5 Aralık 2021 Pazar

Enderun Avlusu (III. Avlu)

 Enderun Avlusu (III. Avlu)

İlber Ortaylı

Avlu, daha çok koğuşların bulunduğu bir mekândır ve alanı yaklaşık dokuz dönüm kadardır.

Enderun avlusu, bir kale içinde iç kale gibidir. Kârgir yapılarla çevrelenmiş olan avlunun kapıları (Bâbü’s saade, Araba ve Kuşhâne Kapıları) kapatıldığında buraya girilmesi mümkün değildir. Bugün Müze Müdüriyeti olan Kilerli Koğuşu ile Silahtar Koğuşu arasındaki geçitler, aslında olmayıp sarayın kullanılmadığı dönemde yapılan yenilemelerde açılmıştır. Enderun avlusuna Osmanlı tarihi boyunca sadece Genç Osman hâdisesi ve Sultan III. Selim’in şehit edilmesi sırasında girilmiş olması da güvenliğin bir ispatıdır.

Genç Osman Hâdisesi, tarihimizin ibretli bir sayfasıdır. İsyan eden yeniçeriler Bâbü’s saade’ye yüklenerek onu açmışlar ve padişahın hususi mekânına tecavüzde bulunmuşlardır. Şehzadegân Dairesi’nin kubbesinden bir delik açarak Sultan Mustafa’yı çıkartıp padişah yapmışlar ve Sultan Osman’ı Yedikule zindanlarına atmışlardır. Ne hazindir ki tarih, bir padişahın kendi askerleri tarafından öldürülüşüne şahit olur.

Avlunun başında Arz Odası bulunmaktadır. Yapının hemen arkasına düşen yerde III. Ahmed Kütüphanesi, avlunun sağ yanında Enderun Mektebi, Meşkhâne, Seferli Koğuşu, osmanlı tarihimizde Fatih dönemine ait bir köşk ve Sultan II. Selim dönemine ait bir hamam kalıntısı; avlunun sol yanında ise Silahdar Hazinesi, Kilerli koğuşu, Mukaddes Emanetler’in saklandığı dört kubbeli Hırka-i Saadet Dairesi, Enderun Ağalar Camii, Ak Ağalar Koğuşu ve Kuşhâne bulunmaktadır.

Enderun Avlusu (III. Avlu)

Arz Odası
Arz Odası padişaha divanda kararlaştırılan hususların sadrazam tarafından arz edildiği yerdi, adını da bu faaliyetten almaktadır. Padişahın, divan toplantılarından sonra sadrazamla, kararlaştırılan hususları müzakere ettikleri bu mekân, aynı zamanda devlet büyüklerinin, elçilerin, ulemanın kabul edildiği yerdir. Arz Odası resmî mekândır, ancak Avrupa ve Rusya krallarının saraylarındaki elçi kabul salonlarına göre oldukça mütevazı sayılır.

Arz Odası, Bâbü’s saade’nin hemen karşısına yapılarak âdeta Enderun avlusuna perde yapılmış gibidir. Bâbü’s saade’den içeri bakan, avluyu değil bu odayı görür.

Arz Odası ilk olarak Fatih devrinde inşa edilmişse de zaman içerisinde ilk hâlini kaybetmiştir. 1509 İstanbul depreminde Arz Odası tahrip olmuş ve Kanuni döneminde yeniden yapılmıştır. Daha sonraki dönemde de çeşitli tamirler gören Arz Odası, bir anlamda saraya gelen padişah misafirlerinin kabul salonu olduğu için padişahların ilgisine mazhar olmuş ve imparatorluğun ihtişamını göstermek için çaba sarf edilmiştir.
Sultan Abdülmecid zamanında çıkan saray yangınında oda yanmış ve bu yangından geriye odanın sedir tahtı ile tunç kaplamalı ocağı kalmıştır. 

Bundan sonra yapılan tamirlerde Arz Odası eski ihtişamından uzak süsleme ve nakışlarla kaplanmıştır. 1946’da esaslı bir şekilde restorasyona tâbi tutulmuştur.

Arz Odası’nın bu dönemdeki ihtişamının tek nişanesi bugün odanın Bâbü’s saade’ye bakan cephesinde bulunan çeşmesidir. Kanuni devrinde yapılan bu çeşme üzerinde yer alan “Sultan-ı cihanbân Süleyman-ı zeman/ Cihanın sultanı, zamanın Süleyman’ı” diye başlayan kitabesinde, çeşmenin “Divan üyelerine sonsuz ab-ı hayat olması” temenni edilmektedir.

Mimari bakımdan bina yaklaşık 24 x 19 m. ölçülerindedir ve oda 16,13 x 10,36 m. ölçüsünde kapalı mekâna sahiptir. Odanın etrafında yer alan geniş saçak ilk zamanlar ahşap direkler üzerine otururken sonraları yerlerine yirmi iki mermer sütun konulmuştur.

Sütunların mukarnaslı başlıkları ve üstlerinde âdeta bayrak renklerini sembolize edercesine kırmızı ve beyaz taşlardan yapılmış kemerler ile Osmanlı mimarisinin nefis üslubuna işaret eder. Bu güzel yapıdaki mimari güzelliği görmek için Arz Odası’nın yanından geçip gitmek değil etrafında dolaşmak gereklidir.

Arz Odası’nın ikisi Bâbü’s saade, biri de Enderun avlusuna açılan üç kapısı vardır. Bunlar; Maruzat Kapısı, Pişkeş Kapısı ve hükümdarın kapısıdır. Padişaha arzda bulunacak olanlar Maruzat Kapısı’ndan odaya girerlerdi. İki kapı arasında çok büyük bir pencere vardır. Yabancı elçilerin yanlarında getirdikleri hediyeler bu kapı önüne bırakılır, daha sonra da hediyeler Pişkeş Kapısı’ndan odaya alınırdı. Pişkeş, hediye demektir. Bâbü’s saade’den Arz Odası’na doğrudan girildiği hâlde arka kapısından Enderun avlusuna bir çift merdivenle inilir. Bu, Bâbü’s saade’nin bulunduğu yerin Sarayburnu’nun en yüksek noktası olduğunu, ondan sonra da inişin başladığını gösterir.

Enderun Avlusu (III. Avlu)

Arz Odası’nın ön cephesi gayet güzel çini panolar ile süslüdür. Çeşme yanındaki Maruzat Kapısı’nın üzerinde Sultan III. Ahmed’in Besmelesi yer alır. Sol taraftaki Pişkeş Kapısı üzerinde de tuğra şekilli yazılarda Sultan Abdülmecid’i metheden ifadeler vardır. Babası III. Ahmed gibi hattat olan Sultan II. Mahmud Han’ın kendi yazdığı “Hasbünallâhü ve ni’me’l-vekil / Allah ne güzel vekildir.” ifadesi bulunmaktadır.

Arz Odası içinde padişahın mutlak otoritesini belirten unsurlar göze çarpar. Girişte tam karşıda padişaha ait baldaken taht (sedir-taht), ocak ve muhteşem kubbe vardır. Dışarıda olduğu gibi içeride de çeşme bulunur. Sultan III. Mehmed devrinden kalan tahtın dört burmalı sütunu vardır. Sütunların taşıdığı kubbesi lake süslemelerle çeşitli hayvan ve bitki motifleriyle kaplıdır. Süsleme aralıklarında değerli taş kakmaları kullanılmıştır.

Arz Odası’nda bulunan örtüler de işlemelerinde kullanılan değerli maden ve taşlardan dolayı oldukça kıymetlidir. Bu örtüler günümüzde sarayın hazine bölümünde saklanmaktadır.

Arz Odasında Kabuller
Arz Odası, Fatih devrinden itibaren padişahların Divân-ı Hümâyûn toplantılarına katılmamaları dolayısıyla toplantılarda alınan kararların kendilerine bildirilmesi maksadıyla ortaya çıkan bir mekândır. Dört asra yakın bir süre Osmanlı yönetimine şahit olmuştur. Divan üyeleri haftanın belli günlerindeki divan toplantılarının ardından padişahın huzuruna çıkmışlardır.

Arz Odası’nda görüşmeler başlayınca odanın içindeki ve dışındaki çeşmeler açılırdı. Akan suyun içeride ve dışarıda çıkarttığı tatlı şırıltılar konuşmaların dışarıdan dinlenilmesini engellerdi. Divan-ı Hümâyûn toplantılarına başkanlık eden sadrazam arza çıkacağı günlerde arz edilecek hususların özetlerini padişaha gönderirdi.

Padişahtan sadrazama Hatt-ı Hümâyûn geldiğinde diğer divan üyeleriyle birlikte Bâbü’s saade’ye gelinir, Osmanlı teşrifat kaidelerine göre arza girilirdi. Arzda kapıya doğru dizilerek ayakta durulur, oturulmazdı.

Önce yeniçeri ağası ocak hakkında malumat verir, ardından kazaskerler odaya girerek kadı tayinleri ile ilgili telhisleri okurlardı. Daha sonra merasimle sadrazam, diğer kubbe vezirleri ve defterdarlar Arz Odası’na kabul edilirdi. Malî meseleler defterdar tarafından padişaha okunurdu. İdarî konular ise sadrazam tarafından padişaha arz edilirdi. Gizliliği olan meseleler varsa vüzeranın çıkmasının ardından padişah ile sadrazam baş başa görüşürlerdi.

Enderun Avlusu (III. Avlu)

Arz Odası’nda elçi kabul günleri genellikle yeniçerilere ulûfe dağıtılan günlere rastlatılırdı. Böylece imparatorluğun ihtişamı dosta düşmana gösterilmek istenirdi. Gelen elçiler Bâbü’s selam’daki kapıcıbaşı odasına alınır, Osmanlı imparatorluk protokolüne uygun tarzda ikramlar yapılırdı. 

Elçiler çavuşbaşılar eşliğinde Kubbealtı’na getirilirdi. Kubbealtı’nda Müslüman bir devletin elçisi ise sadrazam hariç herkes ayağa kalkardı. Gelen Hıristiyan bir ülkenin elçisi ise kimse ayağa kalkmazdı. Divan’da genelde üç sofra kurulurken elçi kabullerinde beş sofra kurulur ve elçi sadrazamla aynı sofrada yemek yerdi.

Gelen elçiyi padişah kabul etme lütfunda bulunacak ise kapıcıbaşılar tarafından elçinin hem güvenlik gereği hem saygı ifadesi olarak kollarına girilir ve huzura götürülürdü. İçeri girdikten sonra da üç yerde padişahı selamlarlardı. 1667’de İstanbul’a gönderilen Rus elçisi bu geleneğe uymak istemeyip padişaha selam vermeyince silahdar ağa elçiyi ensesinden tuttuğu gibi başını yere eğmiş ve geleneksel merasimi yaptırmıştır.

Padişahın da uyması gereken belli başlı teşrifat kaideleri vardı. Padişah Serir-i Saltanat’ta, (sedir- taht) elçi kabul ederken elçinin anlattıklarını, Fenerli tercümanın çevirisinden dinlerdi. Huzura girenler padişahla göz göze gelemezler, elleri önde bağlı ve yüzleri yerde kıpırdamadan dururlardı.

