9 Ekim 2021 Cumartesi

Mezopotamya’dan Günümüze Mutfak Kültürü Ve Mutfak Tarihi

 


Mezopotamya’dan Günümüze Mutfak Kültürü Ve Tarihi

Mezopotamya’dan Günümüze Mutfak Kültürü Ve Mutfak Tarihi
*Ertuğrul DÜZGÜN-a, 
Fügen DURLU ÖZKAYA-b

Özet
Günümüzde dünyanın pek çok yerinde sosyal, kültürel, ekonomik ve inanç bakımından çok sayıda toplum bulunmaktadır. Bu toplumların sayılan farklılıklardan dolayı süreç içerisinde birbirlerinden farklı mutfak kültürleri oluşmuştur. Farklı coğrafyalarda ve iklimlerde yaşamış, pek çok medeniyetle kültürel etkileşimde bulunmuş olan bu toplulukların kültürel etkileşimlerini incelemek araştırmanın amacını oluşturmuştur. 

Bu amaçla ilk yerleşimin görüldüğü yer olan Mezopotamya’dan başlanarak günümüze kadarki kronoloji anlatılmış, ardından ise varlığını halen sürdüren uluslararası mutfakların gelişimleriyle ilgili bilgiler verilmiştir. Bununla beraber Türk mutfağının Anadolu topraklarındaki gelişim serüveni de anlatılmıştır. Çalışmanın son bölümünde ise ülkeler için kültürel bir miras olan mutfak kültürünün kaybedilmemesi için turizm sektörüne yönelik öneriler getirilmiştir.

GİRİŞ
İnsanların en temel gereksinimlerinden birini oluşturan beslenme sisteminin ortaya çıkardığı mutfak kültürüne tarihsel olarak bakıldığında; mutfaklar, toplumların gelenek ve görenekleri, sosyo-kültürel boyutları, refah durumları gibi etmenlere paralel olarak birbirlerinden farklı gelişim evreleri geçirmişlerdir. Bunlara ek olarak, toplulukların yaşam alanlarını belirleyebilmek için giriştikleri mücadelelerin ve göçlerin oluşturduğu gelişmeler ve yer değiştirmeler de mutfak kültürünün belirlenmesinde önem teşkil etmiştir.

İnsanlığın evriminde beslenme biçiminin önemli rol oynadığı bilinmektedir. Canlının çevresiyle olan ilişkisinde yiyecek arama, gıda tüketimi ve gıdaların biyolojik süreçlerdeki kullanımı gibi faktörler öncelik kazanmıştır (Durlu-Özkaya, 2009).
Anadolu topraklarının Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının kavşak noktasında bulunuyor olması, burada yaşamış olan toplulukların yemek kültürlerine de yansımıştır. 

Örneğin, Orta Asya’da yaşayıp göçebe yaşam tarzını benimsemiş olan Türk kabilelerinin kullandığı et ve mayalanmış süt ürünleri, tahıl ambarı olan Mezopotamya’daki ürünler, sebze ve meyveleriyle ünlü Akdeniz ve çevresindeki ürünler, Güney Asya ve Hindistan bölgesinden dünyaya yayılan hoş baharatlar ile birleşerek zengin ve özgün bir mutfak kültürünü doğurmuştur. Bu zenginleşme dönemimde özgün olma noktasına dikkat edilerek, kültürün bir belirleyicisi olan mutfağın kültür kimliği haline getirilmesine yönelik davranışlar sergilenmiştir. 

Mutfaklardaki bu özgünlüğü de içine alan konuyla ilgili birçok tanımlama yapılmıştır. Scarpato (2002) mutfağı, tükettiğimiz tüm yiyecek ile içecekleri içeren ve gıda olarak adlandırılan her şeyi içine alan çok geniş kapsamlı bir disiplin olarak belirtmiştir. Gvion ve Trostler (2008) de, belirli bir bölge ve halkla bütünleşmiş olan bir yemeği hazırlanırken kullanılan malzemeler, pişirme yöntemleri, sunma şekilleri ve yeme yöntemlerinin toplamı olarak açıklamışlardır. Horng ve Tsai (2011) ise, ülkelerin veya bölgelerin kendilerine has sofra kültürlerinin oluşmasını sağlayan ürün, yemek ve yemek pişirme yöntemleri olarak sıralamışlardır.

Bireylerin yaşamlarının devamlılığını sağlayabilmeleri için gereken en önemli ihtiyaçlardan biri olan yeme-içme gereksinimi Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisinde de giderilmesi gereken zorunlu adımların ilkidir (Aymankuy ve Sarıoğlan, 2007: 8). Zaman içerisinde bu zorunlu adımın geliştirilmesinde yardımcı unsur niteliğinde olan kap kacak kullanımı, çatal-bıçak gibi ekipmanların icadı ve sofra düzeninin oluşması gibi adımlar atılmıştır. 

Bununla beraber yemeğin sadece zorunlu ihtiyacın giderilmesi olarak görülmemesi, onun bir kültür göstergesi olduğu varsayımıyla, yemeği bir sanata dönüştürme kavramı ilk çağlardan başlayarak günümüze kadar devam eden önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Konuyla ilgili Türk mutfağından örnek vermek gerekirse, geçmişte özellikle artan göç ve dinsel hareketlerle birlikte yeni özellikler edinmiş olan Türk mutfağı, Osmanlı döneminde de bu coğrafyadaki birçok değişik mutfak kültüründen etkilenmiş ve bunun sonucunda da zengin bir mutfak kültürü oluşturmuştur. Buradan hareketle de Türk mutfağından söz ederken; Bizans mutfağı, Avrupa mutfağı, Çin mutfağı, İran mutfağı, Arap mutfağı ve Akdeniz mutfaklarıyla etkileşim sağlayarak geliştiğini söylenebiliriz.

Mutfakların Tarihsel Gelişimi ve Mutfak Tarihi Nedir?
İnsanlığın ilk yaşam belirtilerini vermeye başladığı tarihten itibaren zorunlu bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkan yemek ihtiyacı ve bu ihtiyacı karşılamaya yönelik olarak gelişen mutfak kavramı, çeşitli dönemler içerisinde farklı evrelerden geçmiştir.

İlk çağlar, insanın hayatta kalabilmek için yediği ve hatta genellikle ne işe yaradığını ve ne olduğunu bilmeden yediği, tek amacının hayatta kalmak olduğu dönemdir. Henüz ateş bulunmadığı için pişirme yöntemleri keşfedilmediğinden, bu dönemde etin yumuşaması için belirli bir süre bekletildiği bilinmektedir. Bu yüzden bahsi geçen dönemde leş yemenin bile başka bir tercih olmadığı zamanlarda faydalanılan ilkel bir zaman dilimi olduğu söylenebilir (Dilsiz, 2010:9). İnsanın sadece et ve otla beslenme alışkanlığını kazanmış olması o dönemde başka bir tercihinin olmamasındandır (Gilles ve Olivier, 2007:10).

Ateşin kullanılmaya başlamasıyla beraber insanlar yediklerini pişirip yemeye; 

lezzet arttırıcı ve çiğnemeyi kolaylaştırıcı yöntemler geliştirmeye yönelmişlerdir. Bunun için öncelikle yabani bitkileri ehlileştirme yoluna gitmişlerdir. Üretilen bitkileri de saklayarak yeri geldiğinde kullanmışlardır. Bitkilerden fayda sağlayan dönem insanı, avcılığın yanı sıra ekip-biçme ve toplayıcılık faaliyetlerine de yönelmişlerdir (Ciğerim, 2001: 50). Bunun sonucunda da insanlar ekmiş oldukları ürünlerin karşılığını alabilmek için yerleşik hayatı benimsemeye başlamışlardır. 

Tarih kronolojisinde Neolitik Çağ olarak adlandırılan bu dönem, insanlık tarihinin en önem arz eden dönemlerinden biridir. Çünkü yerleşik hayatın yani bugünkü kırsal ve kentsel yerleşimin temellerinin atıldığı dönemdir. 

Bu dönemde meydana gelen değişim ve gelişmeler, insan hayatını kolaylaştıracak birçok gelişmeyi de beraberinde getirmiştir (Sevin, 2003:45). Bilim dünyası tarafından madenciliğin ilk defa ortaya çıktığı ve beşiğinin de Anadolu toprakları olduğu gerçeği bugüne kadarki buluntular sonucunda kabul görmüş bir gerçektir (Bilgi, 2004: 3). Ayrıca yine bu döneme rastlayan, tarihteki en eski tapınma yeri olarak literatüre girmiş olan Göbeklitepe de Mezopotamya bölgesinin ilk yerleşimlere ev sahipliği yaptığının göstergesidir.

İnsanlar yerleşik hayat düzenini benimsedikten sonra, yemek yemeyi karın doyurma zamanı olarak algılamaktan ziyade, sofra kurma ve sofrada değişik yiyecekleri bir arada tatma geleneği de gelişmeye başlamıştır (Merdol, 1998:137). Neolitik dönemi ise Kalkolitik Çağ takip etmiştir. Geç Neolitiğin devamı niteliğinde olan Kalkolitik Çağ’da, başta bakır olmak üzere birçok maden işlenmiş ve insanlığın kullanımına sunulmuştur (Başak, 2002: 13). 

Madenlerin eritilmeye başlanmasıyla beraber insanların ihtiyaç duyduğu kullanım kolaylığı sağlayan aletlerin üretimine başlanmıştır. İnsanların cevher sayesinde bakırı eritmelerine olanak sağlayan teknolojiyi geliştirmeleri ihtiyaç duydukları kadar metal üretmelerine olanak vermiştir. Böylelikle bakır, ilk dökme örneklerini balta ve keski gibi aletlerin yapımında vermiştir (Bilgi, 2004: 10). 

Tunç Çağı’na girilmesiyle birlikte döküm için çok parçalı ve kapalı kalıpların kullanımına başlanmıştır. Bunlar sayesinde aynı kalıpların birden fazla defa kullanılabilmesi sağlanmıştır (Erginsoy, 1997: 1142). Demir Çağında ise birçok madenci toplum bulunmaktadır. Urartular ise bu dönemin en fazla gelişme gösteren topluluğudur. 

Bu dönemde daha değerli madenler gelişme göstermiştir. Genelde; altın, gümüş, demir, bakır gibi madenlerde veya tunçtan yapılmış olan eserlerde çeşitlenmeler bulunmaktadır (Çilingiroğlu, 1997: 107). Ardından ise Ortaçağ ve sonrasındaki toplulukların gelişimleri söz konusu olmuştur. Özellikle Ortaçağda Anadolu topraklarında gelişme gösteren Roma ve onun bir uzantısı olan Bizans imparatorluklarının varlığından da söz edilebilir.

Türk mutfağı ise geçmişten günümüze gelinceye dek çeşitli evrelerden geçmiştir. Orta Asya dönemi, Selçuklu ve Beylikler dönemi, Osmanlı Saray Mutfağı ve Cumhuriyet dönemi mutfağı olmak üzere çeşitli tarihsel süreçlerden geçmiştir (Toygar, 2001: 54). Göçebe yaşam tarzını benimsemiş olan Türkler tarihsel süreçte birçok farklı toplumla etkileşim haline girmişlerdir. O yüzden Türk yemek kültürünü sadece bu dönemler ile sınırlamak mümkün olmayabilir. Bahse konu olan etkileşimler ise; Kutadgu Bilig, Orhun Yazıtları, İbn-i Batuta Seyahatnamesi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Babürname ve Kanunnameler gibi Türk tarihi için önem arz eden yazılı kaynaklardan anlaşılabilmektedir.

14.yüzyılda Orta Asya’yı gezerek Seyahatnamesine not eden ünlü gezgin İbn-i Batuta Türklerin yeme-içme alışkanlarından şu şekilde bahsetmektedir: “Türkler ekmek ve buna benzer katı yiyecekler yemezler. Bulgur denilen darıdan yapılan yemeği pişirirler. Önce suyu ateşin üzerine koyarlar, kaynayınca bulgurdan içine bir parça atarlar, evde et varsa lime lime edip onu da içine katarlar ve birlikte pişirirler. Yemek üstüneyse kısrak sütünden yapılma kımız adlı içkiyi içerler” (Gürsoy, 2004: 83).

Göçebe yaşam tarzını benimsemiş olan Selçuklular yarı göçebe olarak Anadolu’ya gelmiş, ziraata ve tarıma oldukça elverişli olan bu topraklarda zamanla yerleşik hayata geçerek kendilerinden önceki toplulukların tecrübelerinden de faydalanarak tarımla daha fazla ilgilenmeye başlamışlardır. Ancak Anadolu Selçuklularından günümüze mutfaklarıyla ilgili çok sınırlı bilgi ulaşmıştır (Şahin, 2008: 45). 

Çünkü gösterişten uzak ve sade yaşam tarzları mimaride olduğu gibi mutfak adaplarına da yansımıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise; Türk mutfak kültürü önemli bir gelişme kat etmiştir. Geçmişe bakıldığında Türk mutfağına en çok ilginin gösterildiği ve gösterişli zamanları altı asırdan fazla hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu zamanında yaşandığı söylenebilir. 

Osmanlıda yemekler, genel olarak Köy (taşra) Mutfağı ve Şehir Mutfağı olarak iki bölümde toplanabilmektedir. Bu iki mutfağın birleşimini sağlayan ve bugünkü Türk mutfağının temelini oluşturan ise Saray Mutfağı olmuştur (Aktaş ve Özdemir, 2007:25). Osmanlı mutfağı, 15. Yüzyıldan itibaren İstanbul’daki sarayda ve saray çevresinde yaşayan seçkinler grubu tarafından şekillendirilmiştir. Bu şekillendirme, mutfaklarda kullanılan malzemelerden pişirme tekniklerine, yemek çeşitliliğinden yemek yeme alışkanlıklarına, yemek zamanındaki görgü kurallarına ve mutfak inşalarına kadar birçok konuyu kapsamaktadır (Yerasimos, 2007: 12).

Mutfak kavramı ile ulusların yalnızca mutfaklarına ilişkin yiyecek ve içecekleri değil aynı zamanda bu yiyecek ve içeceklerin hazırlanışı, pişirimi, tüketimi, saklanması ve servisine yönelik teknikler, servis esnasında tercih edilen araç ve gereçler, mutfağın konumu ve mimarisi, toplu yemek törenleri ve bu noktada gelişen inanç ve uygulamaları da kapsayan, öznel bir kültürel yapı akla gelmelidir (Durlu- Özkaya ve Kızılkaya 2009:266).

Davis ve McBride (2008) mutfak hazırlıklarını “heykel sanatı ya da dans gibi kültürün ifade ediliş yöntemlerinden biridir” şeklinde yorumlamaktadır. Tüm toplumlarda değişik kültürel yapı ile karşımıza çıkan mutfak kavramı, insanlığın beğenisine bağlı olarak gelişen, ilk çağdan günümüze kadar gelmiş olan bilimsel bir sanat durumundadır (Ciğerim, 2001:49). Özetle insanoğlu dünden bugüne, diğer bütün canlılardan farklı olarak en temel gereksinimlerinden birini oluşturan beslenmeyi bir sanata dönüştürmektedir (Baysal ve Küçükaslan, 2007:4).

Mezopotamya bölgesinde ortaya çıkan bu yemek pişirme sanatı Çetin (1993)’in oluşturduğu şekilde de görüleceği üzere, sonraları Çin ve Asya Mutfakları olmak üzere dünya genelinde iki ana mutfağa ayrılmıştır. İlerleyen süreçte de Çin Mutfağı Japon Mutfağının oluşumunu sağlamıştır. 

Diğer tarafta ise Asya mutfağı Mısır mutfağının gelişimini sağlarken, Mısır mutfağının Eski Yunan mutfağını etkilediği, Eski Yunan mutfağının ise Roma mutfağının temellerini oluşturduğu, buna bağlı olarak gelişen Roma mutfağının da zengin Fransız mutfağının oluşumunda katkısının olduğu, Fransız mutfağının ise büyük ve sıcak mutfağın oluşumunu desteklediği söylenebilir. Eski Yunan mutfağının sayılan mutfakların gelişmesine sağladığı katkının yanı sıra İngiliz mutfağıyla da etkileşime girdiği, gelişme gösteren İngiliz mutfağının da Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika mutfaklarını etkilediği söylenebilir.

