Mevlânâ’nın Sofrasına Menâkıbü’l-Ârîfîn’den Bakmak: Menâkıbü’l-Ârîfîn’e Göre Mevlânâ Ve Çevresinin yeme-İçme Kültürü
Prof. Dr. Zehra Göre
Giriş: Menâkıbü’l-Ârifîn Hakkında
Menâkıbü’l-Ârifîn, Ahmed Eflâkî’nin (ö. 761/1360) şeyhi Ulu Ârif Çelebi’nin emriyle Farsça olarak yazdığı eseridir. Ahmed Eflâkî esas itibarıyla bu kitabını iki defa kaleme almıştır. 718/1318’de yazmaya başladığı eser adeta bir taslak niteliğinde olup bu çalışmasına Menâkıbü’l-Ârifîn ve Merâtibü’l-Kâşifîn ismini vermiş, daha sonra derlediği yeni malzeme ile eseri genişleterek 754/1353’te tamamlamış adını da kısaltarak sadece Menâkıbü’l-Ârifîn demiştir. Bu şekliyle Menâkıbü’l-Ârifîn, Ahmed Eflâkî’nin otuz altı yıllık çalışmasının neticesidir. Büyük bir kısmı; Risâle-i Feridun Sipehsâlâr’dan başka Sultan Veled’in Velednâme, Rebabnâme, İntihanâme ve Ma’ârif’i, Bahaeddin Veled’in Ma’ârif’i, Şems-i Tebrîzî’nin Makâlât’ı ve Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî’nin Fihi mâ fih ve Mektûbât’ından derleme niteliğinde olup bir kısmı ise müellifin bizzat müşahede ettiği olaylara dairdir (Yazıcı, 2004:114).
Eflâkî’nin bu menakıbnamesi dinî ve sosyal tarih bakımlarından emsalsiz bir kaynaktır. Eserin 13-14. yüzyıl Anadolu’su hakkında verdiği bilhassa iktisadi şartlar, gelenek görenekler, kılık kıyafet gibi hayata dair bilgileri tarih kitaplarında bulmak mümkün değildir. (Köprülü, 1943:423) Bu durum Eflâkî’nin derleme yaptığı kaynaklara mükemmelen nüfuz etmesiyle açıklanabileceği gibi onun bizzat gözlemlerine ve yaşanmışlıklarına dayanmasıyla daha çok ilgilidir. Nitekim eseri önemli bir kaynak yapan da bu yönüdür. Mevlevîlik tarihinin kapsamlı bir numunesi olmasının yanında geniş bahis yelpazesine sahip bu önemli kaynak, kültür tarihi açısından da istisnai bir yere sahiptir.
Eseri bu nispette özel ve önemli kılarak yerini belirleyen hususu, sosyal hayata ait yansımalara dair verdiği bilgilerin ağırlık merkezini oluşturmasında aramak, doğru bir yaklaşım olacaktır. Başka bir ifade ile Menâkıbü’l-Ârifîn, yaşanılan çevreden ve zamandan bağımsız değildir. Adeta ayna gibi içinde bulunulan zaman ve zemini oldukça ayrıntılı bir biçimde yansıtır. Köprülü’nün de tespitlerinde dile getirdiği üzere Mevlevî menakıbnameleri her şeyden evvel tarikat propagandası maksadıyla yazılmakla beraber, müellifler yaşadıkları sosyal çevreyi çok doğru ve çok canlı bir surette aksettirmişlerdir (Köprülü, 1943:422). Her ne kadar bu menkıbelerde nihaî olarak kahraman olan velîyi yüceltmek amacıyla gerçek olaylar deforme edilmiş veya menkıbe motifleriyle kamufle bir hale getirilmiş olsa da söz konusu olayları teşhis etmek zor değildir (Ocak, 1992:34).