Arz Odası’na sadece divan üyeleri ve elçiler alınmazdı. İstanbul’a gelen krallar, Kırım hanları, yabancı prensler de Arz Odası’nda kabul edilirlerdi.

Arz Odası’nın şahit olduğu en hazin tablo 1808’de yaşanmıştır. Sultan III. Selim’in Nizam-ı Cedid adı verilen yeniliklerine karşı çıkan Kabakçı Mustafa liderliğindeki asilere karşı koymak için Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa saraya gelmiştir. Asilerin elinden Sultan III. Selim’i kurtarmak için Bâbü’s saade’yi kırdırarak içeri girmişse de hünkârı Arz Odası ile Bâbü’s saade arasında başı ve yüzü paramparça edilmiş hâlde bulmuştur. Paşa, padişahının naaşına kapanıp ağlamıştır.

4 Aralık 2021 Cumartesi

Eski Türkler Ne Yerdi?

 Eski Türkler Ne Yerdi?


Dünyanın en eski mutfaklarından biri olarak kabul edilen Türk mutfağı, kadim bir tarihe sahip. Orta Asya'dan Anadolu'ya uzanan bu lezzet öyküsünün hikâyesi de çok ilginç. Bin yıl önce Anadolu'ya göçen Türklerin tavuk yememesi, çatalı hiç kullanmamaları hatta kabak yetiştirdikleri kocaman tarlalarının olması bunlardan yalnızca birkaçı.

Yemek olgusu, zaman içerisinde toplumun kültür ögesi hâline geldi. Yemeğin nasıl hazırlandığı, hangi malzemelerin kullanıldığı ve yemeklerin sunumu gibi pek çok faktör, kültürler arasında bir etkileşime girdi. Özellikle dünyada meydana gelen göç, savaş gibi olayların mutfak kültürlerinin (Türk Mutfak Kültürünün Tarihsel Gelişimi) ortaya çıkmasında etkisi büyük. Geleneksel Türk mutfağı ise göçebe bir kültürün etkilerini yansıtıyor olsa da, uluslararası üne kavuşup en önemli mutfaklar arasında yerini aldı.

Türk mutfağının arkasında Göktürk Devleti’nden Osmanlılar’a kadar Eski Türk devletlerini çerçeveleyen birçok kültürün izi bulunuyor. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi Doç. Dr. Hayrettin İhsan Erkoç ile Eski Türklerin gündelik sofralarında bulunan yemekleri, ikramları, içecek ve tatlıları ve bunların günümüzde nasıl bir değişime uğradığını konuştu.

'Yaylaklar İle Kışlaklar Arasında Göç Olurdu'

Eski Türkleri oluşturan boyların çoğu çeşitli araştırmacılar tarafından göçebe, göçer evli veya konar-göçer olarak adlandırılan bir yaşam tarzına sahiplerdi. Burada özellikle “göçebe” teriminin kullanılmasının sıkça tartışıldığını söyleyen Doç. Dr. İhsan Erkoç, “Atlı göçebe boylara mensup insanlar genellikle ahşap iskeletli keçe çadırlarda veya üzeri keçeyle kaplı arabalar (kağnılar) yani hareketli evlerde kalırlardı. Su kaynakları ile otlaklar tükenene kadar da aynı yaylaklar ve kışlaklar arasında göçler sürdürülürdü; kaynakların tükenmesi, doğal felaketlerin yaşanması veya düşman istilaları gibi durumlarda boylar ata topraklarını terk etmek ve başka bölgelere göç etmek zorunda kalırlardı” dedi.

Bozkır göçebelerinin ise genellikle koyun, at, sığır, deve, keçi ve yak (Tibet öküzü) gibi hayvanlar yetiştirdiğini belirten Doç. Dr. Erkoç, taze et ihtiyacı için avcılığa sıklıkla başvurduklarını ifade etti. Eski Türkler arasında tek bir yaşam tarzı olmayıp döneme ve bölgeye göre çeşitli yaşam tarzları karşımıza çıksa da atlı göçebeliğin çok yaygın olduğu görülüyor. Doç. Dr. Erkoç bu durumu şöyle özetledi:

“Eski Türklerin beslenmeleri de tamamen yaşam tarzlarına uygun olarak biçimlenmişti. Daha ziyade hayvansal ürünler, kısmen de tahıl ürünleri tüketilmekteydi. Ayrıca iklim koşulları nedeniyle kendi yetiştiremedikleri çeşitli besinleri ticaret, haraç veya ganimet gibi yollarla yerleşik komşularından ediniyorlardı.”

Çatal Pek Kullanılmıyordu, Altından Yemek Takımları Vardı

Eski Türkler Ne Yerdi?

Eski Türkler mutfakta en çok başta kazanlar olmak üzere metal ve ahşaptan çeşitli mutfak aletleri kullanırlardı. Günümüzün aksine çatal pek kullanılmazdı, ancak kepçe, kaşık ve bıçak gibi aletler yaygındı. Eski Türkler için kazan çok önemli bir malzemeydi ki özellikle hem Asya hem Avrupa Hunları'nda karşımıza çıkan büyük kazanlar oldukça ünlüdür. Bu kazanlarda pişirilen yemekler kaplara veya tabaklara servis edilirdi. Zenginlerin ve beyler altından yemek takımları kullanılırdı. Doç. Dr. İhsan Erkoç bu konuyu, “448’de Avrupa Hunlarına giden Doğu Roma elçi heyetinde yer alan Priskos, Attila’nın sarayında Hunlara ve diğer halklara mensup beylerin altından yemek takımlarında yemek yiyip altın kadehlerden içerken Attila’nın ahşap bir tabakta yemek yiyip ahşap bir kadehten içtiğini anlatıyor” şeklinde açıkladı.

Yemek sırasında bir hayvanın en değerli kısmı başı kabul edilir, ortamdaki en muteber ve büyük rütbeli kişiye verilirdi; aile içerisinde bu, en yaşlı kişiye denk gelirdi. Öte yandan Türkler geçmişten beri misafirperverlikleriyle ünlülerdir. Bir kişi göçebe bir Türk obasına konuk olursa hemen kendisi için bir koyun kesildiğini belirten Doç. Dr. Erkoç, “Bu önemli bir ayrıntıdır, çünkü bozkır göçebeleri her ne kadar hayvansal ürün ağırlıklı besleniyorlarsa da kendi hayvan sürülerindeki koyunları her zaman kesmezlerdi çünkü sürünün devamlılığının sağlanması gerekiyordu. Değerli bir mal olarak görülen koyunun misafir için kesilmesi, misafire verilen değeri gösteriyor. Ayrıca Türklerde misafirler yoğun bir şekilde yedirilip içirilir” diye konuştu.

En Çok Et Yeseler De ‘Kurutulmuş Peynir’ En Eski Yemeklerinden

Eski Türkler günlük hayatlarında en çok et, çeşitli sakatat, çorba, tahıl ürünleri, hamur işleri yer, hem alkollü hem alkolsüz çeşitli içecekler tüketirlerdi. Gerek Yunan, Roma ile Çin gibi yerleşik uygarlıklarda gerek Türkler arasında kaleme alınan yazılı kaynakların, Eski Türklerin genellikle et yediklerinden ve kımız içtiklerinden söz ettiğini belirten Hayrettin İhsan Erkoç, “Arkeolojik buluntulardan bu konuda bilgi edinmek biraz zor. Ancak kurganlarda çıkan iskeletler üzerinde yapılan bazı çalışmalar gerçekten de yoğun miktarda et tüketimine işaret ediyor. Ayrıca Müslüman coğrafyacılar çeşitli Türk topluluklarının yetiştirdikleri tahıl ürünlerini ayrıntılı bir biçimde anlatıyorlar” bilgisini paylaştı.

Öte yandan Doç. Dr. Erkoç, günümüzde bozkır halklarına ait iyi korunmuş kurganlarla (tahtadan yapılmış mezarlar) karşılaşıldığını dile getirip, “Örneğin Sakalara ait Pazırık Kurganları’nda mezarlara dolan kar suları donduğu için içlerindeki organik malzemeler bozulmadan günümüze ulaşmıştır. Bunların arasında Kurut yani kurutulmuş peynir olduğu görülüyor” açıklamasını yaptı.

Mantı Günümüze Gelene Kadar Değişime Uğradı

Eski Türkler; ciğere "öpke"  veya "övke" derlerdi. Günümüzdeki öfke sözcüğünün ise buradan geldiğini doğrulayan Erkoç, Eski Türklerdeki bazı ürünlerin yapımının neredeyse hiç değişmeden günümüze kadar ulaştığını, bazılarının ise değişim geçirdiğini belirtip şu örneği verdi: “Mantı, günümüzde Türkiye’de çok küçük parçalar şeklinde yapılıyor, hatta bilindiği üzere bir mantı parçası ne kadar küçük olursa onu hazırlayan o derece yetenekli görülüyor. Hâlbuki diğer Türk halklarında ve Çin’de, mantılar çok daha büyük olup yaklaşık avuç içi boyutundadır. Tabii bunların yapımı ve malzemeleri de bölgeden bölgeye değişiklik gösterebiliyordu."

Eski Türkler Ne Yerdi?

'Boza' Günümüzdeki Gibi Değil, Alkollü Bir İçeçekti

Boza ve rakı gibi ürünlerinde de geçmişten günümüze değişime uğradığını vurgulayan İhsan Erkoç, özellikle bozanın günümüzde alkolsüz bir içecekken aslında Eski Türklerde tahıl ürünlerinden yapılan alkollü bir içki olduğunun altını çizip, "Çin kaynaklarında ve Eski Türkçe belgelerde geçen 'begni' kelimesinin bozaya veya benzer şekilde bir tahıldan yapılan, bira benzeri bir içkiye denk geldiği düşünülüyor" dedi.

Kebap Tarzı Et Yemeklerine Yabancıydılar, Haşlayarak Yerlerdi

Bazı yemeklerin yapım tarzlarında zaman içerisinde değişiklikler yaşandığına da değinen Erkoç, “Günümüzde özellikle Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaygın olan baharatlı kebap tarzı et yemekleri, Eski Türklere biraz yabancıydı çünkü Türkler etlerini daha ziyade haşlama olarak pişirirlerdi. Peynir de her ne kadar Türklerin bildiği bir ürün olsa bile eski dönemlerde peynir çeşitleri günümüze göre daha azdı ve daha ziyade kurut şeklinde oluyordu. Zaten Türkçedeki 'peynir' kelimesinin Farsça kökenli olması bu duruma işaret ediyor" ifadelerini kullandı.

Taze Et Dışında En Önemli Besin Kaynağı: Kurutulmuş Et

Erkoç, Eski Türkler'de en çok tercih edilen etin koyun eti olduğunu belirtip, onun dışında sığır, at ve keçi gibi hayvanların da etlerinin yendiğini söyledi. Zaman zaman balık da yiyen Eski Türkler taze etin yanı sıra kurutulmuş et de yerlerdi. Kurutulmuş et onlar için en önemli besin kaynaklarından biriydi. Konuyla ilgili Erkoç, “Sürü hayvanları yaz ayları boyunca otlaklarda semirdikten sonra bir bölümü ayrılır ve kesilir, etleri iste kurutularak uzun süre dayanmaları sağlanır, pastırmaya benzeyen bu kurutulmuş etler yıl boyunca yenilirdi. Askerler seferlerde yanlarında genellikle kurutulmuş et taşırlar, böylece lojistik sorunlarını önemli ölçüde çözerlerdi” dedi.