Yemek pişirme sanatının Mezopotamya'da temellerinin atılmasından ardından zaman içerisinde mutfaklar birbirlerinden ayrışmaya başlamışlardır. Bu ayrımın ilki Asya ve Çin mutfağı olarak gerçekleşmiştir. Kimi araştırmacılar bu ayrımın ilk olarak Anadolu ve Çin mutfağı olarak ikiye ayrıldığını belirtmektedir. 

Bu şekilde bakıldığında Çin mutfağının yalnızca Japon mutfağını etkilediği görülürken, Anadolu mutfağının Mısır mutfağının gelişimine katkı sağladığı, onunda birçok ülke mutfağının temellerini dayandırmış olduğu Eski Yunan (Grek) mutfağına etki ettiği söylenebilir. Akabinde ise Eski Yunan mutfağı Roma mutfağını etkilemiş ve derken bundan Fransız mutfağı etkilenmiş ve devamında ise Fransız mutfağı İngiliz mutfağına ilham vermiştir. 

Bütün bu etkileşimler sonucunda da, milletlerin kendi öz benliklerini yansıtan mutfak kültürlerinin oluşumu gerçekleşmiştir (Ciğerim, 2001:50). Bu mutfak kültürlerinin oluşum kaynağının Mezopotamya bölgesi olduğu ve bu bölgenin de Anadolu’da bereketli topraklar olarak adlandırılan coğrafyada yer aldığı söylenebilir.

Yarış (2014)’a göre dünyadaki bütün mutfakların temelinde Mezopotamya mutfağının doğrudan etkisi vardır. Çünkü ilk yerleşik hayatın başladığı ve tarımın ilk defa yapıldığı topraklar olan Mezopotamya, mutfak sanatları da dahil olmak üzere bilginin her alanında medeniyetlere ev sahipliği yapmış; Türkiye, Irak, İran ve Suriye gastronomisinin bugünkü durumuna gelmesinde etkili olmuştur. 

Ayrıca bölge halkının ticaretle uğraşmaları sebebiyle sıklıkla seyahat ettikleri ve gittikleri yerlerden yeni şeyler getirdikleri için bölgenin birçok mutfağı içerisinde alan bir sentez oluşturmaktadır. Topraklarına Asur, Pers, Yunan, Roma, Bizans, Emevi-Abbasi, Arap uygarlıkları, Selçuklu ile Osmanlılıların izler bıraktığı bu topraklarda yaşanan kültürel etkileşimler bölgenin mutfak kültürüne de etki etmiştir.

Türkiye’ye dünya uygarlık mirası açısından bakıldığında dünyanın en çeşitli, en görkemli ve en zengin kültürüne sahip olan bir açık hava müzesi gibi olduğu görülecektir. İtalya denince akla ilk gelen uygarlık Roma, Yunanistan dendiğinde akla ilk gelen ise Helen Uygarlığıdır. Ancak Türkiye dendiğinde akla birbiri ardına sıralanmış çeşitli medeniyetlerin oluşturduğu muhteşem miras gelmektedir. Başta Hitit, Frigya, Likya, Lidya, İon, Roma-Bizans, Selçuklu ve Osmanlıların olmak üzere birçok uygarlığın bıraktığı o muhteşem miras bu topraklar dâhilinde bulunmaktadır (Batman ve Çınar, 2008:189).

Türk mutfak kültürünün oluşumunda altı asır boyunca hüküm süren Osmanlı önemli bir yere sahiptir. Çok ulusluluk, çok dinli anlayış ve üç kıtaya yayılan toprak hâkimiyetiyle Osmanlı İmparatorluğu, zenginliğini mutfak kültüründe de göstermiş ve mutfakta da kendine özgü bir imparatorluk oluşturmuştur. 

Türklerin et ve et ürünlerinin ağırlık kazandığı mutfağı ile yöresel Anadolu mutfakları süreç içerisinde birbiriyle kaynaşmış ve yeni bir sentez oluşturmuştur. Ege adaları ve kıyılarındaki zeytinyağı ve balık, güneyden gelen et yemekleri mezeler ve şerbetli tatlılar, Bizans ve Roma mutfak kültürünün de etkisiyle adeta bir potada erimiştir. İmparatorluğun geniş alanlara yayılmasıyla birlikte Ortadoğu, Güney Akdeniz ve Avrupa yemekleri de bu potaya dâhil olarak Anadolu mutfak kültürünü daha da zenginleştirmiştir (Gürsoy, 1995: 43).

Bahsedilen bu kültürlerle etkileşim içerisinde olan Türk mutfağı bu konuda kendini geliştirmiştir. Günümüzde dünya mutfakları içerisinde önemli bir konumda bulunan Türk mutfağı, Çin ve Fransız mutfaklarıyla birlikte dünyanın üç büyük mutfağından biri olarak gösterilmektedir.

SONUÇ
Toplumların herhangi bir yiyeceği nasıl yediği ya da o ürünü neden yemediği konuları, o toplumun mutfak kültürleriyle ilgili ipuçları vermektedir. Mutfaklar, geçmişten günümüze gelen en önemli kültür halkalarıdır. Mutfak kültürü en zor değişen ve toplumların kültürel değerlerini en uzun süre içerisinde barındıran önemli bir etken olma özelliğini taşımaktadır. 

Toplumların mutfak kültürleri, içinde yaşadıkları bölgenin coğrafi şartları, tarım özellikleri, sosyo- ekonomik durumları, dini özellikleri ve diğer toplumlarla ilişkilerine göre şekillenir. Mutfak kültürü bu özellikler içerisinde kendine yer bulmaktadır. Bu durum iki türlü gerçekleşir; mutfaklar ya etraflarında bulunan etmenlerden faydalanıp onlarla etkileşim haline girerek kendi özgün kültürlerini oluşturur ya da bu etkileşim içerisinde kaybolarak başka kültürlerin etkisinde asimile olur. 

Bu noktada mutfak kültürünün nasıl geliştiğini anlayabilmek, diğer toplum kültürleriyle etkileşimini inceleyebilmek ve günümüze kadar nasıl geldiğini tespit edebilmek için onun temeline inmek gerekmektedir.

Yaşamın sürekliliğini sağlayan en önemli ihtiyaçlardan olan yeme-içme insanoğlunun varoluşundan beri büyük önem arz eden bir uğraş olarak karşımıza çıkmıştır. Bu uğraşı insanoğlunun gelişimine, yaşadığı yerin iklimine ve coğrafyasına bağlı olarak çeşitlenmiş ve gelişme göstermiştir. Öncelikle ilkel toplumların avcılık ve toplayıcılıkla başladığı bu uğraş, taştan aletlerin icadı ve ateşin keşfi ile devam etmiştir. 

Ancak bu insanlar mutfaklarındaki tecrübelerini Neolitik Dönem’de kazanmışlardır. Neolitik Dönem’e gelindiğinde insanoğlu avcı-toplayıcılığın yanı sıra tarıma da yönelmiştir. Bu sayede de üretim ortaya çıkmış ve insanlar ektikleri bu ürünleri bekleyebilmek için bugünkü şehir hayatının temellerini oluşturan yerleşik yaşama geçmişlerdir. Bu dönemde insanlar sadece et ağırlıklı beslenmeyi bırakıp değişik bitkileri, hayvansal ürünleri ve baharatları karıştırarak yemek yapmaya başlamışlardır. 

Neolitik dönemde özellikle Mezopotamya ve Anadolu önemli bir rol oynamıştır. Çünkü bu döneme ait en eski kaynaklar Mezopotamya bölgesinde ortaya çıkmıştır. Özellikle bugünkü Güneydoğu Anadolu’da Şanlıurfa ili sınırları içerisinde bulunan Göbeklitepe bunun en önemli örneğini teşkil etmektedir. Sonraki dönemlerde ortaya çıkan yeniliklerin dünyaya bu topraklardan yayılması Anadolu’nun etkinliğini belirgin bir şekilde artırmıştır.

Çin ve Fransız mutfaklarıyla birlikte dünyanın en büyük üç mutfağından biri olarak gösterilen Türk mutfağının, dünya mutfakları içerisindeki yerini tespit edebilmek için diğer mutfak kültürlerine ve bu mutfak kültürlerinin geçmişine bakmak gerekmektedir. Medeniyetler beşiği ve aynı zamanda tarımın ilk yapıldığı yer olarak bilinen Mezopotamya bölgesi, ikliminin çeşitliliği ve onlarca medeniyetin mirasına sahip olması gibi sebeplerle zengin bir mutfağa sahip olmuştur. İlk olarak bu bölgede ortaya çıkan yemek pişirme sanatı, sonradan Çin ve Asya Mutfakları olarak dünya genelinde ikiye ayrılmıştır. 

Sonrasında sık sık mutfak kültürleri bakımından birbirlerine benzetilen Çin Mutfağı, Japon Mutfağının temelini oluşturmuştur. Diğer taraftan ise Asya mutfağının gelişim serüveni başlamış, o da Mısır mutfağına katkı sağlamıştır. Benzer şekilde Mısır mutfağının da Eski Yunan(Grek) mutfağını etkilediği, bu mutfağın da Roma ve Fransız mutfaklarını oluşturduğu; Fransız mutfağının ise büyük ve sıcak mutfağın oluşumuna katkı sağladığı söylenebilir. Ayrıca Eski Yunan mutfağının İngiliz mutfağıyla da etkileşime girdiği, bu etkileşim Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika mutfaklarını dahi etkilediği söylenebilir.

Çin, İran, Arap, Bizans, Avrupa ve Akdeniz mutfaklarından etkilenerek zenginleşen Türk mutfağı özellikle Osmanlı döneminde geniş coğrafyalara ulaşmış ve bu coğrafyalardaki pek çok mutfak kültürünün zenginliğini de bünyesine katarak dünyanın sayılı mutfakları arasına girmiştir. Türk mutfağının en fazla bu dönemde gelişme sağlamasında Osmanlı saray mutfağının rolü oldukça büyüktür. Günümüze gelindiğindeyse, tüm dünyada kıtalar arası ürünlerin pazara girmiş olması, Avrupa ve özellikle de Fransız mutfağının popüler oluşu, Türk mutfağının da yönünü Batı’ya doğru çevirmesine neden olmuştur.

Türkiye’nin tarih boyunca birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış olan medeniyetlerin beşiği Anadolu’da bir ülke olarak en büyük zenginliği tarihi ve kültürel miraslarıdır. Yedi coğrafi bölgenin tamamında farklılık gösteren mutfak kültürü, tabiat şekilleri, yaşam tarzları gibi unsurlar, korumak ve sürekliliğini sağlamak zorunda olduğumuz ana değerlerimizdir. 

Çeşitli uygarlıklardan beslenerek oluşmuş yöresel kültürlerimiz sadece o bölgeye has tatlar olarak kalmamalı, bu değerlerden öncelikle Türk halkının haberdar olması sağlanmalı, ardındansa tüm dünyaya tanıtımı yapılarak yönünü Batı’ya çevirmiş olan mutfağımızın kültürel değerlerini kaybetmesi engellenmelidir. Bu durum turizm sektörü açısından da önem arz etmektedir. 

Çünkü yemek kültürü sürdürülebilir turizmde büyük bir öneme sahiptir. Turistler son dönemlerde bir bölgede meşhur olmuş ve orayla bütünleşmiş yiyecekleri yerinde tadabilmek, üretim yerlerini ve aşamalarını gözlemleyebilmek için o bölgeleri tercih etmeye başlamışlardır. Ayrıca yemek kültürünü görmek için buralara gelen turistler bölgede bulunan alternatif turizm kaynaklarının gelişimine de katkı sağlayabileceklerdir.

KAYNAKÇA
Aktaş, A. ve Bahattin Ö. (2007) Otel İşletmelerinde Mutfak Yönetimi (2. Baskı). Ankara: Detay Yayıncılık.
Aymankuy, Y. ve Sarıoğlan, M. (2007). Yiyecek-içecek felsefesi ve beslenme alışkanlığının geliştirilmesine yönelik bir model önerisi. 1. Ulusal Gastronomi Sempozyumu. Antalya, 31-33.
Başak O. (2002). Diyarbakır Arkeoloji Müzesi ile Cahit Sıtkı Tarancı Müzesi’nde Bulunan Türk İslam Dönemine Ait Bir Grup Madeni Eser, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Van.
Baysal, A. (1993). Türk Yemek Kültüründe Değişmeler, Beslenme ve Sağlık Yönünden Değişmeler, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar, Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları, Yayın No: 3, 12- 20, Ankara.
Batman, O. ve Çınar O. (2008). Kültür Turizmi. Cevdet Avcıkurt ve Necdet Hacıoğlu (Ed.), Turistik Ürün Çeşitlendirmesi (s.189-208) Ankara: Nobel Yayınevi.
Baysal, A. ve Küçükaslan, N. (2007). Beslenme İlkeleri ve Menü Planlaması. Bursa: Ekin Basım Yayın Dağıtım 2.Baskı.
Bilgi Ö. (2004). Anatolia Cradle of Castings, (Çev. CAROL Stevens Yürür), Anadolu Dökümün Beşiği,” İlk Metal Bakır”, İstanbul, 2004,3.
Ciğerim N. (2001). Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar: Batı ve Türk Mutfağı'nın Gelişimi, Etkileşimi ve Yiyecek İçecek Hizmetlerinde Türk Mutfağının Yerine Bir Bakış, Ankara, Yayın 28, Şubat 2001.
Çetin, Ş. (1993). Turizm endüstrisine mutfak elemanı yetiştirmeye yönelik eğitim programlarının değerlendirilmesi. Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim Bilimleri Ana Bilim Dalı (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Adana.
Çilingiroğlu, A. (1997). Urartu Krallığı Tarih ve Sanatı, İzmir,107.
Davis, M. and Mcbride, A. (2008). The state of American cuisine. A White Paper Issued By The James Beard Foundation Based On Surveys Conducted As Part Of The 2007 James Beard Foundation’s. Taste America National Food Festival. America.
Dilsiz, B. (2010). Türkiye’de Gastronomi ve Turizm (İstanbul Örneği). İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Turizm İşletmeciliği Anabilim Dalı (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul.
Durlu-Özkaya, F. (2009). “Türk mutfağında zeytinyağı”, Zeytinyağı, ed. Fahrettin Göğüş, Mücahit Taha Özkaya, Semih Ötleş, Bölüm 15. 252-263, Eflatun Yayınevi, Bölüm 11, ISBN: 978-605-4160-04-4, Ankara.
Durlu-Özkaya, F. ve Kızılkaya, O. (2009). Dolmalar ve Türk mutfağı ile Yunan mutfağındaki yeri. II. Geleneksel Gıdalar Sempozyumu. Van.
Erginsoy, Ü. (1997). “Maden Sanatı”, Eczacıbaşı, Sanat Ansiklopedisi, II, İstanbul.
Gilles F., and Olivier E. (2007). Dünya Mutfakları Atlası, Eylül 2007.
Gürsoy, D. (1995). Yemek ve Yemekçiliğin Evrimi, (1.Baskı), İstanbul: Sofra Yayınları.
Gürsoy, D. (2004). Tarih Süzgecinde Mutfak Kültürümüz. (1.Baskı), İstanbul: Oğlak Yayınevi.
Gvion, L., and Trostler, N. (2008). From spaghetti and meatballs through Hawaiian pizza to sushi: The changing nature of ethnicity in American restaurants. The Journal Of Popular Culture, 41, 6, 950-974.
Horng, J.-S., ve Tsai, C.-T. (2011). Exploring Marketing Strategies for Culinary Tourism in Hong Kong and Singapore. Asia Pacific Journal of Tourism Research, 17(3), 277- 300.
Merdol, T. K. (1998). Tarihten Günümüze Toplumlar ve Beslenme Alışkanlıkları. Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar. Ankara: Türk Halk Kültürünü Araştırma ve Tanıtma Vakfı Yayınları. No:22. Birinci Baskı.
Scarpato, R. (2002). Gastronomy Studies In Search of Hospitality. Journal of Hospitality and Tourism Management, 9(2), 1-12.
Sevin V. (2003). Eski Anadolu ve Trakya (Başlangıcından Pers Egemenliğine Kadar), İstanbul: İletişim Yayınları.
Şahin, H. (2008) Türkiye Selçuklu ve Beylikler Dönemi Mutfağı, Türk Mutfağı, Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları
Toygar, K. (2001). Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar: Türk Mutfağı Hakkında Genel Bilgiler, Ankara, Yayın No:29, Eylül, 13
Yarış, A. (2014). Mardin’de Gastronomi Turizmi: Turist Görüşlerine İlişkin Bir Uygulama (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). Mardin Artuklu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Turizm İşletmeciliği ve Otelcilik Anabilim Dalı Gastronomi Turizmi Bilim Dalı, Mardin, 2014.
Yerasimos, M. (2007). 500 Yıllık Osmanlı Mutfağı (3.Baskı). İstanbul: Boyut Yayın Grubu.