Bu dikkatle Mevlânâ’yı ve onun gerek yaşadığı zamanı gerek etrafındakileri birçok zaviyeden aktaran Menâkıbü’l-Ârifîn incelendiğinde eserde dönemin mutfak kültürüne dair de zengin bir malzeme tespit edilmektedir. Bu menkıbe kitabında Mevlânâ’nın yeme içme alışkanlıklarından Mevlevîlerin sofrasında yemeklerin ne şekilde yenildiğine, hangi araç gereçler kullanılarak pişirildiğine, yemek pişirilirken kullanılan malzemelerin hangileri olduğuna kadar yeme içme kültürüne dair pek çok ayrıntıya rastlanmaktadır. Bu unsurlar tespit ve tasnif edilmek suretiyle Mevlânâ ve Mevlevîlerin sosyal hayatlarına beslenme unsurları açısından Menâkıbü’l-Ârifîn aracılığıyla bakmak ve aynı zamanda Selçuklu’nun mutfağına da bir pencere açmak mümkündür.
Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki konuyla ilgili olarak mutfak kültürüne ait pek çok unsurun gerçek anlamlarından uzaklaşarak bir metafor biçiminde kullanıldığı ve mistik dünyanın anlam çerçevesi içinde şekillendiği görülmektedir. Çalışmada bu sembolik söylem de örneklendirilmiştir. Bununla birlikte eserde bazı yiyeceklerin hastalıklarda tedavi amaçlı olarak kullanılması da göz ardı edilmemiş, sofradan gelen şifa da çalışmaya dâhil edilmiştir. Menâkıbü’l-Ârifîn’e Göre Mevlânâ ve Çevresindekilere Dair Mutfak ve Beslenmeye Dair Tespitler1
Mevlânâ Ne Yer, Ne İçerdi?
Hiç şüphesiz beslenme insan için en temel fizyolojik ihtiyaçtır. Başka bir ifadeyle insanoğlu yaşamak için yemek zorundadır. Ancak geçmişten günümüze insanın beslenme alışkanlıklarına bakıldığında konunun bu kadar yalın olmadığı görülmektedir. Beslenme her zaman gündemde olmuş, insanoğlu bunu her daim sorgulamış ve konu çözülmesi gereken hayati bir problem haline gelmiştir. Belki de meselenin yemek için yaşamak şekline dönüşmesi bu durumun birincil faktörüdür. Esasında milattan önce yaşamış devlet adamı, filozof ve hatip olan Marcus Tullius Cicero, “Yaşamak için yemelisin, yemek için yaşamamalısın.” sözüyle konuya son noktayı koyar. Elbette ki insan yemeden yaşayamaz ama eğer bir problemden bahsediliyorsa yeme tutumlarımızın fiziksel ihtiyacın ötesine geçtiği anlaşılmaktadır.
Nitekim konunun uzmanları problemi “denge” kelimesi ile çözer, Dengeli olmak hayatın her alanında olduğu gibi beslenmede de anahtar kelimedir.
Peki, acaba 13. yüzyıldan bu yana sadece Türk muhitinde değil, doğudan batıya bütün dünyada tesirleri bakımından müstesna bir şahsiyet olan Mevlânâ ne yer ne içerdi, herkesin gözü üzerinde olan bu bilge nasıl beslenirdi? Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin birinci cildine yaptığı altı ciltlik şerhiyle şöhret bulan Abidin Paşa, Tercüme ve Şerh-i Mesnevî-i Şerîf adlı eserinin başlangıcında Mevlânâ’yı tavsif ederken şöyle söylemektedir: “Levni, fi’l-asl kırmızıya meyyâl iken, badehu kesret-i riyâzat ve mücahede sebebiyle sarıya meyyâl oldu. Ne mülahham ne de zayıf olup, fakat kesret-i riyâzattan badehu kesb-i nehâfet buyurmuşlardı” (Âbidin Paşa 1324: 12). Buna göre rengi önceleri kırmızı iken sonra çok fazla riyazette bulunduğu için sarıya dönen Mevlânâ’nın bünyesi ise ne kilolu ne de zayıftır.