Cezası İdam Olarak Belirlenmişti!

Sonbaharda toplu kesilen sürü hayvanları dışında, misafirler için de sürü hayvanları kesilirdi. Kurutulmuş et çok önemli bir besindi, çünkü sürünün çoğalarak devam etmesi için hayvanların belirli bir sayının altına inmemesi gerektiğini açıklayan İhsan Erkoç, “Eğer gereğinden fazla hayvan kesilirse sürü küçülmeye başlar ve ileride yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırdı” ifadelerini kullanıp, Bozkır halkları hakkında önemli bir açıklamada bulundu. Erkoç, “Bozkırlarda kaynaklar çok kısıtlı olduğu için bir hayvanın her parçası önemli sayılırdı. Bozkır halkları bu işi o kadar çok önemsemişlerdir ki Cengiz Han ünlü yasalarında bir hayvanın kesildikten sonra parçalarının yenilmeyip atılmasının cezasını idam olarak belirlemiştir” detayını verdi.

Hamur İşlerine De Çok Düşkündüler

Eski Türkler, süt ürünleri olarak süt, ayran, kımız, yoğurt ve kurut tüketirdi. Buğday, arpa ve darıdan yapılan tahıl ürünlerinin de sıklıkla yenildiğini ifade eden İhsan Erkoç, börek ve pişi benzeri hamur işlerinin çok yaygın olduğunu, hatta etten sonra en çok tüketilen yemeklerin hamur işleri olduğunu belirtti.

Öte yandan Bozkır halkları arasında tatlının ise çok sevilmediğini ancak bal tüketildiğini söyleyen Erkoç, tahıl ürünleri ve kuruttan yapılan bazı çorba çeşitlerinin sıklıkla, özellikle de sabahları ve yolculuklar sırasında tüketildiğini dile getirdi.

Bazı Ağaçların Özsularından İçki Yapıyorlardı

Eski Türkler Ne Yerdi?

Kımız ve sert kara kımızın yanı sıra begni, Eski Türklerin “bor” dedikleri şarap ve bazı ağaçların özsularından yapılan sert içkiler, sevilen alkollü içecekler arasındaydı. Bozkırlarda üzüm yetişmediği için Eski Türkler pek fazla şarap üretemezler, kımızdan daha yüksek alkol oranına sahip olduğu için daha çok sevdikleri ve lüks bir tüketim maddesi olarak gördükleri şarabı ya haraç ya da ticaret yoluyla Çin ve Türkistan gibi bölgelerden elde etmeye çalışırlardı. Erkoç bu durumu şöyle açıkladı:

“Eski Türklerde şarap yapımında istisna olarak Uygurları sayabiliriz, çünkü Uygurlar 840’tan sonra Doğu Türkistan’a yerleştikleri zaman eski yurtları Moğolistan’a göre daha ılıman bir iklime sahip bu bölgede üzüm yetiştirilebiliyor olmaları sayesinde şarap yapımına başlamışlardı. Müslüman coğrafyacılar da Türklerin az önce değindiğim ağaç özsularından yaptıkları sert içkilerden ayrıntılı olarak söz ediyorlar."

O Dönemde Birden Çok Yemek Temalı Şölenler Yapılırdı

Hem yabancı kültürler hem de bizzat Türklerin kendileri tarafından yazılan tarihî kaynaklar, ayrıca Türk mitolojisine ait efsanevî anlatılar, Eski Türklerde zengin bir şölen geleneğinden söz eder. Doğu Roma elçisi Priskos'un, kendilerinin şerefine Attila’nın düzenlediği ve günler süren içkili şölenleri ayrıntılı bir şekilde anlattığını söyleyen Erkoç, “Karahanlı ve Selçuklu dönemlerinde bu tarz şölenlere 'toy' denilmekteydi ki bunlarla ilgili bilgiler çok sayıda kaynakta bulunuyor. Moğol döneminde ise “şölen” kelimesi Moğolcadan Türkçeye geçmiştir ki bu kelimenin Moğolcadaki asıl anlamı 'çorba'dır. Moğolları ziyaret eden çeşitli Avrupalı gezginlerin seyahatnamelerinde, Moğol şölenleri ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Oğuzlara ait efsanevî Dede Korkut Hikâyeleri’nde de toylarda 'dağ gibi et yığılıp göl gibi kımız sağıldığı' pek çok kez ifade ediliyor" dedi.

Birlikte Yemek Yiyen Kişilerin Arası Bozulursa…

Eski Türkler için yemek ve yemekli toylar tıpkı günümüzdeki gibi sosyal ilişkilerde önemli bir yer tutuyordu. Birlikte yemeğini paylaşmak, insan ilişkileri bakımından önemli bir aşamaydı. Birlikte yemek yiyen kişilerin aralarının bozulmasının çok ayıplandığını söyleyen Erkoç, ayrıca eğer bir avcı, bir hayvan avlar ve başka bir kişiyle karşılaşırsa, karşılaştığı kişinin av etinden pay alma hakkı olduğunu ifade etti.

Domuz Ve Tavuk Eti Yemezlerdi

Bozkır halklarının tarih boyunca domuza mesafeli yaklaştıkları görülüyor. Yunan tarihçi Herodotos, İskitlerin avlayıp yedikleri hayvanları yazarken yalnızca domuz avlamadıklarından ve etini yemediklerinden söz ettiğini söyleyen Erkoç, “Eski Türkler hakkında bilgi veren Çin, Roma-Bizans, İslam, Ortaçağ Avrupa vs. kaynaklarında da Türklerin domuz yetiştirip etini yediklerine ilişkin pek fazla kayıt yok. Bunun sebebi basit, çünkü domuz hantal bir hayvan olup yüzlerce kilometre göç eden bozkır halklarının yaşam tarzına pek uygun değil. Koyun, at, deve, sığır, keçi gibi hayvanlarla uzak mesafeler kolayca aşılabilirken, bunu domuzla yapmak pek mümkün değildi. Zaten domuzun dünya çapında yaşadığı bölgelerin haritasına baktığınızda, Avrasya bozkırlarında pek fazla bulunmadığını görebilirsiniz” diyerek neden domuz eti yemediklerini bu şekilde ifade etti.

Eski Türkler Ne Yerdi?

Ancak ormanlık bölgelerde kısmen yerleşik bir yaşam süren özellikle bazı Moğol ve Tunguz halklarının domuz yetiştirdiklerini, bozkırlara indiklerinde bunun izlerinin görüldüğünü, nitekim günümüzde de Moğolistan’da domuz yetiştiriciliğinin ön planda olduğunu da sözlerine Ekleyen İhsan Erkoç, sözlerine şöyle devam etti:

"Her ne kadar Eski Türkler pek fazla domuz yetiştirmiyorsalar da bu, domuzu tamamen kötü bir hayvan olarak gördükleri şeklinde algılanmamalı. Nitekim Eski Türklerin kullandıkları On İki Hayvanlı Takvim’de bilindiği üzere her on iki yıla birer hayvan adı verilmektedir ki bunlardan birisi domuz’dur; Türkler, kökeni tartışmalı olan bu takvimde söz konusu hayvanı kullanmaktan çekinmemişler."

Domuzun dışında, yerleşik yaşama geçişin ve İslamiyet’in kabulünün artmasından önceki dönemlerde Türklerin yaygın bir şekilde yetiştirmedikleri bir başka hayvanın ise tavuk olduğunu belirten Erkoç, “Günümüz Türk mutfağında tavuk tüketimi çok yaygınlaşmışsa da tıpkı domuz gibi uzak mesafeleri aşmak için pek uygun bir hayvan olmaması nedeniyle özellikle göçebe boylar büyük olasılıkla pek tavuk yetiştirmemiş olabilirler. Çünkü Eski Türklerden söz eden yazılı kaynaklar onların tavuk yetiştiriciliğinden pek bahsedilmiyor. Ancak yine de Türklerin tavuğu tanıdıklarını onu On İki Hayvanlı Takvim’de bir yıl adı olarak kullanmalarından anlayabiliyoruz” diye açıkladı.

'Rakı'nın Ortaya Çıkışının Ardındaki İlginç Hikâye

Altaylarda ekşi sütten rakı yapıldığı, kımız içme törenlerinin daha sonraları rakı içme törenlerine dönüştüğü belirtiliyor. Peki, bunu günümüzdeki rakı gibi düşünebilir miyiz? Doç. Dr. İhsan Erkoç, Eski Türkler ve diğer bozkır halkların genellikle kımız içtiğini doğrulayıp, “Mayalandırılmış kısrak sütünden yapılan ve alkol oranı düşük olan bu içki, adeta bozkır göçebeleriyle özdeşleştirilmiştir. Ancak 13. yüzyılda elçilik veya misyonerlik gibi faaliyetler dolayısıyla Moğolları ziyaret eden çeşitli Avrupalı gezginler, Moğolların çok tükettikleri kımızın yanı sıra daha nadir bulunan 'kara kımız' adında başka bir içki daha içtiklerini anlatırlar. 

Kımızın yeniden damıtılmasıyla elde edilen, hafif yağlı su görünümüne sahip bu içkinin içimi kaynaklara göre kımıza göre daha yumuşak olmasının yanı sıra tadı da daha güzeldir ve alkol oranı daha yüksektir” ifadelerini kullandı. Modern araştırmacılar ise bu dönemlerde kımızın alkol oranının yaklaşık %1-2, kara kımızın alkol oranının ise yaklaşık %4-5 yani aşağı yukarı günümüzdeki biralar kadar olduğunu belirtiyor.

“Kara kımız” adının Türkçe olmasına değinen Erkoç, “Moğolları ziyaret eden bu kişilerin söz konusu içkiyi Moğol ordusundaki Türk kökenli askerlerden öğrendiklerine işaret ediyor. Çünkü 'kımız' Türkçe bir kelime olup normalde Moğollar kımıza kendi dillerinde 'airag' diyorlar. Orta Çağ’daki Avrupalı seyyahların betimledikleri kara kımız, günümüzde çeşitli Türk topluluklarının “Arakı” veya “Arak”, Moğolların da “Arhi” olarak adlandırdıkları içkidir” diyerek nasıl rakıya dönüştüğünü şu şekilde anlattı:

Eski Türkler Ne Yerdi?

“Bu kelimelerin kökeni Arapça olup Anadolu Türkçesindeki şekli “Rakı”dır. Ancak Osmanlı döneminden beri Türkiye’de tüketilen rakı, bildiğiniz üzere anasondan yapılıyor ve kara kımız gibi kısrak sütünden imal edilmiyor. Yine bilindiği üzere Balkanlarda da çeşitli meyvelerden yapılan farklı rakı çeşitleri mevcuttur. Güçlü içkiler için kullanılan genel bir terim olarak gözüken 'rakı', anlaşıldığı kadarıyla çeşitli Türk boyları tarafından zaman içerisinde kara kımız için kullanılır olmuş."