8 Ekim 2021 Cuma

Bıçak nedir? 'Bıçağı' Kim Ve Nasıl İcad Etti?

 Bıçak nedir? 'Bıçağı' Kim Ve Nasıl İcad Etti? Bıçak ilk ne zaman icad edildi? İlk çelik Bıçak ne zaman yapıldı? İlk Bıçak ne zaman yapıldı? Bıçağın tarihçesi nedir? Tarihte ilk Bıçak neyden yapıldı? Yapılan ilk bıçaklar hangi amaçla yapıldı?


İlk çelik bıçağın Roma'da Milattan Sonra Birinci yüzyılda yapıldığı rivayet edilmekte. Peki tarihi süreç içerisinde bıçağın misyonu nasıl tanımlandı?

Bıçak tarihi süreç içerisinde silah olarak kullanılırken bugün kırk çeşit türüyle ev-mutfak eşyası olarak hayatımızın parçası.Çakmak taşının yontularak yassıltılmasıyla ortaya çıkarılan ilk bıçak, günümüzden 25 bin yıl önce hem silah, hem de el aygıtı olarak kullanılmaya başlanmıştır.Bronz ve demir çağlarında metal bıçakların yapıldığı biliniyor.

İlk bıçak Roma'da ilk çelik bıçak ABD'de

İlk çelik bıçağın Roma'da Milattan Sonra Birinci yüzyılda yapıldığı rivayet edilmekte. Bıçaklar devamında, avlanmak, ayakkabı yapmak, at tırnağı kesmek için ayrı ayrı geliştirilerek yeni şekillen kazandı.Bıçağın ev aleti olarak kullanımı 14. yüzyıldan itibaren, yemek sırasında katı besinleri kesmek şeklindre ortaya çıktı. 1921'de de ABD'de ilk paslanmaz çelik bıçaklar yapılmıştır.

Yatağan'da kılıçtan bıçağa

Türkiye'de bıçak üretimi denildiğinde akla ilk gelen birkaç bölge öne çıkıyor. Denizli'nin Serinhisar ilçesindeki Yatağan ve Trabzon'un Sürmene ilçesi bunlar arasında. Yatağan bıçaklarını ünlü ve kaliteli olmasının sebebi Bıçak çeşitlerini farklı amaçlar ile kulanan Osmanlı döneminin kuruluş dönemlerine kadar dayanıyor.

16. yüzyılda devletin yükselişiyle beraber hem kılıç hem de bıçak üretiminde ciddi teknikler geliştirilirken Yatağan'da üretilen kılıçlar Osmanlı askerinin en vazgeçilmez silahı olmuştur.Yatağan'ın bıçakçılıkta bu kadar ilerlemesinin ve söz sahibi olmasının en büyük sebeplerinden bir tanesi de el yapımı bıçak imalatının asırlar boyu babadan oğla geçen bir meslek olmasından kaynaklanmakta.

Osmanlı Ordusu'nun Bursa'ya mirası

Bursa bıçağı da en bilinen metalardan. Osmanlı ordusunun Bursa'da büyük bir pazar oluşturması kılıç ve kama gibi silahların yapımını ön plana çıkarmıştır. Özellikle 19. yüzyılın sonlarından itibaren kılıç yerine el maharetinin veya ustalığın ön plana çıktığı özel bıçak ve el aletleri imalatı daha çok önem kazanmıştır.1913 yılında yapılan sanayi sayımında, tüm Hüdavendigar (Bursa) ilinde yüzün üzerinde bıçakçı dükkânı olduğu görülmüştür.

700 yıllık ustalar

Bursa Bıçağı, 700 yıldır Bursa'da bıçakçı ustaları tarafından titizlikle üretilen ve geçmişte savaş malzemesi olarak, günümüzde ise genellikle mutfak ve av malzemesi olarak kullanılan, sap ve çelik bölümünden oluşan keskinliği ve esnekliği ile ünlü kesici bir alettir.B ursa Bıçağı, namlusunun ustalıkla işlenerek 3 V'li ağız haline getirilmesiyle ve namluya ustalıkla çeşitli ağaç/kemik-boynuz/madeni/plastik sap takılmasıyla oluşturulur.

Sürmene'nin düello bıçağı

Sürmene bıçağı, 15–20 cm uzunluğuna sahip, kesici ve tutamak arasındaki kısmın oyularak işlendiği yuvarlak veya keskin uçlu bir bıçak türü. Bizans döneminden beri Sürmene'de yapılmakta.Sürmene bıçakları çelik gövde, gümüş süsler, öküz boynuzundan yapılmış tutamak ve şimşirden yapılmış bir kılıftan oluşuyor.. Bıçak, eskiden beri Lazlar ve Pontus Rumları tarafından düello savaşlarında ve bıçak horonunda kullanılmakta idi.

Bıçak türleri

Sıyırma bıçakları; soyma bıçakları olarak da bilinmektedir. Metal kısımları 12 ile 22 santimetre aralığındadır.

Et bıçakları;
özellikle kurban bayramlarında sıklıkla kullanılır. Metal kısmı 20 ile 40 santimetre uzunluğu arasındadır.

Ekmek bıçağı; 
Bıçak türlerine göre geniş bir bıçaktır. Metal kısımları 30 ile 35 santimetre aralığında değişir. Keskin kısmında tırtıklar bulunur.

Peynir bıçağı; 
diğer bıçaklar ile peynir ile kesildiğinde peynirler bıçağa yapışır ce dağılır. Bıçağın delikli kısımları peynirin yapışmamasını sağlamaktadır. Keskin kısmı 10 ile 15 santimetre aralığında değişmekte.

Meyve bıçağı; 
bu bıçağın keskin kısmı 5 ile 10 santimetre aralığındadır. Gün içerisinde en sık kullanılan bıçaklardır. Kullanılması da oldukça kolaydır.

Çakmak taşının iyice yontularak yassı bir şekil almasıyla meydana getirilen ilk bıçak, günümüzden 25 bin yıl önce hem silah, hem de el aygıtı ola­rak kullanılmaya başlandı. Baltadan soma, bi­linen en eski insan yapıtı bir araçtır.

Bronz ve demir çağlarında metal bıçaklar yapıldı ve ilk başlarda uç kısımlarına elde rahat­ça tutulabilmesi için sap geçirildi. Metal bıçak­lar, kavgada büyük bir şiddetle kullanıldığı şekilde keskinliklerini yitirmiyorlardı.

İlk çelik bıçağı Romalılar yaptı. Zaman­la, çeşitli amaçlar için çeşitli bıçaklar üretil­di. Örneğin, avlanmak, ayakkabı yapmak, at tırnağı kesmek için ayrı ayrı bıçaklar gelişti­rildi. Karşı koyabilir ilk bıçaklar da gene Roma­lılar tarafından M.S. Birinci yüzyılda yapıldı.

Bıçağın ev aleti olarak kullanımı, daha çok mutfak esaslıdır. 14. Yüzyıldan itibaren, ye­mek sırasında katı besinleri kesmek adeti ortaya çıktı ve kesilen lokmayı aftıza götürmek için ucu çatallı yemek bıçakları yapıldı. Bu­gün kullandığımız çatalların ortaya çıkması üzerine, bıçakların uçları gene yuvarlaklaştı. 1921 yılında ise ABD’de ilk paslanmaz çelik bıçaklar yapıldı.

Kesmek, yontmak gibi işlerde çok eski devirlerden beri kullanılan kesici bir alettir. Bir sapı, bir de kesici kısmı vardır ki buna “namlu” denir. “Sabit Namlulu Bıçaklar” “Hareketli Namlulu Bıçaklar” olmak üzere belli başlı iki çeşide ayrılır.

Bıçaklar, genel olarak, hangi iş için kullanılıyorsa o işe göre adlandırılırlar: Ekmek bıçağı, sofra bıçağı, köseleci bıçağı, kıyma bıçağı, kağıt kesme bıçağı, cerrahi bıçaklar gibi. Bunlardan kunduracı bıçaklarının sapı yoktur, sofrada kullanılanların ağzı keskin, uçları küttür. Zarf açma ve kağıt bıçaklarında çoklukla namlu da tıpkı sap gibi kemik, fildişi veya plastikten olabilir. Cerrahi bıçaklara genel olarak “bistüri” adı verilir.

Bıçağın Gelişim Süreci Nedir?

Taş Devri insanları çakmaktaşından iki yanı keskin, yassı yüzlü, uzunca bıçaklar kullanırlardı. Biçim bakımından bugün bildiğimiz bıçağı Tunç Devri insanları yaptı. Bu bıçağın sapı kısa, kendi uzunca, ağız kısmı da bir yay gibi eğriydi. İçlerinde tahta ve kemik saplı bıçaklar varsa da pek çoğunun sapı da kendisi gibi aynı madendendi.

Romalılar ve Yunanlılar da maden bıçaklar kullandılar. Bunların kurban kesmek için enli bıçaklar, meyve kesmek için kemik bıçaklar, tırnak bıçakları, av bıçakları gibi birçok çeşitleri vardı. Tahtadan yaptıkları kılıflara sokarak bıçakları bellerinde taşırlardı. M. Ö. Çin’de de bakırdan bıçak yapılıyordu. Çinliler bunları çoklukla akçe karşılığı olarak kullanırlardı.

Ortaçağ’da bıçak daha da gelişti, çeşitli işlerde işe yarayabilmesi için birçok çeşitleri yapıldı. Bu arada sapları süslü, açılır kapanır (hareketli namlulu) bıçaklar yapıldı.

Her çeşit bıçakları ve kesici aletleri yapma sanatına “bıçakçılık» denir. Bıçakçılıkta ana madde olarak çeşitli çelikler, daha çok karbon çelikleri kullanılır. Son zamanlarda, pahalı olmasına rağmen, 1912-1913 yıllarında bulunan paslanmaz çelik kullanılmaktadır. Paslanmaz çeliğin içinde % 15 krom vardır. Cerrahlık bıçaklarının yapılmasında da çok kere berilyum alaşımlarından faydalanılır.

İbn Battûta Kimdir

 


İbn Battûta Kimdir?

17 Receb 703’te (24 Şubat 1304) Fas’ın Tanca şehrinde doğdu. Ailesi Berberî Levâte kabilesine mensup olup Berka’dan buraya göç etmiş ve onun seyahatnâmesinde yer alan “Kazâ ve meşihat benim ve atalarımın mesleğidir” (er-Rile, III, 233) cümlesinden anlaşıldığına göre birçok kadı yetiştirmiştir. Nitekim kendisi de çeşitli yerlerde kadılık yapmış ve Tâmesnâ kadısı iken ölmüştür (İbn Hacer, VI, 100; Gibb, Selections from Ibn Battuta, s. 2).

İbn Battûta’dan bahseden en eski müellifler Lisânüddin İbnü’l-Hatîb, İbn Hacer el-Askalânî ve İbn Haldûn’dur; Makkarî ve Abdülhay el-Hasenî de er-Rile’den alıntı yapmışlardır. Mağrib’de Sa‘dîler tarafından İstanbul’a sefir olarak gönderilen Ebü’l-Hasan et-Temgrûtî eserinde bazı şehirleri anlatırken İbn Battûta’ya atıfta bulunmuş, Zebîdî de ondan bahsederken Muhammed b. Fethullah el-Beylûnî’nin (ö. 1085/1674) yaptığı muhtasara temas etmiştir (aş.bk.). 

İbnü’l-Hatîb, Abdülhâdî et-Tâzî tarafından yayımlanan bir mektubundan da anlaşıldığı üzere (er-Rile, neşredenin girişi, I, 82) aslında İbn Battûta’yı çok iyi tanımaktadır; ancak muhtemelen meslekî kıskançlıktan dolayı eserinde ona pek yer ayırmamış, birkaç cümleden ibaret mâlûmatı da hocası Ebü’l-Berekât İbnü’l-Hâc el-Billifîki’den (Bellefîki) naklen vermiştir (el-İâa, III, 273). Aynı şekilde İbn Hacer el-Askalânî de el-İâa’yı kaynak göstererek onu bir iki cümleyle geçiştirmiş (ed-Dürerü’l-kâmine, III, 480-481), İbn Haldûn ise ancak Vezir İbn Vüdrâr el-Haşemî’nin bir uyarısı münasebetiyle adını anmıştır (Muaddime, II, 564-566). İbn Battûta’nın hayatı ve şahsiyeti hakkındaki bilgilerin ana kaynağı kendi seyahatnâmesidir.

Türkler’in, Moğollar’ın, Maldivliler’in hükümdarlarıyla tanışan İbn Battûta birçok ülkede kadılık makamına getirilmiş, Farsça ve Türkçe bilmesi ve yolculuklarında çeşitli siyasî tecrübeler kazanması dolayısıyla kendisine bazı diplomatik görevler verilmiştir. Tarihimizde İbn Battûta Kimdir dediğimizde Derviş gibi giyinmesi ve dervişçe davranması sebebiyle de halk ve ulemâ tarafından seviliyordu (İbnü’l-Hatîb, III, 274). İbn Battûta, sûfîlere ve zâhidlere duyduğu yakınlık dolayısıyla onların sözlerini ezberlemiştir. 

Er-Rile bu yönüyle o dönemin tasavvuf hayatı hakkında da değerli bilgiler verir. Sıradan biri gibi görünmesine rağmen üslûbunda olağan üstü renklilik ve sarsıcılık hâkimdir. Zaman zaman bazı sözlere inanmadığını belirtse de itimat ettiği birinden gelen rivayeti asla reddetmez. İbn Battûta bazan küffara karşı cihada katılmış, bazan da kendini nimetlerden uzak tutarak bir zâhid gibi yaşamıştır. Bütün malını elden çıkarıp Şeyh Kemâleddin Abdullah el-Garî’nin tekkesine girmiş, fakat kendi ifadesiyle hayat onu tekrar maceraların kucağına atmıştır (er-Rile, III, 97, 115, 248).

İbn Battûta Kimdir?

Seyahatnâmeden öğrenildiğine göre İbn Battûta, Mağrib Sultanı Ebû Saîd el-Merînî döneminde 2 Receb 725’te (14 Haziran 1325) Tanca’dan hac niyetiyle yola çıktığında henüz yirmi iki yaşındaydı. Kuzey Afrika sahillerini takip ederek 1 Cemâziyelevvel 726’da (5 Nisan 1326) İskenderiye’ye vardı. Burada Şeyh Burhâneddin el-A‘rec’in telkiniyle kendisinde Hint, Sind ve Çin gibi doğu memleketlerini görme hevesi uyandı. İskenderiye’den Kahire’ye, oradan Yukarı Mısır’a (Saîd) gitti ve Şeyh Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî’nin Humeyserâ’daki kabrini ziyaret etti; eserinde tam metin halinde verdiği (I, 189-190) Hizbü’l-bahr virdi tasavvuf tarihi bakımından önemli bir belgedir. Yukarı Mısır’dan deniz yoluyla Cidde’ye geçmek için Kızıldeniz kıyısındaki Ayzâb Limanı’na indiyse de bölgedeki siyasî karışıklıktan ötürü Kahire’ye dönmek zorunda kaldı. 

Burada dikkat çeken hususların biri Ayzâb Limanı’nın milletlerarası statüye sahip olduğunu tesbit etmesi, bir diğeri Mısır Memlükleri’ni “Etrâk” diye anması ve Memlük hâkimiyet alanını Anadolu gibi “Türk ülkesi” tabiriyle tanıtmasıdır (I, 231). Kahire’de fazla kalmayan İbn Battûta 15 Şâban’da (17 Temmuz) Suriye’ye doğru yola çıktı ve Kudüs, Aclûn, Akkâ, Sûr, Sayda, Taberiye ve Antakya gibi şehirleri dolaştıktan sonra 9 Ramazan’da (9 Ağustos) Dımaşk’a varıp ramazanı burada geçirdi. Başta Şehâbeddin İbnü’ş-Şıhne olmak üzere aralarında iki de kadın muhaddisin bulunduğu on dört âlimden umumi icâzet aldı. Memlük Sultanı el-Melikü’n-Nâsır’ın Karasungur’u öldürmek için İsmâilî fedailerden oluşan özel timler gönderdiğini söylemesi bölgeyle ilgili olarak verdiği ayrıntılardan biridir. Seyahatnâmenin bu kısımları savaş tarihi ve gerilla taktikleri hususunda da iyi bir kaynaktır.