Fakat yine çok riyazette bulunduğu için sonraları zayıf düşmüştür. Menâkıbü’l-Ârifîn’de Sultan Veled, babasının daima: “Ben beş yaşında iken nefsim ölmüştü” dediğini ve gençlikte de orta yaşlılık zamanında da tam bir ciddiyetle riyazet edip, gece sabahlara kadar ibadetle meşgul olduğunu ve riyazette çok mübalağa ettiğini nakleder (C.I/190). Eflâkî’nin aktardıklarına bakılırsa Mevlânâ sadece riyazette değil aç kalma konusunda da mübalağa etmiştir. Bu sebeple çok zayıfladığı hatta bu nahif insanın bir gün hamama gittiği ve hamamda vücudunu gördüğünde zayıf bedeninden utandığı yine Menâkıbü’l-Ârifîn’den öğrenilmektedir (C.I/379).
Bu tespitlerin ekseninde Mevlânâ’nın beslenme konusundaki tavrının yaşamak için yemek prensibinin bile sınırlarını zorladığı görülmektedir. Aslında her sözü ve davranışıyla felsefeni yansıtan ve irşâd eden Mevlânâ yeme içme üzerine söyledikleri ve bunlara paralel tutumlarında “yemek” meselesini de anlamlar içeren bir gösterge olarak yansıtmıştır. O, ruhu besleyecek manevi bir gıdadan bahseder. Mevlânâ’ya göre yağlı ve tatlı olan cismani yemekler hoştur ama gayet tabi sindirilince necis bir şeye dönüşür. O halde cismi değil ruhu beslemek gerekir ki bu sayede ruh kanatlanıp uçabilsin:
“Cismani yağlı, tatlı şeyler temiz ve hoş görünür. Fakat bir gece geçtikten sonra bunlar sende pislik olur/ Sen, cisme değil, ruha gıda olabilecek yağlı ve tatlı şeyler ye ki kanadların bitsin ve uçmağı öğrenesin” (C.I/307)
Oğlu Sultan Veled ile aralarında geçen bir konuşmada kendisinden sonra Mevlânâ’nın yolunu soranlara vermesini istediği cevap “Yeyip içmemektir,” olmuştur (C.I/245).
Menâkıbü’l-Ârifîn’de pek çok bahiste onun maddi açlığı salık verdiği ve riyazetinden çok uzun süreler yemek yemediği görülür. Hatta henüz altı yaşında bir çocuk iken bile üç dört günde, bazen yedi günde yemek yediği rivayet edilmektedir (C.I/s. 155).
Sohbetlerinde kendisine “Riyazet nedir?” diye sorulduğu vakit:
“Namaz kılana az bir yemek yeter. Çok yemek uyku getirir. Acıktığım vakit bir dilim ekmekle Fırat nehrinden bir avuç su bana yeter” (C.II/56) diye cevap vermiştir. Ârif Çelebi’nin annesi Kirake Hatun “Mevlânâ hazretlerinin bir aya yakın yemek yemediğini gördüm.” demektedir (C.I/386). Genellikle semâ’ etmeye daldığı zamanlar semâ’ın hararetinden günlerce yemek yemez, su içmez ve uyumaz:
“Yine başka bir defasında yedi gün, yedi gece semâ’ etti ve hiç yemek yemedi. Dostlar, belki Mevlânâ merhamet buyurur da bir miktar yer diye latif ve güzel bir yemek hazırladılar. Mevlânâ: “Ey nefis! Sabret ve sözümü dinle, bu yiyecekten yeme; eğer yersen o seni yiyecek,” buyurdu ve hiçbir şey yemeyip şu şiiri okudu: “Eğer bir defa o nur yemeğinden yersen, tandır ekmeğinin üzerine toprak dökersin. ‘Açlık, açlık, gene açlık sonra da aslına dönmek,’ diyerek semâ’’a başladı.” (C.I/444)
