivene açılır.

Şirvanın üzeri, camilerde kadınlara ayrılan mahfilleri andırır. Bayramlaşmalar sırasında Harem kadınları merasimi buradan seyrederlerdi.

Sofa yirmi altı pencere ile aydınlık bir ortamdır. Ocak bulunmayan mekânın, hamamdan gelen sıcak suyun sofanın altındaki kanallarda dolaşması ile ısıtıldığı düşünülmektedir.

Sofada üç tane mermer çeşme yer almaktadır. Duvarlarda çok büyük aynalar vardır ki bunlardan bazılarının çerçevesi kendisinden olup kenarları da meyve ve asma dalları figürleriyle süslenmiştir.

Yemiş Odası (III. Ahmed Has Odası)

Hünkâr Sofası ile I. Ahmed Okuma Odası arasında bulunan Yemiş Odası, adını duvarlarındaki meyve figürlerinden almıştır. III. Osman Taşlığı’na bakar. Sultan III. Ahmed tarafından Has Oda olarak inşa edilen bu küçük ve basık oda, padişahların zaman zaman yemek yedikleri bir mekândır. Duvarlarını baştanbaşa kaplayan ahşap panolar çiçek ve meyve resimleri ile doludur. Vazolarda yer alan çiçek demetlerinin altında çeşitli meyve figürleri yer alır. Harem’deki odalarda süsleme olarak çini yerine ahşaba geçilmesi mühim bir değişikliktir. 

Minyatür üslubunda çizilen figürler Lale Devri’nde Osmanlı resminin Batı’dan etkilenmeye başladığını gösterir.
Ahşap panolar içine aynalar da yerleştirilerek odada değişik bir süsleme tarzı geliştirilmiştir.

Kare odanın taşlığa bakan duvarında alçı kabartmalı bir ocak bulunur. Yemiş Odası Hünkâr Sofası’na ve I. Ahmed Okuma Odası’na birer kapı ile bağlıdır.

I. Ahmed’in eşi ünlü Kösem Sultan’dır. Çok genç yaşta birbirlerini tanıyan ve âdeta birlikte büyür gibi evlenen bu iki güzel gencin çocukları IV. Murad ve I. Sultan İbrahim’dir. Sultan II. Osman, I. Ahmed’in diğer eşinden olma çocuğudur.

Harem’de Çeşmeli Sofa’nın bir asır evvelki durumu

Hünkâr Dairesi Nedir?

İki genç hükümdar çiftin I. Ahmed ve Kösem Sultan’ın bilhassa Üsküdar’da Aziz Mahmud Hudai’yi çok ziyaret ettikleri ve dolayısıyla Kösem Sultan’ın bugün Çinili Cami diye bilinen camiini de o semtte bina ettirdiği bilinir. Üsküdar, onların sayesinde bir kere daha önem kazanmış, uhrevi bir semt hâline dönüşmüştür. I. Sultan Ahmed, Osmanlı Sarayı’nda saltanat veraset usulünü de değiştirmiştir. Bundan amaç kardeş katlini önlemektir. 

Çok genç yaşta olan bu hükümdarın Osmanlı mimari eserlerinin başında gelen ve Batılıların Mavi Cami dedikleri ünlü camiyi inşa ettirdiği ve Ayasofya’nın tam karşısında, Osmanlı zevkinin abideleşmiş hâli olan bu binanın İstanbul’un da Ayasofya ile birlikte silüetini teşkil ettiği malumdur.

Sultan I. Ahmed Has Odası

Sultan I. Ahmed tarafından 1608’de dedesi III. Murad’ın Has Odası’na bitişik olarak inşa ettirdiği oda Fil Bahçesi’ne bakar.

Padişahın burada bir kitap dolabı yaptırmasından hareketle I. Ahmed Mütalaa Salonu veya I. Ahmed Kütüphanesi/Okuma Odası denilmesi galat-ı meşhurdur. 1890’lı yıllarda çekilen fotoğrafların resim altlarında dahi aynı yanlışlık tekrar edilmiştir.

Odanın üzeri küçük bir kubbe ile örtülü olup oda, duvarların kubbeye ulaştığı noktaya kadar bir çini sergisini andıran çeşitlilikte İznik çinilerine sahiptir. Girişin sağında ve karşısında üçer pencere, solda gömme dolaplar ve duvar içine yerleşmiş nefis bir çeşmesi vardır. Pencere ve dolap kapakları ile çekmeceleri sarayın klasik sedef-bağa işçiliğinin güzel örneklerini gösterir.

Çiniler üzerinde sülüs ve nesih hatlar ile yazılmış manzumeler ve dua beyitleri vardır. Kubbenin altında dört tarafta ise Kur’an-ı Kerim’in son dört sûresi (Tebbet, İhlâs, Felak, Nâs) yazılıdır.

13 yaşında padişah olan ve 28 yaşında vefat eden Sultan I. Ahmed’in inşa ettirdiği Sultanahmet Camii, Osmanlı zevkinin abideleşmiş hâlidir. “Bahti” mahlasıyla şiirler de kaleme alan Sultan I. Ahmed, Peygamberimizin ayak izinden (kadem) sorguç yaptırıp ortasına da mavi mine üzerine altınla kendine ait bir dörtlüğü yazmıştır:

“N’ola tâcım gibi başımda götürsem dâim Kadem-i resmini ol Hazret-i Şâh-ı Rusülün Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün”

III. Murad Has Odası (Havuzlu Köşk, III. Murad Kasrı)

III. Murad Has Odası pek çok bakımdan ilk olma özelliği taşıyan bir mekândır. Mimar Sinan tarafından 1579’da yapılan bu köşk sarayda bilinen ilk Hünkâr Odası’dır. Padişahların resmî ve hususi dairesi olarak kullanılmıştır.

III. Murad Has Odası, Mimar Sinan’la birlikte 16. yüzyılda Osmanlı mimarisinin ve sanatının eriştiği zirveyi ve süsleme anlayışındaki derin zevki gösterir. Sarayda bulunan en büyük has odadır ve Harem’in en eski köşküdür. Bu hâliyle Osmanlı mimarisinin ihtişamlı yapılarındandır.

Hünkâr Dairesi Nedir?Melling’in Harem’i anlatan ünlü gravüründen detay.

Odaya, Hünkâr Sofası’ndan geçilen Bekleme Odası’ndan, Hünkâr Sofası’ndan ve I. Ahmed Has Odası’ndan girilebilir. Odaya ilk girişte 16. yüzyıl İznik çinilerinin muhteşem kompozisyonu dikkat çeker.

Yazı kuşağı olarak mavi zemin üzerine beyaz renkte bir Ayete’l Kürsi ve “Ya eyyühellezine Amenu” diye başlayan ayetler odayı baştanbaşa dolaşır.

Pencereleri, kubbesi, kapı ve dolap kanatları, ocak ve çeşmesi Osmanlı üslûbunun bir örneğidir. Dolap kapaklarındaki, pencerelerdeki, bordürlerdeki itinalı süslemeler odanın bir padişaha ait olduğunu anlatır şekildedir.

Harem’de örneği bulunmayan anıtvari mermer çeşmenin üç yalağı ve üç musluğu bulunur. Yalaklar odada güzel bir su şırıltısı oluşturmak için düşünülmüştür. Çeşme, çiçek motifleriyle süslenmiştir.