İbn Battûta şevval ayında (eylül) Dımaşk’tan hareket eden kafileyle Hicaz’a gitti ve ilk haccını ifa etti. 20 Zilhicce’de (17 Kasım) Mekke’den Irak’a yönelerek Kadisiye, Necef, Bağdat, Basra, Übülle, Abadan, Şüşter (Tüster) yoluyla İsfahan’a vardı. Şeyh Kutbeddin Hüseyin b. Şemseddin Muhammed er-Recâ’nın elinden tarikat tacı giydikten sonra Şîraz’a geçti ve orada Şeyh Mecdüddin İsmâil b. Muhammed’in derslerine devam etti. Şeyh Mecdüddin’in İlhanlı Hükümdarı Muhammed Hudâbende’yi (Olcaytu Han 1314-1316) etkilemesi ve onun Şiîlik’ten Sünnîliğe geçmesine vesile olmasıyla ilgili anekdotları (II, 37-39), bu bölgenin evvelce çok yoğun bir Sünnî nüfusu barındırmaktayken zamanla Şiîleşmesi hususunda bilgi vermesi açısından İran tarihi için son derece önemlidir. 

Yine bu bölümde verdiği, Emîr Çoban’ın siyasî ihtirasları uğruna girdiği macera, dönemin üç süper gücü olan Altın Orda, İlhanlılar ve Memlükler arasında cereyan eden diplomatik ilişkiler ve Ebû Saîd Bahadır Han’ın ölümünden sonra İlhanlı topraklarının paylaşılmasıyla ilgili bilgiler de çok değerlidir. İran’dan Bağdat’a ve arkasından Kuzey Irak’a yönelerek Sâmerrâ ve Tikrît üzerinden Cezîre-i İbn Ömer’i, ardından Nusaybin, Sincar ve Mardin’i gezdi. Bu arada Artukoğulları’ndan Gazî el-Melikü’s-Sâlih’ten övgüyle bahseder ve sultanın Mardin’de medrese, zâviye ve aşhaneler açtırarak halkının hoşnutluğunu kazandığını bildirir. Daha sonra tekrar Bağdat’a döndü ve 727-730 (1327-1330) yılları arasında üç defa hacca gitti.

730 (1330) yılında Cidde’den Kızıldeniz’e açılan seyyah, fırtınalı bir yolculuktan sonra Yemen’in Zebîd şehrine ulaştı. Cebele, Taiz, San‘a ve Aden’i dolaşarak Resûlî Hükümdarı Nûreddin Ali b. Dâvûd ile görüştü ve Aden Limanı’ndan hareket edip Doğu Afrika sahillerini kapsayan gezilerine başladı. Evvelâ Zeyla‘ ve Makdişu’ya (Somali), ardından Mombasa (Kenya) ve Kilve (Tanzanya) limanlarına uzanıp deniz yoluyla Yemen’in Zafâr Limanı’na döndü ve bugünkü Uman sınırları içinde kalan Nezve’ye geçerek Sultan Ebû Muhammed b. Nebhân’ı ziyaret etti. Bu bölümde, Hint Okyanusu’na bakan Kalhat gibi Yemen ve Uman şehirlerinin ve Doğu Afrika sahilindeki Kilve ile Makdişu’nun milletlerarası deniz ticaretinde çok ileri bir seviyede olduğunu söyler. Uman’dan sonra Hürmüz Limanı’na geçerek Sîrâf gibi Basra körfezinin İran kıyısındaki bölgeleri gezip tekrar Arabistan’a döndü ve 732 (1332) yılında beşinci haccını ifa etti.

Haccını eda ettikten sonra Hindistan’a gitmek niyetiyle Cidde Limanı’ndan denize açılan İbn Battûta, Kızıldeniz’de yakalandığı fırtına sebebiyle Ayzâb yakınlarındaki Re’süddevâir burnunda karaya çıktı ve Nil boyunca ilerleyerek Kahire’ye vardı; oradan Gazze’ye giderek Kudüs, Remle, Akkâ yoluyla Lazkiye’ye ulaştı ve bir Ceneviz gemisine binip “Türkiye”ye doğru hareket etti. Alâiye’ye (Alanya) vardıktan sonra Anadolu’yu gezmeye başladı. Antalya, Isparta, Eğridir, Denizli, Tavas, Muğla, Milas ve Barçın’a uzandı, ardından Konya-Erzurum seyahati yaptı. Barçın’dan sonra Konya’ya geçmesi bazı araştırmacıları hayrete düşürmüş, bu güzergâhta hiç dolaşmadığı, hatta sadece işittiklerini anlattığı tarzında bir te’vil yapılmıştır (bk. Wittek, s. 65). 

Ancak bu karışıklık, yani Erzurum’dan ansızın tekrar batıya Birgi’ye gelmesi adı geçen bölgelerde seyahat edilmediği şeklinde yorumlanamaz; bu belki de kâtip Ebû Abdullah İbn Cüzey el-Kelbî’nin tasnifinden kaynaklanan bir hatadır. Eretnaoğulları’na bağlı alanları gezerken Kayseri’de, İlhanlı hükümdarının vekili olarak hareket ettiğini söylediği Alâeddin Eretna’nın hanımıyla görüştü (II, 179-184). Konya’ya uğraması münasebetiyle de Mevlânâ’dan “şair şeyh” olarak bahseder. 

Birgi’den çıkarak Ayasuluk, İzmir, Manisa, Bursa üzerinden İznik’e gider ve Umur Bey’in Haçlılar’la yaptığı savaşa temas ettikten sonra Osmanlılar’ın komşu beylikler arasındaki saygın konumunu anlatır. Anadolu’nun o günkü siyasî durumu, ticarî kapasitesi, Ahîlik müessesesi, Hanefîliğin yaygın ve hâkim mezhep oluşuna dair geniş bilgi verir. Daha sonra Mekece üzerinden Sakarya vadisini geçerek, Geyve, Göynük, Bolu, Kastamonu yoluyla vardığı Sinop’tan denize açılarak Kırım’ın Kerç Limanı’na çıkar.

İbn Battûta Kimdir?

Karadeniz’in kuzeyinde Deştikıpçak’ı gezerek Sultan Muhammed Özbek Han ile görüşen İbn Battûta, bugünkü Kazan şehri civarında bulunan eski Bulgar şehrine varmış, “Arzızulumât”a (karanlıklar ülkesi, Sibirya) ulaşamadığını belirterek orası hakkında duyduklarını nakletmekle yetinmiştir. 10 Şevval 732’de (5 Temmuz 1332) Bizans imparatorunun kızı ve Özbek Han’ın üçüncü hatunu olan Bayalun’un kafilesine katılarak Ükek, Sûdak (Suğdak), Baba Saltuk (Dobruca ) üzerinden yaklaşık bir ayda İstanbul’a gelen seyyah İmparator III. Andronikos Palaiologos ile görüşür; fakat herhalde adını unutmuş olacak ki ondan “Tekfûr b. Circîs” şeklinde bahseder. 

İstanbul’dan tekrar Deştikıpçak’a dönerek Özbek Han’ın ülkesini Çin’e bağlayan ticaret yoluyla Ural nehrinin Hazar’a kavuştuğu yerdeki Saraycuk şehrine varır; sonra da kırk gün süren bir yolculukla Türkler’in en güzel şehri diye nitelendirdiği Hârizm’e (Ürgenç) ulaşır (III, 10-14). Burada Emîr Kutlu Demür ile görüşür ve eşi Türâbek Hatun’dan hediyeler alır. Ardından Ceyhun’un kuzeydoğusundan geçerek Kât (Kâs) ve Vâbkent üzerinden gittiği Buhara’da Hanefî fakihi Sadrüşşerîa ile tanışıp Buhârî ve Şeyh Seyfeddin el-Bâharzî’nin kabirlerini ziyaret eder. Buradan Nahşeb yoluyla Semerkant’a geçen İbn Battûta bu seyahati sırasında Çağatay Hanı Tarmaşirin’le de konuşur; eserinde Tarmaşirin’in diğer Moğol asilzadeleri karşısındaki durumu vb. konular ayrıntılı bir şekilde işlenmektedir (III, 27-32). 

Daha sonra Horasan’ın en büyük şehri olan Herat’a ve arkasından Câm, Tûs, Serahs, Bistâm şehirlerini dolaşıp doğuya dönerek Hindukuş dağlarına uzanır; oradan da Gazne-Kâbil yoluyla 1 Muharrem 734’te (12 Eylül 1333) İndus vadisine gider. Buradan Delhi Türk Sultanlığı topraklarına girer ve 17 Safer 743 (22 Temmuz 1342) tarihine kadar Sultan Muhammed b. Tuğluk’un himayesiyle Delhi’de kalarak onun arzusu üzerine yedi yıldan fazla kadılık hizmetinde bulunur. er-Rile’de Delhi Sultanlığı’nın siyasî tarihi, malî vaziyeti, istihbarat servisi, ulak sistemi gibi konularda etraflıca bilgi vermiştir (III, 105-193).

Delhi’den ayrıldıktan sonra güneye uzanan İbn Battûta Barcelure, Mangalore, Dehfetten gibi güneybatı sahil şehirlerinden geçerek Kaliküt’e varır. Aslında sultan onu Çin’e sefir olarak göndermiş, fakat İbn Battûta savaşlardan, fırtınalardan ve gezme tutkusundan başını kaldıramamıştır. Malabar sahillerindeki müslümanların ticarî hayatlarının son derece faal olduğunu belirten seyyah buradan halkının dindar, halim selim insanlar olduğunu, ancak kadınlarının gereğince örtünmediklerini söylediği Maldiv adalarına geçer; âdetlerine ve ticarî geleneklerine ilişkin dikkat çekici bilgiler verir. 

Maldiv’de bir buçuk yıl kalır ve yine kadılık yapar. Daha sonra Seylan adasına gidip Serendib dağına çıkarak Hz. Âdem’e ait olduğu söylenen ayak izini görür; eserinde gerek Hint dinlerine, gerekse semavî dinlere mensup insanların kutsal saydığı bu ziyaretgâh üzerine dinler tarihi bakımından ilgi çekici açıklamalar yapar. Buradan ayrıldığında Bengladeş kıyılarına geçer, ülkenin tarihi ve komşu bölgelerle münasebeti hakkında bilgi verir (IV, 103-104). Daha sonra Berehnegar ülkesine geldiğini, başka toplumlarda görülmeyen garip âdetlerin bu kavimde bulunduğunu anlatır. 

İlk zamanlarda bazı araştırmacılar tarafından uydurmacılıkla suçlanmışsa da sonraki çalışmalarda bu ülkenin Andaman olabileceği söylenmiştir. Buradan Cava’ya, arkasından Sumatra’ya geçer ve Malaka Boğazı’ndan dönerek Kakula (Malezya; Kuala Terenganu) Limanı’na ulaşır. Tekrar denize açıldığında bir aydan uzun bir süre karaya çıkamaz ve nihayet bazılarınca efsanevî sayılan Tavâlisî ülkesine varır (buranın Borneo’daki Şampa kıyıları, Kamboçya veya Tongking olduğu yolundaki tartışmalar için bk. Beckingham, IV, 884; Yamamoto, sy. 8 [1936], s. 93-115). Türkçe konuşan bir prenses tarafından yönetildiğini söylediği Tavâlisî ülkesinden Çin’e açılır ve on yedi günde Zeytûn (Tsiatung) Limanı’na varır; resmî görevli olması münasebetiyle el üstünde tutularak Hanbalık’a (Pekin) götürülür. Çin’de hâkimiyet kuran Moğol hânedanının müslüman tâcirlere iyi davrandığını söyler; kâğıt paradan ve Çin bürokrasisinden, ayrıca Çinliler’in resim ve seramikteki ustalıkları ile ipek ticaretinden bahseder (IV, 123-147).

Çin’den ayrılıp tekrar Sumatra’ya ve oradan Cava’ya geçen İbn Battûta, Malabar kıyılarına yöneldikten sonra Basra körfezine gelir; Bağdat-Suriye yoluyla Mısır’a varır ve oradan da Hicaz’a geçerek altıncı haccını ifa ettikten sonra (749/1349) tekrar Mısır’a döner ve İskenderiye’den gemiyle 750 yılının Safer ayında (Mayıs 1349) Tunus’a gider; oradan Sardinya adasına geçer ve sonra geldiği Cagliari Limanı’ndan Cezayir’e doğru tekrar denize açılarak Tenes’te karaya çıkar. 750 Şâbanının sonunda (Kasım 1349) Fas’a varan ve Sultan Ebû İnân el-Merînî tarafından kabul edilen İbn Battûta böylece seyahatinin birinci kısmını bitirir. Seyahatnâmenin bu kısmında Merînî Devleti ve Sultan Ebû İnân biraz abartılı şekilde övülmekle birlikte ülkede yapılan sosyal hizmetlerin ve imar faaliyetlerinin gerçekten çok yüksek bir seviyede olduğu bilinmektedir.

İbn Battûta Kimdir?

Doğudan döndükten sonra Fas’ta bir süre kalan İbn Battûta Endülüs’e geçip Marbella, Mâleka (Malaga), Hamma yoluyla Gırnata’ya (Granada) varır ve aynı yoldan geri dönerek Merakeş’e geçer. Bu seyahatle ilgili yazdıklarında dikkati çeken husus Merînîler’in Endülüs’e olan yoğun ilgileridir; girdikleri savaşlar, inşa yahut tamir ettikleri kaleler vb. uzun uzun anlatılmaktadır (IV, 196-229). Tekrar seyahat arzusuyla yollara düşen seyyah Mali’ye yönelir ve Büyük Sahrâ’yı kuzeybatıdan güneydoğuya doğru geçerek Nijer’e gidip Mense Süleyman ile görüşür; ancak daha içerilere girmeden Merînî sultanından gelen bir emirle 754 Zilkadesinde (Aralık 1353) Fas’a dönmek zorunda kalır. Yolculuğunun bu son kısmında İç Batı Afrika hakkında çok önemli bilgiler vermektedir (IV, 239-280).

İbn Battûta yurduna döndüğünde gezdiği uzak ülkelerden, gördüğü garip olaylardan bahsedince sözleri alayla karşılanmış ve pek çok şeyi uydurduğu sanılmıştır. Gırnata’da görüştüğü Ebü’l-Berekât el-Billifîki de onun asılsız haberler naklettiğini ileri sürmüştür (İbnü’l-Hatîb, III, 273). Seyyahın yola çıkarken derin bir kültüre sahip olmadığı ileri sürülse de gerek seyahat sırasında aldığı icâzetler ve her sahada öğrendiği yeni bilgiler, gerekse önceki müelliflerin verdiği bilgileri güncelleştirme çabası onu tecrübeli bir âlim haline getirmiş ve yurduna döndüğünde seçkin bir danışman olarak sultanın meclisinde yer almasını sağlamıştır (I, neşredenin girişi, 83-86). İbn Sûde, İbn Battûta’nın er-Rile’den başka el-Vasî fî abâri men alle medînete Timenî adlı bir kitabının daha olduğunu söyler (Delîlü müerrii’l-Magribi’l-aâ, I, 69).

Fas Devleti 1996-1997 yılını İbn Battûta yılı olarak ilân etmiş, bu münasebetle gerçekleştirilen etkinlikler çerçevesinde İslâm Eğitim Bilim ve Kültür Teşkilâtı (ISESCO) Tanca’da İbn Battûta adına bir müze kurmuştur.

İbn Battûta, Marko Polo ile birlikte Ortaçağ’ın en büyük iki seyyahından biridir ve hatta çok daha geniş bir alanı gezmesi, üç kıtada en önemli kültür merkezlerine ulaşması sebebiyle onu geride bırakmıştır (Krackovskij, s. 417). Ayrıca İbn Battûta gezdiği birçok ülkede sosyal hayata karışmış, evlilikler yapmış ve hâtıralarını hiçbir şüpheye yer bırakmadan güvenilir birine yazdırmıştır (aş.bk.). Halbuki Marko Polo’nun seyahatnâmesine birçok hayalî hikâye katıldığı bilinen bir husustur. Ayrıntıları asla ihmal etmeyen İbn Battûta eserinde insan unsuruna en fazla yer veren seyyahtır. 