'Yoğurdu Dünyaya Türkler Tanıttı'

Öte yandan Eski Türklerin sıklıkla tükettiği bir gıda da yoğurttu. İnek, koyun, kısrak ve manda sütünden bolca elde edilen yoğurt, yemeğin yanında, çorbalarda terbiye ve katık olarak da kullanılırmış. "Yoğurdu dünyaya tanıtan Türkler olabilir mi?" sorusunu yanıtlayan İhsan Erkoç, “Yoğurt tarih boyunca Türk topluluklarının yaygın şekilde tükettikleri gıdalardan birisi. Zaten gördüğümüz üzere ağırlıklı olarak hayvansal ürünlerden beslenen Türkler, bundan dolayı yoğurdu da yoğun bir şekilde üretip tüketmişlerdir. Yoğurdu dünyaya Türklerin tanıttığını rahatlıkla söyleyebiliriz, zaten kelimenin Türkçe oluşu ve “yoğur-” fiil kökünden gelmesi bunun kanıtı. Kımızın tüketimi Anadolu Türkleri arasında zamanla ortadan kaybolmuş olsa da ayran ve yoğurt gibi ürünler, yaygın bir şekilde üretilip tüketilmeye devam etti" dedi.

Türkiye’de Tüketilmeyen At Eti, O Dönemin Baş Tacıydı

Uygurların yerleşik yaşama geçmelerinden sonra bile yoğun bir şekilde et yediklerini ifade eden İhsan Erkoç, 981 yılında Turfan Uygurlarına giden Çinli elçi Wang Yande’nin, Uygurlarda zenginlerin at, sıradan halkın ise sığır ve yaban kazı yediklerinden söz ettiğini belirtti. Doç. Dr. Erkoç, “Eski Türklerde koyun eti çok daha yaygın bir şekilde bulunabildiği için at eti ondan daha değerli görülmekteydi. Burada tabii şunu da belirtmeliyiz ki Türkler her atı rastgele kesip yemezlerdi, bu iş için özel yetiştirilen besi atları vardı. At eti lezzetli olduğu gibi, Avrasya bozkırlarının sert soğuklarında yendiğinde insan vücudunu ısıttığına inanıldığı için değerli görülüyordu. Günümüzde Türkiye Türklerinde at eti tüketimi kalmamış olmakla birlikte hem Müslüman olan hem de olmayan diğer Türk topluluklarında hâlâ sevilip tüketilen bir besin olma özelliğini sürdürüyor” ifadelerini kullandı.

Kabak En Çok Yetiştirdikleri Sebzeydi

Peki, Türkler sebze ve meyve yetiştirip tüketiyorlar mıydı? Araştırmacılar, Türklerin tarih sahnesine çıktıkları bozkır coğrafyasının, bol otlaklarıyla hayvancılığa çok elverişli olmasıyla birlikte kuru tarım yapılabilecek ölçüde rutubetli bir yayla özelliği de taşıdığını söylüyor. Hatta Orta Asya’da, özellikle de Anau’da yapılan tarih öncesi kazılarının, ziraat ürünleri ve sulama kültürünü ortaya çıkarması Türklerin tarım yaptıklarının bir göstergesi olarak görülüyor.

Türkler, Orta Asya’da her ne kadar göçebe bir hayat tarzı sürdürseler de Çin kaynakları, onların her birinin küçük de olsa ekili-dikili bir arazilerinin olduğuna dikkat çekiyor. Öyle ki Hunlar, göçebe bir hayat yaşamalarının yanında tarım işleriyle de uğraşıyorlardı. Bu amaçla su kanalları ve ekip dikilecek alanlar açılıyor, tarımda kürek, orak ve saban demiri, ürünü saklamak için açılan özel çukurlar, tahılı ezmek için taşlar kullanılıyordu. İslamiyet'ten önce Türklerde yiyecekler ve içecekler hakkında araştırma yapan Prof. Dr. Sami Kılıç ve Doç. Dr. Ali Albayrak, Türkler'in yetiştirdiği sebzeleri şöyle sıraladı:

Eski Türkler Ne Yerdi?

"Türklerin yetiştirip tükettikleri başlıca sebzeler, patlıcan (bütüge), fasulye (bosu), pancar (dünüşge), havuç (gezer/geşiir/gizri) kabak, sarımsak (samursak/sarmusak), soğan (sogun), salatalık (turmuz), turp (turma), şalgam (çagmur), biber (burç), kabak, bakla idi. Özellikle kabak, kabaklık adı verilen tarlalarda çokça yetiştirilir, hem taze hem de kurutulmuş olarak tüketilirdi."

'Kavun, Erik Ve Ceviz Yetiştirdikleri Bahçeleri Vardı'

 En önemli sorulardan Eski Türkler Ne Yerdi sorusunun cevabı; "Türkler çok çeşitli meyveleri de üretip yerlerdi" diyen Prof. Dr. Kılıç ile Doç. Dr. Ali Albayrak, şu bilgileri de paylaştı:

"Elma (alma/almula), şeftali (aluç, tülüg erük), kaysı (sarıg erük), erik (kara erük), armut, ayva (auya), dut (üjme), üzüm, karpuz (büken), kavun (kagun), iğde (yigde), fıstık (bitrik, şekirtük), fındık (kosuk), ceviz (yagak) bunların başında geliyordu. Özellikle kavun, erik ve ceviz yetiştirdikleri tarla ve bahçeleri vardı. Kavun tarlasına kagunluk, erik tarlasına erüklük, ceviz bahçesine yagaklık, üzüm bahçesine de borluk adını verirlerdi. Erik, şeftali, üzüm gibi meyveleri taze olarak tükettikleri gibi kurutulmuş olarak da yerlerdi. Kurutulmuş meyvelere genel olarak kak ismi verilirdi. Ancak kurutulmuş üzüme üskenteç denirdi. Üzümden pekmez (bekmes) ve sirke yapmayı da biliyorlardı."

Kaynak: Gülşah Karaman / Milliyet

3 Aralık 2021 Cuma

Cevri Kalfa Dairesi

 Cevri Kalfa Dairesi

İlber Ortaylı

Altınyol’un üzerinde yer alan Cevri Kalfa Dairesi’ne ince, uzun bir taş merdivenle çıkılır. Merdivenin ulaştığı düzlükte iki kapı bulunur ki bu kapılardan soldaki kapı Cevri Kalfa Dairesi’ne ulaşır.

İç içe dört odadan müteşekkil olan daire, mimarisinden ziyade Osmanlı tarihinde bir padişahın hayatını kurtarması bakımından mühimdir. Sultan III. Selim’in şehid edilmesinin ardından asilerin II. Mahmud’u öldürmek için Harem’e girmeleri üzerine Cevri Kalfa koşarak Şehzadegân Dairesi’ne varmış ve şehzadeyi alarak kendi dairesine çıkartmıştır.

Asilerin durumu fark etmeleri üzerine merdiven başında onların üzerine kül atarak zaman kazanmış ve saraylıların da yardımıyla şehzadeyi dama çıkartarak kurtarılmasını sağlamıştır. II. Mahmud padişah olunca Cevri Kalfa’ya vefa göstererek onu başhazinedarı yapmıştır. Şükranının bir ifadesi olarak da Sultanahmet Divanyolu’nda bir mektep, Çamlıca’da ise bir köşk inşa ettirmiştir. Divanyolu’ndaki mektep bugün Türk Edebiyatı Vakfı binası olarak kullanılmaktadır.

Çinili Köşk

Cevri Kalfa, bir yerde hanedanın büyükannesi sayılan II. Mahmud Han’ın annesi Nakşıdil Valide Sultan’ın türbesinde onun yanı başına defnedilmiştir.

Topkapı Sarayı’ndan evvel Fatih tarafından yaptırılan Çinili Köşk’ün planı Bursa Yıldırım Camii ile hemen hemen aynıdır. Yıllar boyunca yaşadığı hatalı tadilatlar ve yangınla orijinalliğini oldukça kaybeden Çinili Köşk en büyük tahribatı Arkeoloji Müzesi’nin açılmasından dolayı yaşamıştır. 

Arkeoloji Binası yapılınca Çinili Köşk’ün içindeki arkeolojik eserler yeni binaya taşınmıştır. Çinili Köşk’ün önü ok ve cirit talimlerinin yapıldığı bir yerdir. Cumhuriyet devrinde yapılan restorasyonlarda çok sayıda ok ve cirit parçalarına rastlanılmıştır.

Süslemelerinde Selçuklulardan tesirler görülen Çinili Köşk’teki çiniler emsali zor bulunan türdendir. İki katlı olan köşkün kapısının üstünde ufak bir asma kat da bulunmaktadır.

Mabeyn-i Hümâyûn Dairesi (I. Abdülhamid Dairesi)

 Mabeyn-i Hümâyûn Dairesi (I. Abdülhamid Dairesi)

İlber Ortaylı

Sultan I. Selim Kulesi’ne bitişik olarak Sultan I. Abdülhamid tarafından inşa ettirilen Mabeyn Dairesi, İkballer Taşlığı’nın Has Oda cephesinde ve Başkadın Efendi Dairesi’nin altında yer alır.

Sultan I. Abdülhamid ailesi ile birlikte burada yaşamış, I. Abdülhamid Has Oda’sını ise kışlık olarak kullanmıştır.

Mabeyn Dairesi, Araba Kapısı’ndan girildiğinde, Harem mekânlarının sonuncusudur. Selamlık ile Harem arasında bulunması sebebiyle Mabeyn-i Hümâyûn Dairesi I. Abdülhamid Dairesi denilmiştir. İki kapısından biri olan, Demir Kapısı Havuzlu Taşlığa (saraya); diğeri ise Altınyol’a (Harem’e) açılmaktadır.

Mabeyn-i Hümâyûn Dairesi (I. Abdülhamid Dairesi)

Bir anlamda sarayın resmi mekânları ile padişahın özel mekânlarını birbirinden ayıran bir daire özelliği gösterir. Daire bir sofa ve iki odadan müteşekkil olup odalardan biri Aynalı Oda diğeri Taş Oda veya Hazine Odası olarak isimlendirilir.

Sofanın duvarları çiçek desenli Hollanda çinileriyle süslenmiş ve bir tarafa da rokoko üslubunda güzel bir mermer ocak yerleştirilmiştir. Sofadan Başkadınefendi Dairesi’ne çıkışı sağlayan ve servis hizmetlerinde kullanılan dolap içi bir de geçit vardır.

Sofadan Aynalı Oda’ya Taş Oda denilen bir aralıktan geçilir. Kiler olarak kullanıldığı sanılan bu oda aslında Yavuz Sultan Selim döneminde sarayın surları üzerine yapılan I. Selim Kulesi’nden günümüze kalmıştır.