Odanın tac kapısının kanatları sedef, fildişi ve bağa kakmalı olup kapı üzerinde en üstte kelime-i tevhid yazısı, altında ise kitabesi bulunur.

“Emr idüb Hazret-i Sultan Murâd-ı âdil
Yapdılar yümnile bu kasr-ı şerîf oldı tamâm”

şeklinde başlayan kitabesi bu güzel odayı Sultan III. Murad’ın 1578’de yaptırdığını anlatmaktadır.

Kare planlı olan oda 11 metre çapında oldukça büyük bir kubbe ile örtülüdür. Kubbe’den aşağıya sarkan top, hükümdarın mekânlarından birinde olunduğunu sembolize eder.

Girişin sağ tarafındaki köşelerde oymalı ve altın yaldızla süslemeli ahşap oturma şirvanları vardır. İki şirvanın ortasında büyük bir ocak yer alır. Çini süslemeleriyle kaplı derin pencerelerin odaya kattığı aydınlık zamanla çevresine yapılan yeni has odalar sebebiyle azalmıştır. Bu pencerelerin iki yanında mermer kemercikli üçlü nişler odaya ayrı bir güzellik katmıştır.

III. Murad Has Odası, iki katlıdır. Aynı çatı altında hem yazlık hem de kışlık köşklerin olmasıyla da sarayda başka bir örneği olmayan bir mekândır. Alttaki yazlık (Serdap Köşkü) havuzludur. Hükümdarın yazları kullandığı bu mekânda ortada bir süs havuzu bulunur. Havuzun ortasında yer alan şadırvan, Karaağalar Dairesi’ndeki Şadırvanlı Sofa’dan bir restorasyon sırasında getirilmiş ve burada kalmıştır.

Bu havuzun süt banyosu (!) için kullanıldığı gibi Harem hakkındaki uydurmalar çok yaygın olmakla birlikte kimse böyle bir havuzun kaç ton süt ile doldurulabileceğini düşünmemektedir. Bu havuzda padişahların sandal sefası yaptığını iddia etmek ise ciddiye alınacak bir durum değildir. 

Çok ilginç olmasa da; suyun bulunduğu ortamın diğer ortamlara göre daha serin olacağından, yazlık bir mekâna havuz yapıldığını düşünmek yeterlidir.

Mabeyn Taşlığı’ndan buraya inilen basamaklar 17. yüzyılda yapılan Çifte Kasırlar’ın altında kaldığı için dehliz içine alınmıştır. Harem’in zifiri karanlık ve gizemli bir odası hâlini almıştır.

Hünkâr Dairesi Nedir?

10 Aralık 2021 Cuma

Hazine Köşkü (Fatih Köşkü-Enderun Hazinesi)

 Hazine Köşkü (Fatih Köşkü-Enderun Hazinesi)

İlber Ortaylı

Bugün Hazine’nin sergilendiği bu köşk Sarayburnu’nun en hâkim ve cazip noktasında yer almaktadır. Önünde Üsküdar’dan Adalar’a kadar serilen bir manzara uzanmaktadır. Zemin olarak hiç de elverişli olmayan yamaca ustalıkla inşa edilen bu köşk, beş yüz yılı aşkın bir süredir ayaktadır.

1462-1463’te tamamlanan Fatih Köşkü, dış sofalı Türk evi planına göre kurulmuştur. Dört salon, iki salon arasında üstü kapalı etrafı açık ortada şadırvanı bulunan bir hayat (kapalı sofa) ve bir eyvandan ibarettir. Salonun ikisinde birer ocak vardır.

Köşkün avluya bakan yönünde dokuz sütuna dayanan düz tavanlı geniş bir revak vardır. Duvarları küfeki taşından yapılmıştır. Kapı ve pencere kanatları süslemelidir.

Hazine Koğuşu’yla, Enderun Hazinesi’nin amiri hazine kethüdasıdır. Hazine kethüdası, kendinden sonra gelen kethüdaya görevi devrederken aynı zamanda bütün hazineyi en ince teferruatına kadar devretmek mecburiyetindedir.

Hazine, Fatih’in torunu Yavuz Sultan Selim döneminde gerek Çaldıran gerekse Mısır seferlerinden getirilen ganimetle zenginleşmiştir. Hatta gelen bütün ganimetin daireye alınması mümkün olmamış, hazinenin bir kısmı Yedikule Mahzenleri’ne aktarılmıştır.

Yavuz Sultan Selim Han’ın, “Benim altunla doldurduğum hazineyi ahlâfımdan (benden sonra gelenlerden) her kim mangırla doldurursa hazine anın mührü ile mühürlensin ve illa benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun)” yolundaki emri gereği Enderun Hazinesi’nin dış kapısı, saray müze oluncaya kadar bu surette  Hazine Köşkünde mühürlenmiştir. Bu koyu yeşimden mamul mühür, hazinedarbaşında sonra hazine kethüdasında bulunurdu. Mührün üzerinde ortada Sultan Selim Şah yazısı, bu yazının etrafında da “Tevekkeltü alâ Hâlikî / Yalnız Allah’a güvenirim.” ibaresi bulunurdu.

Enderun Hazinesi (Hazine-i Hümâyûn) padişahın iradesine mahsus bir hazineydi. Burada bulunan altın ve gümüş, saray idaresinde; bayındırlık, imar ve hayır işlerinde kullanılırdı. Mısır’ın vergileri padişahın hususi harçlığı “cep harçlığı” sayılır. (Ceb-i Hümâyûn) Padişahların yaptırdıkları ve bir kısmı günümüze kadar ulaşan cami, çeşme, medrese gibi binaların giderleri bu hazineden karşılanırdı. Padişah savaş hâli gibi devlet maliyesinin sıkıştığı dönemlerde Enderun Hazinesi’nden devlet hazinesine usulen borç verirdi ancak bu parayı hiçbir zaman geri almazdı.

Hazine Köşkü (Fatih Köşkü-Enderun Hazinesi)

Sarayın müze olarak kullanıldığı ilk yıllarda sergilenen padişah kıyafetleri

Hazinenin diğer bölümü bir çeşit sergi salonuydu. Bu kısımda padişaha ganimet olarak düşen, elçiler tarafından getirilen veya satın alınan tarihî değeri yüksek eserler bulundurulurdu. Altın veya gümüşten kap kacaklar; ipek halılar ve seccadeler; çok değerli kürkler, mücevherli elbise ve kaftanlar; pırlanta, elmas, inci, firuze, yakut, zümrütten mamul mücevherat, sorguç, pazubent, eyer takımı, kemerler gibi eşyalar vardır. 

Bunlar dışında Yavuz Sultan Selim tarafından Mısır’dan getirilen ve Hz. Yusuf aleyhisselâmın sarığı olduğu rivayet edilen Yusufî sarık ile İmam-ı Azam’a ait taç ve amâme (sarık) ve İslâm büyüklerinden İbrahim Edhem hazretlerinin tacı ve diğer velilerin taç ve hırkaları da bu hazinede muhafaza edilirdi.