Çeşitli milletlerin giyim kuşamı, âdetleri ve inançları hususunda ayrıntılara inmesi bazı araştırmacılar tarafından ilk antropologlardan (Abdullah Abdülganî Ganim, I, 116-171), bazılarınca da ilk etnologlardan sayılmasına yol açmıştır (Chelhod, sy. 25 [1978], s. 5-24). İbn Battûta, gezdiği ülkelerin coğrafyası ve ekonomisi hakkında da ayrıntılı bilgiler verir. Fakat klasik bir coğrafyacı olmadığı için mesafeleri belirtmemiş, sadece yolculuğunun kaç gün tuttuğunu kaydetmiştir. İncelediği ana unsur insan olduğundan pek çok şehri “binaları sağlam, mescidi küçük” yahut “köhne bir kapısı var, kalenin iç kısmı boş” tarzında klişe cümlelerle geçiştirmiştir.

Seyahatnâmenin Özellikleri. Müellif tarafından Tufetü’n-nüâr fî garâibi’l-emâr ve acâibi’l-esfâr diye adlandırılan ve literatürde Riletü İbn Baûa adıyla bilinen eser, seyyahın kısa aralıklarla yirmi sekiz küsur yıl süren gezilerini kâtip İbn Cüzey el-Kelbî’ye ham metin olarak aktarması ve onun da bazan ihtisar edip bazan küçük ilâvelerde bulunmasıyla meydana gelmiştir. İbn Cüzeyy’in esere pek fazla müdahale etmediği onun şu ifadesinden anlaşılmaktadır: “Üstat İbn Battûta’nın sözlerini naklederken onun maksadını anlatan kelimeleri kullandım ve çok defa da nasıl söylediyse ‘köküne, dalına dokunmadan’ öylece bıraktım; bahsettiği şeylerin aslı nedir diye araştırmadım. 

Çünkü üstadımız aktardıklarını değerlendirme sırasında en iyi yolu tutmuş, aslı astarı olmayan haberler için güvensizliğini bildiren sözler söylemiştir. Ben yer ve kişi adlarından problemli olanları halletmek ve harekeleri belirtmek suretiyle kitabı daha verimli hale getirmeye çalıştım” (I, 152). Eserin mukaddimesi İbn Cüzey el-Kelbî tarafından yazılmıştır. Abdülhâdî et-Tâzî, er-Rile’yi neşre hazırlarken otuz nüshaya baktığını ve bazı özel nüshalarda mukaddimenin “İbn Cüzey der ki” diye başladığını kaydeder (I, 149). Kitabın sonunda verilen iki ayrı tarihten, İbn Battûta’nın hâtıralarını yazıya geçirişinin 3 Zilhicce 756’da (9 Aralık 1355) son bulduğu ve İbn Cüzeyy’in de metin üzerindeki çalışmalarını 757 yılının Safer ayında (Şubat 1356) tamamladığı anlaşılmaktadır (IV, 280).

Kitabın dili genelde sadedir; ancak üç farklı anlatım tarzından bahsetmek mümkündür. 1. Esere canlılık veren kısa cümleler ve yalın tasvirler İbn Battûta’nın kaleminden çıkmış olmalıdır. İbn Battûta, bazı araştırmacılara göre klasik tedrisattan geçmesine rağmen halktan biridir ve zaman zaman kaba sayılabilecek tasvirlerde bulunur; olayları sadece meraklı bir kişi gibi anlatır. Aslında pek çok seyyaha göre objektif sayılabilir; Afrika zencileriyle ilgili değerlendirmeleri bunun delilidir. Dikkatli bir gözlemcidir. 

İbn Battûta Kimdir?

2. İbn Cüzeyy’in etkisi. Kâtibin arada bir yaptığı açıklamalar ya manzumdur ya ilgili beldenin hatırlattığı bir anekdottur ya da İbn Battûta’nın verdiği bilgileri düzeltir mahiyettedir. İbn Cüzeyy’in üslûbu, gerek mukaddimeden gerekse metin içindeki açıklamalarından anlaşıldığı üzere biraz külfetlidir. İbn Cüzey üslûbunda dönemin diğer vak‘anüvisleri, saray kâtipleri olan İbn Fazlullah el-Ömerî ve Kalkaşendî gibi garip benzetmelere yer verir. 3. Alıntı yapılan kaynakların etkisi. Seyahatnâme içinde genel akışa uymayan, çok ayrıntılı bina tasvirlerinin geçtiği bölümler vardır. Meselâ Dımaşk Emeviyye Camii’nin ve Kâbe’nin tasvirleri müellifin kendi anlatımından değildir. 

Bu gibi bölümlerde onun İbn Cübeyr ve Ebû Ubeyd el-Bekrî gibi daha eski müelliflerden alıntı yaptığı, ayrıca İbn Cübeyr’in üslûbundan da etkilendiği görülür. Bu konu üzerinde duran araştırmacılar, İbn Battûta’nın özet şeklinde ve bazan da aynen İbn Cübeyr’in rihlesinden alıntı yaptığına işaret etmişler, özellikle Mekke’de gerek hac günlerinde gerekse diğer zamanlarda yapılan ibadetlerin tasvirinde ve Akkâ, Medine, Sûr, Dımaşk, Humus, Halep, Hama, Kûfe, Musul, Bağdat, Nusaybin ve Mardin’in tanıtımında ondan faydalandığını söylemişlerdir (Mattock, XXI, 36, 38-39). 

Esasen kendisi de bu tip alıntıları belirtir ve isim verir (I, 272-273); dolayısıyla eseri intihal olarak görmek doğru değildir. Kitabın dikkat çekici bir yönü de çeşitli beldeler hakkında azımsanmayacak sayıda beyit ihtiva etmesidir (I, 274-275). Seyahatnâme, bazı devlet ve müesseselerin karanlık kalan yönlerini aydınlatma hususunda önem taşımakla beraber tarih açısından bütünüyle güvenilir bir kaynak değildir. Meselâ müellif Hârizmşah Muhammed ile oğlu Celâleddin’i karıştırmakta ve ilk seyahatine ait bazı bilgileri ikinci seyahatinde görmüş gibi anlatmaktadır (EIr., VIII, 5).

Avrupa hariç neredeyse eski dünyanın tamamını gezen İbn Battûta’nın dönemi, dolaştığı ülkelerin çoğunda Türkler’in ve Moğollar’ın hâkim olması sebebiyle bir Türk-Moğol asrı sayılabilir. Dünyanın yedi büyük hükümdarı arasında ilk sıraya koyduğu Ebû İnân el-Merînî hariç diğerleri Türk veya Moğol asıllıdır; dolayısıyla verdiği bilgiler bu milletlerin tarihi açısından çok önemlidir. 

Er-Rile’de Anadolu’nun o günkü durumu hakkında ayrıntılı bilgi vardır ve eser beyliklerin iç ihtilâfları, Umur Bey’e karşı düzenlenen Haçlı saldırısı, Alanya’nın milletlerarası bir liman oluşu, Germiyanoğulları’na karşı duyulan güvensizlik, Eretna Devleti’nin refah seviyesi, Sinop’un stratejik değeri, Erzurum ve Erzincan’da birbirleriyle çarpışan Türkmen kabileleri, Anadolu genelinde Hanefî mezhebinin yaygın oluşu, İlhanlılar’ın Anadolu siyaseti, Çobanoğulları, Ahîliğin yükselişi vb. hakkında birinci el kaynaklardandır. İbn Fazlullah el-Ömerî ve Kalkaşendî gibi Arap kaynaklarında da Anadolu’ya dair kayda değer bilgiler yer alır, fakat bunlar İbn Battûta kadar zengin değildir. Eserde kullanılan Türkçe kelimeler ise henüz incelenmemiştir. George Alfred Leon Sarton’un da temas ettiği gibi (Introduction, III/2, s. 1614) kitapta Türkçe’nin tarihî gelişimine az da olsa ışık tutacak bir hayli kelime bulunmaktadır.

Sosyal hayat, âdetler, inançlar ve töreler hakkında çok zengin malzeme ihtiva eden er-Rile antropoloji açısından da değerli bir kaynaktır. Çünkü eserde yemek tariflerinden bayram ve matem giysilerine, siyasetten tasavvufa kadar o dönemin insanıyla ilgili her konuda bilgi verilmiştir. Gerek A. L. Sarton gibi bilim tarihçileri (a.g.e., s. 1614) gerekse H. A. R. Gibb gibi mütercim-araştırmacılar er-Rile’nin bu ansiklopedik yönüne dikkat çekmişlerdir. Abdullah Abdülganî Ganim ise İbn Battûta’yı ilk antropologlardan saymaktadır (er-Ruvvâdü’l-müslimûn, I, 121). Ganim’in de belirttiği gibi er-Rile’nin verileri âdetler, ekonomi ve hukukî uygulamalar bakımından ele alındığında ortaya ayrıntılı ve çok renkli bir dünya tablosu çıkmaktadır. 

Meselâ Hindistan’la ilgili kısımda ölü yakma merasimine yer verilmiş, İran’ın Fîrûzân şehrinde cenaze törenlerinin düğün havasında cereyan ettiği belirtilmiş, Îzec’de cenaze münasebetiyle cemaatin perçemlerini keserek çığlık attığı anlatılmış, Anadolu’nun Mudurnu yöresinde mezarların üstüne -uzaktan bakınca evi andıracak şekilde- ahşap çatılar kondurulduğuna temas edilmiş, Sinop’ta cenaze kaldıranların başlarını açtıkları ve giysilerini ters çevirdikleri kaydedilmiş, Moğol kökenli Çin kağanlarının cenazesinde hizmetçi ve câriye tayfasından bir grup insanın diri diri gömülmekte olduğu, Maldiv adalarında katil bulunup öldürülmeden maktulün cenazesinin kaldırılmadığı anlatılmıştır.

İbn Battûta sosyal statüyle ilgili sembollere de temas etmiştir. Çin’de tâcirler kazandıkları altını özel boyutlarda eriterek evlerinin kapısına asmakta, beş kalıp altını olan tâcir parmağına tek yüzük, on kalıp altını olan ise iki yüzük takmaktadır. Maldiv kadınlarının giyim kuşamı, evlilik âdetleri ayrıntı biçimde anlatılır. Onu en çok şaşırtan hususlardan biri de Türk kadınlarının statüsüdür. Anadolu’da kadınlar tıpkı bir akıncı gibi at koşturmakta, pazar ticaretinde ön sıraları tutmaktadır. 

Özbek Han’ın ülkesinde asilzade hanımları sosyal etkinliklerde kocalarından aşağı kalmamaktadır. Onun antropolojik mülâhazalarının en önemlisi anaerkil düzene işaret ettiği yerlerdir. İç Batı Afrika’daki müslüman zencilerin bazı bölgelerde kurdukları düzen tamamen anaerkil esaslara dayanmaktadır. Nesep ve miras işlerinde anne ve annenin ailesi belirleyici konumdadır ve orada erkekler babalarına değil anneleriyle dayılarına nisbet edilmektedir.

er-Rile’de ticaret kültürüyle ilgili olarak ahî birliklerine temas edilmiş, bunların Kırım’dan Konya’ya, Alanya’dan Sivas’a uzanan siyasî ve ticarî etkinliğine dair ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Ona göre Ahîlik Mısır’daki fütüvvet sistemine benzemektedir. Bu düzenin bir benzeri de İsfahan’da mevcuttur. Ahî kelimesinin Arapça “ah”tan geldiğini ve “ahî” tarzında okunması gerektiğini savunanlar İbn Battûta’yı şahit göstermişlerse de eserde buna dair hiçbir işaret yoktur. İbn Battûta, söz konusu kelimeyi Arapça “ahî”ye anlam bakımından değil şekil açısından benzeterek izaha çalışmıştır (II, 163).

Çin’de bütün iktisadî faaliyetlerin kâğıda bağlandığını, para hükmündeki kâğıt parçalarının yıpranması veya yırtılması durumunda büyük darphâneye getirilerek değiştirildiğini anlatır. Maldivliler’in ve Koko’daki Afrikalılar’ın mübadele aracı “veda‘” denilen deniz kabuklarıdır. Bu adalarda büyük memurlara maaş olarak pirinç ödenmektedir. er-Rile’yi ilginç kılan hususlardan biri de seyyahın gezdiği ülkelerdeki dinar ve dirhemleri Mağrib ve Mısır dinar ve dirhemleriyle mukayese etmesidir. Böylece çeşitli ülkelerin para birimlerinin gerçek alım gücünü karşılaştırmalı biçimde verir.

İbn Battûta Kimdir?

Eserle İlgili Kuşkular ve Cevaplar. er-Rile’nin bazı bölümlerinde tarihî kopukluklar olduğu herkesçe kabul edilen bir husustur. Birtakım olayların tasvirindeki abartısı, bazı şehirleri anlatırken pek çok seyyahın temas ettiği hususlara yer vermemesi vb. durumlar, İbn Battûta şârihleri ve mütercimlerinin çoğu tarafından tabii karşılanmış, hatta son araştırmalarda İbn Battûta’nın başka seyyahlara göre daha gerçekçi olduğu ve sağlam bir hâfızaya sahip bulunduğu vurgulanmıştır. 

Ancak eserin bazı bölümlerine çok daha ciddi itirazlar yöneltilmiştir. Şarkiyatçı Stephen Janicsek, er-Rile’nin Arzızulümât ve Bulgar şehrine dair anekdotlarını uydurma, hatta kötü bir kopya gibi telakki etmiş (“Ibn Battuta’s Journey to Bulghar: Is it a fabrication”, JRAS [1929], s. 791-800), Çin’le ilgili bölümlerin, o dönemdeki Moğol kökenli Yuan hanının Kurtay adını taşımaması gibi hususlar dikkate alınarak hayal mahsulü olduğu söylenmiş (Henry Yule, Cathay and the Way Thither, London 1913, IV, 136-145), Pasifik denizindeki seyahatin bir kısmı, Tavâlisî ülkesi, Berehnegar cemaati, gerek imparatorun ismi gerekse güzergâhtaki müphemlik sebebiyle Kostantiniye seyahati yine hayalî addedilmiş, seyyahın efsanevî kuş Roh’tan bahsetmesi ise tenkitleri büsbütün arttırmış ve onun Sindbad masallarından fazla etkilendiği ileri sürülmüştü.

(Henry Yule, Ibn Batuta’s Travels in Bengal and China [Cathay], London 1916, s. 2-166). Fakat zamanla Krachkovsky (İstoriya Arabskoy, s. 421, 425), Gibb (Selections from Ibn Battuta, s. 13-14), Yamamoto (Memoirs of the Research, sy. 8 [1936], s. 103), Âga Mehdî Hüseyin (“Ibn Battuta and His Rihla in New Light”, Sind University Research Journal, sy. 6 [Hyderabad 1967], s. 25-36), S. M. İmâmüddin (“Ibn Battutah’s Visit to China”, Journal of Central Asia, sy. 12 [İslamabad 1989], s. 89-96), Norris (“Ibn Battuta’s Journey in The North-Eastern Balkans”, Journal of Islamic Studies, sy. 5/2 [1994], s. 209-220) ve Beckingham (The Travels of Ibn Battuta, IV, London 1994, s. 874) gibi şârih, mütercim ve araştırmacılar, bu müphem kısımların çoğunu delillendirerek tasdik etmiş, bir bölümünü de uygun şekillerde yorumlamışlardır. 

İbn Battûta’nın Filistin’i zikzaklar çizerek dolaşması ise bu bölgeyle ilgili bilgilerin bir kısmını daha eski bir müslüman seyyah olan Ebû Muhammed el-Abderî’den çaldığı şeklinde yorumlanmıştır (Amikam Elad, “The Description of the Travels of Ibn Battuta in Palestine; Is It Original”, JRAS, sy. 2 [1987], s. 256-272). Şüphesiz yolun bu kadar dolambaçlı işlenmesi ve Abderî’nin güzergâhıyla benzerlik arzetmesi Elad’ın iddiasının yabana atılır cinsten olmadığını göstermektedir. Ancak bu tür iddiaların sahiplerinin de bileceği üzere İbn Battûta zaman zaman seyahat rehberi türü kitaplardan faydalandığını bizzat söylemiş, bu arada Ebû Ubeyd el-Bekrî’nin el-Mesâlik’inden bahsetmiş (I, 179) ve İbn Cübeyr’den alıntı yaptığını belirtmiştir (I, 272, 273, 297, 299); dolayısıyla Abderî’den de istifade etmiş olabilir. 