Mabeyn-i Hümâyûn Dairesi (I. Abdülhamid Dairesi)

Aynalı Oda, divanhâne olarak kullanılmaktadır. Adını pencerelerde cam yerine kristal aynaların kullanılmasından alır. Aynalarla daha zenginleştirilen tezyinatta rokoko süslemeler yoğun olarak kullanılmıştır. Üstte yer alan kafa pencerelerinde ise Osmanlıların meşhur sanatı vitray kullanılmıştır.

Aynalı Oda’da siyah zemin üzerine yaldızla yazılmış Hilye-i Hakani (Hz. Peygamber’in fiziki özelliklerini ve örnek davranışlarını anlatan divan edebiyatının ilk hilyesi) bulunur.

Mabeyn-i Hümâyûn Dairesi (I. Abdülhamid Dairesi)

Aynalı Oda’nın kapısı üzerindeki tuğra, yapının banisine, Sultan I. Abdülhamid’e aittir. Kitabesindeki beyitlerin sonunda yer alan Hicri 1193 tarihi, 1778 yılına tekabül eder.

Cevri Kalfa, II. Mahmud’u yakalamaya çalışan asilerin üzerine bu merdivenlerde kül atarak zaman kazanmış ve saraylıların da yardımıyla şehzadeyi dama çıkartarak kurtarmıştır.

Harem Mescidi Ne Demek?

 

Harem Mescidi Ne Demek?Harem Mescidi Ne Demek?
İlber Ortaylı

Kuşhâne’nin ilerisinde Altınyol’un sağında Ağalar Camii’nin hemen arkasında yer alır. Altınyol’dan Harem Mescidi’ne sedef-bağa kakmalı bir kapıyla çıkılır. Kubbesiz olan mescidin Ağalar Camii’nin hemen arkasında yer almasının sebebi burada namaz kılacak olanların Ağalar Camii’ndeki imama uymalarıdır.

Sultan III. Osman döneminde barok kabartmalı mermer ve Tekfur Sarayı üretimi çinilerle yenilenen mescide zaman zaman padişahların da geldiği bilinmekle birlikte asıl olarak valide sultanlar, başkadın efendiler, Darü’s saade ağaları namaz kılmaya gelirlerdi.
İkballer Taşlığı (Gözdeler Taşlığı)

Çifte Kasırlar, Gözdeler Dairesi ve Mabeyn Dairesi arasında yer alan üstü açık bir taşlıktır. Zemini, dairemsi taşlarla özel olarak döşenmiştir. Şehzadeler Dairesi’nin bu taşlığa bakan yüzü renkli çinilerle donanmıştır. İkballer Dairesi önü ile Şehzadeler Dairesi arasındaki koridor 14 sütuna dayanan bir revak ile çevrilidir. Taşlığın havuza bakan tarafında yer alan mermer korkuluklar Çırağan Sarayı’nın 19 Ocak 1910’da geçirdiği yangından sonra buraya getirilmiştir.

İkbâller (Gözdeler) Dairesi: İkbal’in kelime manası talihtir. Kadınefendilerden sonra gelen ve saray deyimiyle vuslatına eren (visal-i şahane) cariyelere bu isim verilmiştir.

Harem Mescidi Ne Demek?

Saraydaki ikbal sınıfı 17. yüzyıl sonlarından itibaren görülmeye başlamıştır. Nitekim bunlar için sarayda özel bir daireyi Sultan I. Abdülhamid (1725-1789) inşa ettirmiştir.

İkballer Dairesi, osmanlı tarihimizde Altınyol’un üzerinde bulunan ve sıra hâlinde uzanan beş odadır. Bulunan revakların genişletilmesi ve yeni revakların kapatılmasıyla oluşturulan yapının tamamı ahşaptandır. Bu hâliyle Anadolu evlerini hatırlatır. Her ikbalin bir odası bulunur. Odaların duvarlarında hayali manzara resimleri bulunur. Odaların ışığı daha tasarruflu kullanmaları için “çırağma” denilen duvarlar arası cam boşluklar oluşturulmuştur.

Harem Mescidi Ne Demek?

Koğuşlar asma kattadır. Dairenin İkballer Taşlığı’na bakan sıra odaları çıkma hâlinde konsollarla revağa bağlanmıştır. Revak kemerleri içine açılan alçak tavanlı asma katlar da cariye koğuşları olarak kullanılmıştır. Bu şekilde hiyerarşik bir yapı oluşturulmuştur.

İkballer Dairesi’nin en dikkati çeken odası koridorun sonunda bulunan ve iç içe üç mekândan müteşekkil olan Başkadınefendi Dairesi’dir. Diğer odalardan gerek genişlik gerekse süsleme olarak üstün olan daire I. Abdülhamid Dairesi’nin hemen üstünde yer alır ve dolap içinden bir merdivenle bu daireyle bağlantılıdır.

Çifte Kasırlar Ne Demek?

 Çifte Kasırlar Ne Demek?

İlber Ortaylı

III. Murad Has Odası’nın yan tarafında bulunan Çifte Kasırlar, adından da anlaşılacağı gibi birbiri içinden geçilen iki mekândan müteşekkildir. Bu mekânların ilki Kubbeli Kasır veya Sultan Osman Kasrı, ikincisi ise IV. Mehmed Kasrı olarak bilinir. Ayrıca ilkine Şehzade, ikincisine Veliaht Dairesi de denilir.

Kasırlar zamanla ihtiyaç nispetinde ahşap bölmelerle bölünerek yeni odalar teşkil edilmiştir. Daha sonra yapılan yenilenmelerde bu bölümler kaldırılarak yapının ilk hâline ulaşılmaya çalışılmıştır.

Çifte Kasırlar Ne Demek?

Sultan Osman Kasrı’nda çini motiflerinin arasında muhteşem bir ocak bulunur. İki tarafında kanatları sedef ve bağa kakmalı gömme dolapların bulunduğu ocağın üst sol tarafında çini panolar ve mavi zemin üzerinde Besmele ile başlayan bir yazı kuşağı yer alır ki bu yazı kuşağında Kaside-i Bürde’den beyitler bulunur.

17. yüzyılda sarayda moda hâline gelen pencere içinde çeşmeler yapılması burada da görülür. Pencere içlerindeki şirin çeşmeler ve muslukların önlerindeki kurnalarla mekânda su sesinin oluşmasına çalışılmıştır.

Kubbede kalemişi süslemelerin bulunduğu bilinmekte ve yapılan restorasyonlarda ilk süslemeler gibi süslemeler yapılarak kubbeye orijinal görünüm verilmeye çalışılmıştır.

IV. Mehmed Kasrı kubbesiz, düz tavanlıdır. Buraya osmanlı tarihimizde III. Murad Has Odası’ndaki bir pencerenin kapıya dönüştürülmesiyle girilebilmektedir. Diğer kasırdan farklı olarak IV. Mehmed Kasrı’nda süsleme malzemesi olarak çini yerine altın yaldızlı kalemişi tezyinata ağırlık verilmiştir. Burası da Kubbeli Kasır gibi pencere içine yerleştirilmiş çeşmelere sahiptir.

Çifte Kasırlar Ne Demek?

Kapı kitabelerinde ayetler bulunur.

Ana mekân kare planlı olup etrafı işlemeli bir kubbe ile örtülüdür. Bütün duvarlar panolar hâlinde çiçek figürlü renkli çinilerle kaplıdır.

Çifte Kasırlar’da iki zenci saray görevlisi

Kubbeli Kasrın alt penceresinde kasır için yazılmış kasidede Hotin Seferi’nden zaferle dönmüş padişah Sultan II. Osman dünya padişahlarının en büyüğü olarak sıfatlandırılmakta ve burayı onun yaptırdığı anlatılmakta, kıyamete kadar bu kasra zeval gelmemesi, sultanın muvaffakiyet içinde

saltanat sürmesi ve uzun ömürlü olması için dua edilmektedir.
IV. Mehmed Kasrı’nın kapısının iç tarafında Farsça olarak,
Dem-be- dem sa’at be sa’at ikbâlet fizûn
Duşmenet çun şişr-i sa’at hemişe sernigûn 1077 (1666) ifadesi yer alır.

Çifte Kasırlar Ne Demek?

Cinlerin Meşveret Yeri

Saray’da Dolaplı Sofa’daki dolaplara çeşitli menkıbeler yakıştırıldığı gibi Çifte Kasırlara uzayan revakın altında cinlerin toplandığı söylentisi yıllarca sürmüştür; ama gerçekten cinlerin buraya gelip gelmediklerinin konuşulduğu konusunda herhangi bir belge bulunmamaktadır. Ancak hususen Harem hazine dairelerinin ve Şehzadegân Dairesi’nin etrafında çok dolaşılmaması için bu tür rivayetlerin ortaya atılmış olma ihtimali yüksektir.

Bâbü’s Saade Ne Demek?

 Bâbü’s Saade Ne Demek?

İlber Ortaylı

Saadet Kapısı denilen bu yer padişahın hususi ikametgâhının başlangıcıydı. Topkapı Sarayı’nda ihtişamın kapısıdır. Müzeyyen görünüşüyle imparatorluğun ve Osmanlı padişahının hâkimiyetini simgeler. Bâbü’s saade, sarayın eski yapılarındandır. İlk olarak Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan kapının tam önündeki dört sütun daha sonra kaldırılmış ve kapıya yeni bir biçim verilmiştir. Kapı kemerinin üstünde 1774’te yapılan tamir kitabesi bulunur. Üst tarafta ise Sultan II. Mahmud’un hattı ile yazılmış Besmele vardır. Kemerin kilit taşında Hattat Rakım Efendi’nin çektiği Sultan II. Mahmud tuğrası bulunur. Kapının iki yanında yer alan tuğra istifli hatlar ise Sultan I. Abdülhamid’den bahseden kasidelerdir. Bâbü’s saade’de nefis kalem işi süslemeler vardır. 

Eski fotoğraflarda kapının iki tarafında da aynı şekilde derinlikli bir koridor resmi olduğu görülmesine karşın daha sonraki yıllarda yapılan restorasyonlarda bu resimler kapatılmıştır. Bâbü’s saade de Bâb- ı Hümâyûn ve Bâbü’s selam gibi iç içe iki kapılıdır. Birinci kapı ile ikinci kapı arasında koğuş ve dairelere açılan kapılar vardır. Kapının sağ tarafında uzanan mekân Bâbü’s saade Ağası Dairesi, soldaki ise Ak Ağalar Koğuşu’dur. Bâbü’s saade’nin Arz Odası’na bakan ikinci kapısının üstünde Sultan III. Ahmed’in hattıyla “Re’sü’l-hikmeti mehâfetüllah / Hikmetin başı Allah korkusudur.” yazmaktadır. Altında kemer üzerinde ise:

Hakan-ı sahib kudretin
Devrinde âlem ber-murâd
Dergâh-ı vâlâ şevketi
Yâ Rabb ola dâim küşâd
“Kudret sahibi hakanın
Devrinde âlem muradına ermiş
Şevketli yüce dergâhı (kapısı)
Ya Rab! Daim açık olsun.” yazısı yer almaktadır.

Yine kapının iki yanında Osmanlı padişahlarının adları ve cülûs tarihlerinin yazılı olduğu dairevi levhalar vardır.