Köşk, tamamen hazine işlerinde kullanılması ve içinde paha biçilmez kıymette eserleri barındırmasından dolayı yer yer tadilatlar geçirmiştir. Sultan I. Mahmud devrinde bir oda daha ilave olunmuştur ki bu odaya elçilerin yanlarında götürecekleri kıymetli eşyaları emanet etmelerinden dolayı elçi odası ismi de verilmiştir.

Padişahların cülûs törenleri (Tahta Çıkma Töreni) esnasında hazinenin sergilenmesi âdet iken Sultan Abdülmecid zamanında hazinenin bir kısmı köşkün birinci odasında sergilenmiş, daha sonraki Sultan Abdülaziz ve Sultan II. Abdülhamid dönemlerinde birinci ve ikinci odalarda tahtlar, sultan kıyafetleri, vazolar, silahlar gibi eserler sergilenmiştir. Köşkün bu şekilde sergi salonu olarak kullanılması ve içindekilerin muhafazası kaygısı beraberinde yeni tadilatları getirmiş, bazı pencereler kapatılmış, bazı revaklar örülmüş ve köşkün orijinal mimarisi bozulmuştur. Bina köşkten ziyade ambara benzemiştir.

Hazine Köşkü (Fatih Köşkü-Enderun Hazinesi)

Nadir Şah tarafından I. Mahmud’a hediye olarak gönderilen taht ve etrafında saray memurları.

Sultan Reşad zamanında I. Dünya Savaşı’ndan dolayı saraydaki hazine eşyalarının güvenliği için İstanbul’dan Konya’ya gönderilmiştir. Cumhuriyet devrinde yapılan restorasyonlarla köşk orijinal hâline getirilmeye çalışılmıştır.

Hazinenin müştemilatı içinde Kilerli Koğuşu ve Hamam da bulunmaktadır. Kilerli Koğuşu, bugün müze idare binası olarak kullanılmakta olup Fatih zamanındaki orijinalliğinden çok şey kaybetmiştir. Köşkün sağ tarafında bulunan hamamın yerine ise Seferli Koğuşu yapılmıştır. Hazine Köşkü’nün eyvanı Fatih’in çok sevdiği bir mekândır ve devletin binbir türlü işi ve gailesi ile uğraştığı dönemde dinlenebildiği tek yerdir.

Hazine Köşkü (Fatih Köşkü-Enderun Hazinesi)

Hazine Dairesi’nin sergi salonu olarak kullanıldığı yıllarda dairesinin açılışı

Enderun Sistemi

Enderun, başlı başına bir müessesedir. Devşirme sistemiyle toplanan gayrimüslim çocukların sarayda eğitildikleri ve kabiliyetlerine göre yükselme imkânlarının bulunduğu bir yerdir. Genelde bu gençler devşirme sınıflarının en güçlü, en zeki ve en yetenekli olanların buraya ayrılırlar.

Devşirme, bir hayat tarzıdır. Bu çocuklar ön planda Türkçeyi ve İslâmiyet’in kurallarını öğrenirler. Enderun’a alınmayanlardan bilhassa yeniçeri acemi kışlalarına verilecek olanlar bir hazırlık olmak üzere hayatlarında “Türk’e verilmek” denen bir safhadan geçer. Bunlar İstanbul’a yakın Bursa veya Edirne köylerindeki köylülerin yanlarına gönderilir.

Yeniçeri adayının burada öğrendiği Türkçe ve din bilgisi çok önemlidir. Haddeden geçmiş bir medrese bilgisi ve dindarlığı yerine bu çocuklara bir halk adamının kullandığı Türkçe ve onun dinî âdetleri verilir ki özümsemenin nasıl olduğu ile ilgili bu keyfiyet çok mühimdir.

Devşirmeler bazılarının sandığı gibi zorla alınmaz, hatta bazı fakir köyler çocuklarının bu yolla kurtulacağına, yükseleceğine inanarak Osmanlılara vermeye gönüllü olurlar. Tabii, kaderde bir asker olarak savaşta ölmek de vardır, imparatorluk yönetiminin ikinci adamı yani başvezir olmak da... Devşirilen çocukların kimisi bir yeniçeri neferi olarak kalacaktır, kimisi Sokullu Mehmed Paşa, Mahmud Paşa gibi koca imparatorluğun kaderini elinde tutan başvezirler olacaktır. Her devşirme de köylü değildir, bazen çok önemli ailelerin çocukları da ebeveyni ikna yoluyla alınabilir.

Enderun bir müessesedir. Buradaki eğitimle imparatorluğun yönetici sınıfı yetiştirilir. Büyük kısmı itibariyle Balkanlar’ın, Kafkaslar’ın ücra köylerinden devşirilen gençlerin, burada eğitilip nasıl üstün bir sınıf meydana getirdiğini görürsünüz. O kadar ki hem fizikleri, hem duruşlarıyla etrafı etkileyen bu devletlilerin, kendilerinin bir devlet imajını meydana getirdiğini söylemek hiç mübalağa sayılmaz. Saray dışına çıktıkları vakit yürüyüşlerinden, konuşmalarından, hâl ve tavırlarından

Enderun terbiyesi aldıkları belli olur. İstanbul’a gelen her yabancı ve seyahatnâme yazarı onların katıldığı bir resmigeçidi resmetmekten ve onları uzun uzadıya tasvir etmekten kendini alamamıştır. Törenlerde ve sarayın dışında Kılıç Alayı, Cuma Selamlığı gibi merasimlerde Enderunluların zaten buraya gelmelerine neden olan fizikî heybetleri dışında kılık ve kıyafetleri ve özellikle “peyk” denen refakatçilerin sorguçları sadece etraftaki halkı değil, başkente gelen ecnebileri bile çarpmıştır. 

Seyahatnâmelerde, Osmanlı törenlerindeki devletlûların bakır baskı gravürleri bulunmayanları pek azdır. Tevekkeli değil, meşhur nüktedir; bu mutantan alayı seyreden fakir Bektaşî dervişi semaya bakmış: “Hey Allah’ım, bir padişahın kullarına bak, bir de şu fakir kulunun hâline...” demiş.

Enderunluların içinden müstesna müzisyenler çıkmıştır. Rekorları itibariyle tarihe geçen sporcular çıkmıştır. Edebiyat sahasında, felsefede ismi geçenler çıkmıştır. Unutmamak gerekir ki imparatorluk kendini yönetecek sadık komutanları bu ocakta yetiştirmiştir. Ama her şeyden evvel Osmanlı tarihinin en az üç asrında etkili olan komutanlar Enderun’dan çıkmadır. 

Buradan çıkan insanlar; vezir olmuştur, Yeniçeri Ocağı ağalığı yapmıştır, devlet kademelerine hatta birçok memuriyete dahi ağırlığını koymuştur; içlerinden imparatorluğun şeyhülislâmı dahi çıkmıştır ama hiçbir zaman için padişahın kulları, padişahın hizmet sınıfı olduklarını unutmamışlardır. Devlet fikrini, devletin bütünlüğünü çok iyi kavramışlardır. 

Tıpkı Sokullu’nun yeğeni Mustafa Paşa’nın Budin Beylerbeyi olması gibi... Günün birinde de bir atlas torba içinde çavuşbaşı ile gelen idam fermanını boyun eğerek kabul eder. Çünkü devletten başka Enderunlunun güveneceği makam yoktur.