Belli bir kitaptan faydalanmış olması ise orayı gezmediği anlamına gelmez; aksine kendi sunduğu bilgileri daha derli toplu hale getirme gayreti taşıdığını gösterir. Esasen İbn Battûta, alıntı yaptığı kaynakta bulunmayan yeni bilgiler vermeyi asla ihmal etmemiştir. İbn Battûta’ya yöneltilen ciddi itirazlara cevap veren ve er-Rile’nin orijinalitesini savunan araştırmacıların cevapları N. Muhammed A. İsmâil tarafından üç madde halinde özetlenmiştir (Mevsûatü’l-aâreti’l-İslâmiyye [1993], s. 181-183). İbn Battûta’nın fıkıh bilgisi ve itimada şayan olup olmadığı gibi hususlar da Arap âleminde tartışılmıştır (Ca‘fer el-Halîlî, “İbn Baûa fî mevâzîni İbn aldûn ve meayîsih”, el-Bas_ü’l-ilmî, sy. 27 [Rabat 1977], s. 241-261).

Literatür. Eser üzerine yapılan ilk çalışma Muhammed b. Fethullah el-Beylûnî’nin hazırladığı muhtasardır. Zebîdî’nin de temas ettiği (Tâcü’l-arûs, “b” md.) bu özetin Brockelmann tarafından bildirilen nüshaları dışında (GAL, II, 353) bir nüsha İzmir Millî Kütüphanesi’nde (nr. 1753), bir nüsha da Medine’de Ârif Hikmet Kütüphanesi’nde (Tarih, nr. 231) bulunmaktadır. Ancak bu eser Avrupa’da tanınıp er-Rile’nin müjdecisi olarak telakki edildikten sonra İslâm dünyasında basılmıştır; İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde de (nr. 5081) meçhul bir müellif tarafından yapılmış bir Türkçe çevirisi mevcuttur. Bu çevirinin sayfa kenarlarına sonradan Arapça ve Farsça notlar düşülmüş, Merâıdü’l-ıılâ gibi kaynaklara atıf yapılmıştır.

Krachkovsky’nin de belirttiği gibi er-Rile’nin bu muhtasarını Avrupa’da ilk keşfedenler ilim adamları değil seyyahlardır. Seetzen ve Burckhardt bu muhtasarı Gotha ve Cambridge’e getirdiler (1808). Böylece ilim çevrelerinde eser üzerine ilk incelemeler yapıldı (Krackovskij, s. 429). er-Rile’yi etraflı şekilde ele alan ilk şarkiyatçılar Alman asıllı M. Kosegarten ile öğrencisi H. Apetz’dir. 

Kosegarten İran, Maldiv adaları ve Afrika ile ilgili kısımları (Iter Persicum, Iter Maldivicum, Iter Africanum, Paris 1818), Apetz ise Malabar sahiliyle ilgili kısmı tahlil etmiştir (Descriptio terrae Malabar ex arabico Ebn Batutae Itinerario, Paris 1819). Nihayet Samuel Lee, Beylûnî’nin ihtisar ettiği metni İngilizce’ye çevirdi (The Travels of Ibn Battuta, London 1829). Daha sonra Fas’ta 1797’de bulunan bir el yazmasına dayanan J. de Santo Antonio Moura, er-Rile’yi bu eksik nüshadan Portekizce’ye tercüme etti (Viagens extensas e dilatades do celebre Arabe Abu-Abdallah Ben-Batuta, Lizbon 1840-1855). Avrupalılar’ı erken bir dönemde bir seyahatnâmeyi etraflı şekilde incelemeye ve kendi dillerine çevirmeye iten asıl sebep sömürgecilikle ilgilidir. Nitekim öncelikle ele aldıkları bölgeler Hindistan, Seylan ve İç Afrika gibi iştah kabartan yerler ve en fazla inceledikleri fasıllar da zenginlik ve altın kelimelerinin geçtiği kısımlardır.

Fransa’nın Cezayir’i işgal etmesiyle Kuzey Afrika kütüphaneleri sömürge yönetiminin eline geçti ve er-Rile’nin beş özel nüshası Bibliothèque Nationale’e getirildi; bunlardan ikisi kâtip İbn Cüzey el-Kelbî’nin elinden çıkmıştı. C. Defrémery ile B. R. Sanguinetti, uzun süren bir çalışma yürüterek eserin Arapça tam metnini Voyages d’Ibn Batoutah adıyla Fransızca’ya çevirip dipnotlarla zenginleştirerek dört cilt halinde yayımladılar (Paris 1853-1858, 1893-1895, 1969, 1979; Frankfurt 1994). Girişte Ernest Renan’ın İbn Battûta ve üslûbuna dair övgü dolu bir yazısının da yer aldığı bu tercüme o tarihten bugüne kadar İbn Battûta üzerine yapılan inceleme, karşılaştırma ve tenkitlerde daima esas alınmıştır (a.g.e., a.y.). 

Bu yayından sonra kitabın çeşitli bölümleri yahut tamamı hakkında epeyce çalışma yapılmıştır. Ernest Meyer eseri botanik tarihi bakımından incelemiş (Geschichte der Botanik Studien, Königsberg 1856, III, 309-325), Oscar Peschel ondan hareketle Hindistan tarihini (bk. bibl.), Henry Yule Hindistan, Bengladeş ve Çin (“The geography of Ibn Batuta’s travels in India”, The Indian Antiquary, III [1874], s. 114-117, 209-212, 242-244; a.mlf., Ibn Batuta’s Travels in Bengal and China, London 1916), R. Malcolm Haig Sind (“Ibn Batuta in Sindh”, JRAS, XIX [1887], s. 393-412) ve L. Fletcher Güney Hindistan (“Ibn Batutah in Southern India”, The Madras Journal of Literature and Science, I [1888-1889], s. 37-59) coğrafyalarını ele almışlar, August Fischer araştırmasında Battûta kelimesindeki “tı”nın niçin şeddeli olması gerektiğini izah etmiş (“Battûta nicht Batûta”, ZDMG, sy. 72 [1918], s. 289) ve Hans von Mzik’in kısmî çevirisinin ardından (Die Reise des Arabers Ibn Batuta durch Indien und China, Hamburg 1911) H. A. R. Gibb zengin notlarla bezeli Selections from Ibn Battuta başlıklı kitabını yayımlamıştır (London 1929). 

İbn Battûta Kimdir?

Batı dillerindeki ilk çalışmalarda esere karşı duyulan güven üzerine zamanla Yule gibi bazı araştırmacılar yüzünden gölge düşmüşse de Hans von Mzik ve Gibb’in eserleri kitabın güvenilirliğiyle ilgili temel kanaati güçlendirmiştir. Daha sonra Âga Mehdî Hüseyin’in Delhi Sultanlığı (Le gouvernement du saltanat de Delhi: Etude critique d’Ibn Battuta, Paris 1936), Yamamoto’nun Tavâlisî (yk.bk.), Narayana R. Seletore’nin Kral Haryab (“Haryab of Ibn Battuta and Harihara Nrpala”, The Quarterly Journal of the Mythic Society, XXXI [1940-1941], s. 384-406), Abdülmecîd Han’ın Fîrûz Şah (“The Historicity of Ibn Battuta re. Shamsuddin Firuz Shah”, The Indian Historical Quarterly, XV/2 [1941], s. 65-70), Stephan Conermann’ın Muhammed b. Tuğluk (Die Beschreibung Indiens in der Rihla des Ibn Battuta. 

Aspekte einer herrschaftssoziologischen Einordnung des Dehli-Sultanates unter Muhammad Ibn Tugluq, Berlin 1993) ve Richard Hennig’in Nijerya (Ibn Battuta’s Weltreise, III, Leiden 1953, s. 205-216) ile ilgili kısımlar üzerine yaptıkları incelemeler İbn Battûta’yı iyice değerlendirmiştir. Zaman zaman Amikam Elad gibi (yk.bk.) menfi tesbitlerde bulunan araştırmacılara rastlansa da yeni çalışmalar çoğunlukla İbn Battûta’yı tasdik ve ikmal ile sonuçlanmaktadır.

XX. yüzyılın ikinci yarısında er-Rile üzerine yapılan en zengin şerh-çeviri Gibb’e aittir (The Travels of Ibn Battuta, I-III, Cambridge 1958-1971). Ancak onun ömrü büyük emek verdiği eserin son cildini çıkarmaya yetmemiş ve bunu halefi Beckingham yayımlayarak neredeyse bütün paragrafları işlenip notlandırılmış olan çeviriye son şeklini vermiştir (London 1994). Şu anda eserin en kaliteli ve ayrıntılı şerh-çevirisi budur. Gibb’in başarısı, İbn Battûta’ya yakın zamanlarda yaşayan İbn Dokmak ve İbn Hacer gibi biyografi ve tarih yazarlarına başvurarak kitaptaki isimleri tahkik etmesinden ve Anadolu, Orta Asya ve Hindistan’la ilgili başka eserleri de incelemesinden kaynaklanmaktadır. 

Yine 1950’li yıllardan sonra Çek asıllı araştırmacı Ivan Hrbek’in çalışması (“The Chronology of Ibn Battuta Travels”, Archiv Orientalni, XXX [1962]) çok önemlidir. er-Rile’deki olayların tam olarak ne zaman ve nerede gerçekleştiğini ve mesafelerin nasıl hesaplanması gerektiğini diğer kaynaklarla karşılaştırarak ele alan bu çalışma hayranlık uyandıran bir sabrın ve dikkatin ürünüdür. Çok zengin bir literatür sunan Ross E. Dunn’ın eseri de (The Adventures of Ibn Battuta, London 1986; California 1989) eserin hangi bölümlerinin hangi kitaplara ve araştırmalara başvurularak değerlendirilebileceğini göstermesi bakımından kıymetlidir. Kitap F. Gabrielli tarafından Viaggiotori Arabi. Viaggi Ibn Battuta adıyla İtalyanca’ya (Cagliari 1961), Serafín Fanjul ve Federico Arbós tarafından da A través del Islam adıyla İspanyolca’ya (Madrid 1987) çevrilmiştir.

Stéphane Yerasimos, Defrémery – Sanguinetti çevirisini gözden geçirerek yeni giriş bölümü ve yeni notlarla daha zengin hale getirmiştir (Ibn Battuta, Voyages, traduction de l’arabe de C. Defrémery et B. R. Sanguinetti, introduction et notes de Stéphane Yerasimos, I-III, Paris 1990). Notların düzenlenmesinde Gibb’den faydalanılmakla beraber Anadolu, Balkanlar ve Kırım gibi bölümlerde orijinal açıklamalarda bulunulduğu görülmektedir. Paule Charles-Dominique er-Rile’nin önce geniş bir özetini yayımlamış (Voyages et prériplesc Choisis, Paris 1992), daha sonra İbn Fadlan, İbn Cübeyr ve İbn Battûta’nın eserleriyle müellifi meçhul bir seyahatnâmeyi Fransızca’ya çevirmiştir (Voyageurs arabes: Ibn Fadlân, Ibn Jubayr, Ibn Battûta et un auteur anonyme, Paris 1995). Thomas J. Abercrombie de ilginç bir metotla National géographic’in maddî yardımıyla yola koyulup İbn Battûta’nın gezdiği yerleri dolaşmış ve temel intibalarını, fevkalâde güzel fotoğraflarla beraber bu dergide neşretmiştir (Aralık 1991, s. 2-50).

Arap dünyasında en son gerçekleştirilen Abdülhâdî et-Tâzî neşri (I-V, Rabat 1417/1997) ve birkaç ciddi araştırma hariç tutulursa er-Rile konusunda ayrıntılı bilgi ve mukayeseye dayalı orijinal çalışma yok gibidir. Eser Defrémery – Sanguinetti neşrinden uzun bir süre sonra Kahire’de basılmıştır (1288/1871, 1322/1904); ancak bu baskılarda ciddi hatalar vardır ve ayrıca Fransızca çeviride bulunan dipnot ve açıklamaların hiçbirine yer verilmemiştir. 

Fuâd Efrâm el-Bustânî bazı bölümleri okul çocukları için bir dizi haline getirmiştir (Beyrut 1927). Mısır Maarif Vekâleti’nin isteği üzerine eser Ahmed el-Avâmirî ve Muhammed Câdelmevlâ’nın gayretiyle Müheebü Rileti İbn Baûa adıyla iki cilt halinde tekrar basılmışsa da (Kahire 1934; Beyrut 1985) coğrafyacı M. Fahreddin’in bir iki kıymetli haritası dışında ciddi bir şey ortaya konulamamış, birçok yabancı kelime açıklanmadan olduğu gibi bırakılmış ve herhangi bir karşılaştırma da yapılmamıştır. 

Bunları ilmî olmayan diğer bazı baskılar takip etmiştir (Kahire 1358/1938; Beyrut 1379/1960, 1388/1968; nşr. Ali Müntasır el-Kettânî, I-II, Beyrut 1392/1972). Daha sonra Mahmûd Şerkavî’nin (Riletü İbn Baûa, Kahire 1968), Şâkir Hasbâk’in (İbn Baûa ve riletühû, Necef 1971), Hüseyin Mûnis’in (İbn Baûa ve raalâtühû, Kahire 1980) çalışmaları yayımlanmışsa da er-Rile’yi kültür ve tarih bakımından ele alan bu eserler ya seyahatlerin yeni bir tasnifi veya tekrarı ya da şarkiyatçıların bazı açıklamalarının tercümesi olmaktan öteye gidememiştir. Arap dünyasında eserdeki yabancı kelimeler ve bazı bölgeler üzerine yapılmış ayrıntılı araştırmalar da bulunmaktadır (meselâ İbrâhim Sâmerrâî, “el-Elfâü’d-daîle fî Rileti İbn Baûa”, el-Bas_ü’l-ilmî, XXVI [Rabat 1976]; A. Halef, Mucemü elfâı İbn Baûa [Kahire 1994]; M. Yûsuf Ö. Âbid, Bilâdü’ş-Şâm fî Rile [Mekke 1986]).

Abdülhâdî et-Tâzî’nin hazırladığı tahkikli neşirde dipnotların birçoğu Gibb – Beckingham neşrinden alınmışsa da nâşirin orijinal katkıları asla azımsanamaz. Tâzî otuza yakın el yazmasına bakmış, zaman zaman Defrémery – Sanguinetti nüshasında bulunmayan farklı ibarelere ulaşmış (meselâ mukaddime kısmı), girişte çok zengin bir malzeme sunmuş ve IV. cildin sonundaki ilâvede eserle ilgili bazı belgelerden ve diplomatik kaynaklardan bahsetmiştir (IV, 283-328). Bu neşri önemli kılan bir husus da V. cildin şahıs isimleri, coğrafî isimler, siyasî-kültürel kavramlar, giyim kuşamla alâkalı tesbitler, yemek ve hayvan isimleri gibi alanlarda otuz dört ayrı fihrist ihtiva etmesidir.

İbn Battûta Kimdir?

Türkiye’de Rus şarkiyatçısı Krachkovsky’nin de belirttiği gibi (İstoriya, s. 428) daha 1860’lı yıllarda bu esere karşı bir ilgi uyanmış, kötü ve eksik bir nüshadan da olsa yapılan ilk çeviriler Takvîm-i Vekayi‘ gazetesinde neşredilmiştir (Mayıs 1862). Meçhul bir mütercimin yaptığı Terceme-i Seyahatnâme-i İbn Battûta 1290’da Süleyman Efendi Matbaası’nda ilk çeviri kitap olarak basılmıştır. Muhammed Mahmûd es-Sayyâd da takdirkâr bir ifadeyle Türkler’in Araplar’dan erken davrandığını belirtir (Tİ, III, 116).

Mehmed Şerif Paşa, er-Rile’nin Defrémery – Sanguinetti nüshasını Seyahatnâme-i İbn Battûta adıyla üç cilt olarak (üçüncüsü genel fihrist) Türkçe’ye çevirmiştir (İstanbul 1315-1319). Eser ayrıca 1917 yılında Maarif Vekâleti tarafından görevlendirilen bir heyete Defrémery – Sanguinetti neşrinden tercüme ettirilmiştir. Bu çalışma, yirmi altı sayfalık bir mukaddime ve ayrıntılı bir fihristle (V. cilt) birlikte beş cilttir. El yazması İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde bulunan (nr. 4904) bu çevirinin zayıf tarafı fihrist kısmındaki bazı isimlerin yanlış imlâ ile verilmiş olmasıdır; herhalde Fransızca neşrin fihristindeki isimler İslâm coğrafya literatürü gözden geçirilmeden olduğu gibi nakledilmiştir. 