Bâbü’s saade gün boyunca açık tutulurdu; ancak bu kapı gerek saltanatı gerekse halifeliği simgelediği ve padişahın ikametgâhının başlangıcı olduğu için rastgele kullanılamazdı. Saray hizmetlileri, Enderun avlusuna girecekleri vakit Araba Kapısı ve Kuşhâne Kapısı güzergâhını kullanırlardı. Enderun avlusu padişahın evi sayıldığından -Arz Odası’na geçişler hariç- sadrazamlar dahi buradan öteye müsaadesiz geçemezdi. Bâbü’s saade sarayın en iyi korunan kapısıydı.

Sarayın müze olarak kullanıldığı ilk zamanlarda Babü’s Saade. Kapının iki yanında bulunan panolardaki resimler günümüze ulaşamamıştır.

Burayı Kafkasya’dan devşirilen ak hadımağalar korurdu ki bunların içinde Gazanfer Ağa gibi, hayır sahibi etkili saraylılar veya Hadım Ali Paşa gibi, Hadım Sinan Paşa gibi büyük komutanlar da çıkmıştır. Enderun’un ak hadımağaları bu ocakta Enderun iç oğlanlarının eğitim ve inzibatından sorumluydular. Enderun yanı sıra Harem denilen bölüm de bi-küşad bölümdür ve padişah konutunun kısımlarıydı. Bâbü’s saade’nin önüne Osmanlı tahtı çıkarıldığı vakit bu ya bir Cülûs Töreni’ydi ya da normal Muayede Töreni’ydi. 

Bazı ahvalde bir ayaklanma ve hoşnutsuzlukta orta avluya alınan yeniçerilerle görüşmek için padişah davet edildiğinde taht yine çıkardı. Fakat padişah orada oturmadığı için bunun adı “Ayak Divanı” diye bilinirdi. Bugün bazı yaz geceleri “Saraydan Kız Kaçırma” gibi opera temsillerinin yer aldığı bu güzel kapı, estetik görünüm, şüphe yok ki Osmanlı tarihinin acı, tatlı, muhteşem ve hatta yüz kızartıcı olaylarının yer aldığı bir yerdir. 

Sultan IV. Murad gözlerinin önünde sevgili veziri Hafız Ahmed Paşa’nın ve Musa Melek’in katledildiğini daha doğrusu parçalandığını burada seyretti. Çocuk padişah içindeki intikam ateşini delikanlılığına eriştiği vakit burada söndürdü. Topladığı ulema ve askerlere tehdit dolu nutkunu burada savurdu. “IV. Murad” adlı Turan Oflazoğlu’nun temsilinde, tragedyasında bunu görmek mümkündür. Osmanlı İmparatorluğu’nun bu genç padişahı ve mareşalinin trajedisi, hayatındaki çelişkiler ve feci manzaralar, bu imparatorluğun 17. yüzyıl tarihini de ifade eder.

Sancak-ı Şerif’in Dikildiği Yuva

Hırka-i Saadet Dairesi’nde saklanan Sancak-ı Şerif sefer öncesinde ve mühim merasimlerde çıkartılır ve Bâbü’s saade önündeki yuvasına dikilirdi. Sancak, Peygamber Efendimizin bayrağını simgelediği için sancağın dikildiği yere ayak basılarak saygısızlık yapılır endişesiyle yuvanın üzerine bir taş konulurdu. Hâlen mevcut bulunan taş, o taştır. Bu, Osmanlı dinî hassasiyetinin özgün bir misalidir.

Bâbü’s saade Önünde Yapılan Merasimler
Osmanlı Sarayı’nın ve hanedanının geleneklerinde değişmeyen bazı temel unsurlar vardır. Yönetim merkezinin Topkapı Sarayı’ndan Dolmabahçe ve Yıldız’a taşındığı dönemlerde dahi bazı temel merasimler Bâbü’s saade önünde yapılırdı. Başlıcaları cülûs, cenaze, bayramlaşma, sancak merasimleri idi.

Bâbü’s Saade Ne Demek?

Yeni Padişahın Tahta Çıkışı- Cülûs Töreni

Cülûs Arapça bir kelimedir ve “oturmak” manasına gelir. Bir padişahın vefatı veya tahttan indirilmesi neticesinde yeni padişahın, tahta çıkma törenidir. Bir manada şehzadelerden birinin

padişah olma merasimidir. Cülûs, Bâbü’s saade önünde yapılan en mühim ve görkemli törendi. Sarayın kullanılmadığı dönemlerde dahi cülûs merasimleri bu baba ocağında yapılırdı. Sultan II. Bayezid’ın 1481’deki cülûsundan, Sultan Vahdeddin’in 4 Temmuz 1918’deki cülûsuna kadar cülûs törenleri burada yapılmıştır. İstisna olarak Sultan V. Murad, Sultan II. Abdülhamid ve Sultan V. Mehmed Reşad cülûsları Topkapı Sarayı’nda yapılmamıştır. Sultan I. Ahmed ve Sultan II. Mustafa’nın cülûslarında da devlet ileri gelenleri beklenmeden cülûs yapılmıştır. Sultan V. Mehmed Reşad için Harbiye Nezareti’nde (günümüzde İstanbul Üniversitesi Rektörlük Binası) merasim yapılmıştır.

 Bâbü’s saade önünde son cülûs merasimi. Sultan Vahdeddin tahta çıkıyor (4 Temmuz 1918)

Cülûs merasimlerinin en hazini ise Sultan Vahdeddin’in cülûsu olmuştur. Kendini I. Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı tahtında bulmuş olan son padişah, İstanbul’a dahi hükmedemez. Üstelik Osmanlı mülkünün yediği darbede de kimse onun fikrini sormamıştır. Kim ne derse desin son padişah hazineyi alıp gitmemiş, gittiği yerlerde de Türkiye devleti aleyhinde faaliyette bulunmamıştır. Bu, sürgündeki hanedanın bir ananesi ve takdire değer tavrıdır. 

Birinci Büyük Savaş’ın son zamanlarında Vahdeddin’in cülûs ettiği günlerde İngilizlerin ansızın uçurduğu uçaklardan elle bomba atılıyor, başkentte yangınlar çıkıyor, insanlar ölüyordu. Son padişah “Bugün şehri bombalamayacaklar.” demiş ve gerçekten de o gün yeni çıkan padişaha saygı olarak şehir bombalanmamıştır. Bu, Britanya monarşisinin yenilgi günlerinde dahi Türkiye imparatorluğuna duyduğu saygının bir göstergesidir.

Cülûs merasimi öncesi vefat eden padişahın naaşı yeni padişaha gösterilirdi. Böylece padişah dahi olsa bütün insanların sonunun nasıl olacağı hatırlatılmış olurdu. Ağabeyi Sultan V. Mehmed Reşad’ın naaşını gören Sultan Vahdeddin’in “Meğer saltanat ile teneşir arası ne kadar kısaymış.” dediği rivayet edilir. 18. yüzyılın ortalarına kadar Cülûs’un ilk ritüeli Hırka-i Saadet Dairesi’nde yapılır. Şehzade, bir yanında Darü’s saade ağası, diğer yanında silahdar ağa ile birlikte bu daireye götürülür; burada ilk olarak sadrazam ve şeyhülislâm yeni padişaha biat ederdi.

Bâbü’s saade önünde saray çalışanları

Akabinde saltanat alâmetlerinden olan Yusufî sarık taktırılırdı. Yusufî sarığın, Yavuz Sultan Selim

tarafından Mısır’dan getirilmiş olup Hz. Yusuf’un sarığı olduğu rivayet edilir. Burada diğer devlet erkânı sırayla padişaha biat ederdi. Şeyhülislâm tarafından padişahın muvaffakiyeti için dua edilirdi. Samur erkân kürkü giydirilirdi ve yeni padişah aynı yerde iki rekât namaz kılardı. Ardından Bâbü’s saade önüne çıkardı. Burada alkışlar başlardı. Osmanlılarda alkışı bugünkü manada el çırpmak olarak düşünmemek gerekir. Alkış, köklü gelenekten gelen hep bir ağızdan söylenen dualar için kullanılan bir tabirdir. Yeni padişah Bâbü’s saade’den görününce alkışçı çavuşlar evvela:

“Aleyke Avnullah” (Allah’ın yardımı seninle olsun) diye alkış tutarlardı. Padişah kapıdan geçip tahta doğru yürürken “Uğurun açık olsun, ikbalin füzûn. Pâdişâhım devletinle çok yaşa.” diye alkış töreni yapılır veya dua edilirdi.

Yeni padişah ilk defa kurulan altın tahta oturunca bu sefer yüksek sesle: “Maşallah” alkışı duyulurdu. Ardından da Osmanlı kültürünün kendine has güzelliği ile padişaha tevazu sahibi olması konusunda ihtar edilirdi: “Mağrur olma Pâdişâhım senden büyük Allah var.”

Bu söz daha sonra çok yaygınlaşmış; “Gururlanma padişahım, senden büyük Allah var.” şeklinde bir atasözü hâlini alarak günümüze kadar ulaşmıştır. Mısır firavunlarının saraylarından çıkışlarında görevlilerin, “Sen bizim ilahımızsın(!)” mealinde bağırdıkları düşünülecek olursa burada Osmanlı monarşisinin uzun bir gelenekten süzülerek ve ayıklanarak gelen âdetlere ve etikete sahip olduğu görülür.

Cülûs töreninde ilk tebrikler şeyhülislâm ve nakıbül-eşraf tarafından yapılır, onlar tebrik için tahta yaklaşırken:

“Hareket-i Hümâyûn padişahım devletinle bin yaşa.” alkışı duyulur ve padişah ayağa kalkardı. Tebrikleri kabul ettikten sonra:

“İstirahat-i Hümâyûn pâdişâhım devletinle bin yaşa.” alkışı ile birlikte padişah tahta tekrar otururdu.

Sadrâzam etek öpüp yeni padişahı tebrik edince:

“Maşallah, ömr-i devletinle çok yaşa.” şeklinde alkışlanırdı. Bu alkışlar bayram tebrikleri Kadir Alayları ve Cuma Selamlıkları da hemen hemen aynı şekilde olurdu.

Padişah cülûslarında alkışla birlikte bir yandan da mehter nevbet vurmaya başlardı.

Cülûs merasiminin ardından padişah kendinden önceki padişahın -ki bu ya babası, ya amcası yahut da ağabeyidir- cenaze namazını kılar ve Enderun’a dönerdi. Böylece vefat eden padişahın cenaze merasimi ile tahta çıkan padişahın cülûsu aynı gün içinde yapılırdı. Bir padişahın kabre girmesinin, diğerinin ise tahta çıkmasının aynı günde olmasıyla Osmanlı padişahının fani ömrünü Devlet-i Aliyye’ye ve Âlem-i İslâm’a hizmet içinde geçirmesi gerektiği mesajı verilir, hem de monarşik yönetimde en küçük bir boşluk bırakılmamış olurdu.