Hiç şüphesiz Enderun’a uğramayan devşirmeler de vardır ve çoğunluğu acemioğlanı olarak ayrılan bu çocuklar, İstanbul’un civar köylerinde, köylülerin yanında dini de, dili de öğrenirlerdi ki, onların içinden de böyleleri çıkmıştır, ama Enderunlunun tavrı ve havası değişik ve seçkincedir.

Enderun, aristokrasinin irsî olmasa da eğitimle, liyakatle ortaya konabileceğini gösteren bir okuldur. “İmparatorluk okulu” unvanı buraya çok yakışmaktadır. Enderun üzerindeki tetkikat hemen hemen tamamen ecnebiler tarafından yapılmıştır. Çünkü Osmanlı yönetimini esasından kavramak istemişlerdir.

19. yüzyıl Osmanlı Sarayı’nın idarî bünyesi içinde eski Enderun yaşamakla beraber, ağırlığını ve geleneğini kaybetmiş ve “Ağavat Ocağı” denen Enderun Ağaları Ocağı, Dolmabahçe Sarayı’nın bir kıyısına sığınmıştır. Sarayın asıl görevlileri artık askerî ve mülkî erkânın yetiştiği, imparatorluğun XIX. yüzyılda kurulan modern okullarından gelmektedir. Özellikle II. Abdülhamid tedrisat ve tahsil derecesini yükselttiği Mekteb-i Mülkiye’nin başarılı mezunlarını Kitabet Dairesi’ne aldırtmaktadır. Onun hâl’inden sonra saray muhafız kıtalarındaki alaylı zâbitan da artık görülmeyecektir.

Enderun’da Hayat

Enderun başlı başına bir terbiye müessesesidir ve onun tarihini günümüze bakan çok taraflarıyla iyi bilmek gerekmektedir. Burada insanlar birbirleriyle rütbeye göre “siz” diye konuşurlar, gençlerin kendi aralarında dahi lâubalî olması mümkün değildir. Koğuş zabitlerine, koğuşun başlarına son derece saygılı olmak zorundadırlar.

Yeme içme, yıkanma, kalkma, yatma saatleri konusunda büyük bir disiplin içindedirler. Devamlı bir surette gece gündüz kontrol altındadırlar. Koğuşlarda kandil yakılır. Dış dünyayla temas kurmaları istenmez. 

Enderun’daki disiplin dolayısıyla çok kısa zamanda bir Osmanlı saray protokolü meydana gelmiştir. Daha da ilginci Enderun’un dişi bir izdüşümü vardır. O da bizatihi Harem’in kendisidir. İşte buna bazı tarihçiler; Osmanlı Saray Medeniyeti diyorlar ki bu doğrudur. Burada tarihi magazinleştirmeye çalışanların uydurdukları ve kimi zaman gündeme getirdikleri bazı hususları ciddiye dahi almamak gerekir; “Enderun oğlanı” gibi avamî tabirlerin geçerliliği yoktur.

Enderun çetin bir hayatın yaşandığı yerdir. Saray okuludur; ama bizim anladığımız anlamda bir okul değildir. Buraya gelen çocuklara Osmanlı-Türk kültürünün, İslâmiyet’in derinlikleri hocalar tarafından öğretilir. Bunlar bildiğimiz kimselerdir. Nitekim Osmanlı tarihinin musiki dallarında yükselen devlet adamlarının bu ocağında Ali Ufki Bey diye bildiğimiz Albert Bobovius de vardır. Daha sonra Enderun yılları üzerine eser kaleme almıştır. Hayat ve kültürün her dalına girenler vardır. Hatta yüksek din bilginleri bile çıkmıştır.

Enderun talebelerinden küçük ve büyük odalarda hem saray hizmetlerine bakan, hem adab-ı muaşeret öğrenen, hem biraz ilim ve sanata vâkıf olanların değeri ve liyakati anlaşılınca, onlar bizzat padişahın emri üzerine üst düzeye geçerler.

Ağalar sabah ezanıyla uyanır; eğer gerekiyorsa hamama gidilir, sabah namazı mutlaka Ağalar Camii’nde cemaatle kılınır, daha sonra günlük hayata başlanır. Sofrada dikkatsiz ve usulsüz bir davranışta tekdir veya ele kepçe vurmak gibi bir mukabele görülür. 

Ağaların lâubali hitaplarda bulunmaları, edepsiz tavırlar göstermeleri, serkeşlik etmeleri, sıkı giyim kurallarının dışına çıkmaları şiddetle cezalandırılır. Bununla birlikte Enderun’daki ağaların yani genç talebelerin birbirlerine taktıkları lâkap, hayat boyu üzerlerinde kalır. Aynı âdet yeniçeri ocağında da vardır. “Tabanıyassı”, “Boynueğri”, “Semiz” gibi vücut özelliklerini veya “Öküz”, “Kalaylıkoz”, “Yahnikapan” gibi karakter zafiyeti gösteren lâkapları taşıyan vezir ve vezir-i âzamları hatırlarız. Bu anane modern eğitim kurumları olan Galatasaray’da ve Mülkiye’de de devam eder.

Seferli Koğuşu

Enderun’un ilk iki odasından sonra terfi edilen Seferli Koğuşu, 17. yüzyılda Sultan IV. Murad’ın koğuştaki ağaları sefere götürmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Sultan IV. Murad bir harbin zor şartları içinde, ona hizmet edecek gençleri bu bölümden almıştır. Onun için adı Seferli Koğuşu’dur.

Koğuş kapısındaki kitabede Sultan Mehmed Reşad tarafından tamir ettirildiği için Sultan Reşad tuğralı bir kitabe bulunmaktadır.

Hazine Köşkü (Fatih Köşkü-Enderun Hazinesi)Sultan II. Bayezid’in kıyafeti

Bu bölümde 1509’da depremde tahrib olan büyük hamam, küçük ve büyük odaların hamam ihtiyacını karşılardı. Ne var ki hamam muhtemelen su tesisatının binayla bağdaşamamasından dolayı çökmüştür, 16. asırdaki bu önemli çöküntüden sonra büyük bir tamirat yapılmıştır ve 17. asırda hamam olarak kullanılmasından vazgeçilen bu bina Enderun ağalarına tahsis edilmiştir. Enderun ağalarının bu koğuşta yaşayanları artık ilk iki koğuştaki dolamalılardan terfian kaftanlı dediğimiz

sınıfa geçen ilk seçkin zümreyi meydana getirir. IV. Murad bu sınıfı sefer-i hümâyûna birlikte götürdüğü için Seferliler Koğuşu, Seferli Enderun Ağalarının Koğuşu olarak adlandırılmıştır. Mahiyeti değişmiş, ağaların terfi şansı artmıştır. Sultan I. Ahmed, 16. yüzyılda yıkılan bu koğuşu tahrib olmuş hamamı tamamen ortadan kaldırarak yeniden inşa ettirmiştir. 

Sonradan sadece Seferliler Koğuşu olarak adlandırılan hünkâr hamamından günümüze kalan yadigâr “elbise-i hümâyûn” diyeceğimiz saraydaki kumaşların, kaftanların, padişah ve şehzade elbiselerinin teşhir edildiği bölümdür. Günümüze kadar ulaşan binada hamam olarak kullanıldığı devre ait kitabede Sultan II. Selim devrinde yapılan tamirattan bahsedilmektedir.