M. Cevdet, er-Rile’nin Ahîlik’le ilgili kısmına eyl alâ fali’l-aiyyeti’l-fityâni’t-Türkiyye fî Kitâbi’r-Rile li’bn Baûa adıyla Arapça bir zeyil hazırlamış, Ahîlik müessesesini Araplar’daki fityân ile karşılaştırmış, tarihî gelişimini, eğitim ve merasimlerini, askerî, tasavvufî yönlerini ve çeşitli sanayi kollarındaki hizmetlerini belge ve rakamlarla açıklamıştır (İstanbul 1351/1932). Mehmed İzzeddin’in er-Rile’de anlatıldığı şekliyle Bizans topografyasını ele alan çalışması Fransızca olarak basılmıştır (“Ibn Battuta et la topographie byzantine”, Actes du VI. congrès internationale des études byzantines, Paris 1951, II, 191-196). İbrahim Kafesoğlu’nun İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı İbn Battûta maddesi de oldukça muhtevalıdır.

Türkçe’de bu çalışmalardan sonra ciddi bir incelemeye rastlanmamaktadır. Mümin Çevik tarafından Mehmed Şerif çevirisinin sadeleştirilip “tam metin” olduğu belirtilerek gerçekleştirilen baskısında (İbn Batuta Seyahatnamesi, İstanbul 1983) birçok kelime yanlış okunmuş, sayfalar dolusu şiir ve açıklama atlanmış, ayrıca yer yer fahiş hatalar yapılmıştır. İsmet Parmaksızoğlu, Kültür Bakanlığı’nın 1000 Temel Eser serisi için hazırladığı bir kitapçıkta Türkler’le ilgili birkaç bölümü yayımlamış, ancak onda da Mehmed Şerif çevirisinin sadeleştirmesiyle kalınmıştır (İbn Battuta Seyahatnamesinden Seçmeler, İstanbul 1971). 

Mehmet Şeker tarafından kitabın Anadolu, özellikle Denizli ve ahîlerle ilgili kısmı üzerine yapılan çalışma Osmanlıca çevirinin bazı bölümlerinin yeniden tasnif ve tekrarından ibaret kalmıştır (İbn Batuta’ya Göre Anadolu’nun Sosyal-Kültürel ve İktisadî Hayatı ile Ahîlik, Ankara 1993). Nurettin Bürol İbn Battûta’ya Göre Deşt-i Kıpçak ve Türkistan başlıklı bir yüksek lisans tezi hazırlamıştır (AÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 1991). Son yıllarda esere tekrar ilgi duyulmuş ve Sait Aykut tarafından Abdülhâdî et-Tâzî’nin beş ciltlik neşri esas alınarak Gibb ve Beckingham’ın İngilizce, Yerasimos’un Fransızca tercümeleri ve Dunn’ın çalışması gibi diğer önemli literatürden faydalanmak suretiyle açıklamalı bir çevirisi yapılmıştır; çalışma yakında Yapı Kredi Yayınları arasında neşredilecektir.

er-Rile M. Hüseyin tarafından Urduca’ya (Lahor 1898), Muhammed Ali Muvahhid tarafından Farsça’ya (Tahran 1337 hş./1958, 1348 hş./1969, 1370 hş./1991) çevrilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA
İbn Battûta, er-Rile (nşr. Abdülhâdî et-Tâzî), Rabat 1417/1997, tür.yer.; ayrıca bk. neşredenin girişi, I, 9-146.
Muhammed b. Fethullah el-Beylûnî, Mutaaru Rileti İbn Baûa, İzmir Millî Ktp., nr. 1753; a.e.: Terceme-i Seyahatnâme-i İbn Battûta, İÜ Ktp., nr. 508.
Seyahatnâme-i İbn Battûta, İÜ Ktp., nr. 4904.
Tâcü’l-arûs, “b” md.
İbnü’l-Hatîb, el-İâa, III, 273-274.
İbn Haldûn, Muaddime, Beyrut 1956, II, 564-566.
İbn Hacer, ed-Dürerü’l-kâmine, III, 480-481; VI, 100.
Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed et-Temgrûtî, en-Nefatü’l-miskiyye (nşr. Henry de Castries), Paris 1929, s. 20, 68.
Makkarî, Nefu’-îb, I, 152; VII, 337.
Auguste Cherbonneau, “Voyage du cheik Ibn Batoutah à travers l’Afrique septentrionale et l’Egypte”, Nouvelles annales des voyages, Paris 1852, I, 129-161, 1852; II, 5-33, 177-204.
E. Renan, “Ibn Batoutah”, Mélanges d’histoire et de voyages, Paris 1878, s. 291-303.
Yağlıkçızâde Ahmed Rifat, Lugat-ı Târihiyye ve Coğrafiyye, İstanbul 1299, I, 30.
H. A. R. Gibb, Selections from Ibn Battuta, London 1929.
a.mlf., The Travels of Ibn Battuta, Cambridge 1958-1971, I-III.
a.mlf. – C. F. Beckingham, a.e., London 1994, IV, 884.
Brockelmann, GAL, II, 332-333, 353.
I. J. Krackovskij, Istoria Arabskoi Geograficheskoi Literatury, Moskova-Leningrad 1957, s. 417-430.
İbn Sûde, Delîlü müerrii’l-Magribi’l-aâ, Dârülbeyzâ 1960, I, 69.
Fuad Carim, Marko Polo ve İbn Battûta, İstanbul 1966.
Abdülhay el-Hasenî, Nüzhetü’l-avâır, II, 127-132.
Said Hamdun – Noel King, Ibn Battuta in Black Africa, Princeton 1994.
Sarton, Introduction, III/2, s. 1614-1622.
J. N. Mattock, “Ibn Baua’s Use of Ibn Jubayr’s Rila”, Proceedings of the Ninth Congress of the Union Européenne des Arabisants et Islamisants (ed. Rudolph Peter), Leiden 1981, s. 209-218.
a.mlf., “The Travel Writings of Ibn Jubair and Ibn Batuta”, Glasgow University Oriental Society Transactions, XXI, Glasgow 1965-66, s. 35-46.
F. Rosenthal, “Ibn Battuta”, DSB, I, 516-517.
Z. Muhammed Hasan, er-Raâletü’l-müslimûn, Beyrut, ts., s. 136-181.
Abdülhâdî et-Tâzî, Îrân beyne’l-ems ve’l-yevm: ırâatün cedîde li-Rileti İbn Baûa, Dârülbeyzâ 1404/1984.
a.mlf., “Beyne’l-maû ve’l-mabû min Rileti İbn Baûa”, MMLADm., LXX/3 (1995), s. 419-450.
Muhammed Mahmûd Muhammedeyn, et-Türâs_ü’l-cogrâfiyyü’l-İslâmî, Riyad 1984, s. 157-175.
Hâmid Zeyyân, el-ayât fi’l-alîc fi’l-uûri’l-vütâ fî davi müşâhedâti’r-raâle İbn Baûa, Dübey 1985.
H. Yajima, Ibn Battuta, Tokyo 1985.
P. Wittek, Menteşe Beyliği (trc. Orhan Şaik Gökyay), Ankara 1986, s. 65.
R. E. Dunn, The Adventures of Ibn Battuta: A Muslim Traveler of the Fourteenth Century, Berkeley-Los Angeles 1989.
Abdullah Abdülganî Ganim, er-Ruvvâdü’l-müslimûn, İskenderiye 1990, I, 116-171.
Ivan Hrbek, Ibn Battuta and The Maldiv Islands, Prag 1992.
F. Wood, Did Marco Polo Go to China, London 1995, s. 2-5.
Abdullah Kennûn, İbn Baûa, Rabat 1416/1996.
Mac-Guckin de Slane, “Voyage dans le Soudan par Ibn Batouta”, JA, 4ème série: sy. 1 (1843), s. 181-240.
E. Dulaurier, “Description de l’archipel d’Asie par Ibn Bathoutha”, a.e., 4ème série: sy. 9 (1847), s. 93-134, 218-259.
O. Peschel, “Ibn Batutah der Vater der Reisen”, Das Ausland, XXVI, Stuttgart 1853, s. 1225-1227.
a.mlf., “Ibn Batuta am Hofe von Delhi”, a.e., XXVIII (1856), s. 441-446.
a.mlf., “Ibn Batuta in Central Afrika”, a.e., XXXI (1858), s. 1109-1113.
Paul Chaix, “Les voyages d’Ibn Batoutah en Asie, en Europe et en Afrique au XIV siècle”, Le Globe, sy. 26, Genève 1887, s. 145-163.
Tatsuro Yamamoto, “On awalisi Described by Ibn Baua”, Memoirs of the Research Department of the Toyo Bunko, sy. 8, Tokyo 1936, s. 93-133.
G. H. Bousquet, “Ibn Battuta et les institutions musulmanes”, St.I, XXIV (1966), s. 81-106.
Agha Mahdi Husain, “Dates and Precis of Ibn Battuta’s Travels with Observations”, Sind University Research Journal, sy. 7, Hyderabad 1968, s. 95-108.
H. N. Chittick, “Ibn Battuta and East Africa”, Journal de la societe des africanistes, XXXVIII, Paris 1968, s. 238-241.
J. Chelhod, “Ibn Battuta, ethnologue”, Revue de l’occident musulman, sy. 25, Aix-En-Provence 1978, s. 5-24.
A. Miquel, “L’Islam d’Ibn Battuta”, BEO, XXX (1978), s. 75-83.
a.mlf., “Ibn Baua”, EI2 (İng.), III, 735-736.
Serafin Fanjul, “Elementos Folkloricos en la Rihla de Ibn Battuta”, Revista del Instituto Egipcio de estudios Islámicos en Madrid, XXI, Madrid 1981-82, s. 153-179.
I. R. Netton, “Myth, Miracle and Magic in The Rihla of Ibn Battuta”, JSS, XXIX/1 (1984), s. 131-140.
İbrahim Kafesoğlu, “İbn Battuta”, İA, V/2, s. 708-711.
Muhammed Mahmûd es-Sayyâd, “Riletü İbn Baûa”, Tİ, III, 101-116.
“İbn Baûa”, DMBİ, III, 120-126.
Nevvâl Muhammed Abdullah İsmâil, “İbn Baûa”, Mevsûatü’l-aâreti’l-İslâmiyye, Amman 1993, s. 177-187.
Charles F. Beckingham, “Ebn Baua”, EIr., VIII, 4-6.

İbni Batuta’nın Seyahatnamesi ve Önemi

Bu yazıda, 1304 ve 1369 yılları arasında yaşamış ünlü Faslı seyyah İbn-i Batuta’nın hayatı ve seyahatnamesi hakkında kısa bilgiler vereceğiz.

Dünya tarihinin en büyük seyyahlarından biri olarak kabul edilen Faslı Seyyah İbn-i Batuta, 29 yıl süren ve Çin‘den İspanya’ya kadar yaklaşık 130 bin kilometreyi bulan seyahatleri boyunca İslam dünyasının ve çevresinin büyük bir bölümünü gezmiştir.

İbn-i Batuta, bu seyahatleri boyunca edindiği izlenimlerini ve anılarını Rihletü İbni Batuta yani “İbn-i Batuta’nın Yolculuğu” anlamına gelen seyahatnamesinde toplamıştır. Bugün sayısız dile çevrilen bu eser, dünya tarihinin en önemli seyahatnamelerinden biri olarak sayılmakta ve sayısız tarihsel araştırma ve incelemeye kaynaklık etmektedir.

İbn-i Batuta’nın seyahatnamesi Anadolu ve Türk tarihi açısından da oldukça önemlidir. Çünkü onun seyahatnamesinde Anadolu şehirleri de oldukça önemli bir yer tutar. Bu nedenle, Rihle 14. yüzyıl Anadolusu için de değerli bir kaynaktır.

Antalya, Burdur, Eğridir, Denizli, Tavas, Muğla, Bursa, Amasya, Kayseri ve Sivas gibi şehirler İbni Batuta’nın gezdiği ve Rihle adlı seyahatnamesinde yer verdiği bazı Anadolu şehirlerdir. Örneğin Bursa’da Orhan Beyle görüşmüş ve seyahatnamesinde ondan “Türkmen hükümdarlarının en ulusu” olarak bahsetmiştir. Yine ahilik hakkında da önemli bilgiler vermiştir. Ayrıca Bizans dönemi İstanbul’unu ziyaret eden İbn-i Batuta, seyahatnamesinde oradaki yaşama da değinmiştir.

İbni Batuta’nın Hayatı

İbn-i Batuta Fas’ın Tanca şehrinde 1304 yılında doğdu. Gerçek adı Şerafettin Ebu Abdullah Muhammed İbn-i Batuta olan İbn-i Batuta, tüccar ve zengin bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi ve iyi bir eğitim gördü. Özellikle Maliki mezhebi ve İslam şeriatı üzerine dersler alan İbn-i Batuta, birçok İslam ülkesinde kadı olarak görev yaptı. 21 yaşına geldiğinde Hacca gitmeye karar veren İbn-i Batuta, dönemin şartları nedeniyle oldukça uzun bir yolculuk yapmak zorunda kalmıştır.

Bu yolculuk boyunca Tunus, İskenderiye, Kahire, Şam ve Kudüs gibi şehirlerden geçerek Mekke’ye ulaşan İbn-i Batuta’nın yolculuğu yaklaşık bir buçuk yıl sürmüştür. Ancak İbn-i Batuta, bu uzun yolculuk boyunca geçirdiği deneyimlerden ve gördüğü yerlerden o kadar etkilenmiştir ki, seyahat etmek onda adeta bir tutku haline gelmiştir. Bu nedenle Fas’a geri dönmeyerek seyahatine devam eden İbn-i Batuta’nın bu seyahati yaklaşık 28 yıl sürmüştür.

İbn-i Batuta, günümüz ülke sınırları dikkate alındığında 44 farklı ülkeye seyahatler yapmıştır. Bu ülkeler arasında Irak, İran, Suriye, Somali, Tanzanya, Türkiye, Kırım, Hindistan, Çin, İspanya ve Mali gibi ülkeler vardır. Batuta, seyahatleri boyunca birkaç kez evlenmiş olmasına ve hatta bu evliliklerden çocukları olmasına rağmen seyahat etmekten vazgeçmemiş ve yolculuğa devam etmiştir.

İbn-i Batuta – Kilometre Taşları – TRT Okul

Nihayet 1354 yılında Fas’a dönen İbni Batuta, seyahatleri boyunca edindiği izlenimleri ve yaşadıklarını, Fas emiri tarafından kendisine gönderilen Muhammed İbn Cüzac’a anlatarak, Rihle adlı eserini yazdırdı. İbni Batuta seyahatnamesini yazdırmasının ardından ülkesi Fas’tan ayrılmadı ve 1369 yılındaki ölümüne kadar burada kadılık yaptı.

İbn Batuta'ya göre Türkler; "Kadınları erkeklerden üstün tutarlar"
Mehmed Mazlum Çelik 

İbn Batuta sayısız muhteşem öyküde hem şehre gelen yabancıydı hem de yolculuğa çıkan seyyahtı. Hepsinden önemlisi de bu öykülerin en güzel örneklerinin Türklerin yaşadığı coğrafyada geçiyor olmasıydı.

Ortaçağ'ın önemli seyyahı Marco Polo'nun en büyük rakibi denilebilecek İbn Batuta, 1304 senesinde Tanca şehrinde dünyaya geldi. Ailesi, Berberî asıllı Levâte kabilesinden olan Batuta, Kuzey Avrupa ve Afrika kıtasının güneyi hariç bilinen dünyanın tamamını dolaştı. Batuta seyahatlerinin önemli bir kısmını Türk beldelerine yaparak Türk Beylikleri ve aşiretlerinin içerisinde hatırı sayılır bir zaman geçirdi.