Cülûs merasiminin ardından kapıkulu askerlerine cülûs bahşişi (cülûsiye) dağıtılırdı. İlk zamanlar yeni padişahın bir lütfu olarak dağıtılan bu bahşişler, ilerleyen dönemde devlet geleneği hâlini almış ve cülûs bahşişi almak için padişah değiştirilmesini isteyen bir asker taifesinin doğması gibi sapmalar dahi görülmüştür. Sultan I. Abdülhamid ve Sultan III. Selim cülûsları savaş zamanına denk geldiğinden cülûsiye dağıtılmamıştır. Bahşişin miktarı padişahtan padişaha değişmekle birlikte ciddi bir meblağ olduğu kesindir. Sultan III. Murad’ın cülûsunda Enderun Hazinesi’nden her kesede on bin altın olmak üzere yetmiş beş büyük kese altın çıkartılmış ve keselerin yetmişi yeniçerilere verilmiştir.

Padişah Cenazeleri

Sultan Abdülmecid’in cenaze alayının
Bâbü’s selam’dan çıkışı, Montani, 1861, L’Illustration

Padişah vefatlarında yapılan dinî merasimler aşağı yukarı aynıdır. Padişahın sarayda vefatı ilk olarak sadrazama ulaştırılırdı. Sadrazam, cenaze ve biat (padişaha bağlılık) merasimlerinin yapılması için kethüda ve reisülküttaba emir verirdi. Devlet erkânı Sünnet Odası’nda yeni padişahı bekler ve yeni padişaha biat ederlerdi. Yeni padişahın müsaadesi ile vefat eden padişahın cenazesi revaklar altına konulmuş sayebana getirilirdi. 

Padişah vefat ettiği esnada üzerinde bulunan kıyafetleri ile teneşire yatırılırdı. Daha sonra üzerindeki giysilerin kolları kesilerek çıkartılırdı. Bugün sarayda Fatih’in vefat ettiği esnada üzerinden çıkartılan kürkü, Sultan Abdülaziz’in kanlı kıyafetleri gibi binlerce padişah giysisi saklanmaktadır. Âdet üzere kolları kesilerek naaşı üzerinden çıkarılan kürk, Fatih’in günlük hayatta ulema kıyafetlerini benimsediğini göstermektedir.

Padişahın naaşı Has Oda Koğuşu’nun arkasındaki Mabeyn Kapısı’ndan çıkartılır ve zülüflü baltacılar tarafından Hırka-i Saadet Çeşmesi’nin önüne getirilirdi. Buraya bir çadır kurulur ve cenazenin gasli Darü’s saade ağası yazıcısı tarafından yapılırdı. Adalet Kulesi’nde Ayasofya, Fatih, Süleymaniye, Sultanahmet Camilerinde, ölen padişah adına selâlar okunurdu.

Bâbü’s Saade Ne Demek?

Bugünkü Mukaddes Emanetler Dairesi’nin önündeki mermer sekiye konan cenaze başında Ayasofya Kürsü Şeyhi -ki Osmanlılarda önemli bir ilmî rütbedir- dua okur, yeni padişah ve devlet erkânı da bu dualara “âmin” derdi. Bugünkü Mukaddes Emanetler Dairesi’nde cenazesi gasledilen ve tabuta konulan son padişah Mehmed Reşad’dır.

Padişahın tabutu Bâbü’s saade önüne hazırlanan musallaya konulurdu. Musalla, bildiğimiz manada taştan değil tahtadan bir taht idi. Bundan sonra Bâbü’s saade önünde en hazin merasim başlar, padişahın cenaze namazı kılınırdı. Padişahların cenaze namazları şeyhülislâm tarafından kıldırılırdı. Namazı müteakip padişahın tabutu omuzlarda tekbir ve dualarla türbesine taşınırdı.

Tarihi topluma sevdirme yolunda mühim eserlere imza atan Ahmed Refik, Sultan II. Abdülhamid’in cenazesini “Abdülhamid’in Naaşı Önünde” yazısında güzel bir şekilde anlatır. Bu yazı, bir padişah

cenazesinin bu kadar teferruatlı anlatıldığı birkaç kaynaktan biridir.

“Cenaze, lale bahçesi önünden geçirildi. Hırka-i Saadetin yeşil ve yaldızlı kapısı önüne getirildi. Kapı açılmıştı. El üzerinde içeri girdi. Şehzadeler ve Damat Paşalar Mecidiye Kasrı’nda, cenazeye refakat edenler dışarıda kaldılar. Kapı kapandı, içeriye Hırka-i Saadet erkânından başkası giremedi.

Ne münevver, ne ulvi, ne ihtişamlı bir daireydi. Burası Osmanlı hanedanının hilafet namına inşa eylediği en bedii, en mutantan, en parlak bir mabeddi. Duvarlar mavi ve yeşil çiniler, altın yaldızlı levhalarla müzeyyendi. Sultan Selim’in halefleri ruhlarını bu mukaddes mahâlde tesliye ederler, ordularının zaferleri için burada dua ederler, Hırka-i Saadet önünde gözyaşları dökerlerdi. Duvarların rengârenk çinileri, kıymettar yazılar göz kamaştırıyordu.

Sultan II. Abdülhamid

Hacet Penceresi önündeki hasırlar kısmen kaldırılmıştı. Karşıda, geniş buzlu camlar Haliç’in görülmesine mâni oluyordu. İki yeşil kerevet üzerinde serviden altı kollu ufak bir tabut, hasırların kalktığı taşlık üzerinde, ufak bir teneşir gözüküyordu. Sultan Abdülhamid, üryan ve biruh teneşir üzerine yatırılmıştı. Hacet penceresinin yaldızlı parmaklıkları önünde müteessirane durdum. 

Tabutun ilerisinde Enderun erkânı ellerini hürmetle kavuşturmuşlar, hizmete münhasır bekliyorlardı. Karşıda, Sultan İbrahim’in Sünnet Odası, asırların menakıbını saklayan kapalı kapısı, mavi çinili duvarlarıyla tarihin bu safhasına karışmak istemiyor gibiydi. Teneşirin etrafında, ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı dört hoca ellerinde lifler, misk sabunları, dindarane bir ihtişamla naaşı yıkıyorlardı. Sultan Abdülhamid’in beline doğru beyaz ve yeni bir kefen örtülmüştü. Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açıkta idi. Vücudunda uzun bir hastalığın zaafı görülmüyordu. Renginde ölüm sarılığı, korkunç bir sarılık yoktu; fildişinden camid bir cisim gibiydi.

Boynu ufak, saçı ve sakalı ağarmıştı. Burnu çehresine nisbeten uzunca idi. Gözleri kapanmış, çukura batmıştı. Uzun ve siyah kaşlarının vaziyetinde melal ve teessür vardı. Saçları alnına doğru biraz dökülmüştü. Sakalı bembeyaz, uçlarına doğru sararmıştı. Yüzünde ihtiyarlık alâmeti, fazla buruşukluk yoktu. Boynu incelmiş, omuz kemikleri dışarıya fırlamıştı. En zayıf yeri göğsü idi. Göğüs ve kalça kemikleri görülüyordu. Bacakları beyaz ve ince, ayakları ufaktı. 

Kolları bitabane iki tarafa düşmüş ayaklarının parmakları açılmıştı. Vücudunun sağ tarafı bembeyazdı, sol tarafında ve arkasında kırmızılıklar görülüyordu. Hey’et-i umumiyesi sevimliydi. Beyaz bir vücud, yıkandıkça güzelleşen bir naaş, yeni bir teneşir üzerinde, yıkayanların ellerine tâbii, uzanmış yatıyordu. Naaşın karşısında, ellerinde gümüş buhurdanlıklar, ağalar duruyordu. Herkes huşu içinde idi. Bütün simalarda tevekkül alâmetleri görülüyordu. Hırka-i Saadet Dairesi tarihî bir gün yaşıyordu. O gün vakayi ile dolu uzun bir saltanat devresinin son sahifesi kapanacaktı. Bütün nazarlar, Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde yatan kapalı gözlerine dikilmişti. Naaşa sıcak su döküldükçe beyaz bir duman yükseliyor,

buhurdanlıklardan çıkan öd ve amber kokularına karışıyordu. Etrafta haşiane bir sükûn hüküm sürüyordu. Hizmet için girip çıkanların hasır üzerinde ayak seslerinden başka bir ses işitilmiyordu. Ayakucunda, direğin yanında damatlardan iki zat, ellerini kavuşturmuşlar, gözleri naaşa matuf, müteessirane ağlıyorlardı.

... Nihayet naaşın yıkanması bitti, sarı ipek işlemeli havluları kurulandı. Tabut yere indirildi. Teneşir, tabutun yanına getirildi. İçine kefenler serildi. Sultan Abdülhamid’in naaşı hürmetle tabuta indirildi.

Sultan Abdülhamid son dakikalarına kadar kendini kaybetmemişti, hatta vasiyet etmişti: Göğsüne ahidnâme duası konacak, yüzüne Hırka-i Saadet destimali, siyah Kâbe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet harfiyen icra edildi. Sultan Abdülhamid’in tabut içinde, beyaz kefenler arasında, kemikleri sayılan çıplak göğsünde ahidnâme duası, yüzünde siyah Kâbe örtüsü, ak sakalı ebediyete doğru kapanmış gözleri ile Huzur-ı İlahi’ye gidiyordu.

... Hırka-i Saadet Dairesi’nin kapısı birdenbire açıldı. Bütün nazarlar kapıya çevrildi. Kalabalık o tarafa doğru birikti. Kapının iki tarafı doldu. Herkes kalpler müteheyyiç cenazeyi görmek istiyordu. Nihayet elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, al atlaslarla müzeyyen tabut kırmızı fesi ile parmaklar üzerinde, mehib ve muhteşem, dışarı çıktı. Erkân-ı devlet, zabitler Sultan Abdülhamid’in cenazesi huzurunda dikilmişti. Tabut, Hırka-i Saadet kapısı önünde yüksek bir mevkiye konuldu. Hamidiye Camii’nin Kürsü şeyhi, sırmalı yeşil esvabı, göğsünde nişanı ile taşın üzerine çıktı, etrafına bakınarak sordu:

‘Merhumu nasıl bilirsiniz?’
Velveleli, hazin, müteessir bir ses, serviler arasından aksetti:

‘İyi biliriz!’

Kısa bir Fatiha bu merasime de nihayet verdi. Tabut kaldırıldı. Sultan Ahmed-i Salis Kütüphanesi’nin, Arz Odası’nın sağından ağır ağır geçti...”