Kuruluşundan itibaren diğer koğuşlara oranla bir kademe daha yüksek eğitim veren Seferli Koğuşu, ilk kuruluş yıllarında, Enderun halkının çamaşırlarının yıkanması ve Enderun’un tertip, düzen ve temizliğinin sağlanması gibi işler yaparken daha sonra çalışmalar mesleki alana ve sanata kaydırılarak, kemankeş, pehlivan, hanende, berber yetiştirilmiştir. Ayrıca padişahın çamaşırlarının yıkanması ve katlanması bu koğuştakilerin görevidir. 

Padişahın camide namaz kılacağı seccadesini de Seferli Koğuşu’nun ağası sererdi. Saray cüceleri ve dilsizleri de burada eğitilirlerdi. Bu odanın kıdemlilerinden başkullukçu haftada iki defa Destar-ı Hümâyûn denilen padişahın sarığıyla abdest havlularını yıkardı.

Kilerli Koğuşu

Baştan beri bugünkü hazine dairesine bitişik olan ve Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan bölümler, Enderun’un “Kilerliler” ve “Hazinedar” koğuşlarıdır.

Burada bulunan iç oğlanları bir yandan eğitim görürlerken öte yandan çeşitli vazifeler yaparlardı. Kilerli Koğuşu hem kilere hem padişaha hizmet etmeye bakan bölümdü ve burada padişaha çok yakın, muteber saray mensupları vardı. Kilerli Koğuşu’nun en mühim vazifesi padişah sofrasını hazırlamaktı. Padişahın yemeğini pişirmek, sofra kurmak, servis yapmak, sofrayı toplamak, bulaşıkları yıkamak onların vazifesi idi.

Şerbetler, şuruplar, macunlar hazırlarlardı. Bunun dışında Harem’in kiler ihtiyacını (her türlü yiyecek ve içecek ihtiyacı) karşılar ve muhafaza ederlerdi. Saray odalarının, mescitlerinin, Hırka-i Saadet Dairesi’ndeki büyük şamdanın mumlarını da temin eder ve yakarlardı.

İcap ettiğinde ilaçların hazırlanmasından da kilerciler mesuldü. Koğuş kapısının dışında Eczahane de denilen Hekimbaşı Odası bulunurdu. Burada koğuşlarda hastalananlar için ilaçlar yapılırdı. Bütün vazifeleri yerine getirme sırasında kilercilerin abdestli olması da koğuşun nizamı dâhilindeydi. Kilerliler Koğuşu’nun mesuliyeti altındaki işler belli bir nizam dâhilinde ve iş bölümü hâlinde yapılırdı. Kilercibaşı, sarayda bu görevleri yerine getiren birkaç yüz kişinin başıydı. Görevine Birun denen dış avludaki Matbah-ı amire halkını yönetmek dâhildi.

Hazine Köşkü (Fatih Köşkü-Enderun Hazinesi)

Hazine Dairesi önünde nöbet tutan askerler Silahdar Ağa, Peyk ve Solak (Ressam Brindesi)

Kilerli Koğuşu, nisan yağmurlarını biriktirerek padişaha takdim ederlerdi. Padişah da onlara bu hizmetleri karşılığında bahşiş verirdi.

İç oğlanları yüksek derecede eğitim görürler, ayrıca üç ayda bir aldıkları maaş yanında pek çok ad altında ek ücretler alırlardı.

Kilerli Koğuşu ahşap ağırlıklı bir yapıydı. Binanın alt katında iç oğlanların yatakhaneleri, üst katta ise padişah sofrasında kullanılan altın ve gümüş tepsiler, yemek takımları, yemişler, şerbet ve şuruplar bulunurdu. Saray için hususi imal edilmiş mumlar da burada saklanırdı. 1856 yangınında kullanılamaz hâle gelen koğuş yeniden inşa edilmiştir. Bugün burada Topkapı Sarayı Müze Müdürlüğü bulunmaktadır. Koğuşun altında Kemeraltı Dehlizi’nden dördüncü avluya çıkan bir kapı vardır.

Hazine Köşkü (Fatih Köşkü-Enderun Hazinesi)Hazinedar Koğuşu

Enderun avlusundaki iç hazinenin (Enderun Hazinesi) ve saraya ait mücevherat ve kıymetli eşyanın sorumluluğu bu koğuşa ait olduğu için Hazinedar Koğuşu denilmiştir. Bu yapıdan geriye bugün koğuşun ön tarafında bulunan siyah beyaz çakıl taşlarından yapılma (podima çakılı) kaldırımı kalmıştır. Koğuşun amiri sarayın önde gelen görevlilerinden hazinedarbaşıydı ve yardımcısı hazine kethüdası idi.

Kuyumcu, nakkaş, kılıçcı, terzi, kürkçü, sorguçcu vb. ehl-i hiref (Meslek sahipleri) saray zanaatkârları hazinedarbaşıya bağlıydı. Bunların sayısı bazı hâlde ve zamanda birkaç bine ulaşmıştır.
“Kilerli” ve “Hazinedar” koğuşundakiler saray dışı hizmetlere tayin edildiklerinde yani “Birun”a çıktıklarında sancakbeyi rütbesi ile göreve başlarlardı.

Hazine Koğuşu binası sol tarafındaki Kilerli Koğuşu ve sağ tarafındaki Silahdar Koğuşu ile bitişik iken 19. yüzyılın ilk yarısında yıktırılarak yeniden inşa edilmiş ve Sofa-i Hümâyûn’a geçen ara geçitler yapılmıştır. 1856 yangınından sonra Sultan Abdülmecid tarafından restore ettirilmiştir. Hazine Koğuşu bugün Türk-İslam kitap sanatları, padişah portreleri koleksiyonu sergi salonu olarak kullanılmaktadır.

Silahdar Hazinesi

Silahdar Hazinesi, Hırka-i Saadet Dairesi’nin hemen bitişiğinde yer alır. Silahdar ağanın muhafazasında bulunan kıymetli eşya, padişaha ait kılıç, kalkan, zırh, bozdoğan gibi çeşitli silahlar Has Oda’ya ve Sofa Köşkleri’ne ait altın şamdanlar, padişahın “cep harçlığı” olarak kullandığı ve hazine dairesine koymadığı bir miktar para, Has Oda’ya konulmayan Mukaddes Emanetler, yenileri gönderildikçe eskileri İstanbul’a getirilen Harem-i şerif puşideleri, eski Kur’an-ı Kerimler ve çok kıymetli yazma kitaplar burada saklanırdı. Silahların her zaman temiz tutulmasına çok ehemmiyet verilirdi.

Silahdar Hazinesi’nin Arzhâne’ye de kapısı bulunmaktadır. Anahtarı Silahdar ağada bulunan hazinenin defteri sır kâtibi ve hazine başyardımcısı tarafından tutulur ve mühürlenirdi. Defter, padişaha verilirdi. Silahdar ağalık padişahın yakınında bir vazife olduğu için çok önemli bir vazifeydi. Meşhur paşalardan Çorlulu Ali Paşa ve Girit’i kuşatan komutan Yusuf Paşa da silahdar ağaydılar. Günümüzde bu mekân Mukaddes Emanetler’in sergi salonu olarak kullanılmaktadır.