Bu yolculuk sırasında defalarca evlendi, kadılık görevi yaptı, vebaya yakalandı; ama hiçbir yerde kalıcı olarak durmadı. Kendi ifadesiyle bir defa gittiği hiçbir yolu ikinci kez kullanmadı. 1325 senesinde Hacca gitmek için evinden ilk defa ayrıldığında henüz 22 yaşındaydı ve geri döndüğünde artık ihtiyar bir adamdı. Bu uzun yolculuktan 'Rıhletü İbn Battûta' olarak bilinen tam ismiyle 'Tuhfetü'n-Nuzzâr fî Garâibi'l-Emsâr ve Acâibi'l-Esfâr' seyahatnamesi bir başyapıt olarak günümüze kadar ulaştı.

Bu eser de ne yazık ki Doğu'nun diğer zenginlikleri gibi Fransa'da bir müzede muhafaza edilmekte. Büyülü yolculuk bir rüya ile menzilini belirledi. Bilindiği üzere en büyük Türk seyyahı Evliya Çelebi'nin yolculuğu, rüyasında Peygamber Efendimiz ve ashabını görmesiyle başlamıştı. Ondan asırlar önce yaşayan en büyük Arap seyyahı İbn Batuta'nın yolculuğunun menzili de bir rüya ile belirledi. 

Bir gün gördüğü rüyasını şeyhi ile paylaşan Batuta, istikametini belirlemesini Rıhle'de şöyle anlatacaktı:

Bir gün yanına vardığımda bana "Yabancı ülkeleri gezip dolaşmayı çok sevdiğini görüyorum" dedi. Ben de "Evet, gerçekten pek severim bu işi" diye cevap verdim. O esnada Çin ve Hint gibi uzak ülkelere gitmeyi aklımın köşesinden bile geçirmiyordum. Ama bana şöyle demesin mi:

"Sen inşallah kardeşim Feridüddin'i Hint'te, Burhâneddîn'i Çin'de, Rükneddîn Zekeriyyâ'yı ise Sint yöresinde ziyaret edeceksin. Onlarla görüştüğünde benden selâm söyle olur mu"

İbn Battûta Kimdir?

Ben hayretler içinde kaldım. Ansızın içimde bu ülkeleri de gezmek hevesi uyandı. Şeyh Burhâneddîn'in bahsettiği üç adamla buluşuncaya kadar dolaştım buraları... Bu yüce insana veda ettiğimde bana bir miktar yol harçlığı verdi. Ama harcamadım bu parayı.

Kadere bakın, sonradan Hint kâfirlerinin denizde benden gasbettiği öteki eşya ile birlikte bu güzel hatıralar da eşkıyanın eline geçti!

Son olarak İskenderiye'nin büyükleri arasında Şeyh Yâkût Habeşî'yi de zikredebiliriz. Bu adam evliyadan Ebu'l-Abbâs Mürsî'nin müritlerindendir. Ebu'l-Abbâs Mürsî, keramet hazinesi, veliler velisi Ebu'l-Hasan Şâzilî'nin mürididir. İbn Batuta'nın Türkler için bu denli önemli olmasının nedeni ise 14'üncü yüzyılda Anadolu'dan Asya bozkırlarına kadar birçok Türk beyliği ve devleti hakkında tarih kitaplarında yer almayan bilgileri aktarmasıdır. 

İlk defa İran çöllerinde tanıştığı Türklerin, Antalya'dan Özbekistan'a kadar uzanan coğrafyada, dilleri, aile yapısı ve hatta yemek yeme kültürlerine kadar birçok değerli bilginin Rıhle'nin muhtevasında mevcut olması bu eseri ve seyyahı Türk milleti için müstesna bir yere taşımaktadır.

Türklerle ilk tanışma: Onlarsız seyahat imkânsız

İbn Batuta'nın Türkler ile ilk tanışması ve hayranlığı Ceravn'dan çıktığında başladı. Türklerden binek hayvan satın alan Batuta, çölü geçmek için onların rehberliğinden yararlandı. Bu yolculuk ve Türklerin cesareti, Rıhle'de şöyle yer aldı:

Huncubâl'da oturan ermiş bir adamla görüşmek üzere Ceravn'dan yola çıktık. Denizi geçtikten sonra Türkmenlerden binek hayvan kiraladık. Bu bölge Türkmenlerle meskûn. Son derece cesur oldukları ve güzergâhı iyi bildikleri için onlar olmadan burada seyahat etmek imkânsız!

Batuta'nın asıl Türk hayranlığı ise Antalya'ya adımını atmasıyla başladı. Anadolu'yu tanımlamaya başlarken "Bolluk ve bereket Şam diyarında, sevgi ve merhamet ise Rum'da (Anadolu)"  ifadelerini kullanan Batuta, ilk durağı olan Alanya'nın güzelliğini ise şöyle betimleyecekti; Allah dünyanın güzelliklerini ayrı ayrı dağıtırken hepsini burada bir arada bağışlamış.

Kendisi de bir kadı olan Batuta, Türklerin dini anlayışlarına karşı da büyük bir hayranlık beslemişti. Türklerin itikadı anlayışlarını şöyle tasvir edecekti:

Halk, İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe Hazretleri'nin mezhebindendir. Hak Teâlâ ondan razı olsun. Hepsi Ehl-i Sünnet'tir. Aralarında ne Kaderî ne Râfıdî [=Râfizî] ne Mu'tezilî ne Hâricî ne de başka bir sapkın bulunmaktadır. Yüce Allah onları bu faziletleriyle diğer insanlardan üstün kılmıştır. Ama haşîş [esrar] yemekten çekinmiyorlar!

İbn Batuta, Türklerin gayrimüslimlerle kurduğu ilişkiyi ise bir hayli garipsemişti. Aydınoğlularından Birki Sultan'ın huzurunda bulunduğu bir sırada Yahudi doktor ile yaşadığı bir tartışmayı şöyle naklediyordu:

Sultanla otururken başında kuyruklu sarığıyla yaşlı bir adam geldi, selâm verdi. Kadıyla müderris ayağa kalkıp selâmını aldılar. Adam, sultanın önündeki sedire oturunca hafızlar geride kaldı. Müderrise sordum: "Kim bu adam". Güldü, cevap vermedi. Soruyu tekrar ettim. O zaman şöyle anlattı:

"Bu ihtiyar Yahudi bir doktordur, hepimiz muhtacız ona. Gördüğün gibi hükümdar ona çok saygı gösteriyor. Biz de ayağa kalkar, onu hürmetle karşılarız."

Bu tavır beni sinirlendirmişti; dayanamayıp itiraz ettim: Lanetli oğlu lanetli! Sen Yahudisin. Nasıl oluyor da Kur'an okuyanların daha üstünde bir mevkide oturuyorsun

Ona kızdım, sesimi yükselttim. Hükümdar bu davranışım karşısında hayret etti. Ne dediğimi sordu. Müderris benim anlattıklarımı tercüme edince Yahudi fena bozuldu, hırslandı, yüzü mosmor meclisi terkedip gitti! İbn Batuta'nın bu davranışına şahit olan Türk hükümdar ve devlet erkânı ise olayı tebessüm ile karşılamıştı. 

Türk kültürü yakın mercek altında

Türkler; İslamiyet'i sanıldığının aksine Araplardan değil, büyük oranda Farslılardan öğrenmişti. Günümüzde kullanılan ezan, abdest ve namaz gibi kelimelerin Farsça olması da tesadüf değil; ancak zaman içerisinde Fars kültürünün ve dilinin İslami terminolojinin kendisi zannedilmesi bazı kafa karışıklıklarına neden olmuştur.

Bu yanlış anlaşılmalardan birisine İbn Batuta'nın şahitliği olayı daha da ilginç kılmaktadır. Sakari (Sakarya) Nehri'nin kenarında karşılaştığı bir grup Türk ile iletişim kurmak için getirilen Hoca'nın yeni Arapça konuştuğunu iddia etmesinin ama aslında Farsça konuşmasını Batuta, şöyle anlatıyordu:

Hoca yanımıza geldiğinde bize Farsça konuştu, biz de ona Arapça konuştuk; ama hiçbir şey anlamadı bizden ve ahı yiğidine dönerek:

"Îşân Arabî kûhnâ mîkuvân! Ve men Arabî nev mîdânem" dedi. Gelelim açıklamasına; Îşân, "onlar" demektir. Kûhnâ, "eski" demektir. Mîkuvân, "diyorlar" anlamına gelir.  Men, "ben" demek, nev, "yeni" demek, mîdânem ise "biliyorum" anlamına gelir.

Hoca bu sözle ayıbını örtmek istiyordu! Arapça bilmediği hâlde ötekiler onun bu dili bildiğini sanıyordu; şöyle demişti onlara:

"Onlar eski Arapçayı konuşuyorlar, bense ancak yeni Arapça bilirim!'" Ahı yiğit, meselenin hocanın anlattığı gibi olduğunu sandı. Bu iş bize yaradı. Ahı bize bol ikramda bulundu. Şöyle diyordu:

"Bunlara ikram etmek şart, çünkü eski Arap dilini konuşuyorlar. Bu dil Yüce Peygamberimizin ve ashabının dilidir!"

O sıralarda hocanın hiçbir sözünü anlamamıştık! Ama ben onun sözünü ezberlemiştim. Fars dilini öğrenince meseleyi anlayacaktım. O gece zaviyede kaldık. Bize bir kılavuz gönderildi, Yenicâ'ya varmak için.

Meteor bulan Türk hükümdarı ve İbn Batuta 

Anadolu'da birbirinden enteresan vakanın içerisinde kendisine yer bulan İbn Batuta, Evliya Çelebi kadar olmasa da birçok 'acayip' olaya da şahitlik etmişti.

Bunlardan en sıra dışı olanlardan birisi de gökten düşen meteorun Türk Birki hükümdarınca özenle muhafaza edilmesiydi. Batuta, bu ilginç diyaloğu da şöyle aktaracaktı:

Hükümdar bana, "Hiç gökten düşen taş gördün mü" diye sordu. Ben de; 'Ne gördüm, ne de işittim!' cevabını verdim. Bunun üzerine Birkî şehrinin dışına böyle bir taşın düştüğünü söyleyip adamlarını çağırttı. Onlara taşın getirilmesi emrini verdi.

Biraz sonra simsiyah, sert ve cilâlı gibi gözüken bir kayayı alıp getirdiler. Ağırlığı zannıma göre bir kantar idi. Hükümdar bu defa taşçıları çağırttı. Bunlardan dört usta gelip vurmaya başladılar. Herkes demir balyozlarla dörder defa vurduğu hâlde hiçbir şey olmadı, şaştım kaldım! Hükümdar bu tecrübeden sonra taşın götürülüp yerine konulmasını emretti.

İbn Batuta, eserinde Türklerin sapkın mezhep ve tarikatlara bulaşmamış olmasını överken kendisinin Rafizi zannedilmesi sonrası Türklerin kendisini imtihana tabi tutmasını da Türklerin üstün bir meziyeti olarak ele almaktadır. 

Sinop civarında yaşanan hadisede Batuta, Türklerin kendisinin mezhebini anlamak için tavşan eti yedirmesini şöyle anlatıyor:

Şehre geldiğimizde ahali bizim iki elimizi yana indirerek namaz kıldığımıza şahit olmuş. Oralılar Hanefî oldukları için Mâlikî mezhebini ve onun namaz kılma usûlünü bilmiyorlar tabiî... Mâlikî mezhebince namazda elleri iki yana salmak, muhtar [=seçilen, uyulan, amel edilen] görüştür.

Sanûbluların bir kısmı Irak ve Hicaz yörelerini görmüş olduklarından, oralarda yaşayan Şîîlerin ellerini yana salarak namaz kıldıklarını da biliyorlar! Bu benzerlikten ötürü bizi Şîîlikle itham ettiler; art arda sorular sordular! Onlara Mâlikî olduğumuzu anlatmaya çalıştıksa da inandıramadık, yüreklerinde kuşku devam etti.

Nihayet belde naibi [yöneticisi], hizmetçileriyle bir tavşan gönderdi bize. Bizim ne yapacağımızı izlemesini tembih etmiş adamcağıza! Tavşanı kestirdim, pişirdim, hep beraber afiyetle yedik! 

Hizmetçi bu duruma şahit olunca efendisine gidip durumu anlatıyor. İşte o zaman hakkımızda uyanan kuşku yok oldu; ardından gelsin ziyafetler! Hemen ağırlamaya başladılar bizi! Zira Râfızîler tavşan eti yememektedirler.

Kıpçak Türklerinde Tatlı yemek ayıp karşılanır

Anadolu'dan çıkan Batuta, Deşt-i Kıpçak'a kadar ilerlemiş ve Türklere dair çeşitli bilgiler toplamayı sürdürmüştü. Seyyahımız, lezzetli bir yemek kültürüne sahip, savaşçı Kıpçak Türklerinin tatlıya karşı mesafeli tutumuna da bir hayli şaşırmıştı. Türklerin böyle bir lezzetten kendisini mahrum bırakmasına bir hayli içerleyen Batuta, şunları söyleyecekti:

Türkler iyi karakterli, kuvvetli ve cesur insanlardır. Bazı vakitlerde 'burhani' [=borani] denilen hamur işini yerler. Bu yemek, küçük küçük kesilmiş hamur parçalarıdır aslında. Bunlar, ortalarından birer delik açılarak tencereye oturtulur. Pişirildikten sonra üzerine yoğurt dökülüp içilir. 10 Ayrıca bir çeşit şıraları daha var ki demin bahsettiğimiz dûkî tanelerinden yapılıyor. Tatlı yemek, onlar nezdinde ayıp karşılanır!

Asya Türklerine dair Batuta'yı en fazla şaşırtan olay ise kadınların Türk toplumu içerisindeki yeriydi. Dolaştığı tüm beldelerde sosyal hayattan dışlanmış kadınların Türklerde erkeklerden üstün tutulması seyyahımızın eseri boyunca en fazla şaşırdığı olayların başında geliyordu. Batuta, şaşkınlığını şu sözlerle dile getiriyordu:

Bu yörede gördüğüm ilginç tutumlardan biri de erkeklerin kadınlara gösterdikleri aşırı saygıdır. Bu memlekette kadınlar erkeklerden üstün sayılıyor! Emirlerin hanımlarına gelince bu konuda ilk müşahedem Kırem'den çıktığımda vuku bulmuştu.

Emir Saltiye Bey'in hanımını baştan aşağı pahalı mavi kumaşlarla kaplanmış, pencere ve kapıları açık bırakılmış arabasına bindiği sırada seyretmiştim. Yanında şahane elbiseler giymiş, fevkalâde güzel dört cariye bulunuyordu.

Arkasından gelen bütün arabalarda da cariyeler bulunmaktaydı. Beyin konağına yaklaşınca o arabadan iniyor, onunla birlikte en aşağı otuz cariye de inerek hatunun eteklerini tutuyordu. Onun elbiselerinde [kuşağımsı] uzantılar vardı; cariyeler buralardan tutuyor ve eteği yerden kaldırıyorlardı.

Hatun böyle ihtişam ve gururla ilerleyip beyin huzuruna oturmuştu. Cariyeler ise hatunun çevresinde ayakta duruyorlardı. Az sonra getirilen kımız tulumlarından bir kadeh dolduran hatun, iki dizi üzerine çökerek eliyle beye sunmuş, bey bunu içtikten sonra hatun aynı tarzda bir kadeh içkiyi de kayınbiraderine takdim etmişti.

Nihayet beyin bizzat kendisi bir kadeh kımızı kendi eliyle hatununa içirmişti. Sofra hazırlanınca yemeklerini bir arada yediler. Bey, eşine bir takım elbise takdim ettikten sonra Hatun kibarca huzurdan çıktı. Beylerin hatunlarına gösterdikleri ilgi burada böyle!

İbn Batuta'nın 1325 senesinde başladığı büyüleyici yolculuğu İskenderiye'den Alanya'ya, Sakarya'dan Maldivlere kadar uzanıyordu.

Tolstoy'un söylediği gibi "Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir".

İbn Batuta, sayısız muhteşem öyküde hem şehre gelen yabancıydı hem de yolculuğa çıkan seyyahtı. Hepsinden önemlisi de bu öykülerin en güzel örneklerinin Türklerin yaşadığı coğrafyada geçiyor olmasıydı.

*Daha ayrıntılı bir okuma için Betül Ok'un “İbn Batuta Seyahatnamesi: Sosyolojik Bir Çözümleme” çalışması ve Aydın Taş'ın “Seyahatnamelerde Fıkıh Kültürü: İbn Batuta Örneği”

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.


Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...