Böylece ne sarayı ilk yaptıran Efendi Sultan Mehmed Fatih Han, ne onun oğlu II. Bayezid Han –ki tahttan indirilmiş ve Rumeli kıtasında ölmüştür– ne Yavuz Sultan Selim Han –ki o da yine bir sefer yolunda Rumeli’nde Trakya bölgesinde ölmüştür– ve büyük hükümdarımız büyük mareşal: Kanuni Sultan Süleyman –Zigetvar’da ölmüştür– ancak beşinci nesl-i Osmanoğlu, bu sarayda, evinde ölmek gibi bir talih yaşamıştır. Yani bir padişahın evinde ölmesi için sarayın yapılışından itibaren tam 115 yıl geçmiştir.
Bayram Merasimleri (Muayede Resm-i Hümâyûnu)

Bâbü’s saade bayram günlerinde imparatorluğun ihtişamını gösteren manzaralara şahit olurdu. Muayede hazırlıkları arefe gününden başlardı. Çavuşbaşı tarafından muayedeye katılacak devlet erkânına divan tezkireleri gönderilirdi. Arefe günü öğle namazını müteakip taht Bâbü’s saade önüne çıkartılırdı. Saray görevlileri tahtın sağına ve soluna, Enderun ağaları da arka tarafa sıralanırdı. Has Ahur’dan getirilen atlara Raht Hazinesi’nden gösterişli koşum takımları takılır ve avluya getirilirdi.

Merasim esnasında kimin nerede duracağı, ne giyeceği belirliydi ve büyük bir intizam içinde merasim icra edilirdi. Padişah, ikindi namazını kıldıktan sonra Bâbü’s saade’ye gelir ve tahta otururdu. Padişahın gelişi ile birlikte alkış başlardı.

Arefeyi bayrama bağlayan gecenin sonuna doğru davetliler saraya gelirdi. Davetlileri sarayda çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası karşılardı. Bâbü’s selam’dan Kubbealtı’na kadar yaya yürünen yol

boyunca sıralanan seksen meşale yolu aydınlatırdı. Şeyhülislâmın gelişi Sadrazam Konağı’na bildirilir, sadrazam da divan günlerinde olduğu gibi merasimle karşılanır ve Kubbealtı’nda şeyhülislâmın hatırını sorardı. Sabah namazı vakti gelince cemaatle namaz kılınırdı. Önce sadrazamın bayramı tebrik edilir, sonra Bâbü’s saade’ye gelinirdi. Bâbü’s saade önündeki tahtın arkasında şehzadeler ve zülüflü baltacılar daha önce yerlerini almış olurlardı.

Padişah ise Has Oda’ya geçer, bayram hilatlerini giyer, bugünlerde sabah namazını genelde Hırka-i Saadet Dairesi’nde kılardı. Bütün namazlar gibi cemaatle kılınan bu namazın sonunda padişah imamı Devlet-i Aliyye ve Osmanlı padişahı için dua ederdi. Ardından hanedanın ölmüşlerinin ruhlarına Fatiha okunurdu.

Bâbü’s Saade Ne Demek?

Padişah ve maiyeti Bayram Alayı ile Ayasofya, Fatih, Süleymaniye veya Sultanahmet camilerinden birine gider ve dönüşte sarayda bayramlaşma merasimi yapılırdı. Bâbü’s saade’de padişahın gelişini bekleyen çavuşlar tarafından hep bir ağızdan alkışa başlanırdı. Padişah tahta oturduktan sonra görevlilerin rütbelerine göre sırayla tebrikleri kabul ederdi.

Tebrikleşme sırasında padişah İstanbul kadısına kadar olan görevlilerle ayakta bayramlaşırdı. Hünkâr ayağa kalkarken çavuşlar teşrifatçının işaretiyle “Hareket-i Hümâyûn padişahım devletinle bin yaşa.” derler, oturmasına da: “İstirahat-ı Hümâyûn padişahım devletinle bin yaşa.” diye bağırırlardı.

Bâbü’s saade önünde yapılan merasimlerde imparatorluk nizamına son derece önem verilirdi. Yabancı elçiler bu törenlerdeki disiplin ve düzeni uzunca anlatırlar. Bir muayede merasimi esnasında yağmur yağmaktadır. Düzen gereği herkesin saçak altına sığması mümkün değildir. Tam yağmur sularının saçaktan döküldüğü yere denk gelen bir görevlinin sırılsıklam olmasına rağmen yerinden bir parmak kıpırdamadan duruşu hayretle anlatılır.

Bâbü’s saade önünde Sultan III. Selim’in bayramlaşma (muayede) merasimi (Kapıdağlı Konstantin 1789)
Sancak-ı Şerif Merasimi

Sancak-ı Şerif Hz. Peygamber’in sancağı olan ve Hırka-i Saadet Dairesi’nde diğer emanetlerle birlikte korunan sancak olup “Liva-i Saadet” ismiyle de bilinir.

Savaş zamanlarında eğer padişah, ordunun başında sefere çıkmayacaksa Sancak-ı Şerif’i, Serdar-ı Ekrem’e yani başkumandana teslim etmesi usuldendi. Sancak-ı Şerif Merasimi’nin yapılacağı gün padişah Hırka-i Saadet Dairesi’nde bulunurken Fetih Sûresi okunurdu. Bu sûrenin Osmanlılar için bir diğer hatırası da İstanbul’un Fethi esnasında Fatih’in hafızlara sürekli okuttuğu bir sûre olmasıdır. Eski Seraskerlik olan bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin ana kapısı üzerinde de bu sûrenin ilk ayetleri yazılıdır.

Sancak-ı Şerif bizzat padişah eliyle yerinden çıkartılıp yine padişahın omzunda taşınırdı. Tekbirler

eşliğinde Bâbü’s saade’nin önündeki yerine dikilirdi. Osmanlılarda Peygamber sevgisinin, hilafet ve ihtiramın sembolü olarak Sancak-ı Şerif’e büyük bir ihtimam gösterilirdi. Bu sırada yine Fetih ve Yasin Sûreleri okunurdu. Bu merasim esnasında padişah dâhil hiç kimse oturmazdı.

Padişah, Sancak-ı Şerif’i eline alır, öper ve sadrazama teslim ederken onu sefere memur eylediğini söyler ve muvaffakiyeti için dua ederdi. Sadrazam da Sancak-ı Şerif’i öperek teslim alır ve omzuna yerleştirerek yola koyulurdu. Ardından şeyhülislâm ile şeyh efendi de dua ederlerdi.

Merasim bitince sipahi ve silahdar ağaları sancağı sadrazamdan alıp orta kapı önüne varıncaya kadar önde götürürler ve sonra da sadrazam imamına teslim ederlerdi. Feth-i Şerif okunduktan sonra alayla sadrazam ve serdar-ı ekremin Davutpaşa’daki karargâhına gidilirdi.

Sefer dönüşünde de ilk yapılan merasimin tam tersi bir şekilde Sancak-ı Şerif sadrazamın omzunda tekbir ve dualarla Bâbü’s saade önüne getirilir ve burada padişaha teslim olunan sancak padişah tarafından Hırka-i Saadet dairesine götürülürdü.

II. Mahmud döneminde Sancak-ı Şerif son defa çıkarılarak Bâbü’s saade önüne dikilmiş ve bütün halkın yeniçerilere karşı birleşmesi istenmiş. Bu şekilde başlayan Vak’a-yı Hayriyye yeniçeri ocağının tarihten silinmesiyle neticelenmiştir.

Ayak Divanı

Savaş dönemi, ihtilal veya karışıklık zamanları gibi fevkalade vaziyetler karşısında, padişahın da katıldığı divan toplantılarına “Ayak Divanı” adı verilir. “Ayak Divanı” denilmesinin sebebi, padişah hariç divandakilerin tamamının ayakta durmasından dolayıdır. Bâbü’s saade önünde yapılan ayak divanları umumiyetle padişahın askerî sınıflarla vasıtasız görüşmesi için yapılır. Hünkâr burada askerlerle doğrudan görüşür ve onları dinler.

Ayak Divanı için padişahın tahtı osmanlı tarihimizde Bâbü’s saade önüne çıkartılır ve tahtına oturan padişah şikâyetleri dinlerdi. 1602’de Sultan III. Mehmed döneminde Anadolu’da çıkan taşra ayaklanmalarının bastırılamaması sonucu bazı kışkırtıcılar kapıkulu askerlerini harekete geçirterek padişahı Ayak Divanı’na davet etmişlerdi. Bu Ayak Divanı’nda sipahilerin Anadolu’daki durum hakkındaki görüş ve istekleri padişaha bildirilmişti.

Savaş döneminde yapılan Ayak Divanları ise genelde savaş meydanında yapılırdı. Ayak Divanı’nın mühim ve acele işlerin müzakeresi ve derhâl bir karara varılması için padişahın ve serdar-ı ekremin başkanlığında toplandığı da olurdu.

Ayak Divanı’nın en hazini, Sultan IV. Murad zamanında Serdar Hüsrev Paşa’nın azledilince askeri tahrik etmesiyle vuku bulmuş ve isyanın önü alınamayınca padişah, 1632’de Bâbü’s saade önünde Ayak Divanı’nı toplamış, ancak asileri teskin edemeyince sadrazamı Hafız Ahmed Paşa’yı onlara teslim etmek zorunda kalmıştır. Osmanlı tarihinin nahoş sayfalarıdır. Sultan IV. Murad’ın bundan sonraki her isyanda çok sert tedbirler almasında, padişahlığının ilk yıllarında yaşadığı bu acının büyük etkisi olmuştur.

Bâbü’s saade Önünde Yapılan Merasimlerde Alkış
Padişahlar Cuma Selâmlığı için ata veya arabaya binmek üzere saray kapısından çıkarken:
“Uğurun hayrola, yaşın uzun ola, Allah efendimize ömürler vere ... Devletinle çok yaşa.” alkışı yapılırdı.

Padişah camiye yaklaştığı sırada selâmlık için gelmiş olan devlet ricali atlarından inerler ve sadrâzam hünkâra yerden temenna ederken yine:

“Maşallah ... Ömr-i devletinle çok yaşa.” diye alkışlanırdı.

Padişah, gerek binek taşında attan inerken gerekse namazdan sonra ata binerken:

“Yardıma Allah ola, ömrün uzun ola, Hak Teâlâ efendimize ömürler vere, devletinde çok yaşa.” alkışı yapılır ve buna “büyük alkış” denilirdi.
Enderun

Topkapı’da Bâbü’s saade’den itibaren Enderun kısmı başlar. Farsça “sarayın iç kısmı” demek olan Enderun, bir avlu etrafındaki çepeçevre koğuşlardan oluşur. Avlunun ortasında Arz Odası dediğimiz, padişahın; elçileri, vezirleri ve özellikle de vezir-i âzamı kabul ettiği hoş bir bina vardır. III. Ahmed’in yaptırdığı zarif bir mücevher kutusu gibi duran kütüphane de bu mekânda bulunur.

Osmanlı Sarayı’nın her yerinde muhteşem çiniler veya oyma teknikli muhtelif kitabeler göze çarpar. Bunlar, o bölümü imar veya tamir ettiren padişah adınadır; fakat bilhassa Harem’de çinilerin üstündeki ayet-i kerime, hadis veya herhangi bir ibarenin çokluğu göze çarpacaktır. Bu, Harem’deki okuma yazma faaliyetinin yüksekliğini de gösterir. Bilhassa hem Türkçeyi hem de hitabeti öğrenen cariyeler ve harem halkı bunlar sayesinde âdeta okumalarını geliştirmektedir. Osmanlı tarihinin en büyük hattatlarının en önemli hatları, hüsnühat örnekleri Harem-i Hümâyûn’dadır. Bunlar bugün derlenip toparlanmaktadır.

Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...