9 Aralık 2021 Perşembe

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Has Oda’da Yapılan Merasimler
İlber Ortaylı

Hırka-i Saadet Dairesi Osmanlı padişahlarınca her zaman ihtimam gösterilen bir yer olmuştur. Burası padişahların hem çalışma büroları hem de bir ibadet ve tören yeridir. Burada meşhur beş merasim icra edilir.
Devamı Bâbü’s saade önünde yapılan üç merasim öncesi burada merasim yapılırdı. Bu merasimler; cülûs merasimi öncesinde yapılan iç biat, sefer zamanı burada saklanan Sancak-ı Şerif’in padişah tarafından çıkartılması ve padişah cenazelerinin Has Oda’nın dış cephesindeki çeşmede gasledilip dairenin önündeki mermer sekiye konulmasıdır.

Hırka-i Saadet Ziyareti

Çok zengin bir koleksiyon olan Mukaddes Emanetler bölümünde Osmanlı merasimlerine de konu olan iki parça çok mühimdir ki bunlar Hırka-i Saadet ile Sancak-ı Şerif’tir (Liva-i Şerif).

Hırka-i Saadet: Hz. Peygamber’in Kâ’b ibn Züheyr’e hediye etmiş olduğu hırkadır. Kâ’b ibn Züheyr Huzur-u Saadet’te tövbe edip Müslüman olmuş ve Peygamberimize bir kaside okumuştur. Bunun üzerine Has Oda’da Yapılan Merasimlerden Hz. Peygamber çok duygulanmış ve sırtındaki hırkasını, Kâ’b’a giydirmiştir. Bu hâdise bütün İslâm âleminde yankı uyandırmış ve bu hırka (bürde), İslâm devletlerinin hükümdarlarınca Peygamber yolunda gitmenin ve O’nun halifesi olmanın simgelerinden biri olarak kabul edilmiştir.

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Hırka daha sonra Emevi Halifesi Muaviye tarafından satın alınmış ve bayramlarda giyilmiştir. Halifeden halifeye aktarılan hırka, Abbasi halifelerince de dinî günlerde giyilmiştir. Hırka her İslâm halifesinin ülkesinde muhafaza edilmiştir. Osmanlı padişahları da kendi halifeliklerinin simgesi saydıkları bu bürdenin koruyuculuğunu üstlenmişlerdir. Hırkanın sarayda korunmasından Has Oda’nın zülüflü ağaları, bakımından ise tülbend ağası (son dönemlerde de hazine kethüdası) sorumludur. Hırka-i Saadet’in dışı siyah içi krem renginde yündür.

Ramazan ayının ortasında her padişah, aynı zamanda Müslümanların halifesi olarak, törenle Hırka-i Saadet’i ziyaret eder.

Ramazan ayının on beşinci gününün gecesinde Mukaddes Emanetler’in bulunduğu Has Oda’da bizzat padişahın da katıldığı bir temizlik merasimi yapılırdı. Padişah gül suyuna batırılmış süngerlerle Hırka-i Saadet şebekelerini temizlerdi. Çuhadar ve rikapdar ağalar, has odalılar, gedikliler gibi görevliler de dairenin kapılarını, pencerelerini, duvarlarını vs. temizlerlerdi.

On beşinci günün gecesi (on dördüncü günün akşamı) yapılan bu temizliğin ardından ramazanın on beşine denk gelen ertesi gün ziyaretler yapılırdı. O gün sabah namazı Hırka-i Saadet dairesinde kılınırdı. Hırka-i Saadet sandukası padişahta bulunan altın anahtarla açılırdı. Hünkâr, sanduka içindeki sırmalı, inci işlemeli, yedi bohça içinden ikinci muhafazayı çıkarırdı. 

Bu muhafaza, altından yapılma iki kanatlı bir çekmece idi. Bu çekmecenin altın anahtarı da padişahta bulunurdu. Çekmece açıldıktan sonra Hırka-i Saadet’in yakasında bulunan düğme bir kâse içine konulur, bir parça ıslatılır, amber sürülür ve kuruması için ocağa tutulurdu. Kâsede kalan az miktardaki su başka sulara damlatılır ve “Hırka-i Saadet Suyu” olarak hediye edilirdi. Bu geleneği Sultan II. Mahmud kaldırmıştır. 

Hırka-i Saadet ziyareti Ayasofya Camii’nde öğle namazı kılınmasını müteakip yapılırdı. Baş imam, ikinci imam, has oda imamı, müezzin ve çavuş ağalar ayakta sırayla Kur’an okurlardı. Hırka-i Saadet ziyaretine sadrazam ve şeyhülislâm da katılırdı. Merasim sırasında padişah sandukanın yanında, sadrazam sağında, Darü’s saade ağası solunda durarak ziyaret ifa olunurdu. Törene katılacak herkesin gelmesinin ardından padişah sandukayı açar, sadrazamın ve diğer devlet erkânının ziyaretine müsaade ederdi.

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Ziyaretlerde Hz. Peygamber’e duyulan saygının bir gereği olarak oturulmaz, bütün merasim boyunca ayakta durulurdu. Ziyarete gelenler dualar okuyarak Hırka-i Saadet bohçasına yüz sürerlerdi. Yapılan ziyaret Hz. Peygamber’in şefaatine nail olmak için yapılırdı. Ziyaret bitirildikten sonra daire en düşük rütbeden başlanarak terk edilirdi. En sonunda şeyhülislâm, sadrazam ve padişah daireyi terk ederdi.

Ramazanın on dördüncü günü vezirler, kethüdalar, yeniçeri ağası, defterdarlar gibi görevlilere tezkireler yazılarak Hırka-i Saadet ziyaretine davet edilirlerdi. Ulemayı ise şeyhülislâm davet ederdi. Ziyaretten sonra, yüz sürülen kısmı Silahdar ağa, altın tas içinde getirilen gül suyu ile yıkar, amber sürerek kuruturdu. 

Hırka-i Saadet, padişah tarafından, yenilenen bohçasına konulur ve altın çekmeceye yerleştirilirdi. Bu merasim büyük bir huşu içinde yapılırdı. Allah Resûlü’nün hırkasına bohçası dışından bile olsa yüz sürmek herkese büyük bir ruhanî haz verirdi. 19. yüzyıl başlarında hırka yerine hırkanın üzerine örtülen tülbentlere yüz sürülmeye başlanmış ve bu tülbentler daha sonra ziyaretçilere hediye edilmiştir ki bu tülbentlere destimâl denilir. 

Enderun’un ziyaretinin tamamlanması ve avlunun boşalmasından sonra Harem’de yaşayan kadınlar valide sultan başkanlığında Hırka-i Saadet’i ziyarete gelirlerdi. Harem halkı ziyarette Kuşhâne Kapısı’ndan Has Oda’ya gelirlerdi. Topkapı Sarayı’ndan taşınıldıktan sonra da Harem halkının Dolmabahçe ve Yıldız’dan Topkapı’ya kapalı arabalarda ziyarete geldikleri bilinir.

Bu törenler her sene mutad olarak yapılırdı ve bütün İslâm âleminde geniş yankı uyandırırdı. Hırka- i Saadet ziyaretiyle alâkalı haberlere dönemin gazetelerinde hatta Gaspıralı’nın «Tercüman»ı gibi dış Türkler ve İslâm dünyasındaki yayınlarda da genişçe yer verilir, törenler uzun uzadıya anlatılırdı.

Saray 1830’larda II. Mahmud tarafından hemen hemen terk edilmiş, Abdülmecid’den itibaren de Osmanlı padişahları Topkapı’da kalmamaya başlamışlardır; ancak Mukaddes Emanetler’i Dolmabahçe’ye yahut Yıldız’a getirtmeyip bunların baba ocaklarında kalmasını istemişler ve her yıl ramazan ayının ortasında Hırka-i Saadet ziyaretine gelmeyi ihmal etmemişlerdir. Ramazanın on beşinde yapılan bu ziyaretler için Hırka-i Saadet Alayları kurulmuştur.

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Hırka-i Saadet ziyaretlerinin belki de en ilginci Sultan Mehmed Reşad’ın zamanında yapılandır. Sultan vefatından on gün önce son Hırka-i Saadet ziyaretine gelmiştir ki padişah ağır hasta ve hâlsiz olmasına rağmen uzun süren ziyarete başkanlık etmiş; çevresindekilerin geri dönülmesi ısrarlarını kabul etmeyerek bir aralık yere oturmuş, başını Hırka-i Saadet sandığına koyup dinlenmiştir. Mabeynciler padişahın koluna girerek arabasıyla Dolmabahçe’ye götürmüşlerdir. Kaderin garip bir cilvesidir ki padişah on gün sonra buraya yeniden getirilmiş ve gasledilip kefenlenmiştir.

Hırka-i Saadet Dairesi; 1927’de ziyarete kapatılmıştır. Dairenin, yeniden “Mukaddes Emanetler Dairesi” olarak ziyarete açılışı 1962 senesinde olmuştur. Ama Kur’an-ı Kerîm bundan evvel kesintisiz okunmaya devam edilmiştir. O tarihe kadar Taht Odası’nda saklanan Kutsal Emanetler’in birçoğu Arzhâne ve Şadırvanlı Sofa’daki vitrinlere ve nişlere konulmuştur.

Padişah Kızlarının Nikâhlarının Kıyılması

Has Oda’nın muhtevasında barındırdığı Mukaddes Emanetler’den dolayı kudsi bir havası vardı. Bu yüzden padişah kızlarının nikâh törenleri de Has Oda’da yapılırdı. Bu nikâh merasimlerinde devlet erkânı da hazır bulunurdu. Padişah kızlarının genelde üst seviyede vezirlerle evlendirilmeleri âdettendi. Padişahın kızıyla evlenenler, artık saraya damat oldukları için isimlerinin başında damat ifadesine yer verilirdi. 1836’da Sultan II. Mahmud’un kızları Mihrimah Sultan Kaptan-ı Derya Mehmed Said Paşa ile, 1840’da da Atiye Sultan’ın Meclis Azası Ahmed Fethi Paşa ile nikâhları burada kıyılmıştır. Mihrimah Sultan evlendikten bir buçuk yıl sonra doğum esnasında vefat etmiştir.

Destimâl Odası

Bu kapıdan Destimâl Odası’na girilir. Buraya eski dönemlerde “taamhâne/yemekhane” denilmiştir ki burası Has Odalıların koğuşu olarak uzun süre kullanılmıştır.

Has Odalıların Yavuz Sultan Selim zamanında koğuşu Hırka-i Saadet Dairesi’nin alt katıdır. Buraya Has Oda (Taht Odası) ile Arzhâne arasındaki kapıdan taş merdivenlerle iniliyordu ki daha sonra bu geçit kapatılmıştır. II. Osman, Has Odalılar için Şadırvanlı Sofa’nın yanına yeni bir koğuş (Destimâl Odası) ve hamam yaptırmıştır. Has Oda Koğuşu’nun duvarlarındaki çok sayıda kitabe yapılan tamirlerden bahsetmektedir. En eskisi Sultan Genç Osman dönemine aittir.

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Abdurrahman Şeref Bey, Destimâl Odası’na dış kapıdan girilince sağ tarafta üzeri oymalı bir sayebânda Sultan IV. Murad Han’ın oturduğunu rivayet eder.

Cumhuriyet döneminde yapılan yenileme ve tamirlerde Has Oda Koğuşu’ndaki (Destimâl odası) eski kerevetler, bölmeler, camekânlar tamamen kaldırılmış ve oda çinilerle ve kitabelerle kaplı boş bir mekân durumuna getirilmiştir. Son tamir ve düzenlemede de eskiye uyulmuştur.

Hırka-i Saadet ziyaretlerinde hırkaya yüz sürülmesi yerine hırkanın üzerine örtülen tülbentlere yüz sürülmeye başlanmış ve bu tülbentler mendilden biraz daha büyük bir şekilde hazırlanarak ziyaretçilere padişahlar tarafından hediye edilmiştir. Bu tülbent veya mendillere destimâl denilmiştir ki aslen Farsça olan kelime, mendil manasına gelmektedir. Destimâlların tam ortasında talik hatla “Nuru’l Hüda. (Allah’ın nuru) Kulnâ bihi tekrimen sallu aleyhi ve sellimu teslima (Onu yüceltsin diye söyleriz: O’na salat u selam getirin)” ifadesi bulunurdu. Dört köşesinde ise

“Hırka-ı Hazret-i Fahr-ı Resule
Atlas- çarh olamaz pâyendâz

Yüz sürüp zeyline takbîl ederek Kıl şefî-i ümeme arz-ı niyâz” yazardı.

Destimâllerin üzerlerinde yazan bu ifadelerin baskıları burada yapılırdı. Destimâl odasına Sultan IV. Murad devrinde kubbe yapılmış ve odanın duvarları çinilerle kaplanmıştır. Oda bugün Mukaddes Emanetler’in bir kısmının sergilendiği bir mekândır.

Has Odalılar

Has Odalılar Enderun’un en üst sınıfıydı. Enderun ağaları içinde padişaha en yakın olan kırk seçkin gençten oluşurdu. İlk zamanlar mevcutları otuz iki kişi iken Yavuz Sultan Selim Han devrinde kırk kişiye çıkarılmıştır. Has Oda’nın en büyük zabitleri has odabaşı, Silahdar ağa, çuhadar ağa, rikâbdar ağa, tülbentçi başı ve anahtar ağası idi. Bunlar da dâhil olmak üzere bütün Has Oda mevcudu kırkı bulurdu ve ilk dördüne padişahın yakınında bulunduklarından arz ağaları denilirdi. Has Odalılar saç ve zülüf bırakma ayrıcalığına sahiptiler. Bundan dolayı “zülüflü ağalar” olarak da bilinirlerdi.

Has Oda’nın zülüflü ağaları padişaha hizmet vermekte, gerektiğinde ona arkadaşlık, sırdaşlık etmekteydiler. Sultanın hattatlıkla uğraşmasından şiirle meşgul olmasına, Has Bahçe’deki ağaçları budamasından, kitap okumasına, giyinip kuşanmasından yiyip içmesine, Arz Odası’na gitmesinden saray bahçelerinde dolaşmasına, Adalet Kulesi’nden Divan toplantılarını takip etmesinden Kadir Alayı’na katılmasına kadar zülüflü ağaların kendi aralarında belirli vazife ve sorumlulukları vardı.

Has Odabaşı saray mareşali derecesindeydi. Sürekli padişahın yakınında bulunan Has Odabaşı bir manada padişahla birlikte yaşardı. Padişahın günlük işlerini takip eder, padişaha özel işlerinde yardımcı olurdu. Kendisinden sonra gelen silahdar ağa saray başyaveri derecesindeydi, törenlerin protokol şefiydi. Silahdar, padişahın okunu, yayını, kılıcını taşırdı. 

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Bu yüzden bazı gravür ve minyatürlerde silahdarlar, padişahın arkasında ellerinde kılıçla tasvir edilmişlerdir. Çuhadar ağa, alaylarda padişahın arkasında yer alır, padişahın kürklerini, kaftanlarını taşır, bakımlarını yapardı. Rikâbdar ağa, padişahın ayakkabılarından mesuldü. Çizmesini, mest ve pabuçlarını hazırlar ve giymesine yardımcı olurdu. Tülbendçibaşı ise padişahın sarıklarının etrafına tülbent sarar ve hünkârın sarıklarını ve çamaşırlarını hazır bulundururdu. Has Odalılardan iki zülüflü ağa padişah uyuduktan sonra ellerinde şamdanla padişahın yakınında sabaha kadar değişmeli olarak nöbet tutardı.

Şaşılacak bir tesadüf değil, valide sultanın yönettiği Harem-i Hümâyûn’da da gerek zenci hadımağaları gerek cariyeler arasındaki terfi ve görevlerde de buradakine benzer bir paralellik göze çarpar. Osmanlı, Enderun ve Harem’de kan asaletine değil liyakat ve tırmanmaya yeteneği olan insanlardan oluşan bir yönetici ve saraylılar zümresi meydana getirmiştir.

Has Odalılar seçkin konumlarından dolayı çinilerle kaplı bölümlerde, “Emanet-i Mukaddese” dediğimiz Peygamber ve halife emanetlerini muhafaza ederler, burada yirmi dört saat Kur’ân okurlardı. Devlet-i Aliyye’nin muzafferiyeti, Osmanlı sultanının dünya ve ahiret selameti için dua ederlerdi.

Has Odalılar Mukaddes Emanetler Dairesi’ni süpürür, dairenin tozunu alır ve buraları gül suyuyla temizlerlerdi. Temizlikten çıkan tozları ayakaltında kalmasın diye Has Oda’nın önündeki dibeğe atarlardı. Mübarek gecelerde daire güzel koksun diye öd ağacı yakarlar ve gül suyu serperlerdi.

Has Oda Koğuşu’nun ramazanlarda vazifesi artardı. Zülüflü ağalardan güzel sesli olanlar, ramazanlarda sarayda çifte ezan okurlardı. Teravih namazlarının aralarında ilâhiler bazen de mevlid okurlardı. Has Odalıların düzenledikleri bu tür dinî programlara padişahlar da iştirak ederdi.

Ramazan ayının on beşinde yapılan Hırka-i Saadet ziyareti öncesinde Mukaddes Emanetler’in bulunduğu Taht Odası’nın temizliğini yaparlar ve başta padişah başta olmak üzere Has Oda ağaları Mukaddes Emanetler’i, Taht Odası’ndan Revan Köşkü’ne taşırlardı. Bu taşıma esnasında padişah da has odalı ağalar gibi çalışırdı.

Has Odabaşıların en meşhuru Makbul/Maktul İbrahim Paşa’dır. Kanuni’nin Has Odabaşısı olan İbrahim Paşa, önce vezir-i âzam, ardından da Kanuni’nin kız kardeşi Hadice Sultan’la evlenerek saraya damat olmuştur.

Has Oda’da Yapılan Merasimler

Enderun’un Odasız Sınıfı

Daha evvel padişahın alıcı kuşları olan şahin ve doğanlara bakan, ayrıca Enderun avlusunda nöbet tutan doğancıların koğuşu, seferlilere verilince odasız kalmışlardır. Doğancılar dışında diğer odasızlar cüceler ve dilsizlerdir.

Cüceler fizik olarak sevimli bulundukları için genelde padişahlara “şirinkârlık” yaparlardı. Bir görevleri de padişahın kitaplıklarına bakmaktı. Cücelere musahiplik unvanı verilirdi. Zaman zaman padişahlara kitap okudukları da bilinir.

Dilsizler ise mahrem devlet konularının görüşüldüğü ortamlarda servis yaparlardı. Bazen de askeri isyana teşvik etmek, devlete başkaldırmak gibi ağır suçların faillerinin cezalarını dilsizler infaz ederlerdi.

Kuşhâne ve Harem Kapısı

Enderun avlusunun Küçük Oda Koğuşu’nun yanındaki köşede günümüzde bulunmayan “Kuşhâne Avlusu” adı verilen küçük bir iç avlu bulunmaktaydı. Bu avludan Harem’e girilebilirdi ki adına “Kuşhâne Kapısı” denilmiştir. Burası günümüzde Harem’den çıkış kapısı olarak kullanılmaktadır.

Harem Kapısı’nın karşısında yer alan Kuşhâne, günümüzde büyük boyutta bir kuş evine benzemektedir. Padişaha sunulacak yemeklerin Has Matbah’ta (sadece padişah yemeklerinin

yapıldığı mutfak) hazırlandıktan sonra buradan servis edildiği sanılmaktadır. Kuşhane’nin geceleri yemek ihtiyacı olduğunda kullanıldığına dair rivayetler de vardır.

Harem’in Kuşhâne Kapısı üzerinde Sultan I. Mahmud Han’ın Kuşhâne Mutfağı’nı tamir ettirdiğinin yazılı olduğu bir kitabe bulunur.

Kuşhâne’de kuşçubaşı denilen hizmetliler çalışır. Binanın karşısındaki iki katlı küçük yapı ise kuşçubaşıların kaldığı, daha sonra da eczane olarak kullanılan yerdir.

Sultan II. Mahmud, şehzadeliğinde asilerin elinden Cevri Kalfa tarafından kurtarılmış ve dama çıkan şehzade Kuşhane yakınlarında merdivenlerle aşağıya indirilmiştir.

Güneş Saati

Has Oda Dairesi’nin ön tarafında bulunan güneş saati namaz vakitlerinin belirlenmesi için Fatih zamanında yapılmıştır. Üzerindeki kitabeden saatin Sultan III. Mustafa devrinde tamir ettirildiği anlaşılmaktadır.

Def-i Gam Hatun Çeşmesi

Güneş saatinin arka tarafında Enderun Kütüphanesi’nin sol çaprazında bulunan Def-i Gam Hatun Çeşmesi kethüda eşi Def-i Gam Hatun tarafından yaptırılmıştır. Kitabesinde “Sahibü’l hayrat merhumeyi kethüda, Def-i Gam Hatun’un hayratıdır. Hicri 1226” (M.1810) yazar.

Buhur Dibeği

Has Oda’nın avluya bakan tarafında yer alan mermer dibek, Osmanlılarda Hırka-i Saadet temizliğinin ardından çıkan tozların ayakaltında kalmaması için kullanılmıştır. Kitabesinde dibekle ilgili Farsça bir ifade bulunur.

Restoran Mutfağı Nasıl Kurulur?

Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...