Muineddin Pervâne, Mevlânâ için bir semâ’ tertip eder. Semâ’ın harareti gece yarısına kadar sürünce bütün yemekler de soğur ve bayatlar. Pervâne, Şeyh Muhammed Hadim’i yanına çağırıp yemek meselesini anlatır. Şeyh Muhammed Hadim de onun dediğini kinaye yolu ile Mevlânâ hazretlerine söylediğinde Mevlânâ: “Su yolcu başı (emir-i ab) suları kesmeden değirmen nasıl durur, sükûn ve karar bulur?” dedi. Bunun üzerine Pervâne baş koyup gözyaşları dökerek yemekleri yağma etmelerini emreder ve yeniden yemek yapılır. (C. I/s. 187)
Hüsameddin Çelebi’den nakledilen bir rivayette, Mevlânâ açlık ve nefs arasındaki ilgiyi sohbet arkadaşlarına yılan benzetmesi ile anlatmaktadır. Az yiyerek nefs yılanını öleceğini söyleyerek, Allah’a bu uygulama üzerinde olabilmek için niyaz eder:
“İnsanoğlunun vücudunda üç bin yılan vardır. Her bin yılan bir lokma yemekle dirilir. Eğer üç lokmadan bir lokma eksik yesen nefsinde bin yılan ölür. Eğer iki lokma eksik yesen, iki bin yılan ölür. Hulasa eğer bir lokma fazla yesen, nefsin bin yılanı dirilir. Eğer az yesen ölür. İnşallah Tanrı az yemek, az söylemek ve az uyumak hususunda bize ve bizim dostlarımıza uygulama verir.” (C.I/457).
Bu benzetmeden anlaşıldığı gibi Mevlânâ açlığı nefs terbiyesinin yollarından bir olarak görmüştür. Nitekim yine bir sohbetinde yıllarca ibadet eden ve riyazet çeken dervişin nefsi ile olan mükâlemesini ve mücadelesini anlatır. Nefsini öldürmek amacıyla birçok defa Ka’be’yi tavaf edip yaya olarak yol zahmetini çeken derviş nefsine üstün gelememiştir. Bu defa oruç, riyazet ve açlıkla meşgul olmuş; böylelikle nefsini yenmiştir. Neticede Mevlânâ sözünü şöyle tamamlar: “Tanrı daha iyi bilir, yani nefsi açlıktan başka hiçbir taat mağlup ve Müslüman edemez” (C.I/452). Kırk günlük müddetle bir hücrede halvete kapandığında yanında sadece bir ibrik su ve birkaç arpa ekmeğinden başka bir şey almamıştır (C.I/161).
Diğer taraftan eserde Mevlânâ’nın günlük yaşamı içerisinde yer alan ve sevdiği yiyecekler de anılmaktadır. Bunların başında sadece Mevlânâ’nın değil Türklerin geleneksel yiyeceği yoğurt ile sarımsak gelmektedir. Özellikle sarımsağı çok sevdiği görülür. İftarda çiy sarımsak tanelerini yer ve etrafındakilere de bu şekilde tüketilmesini salık verir (C.I/386). Yine Ulu Arif Çelebi’nin annesi Kirake Hatun’un rivayetine göre bir gece yarısı eve geldiğinde yoğurt istemiş, kendisine verilen büyük bir kâse yoğurda yirmi baş sarımsak dövdürmüştür. Bir de bunun içine bayat küf tutmuş ekmekleri doğramış ve tamamını yemiştir.
Kirake Hatun ise “Ben o yoğurttan bir parça ağzıma koydum, yoğurdun keskinliğinden derhal dilim kabardı.” (C.I/386-87) demektedir. Benzer bir rivayet de Bahaeddin-i Bahri’den nakledilmiştir. Bu zatla ılıcaya giden ve burada on gün kalan Mevlânâ bu süre zarfında hiç yemek yememiştir. Sonra birdenbire bir Türk, büyük bir kâse yoğurt getirmiş. Mevlânâ bu yoğurdun içine çokça sarımsak koyup yemiştir (C. I/412).
Menâkıbü’l-Ârifîn’de sadece Mevlânâ ile ilişkilendirilecek yiyecek olarak köfte ve meyvelerden incir tespit edilmektedir. Celaleddin-i Müstavfi adındaki zatın iftar sofrasında hiçbir şey yememesi üzerine ev sahibinin ısrarına karşılık;
“Midem çok zayıfladı. Şimdi o, zayıf ve sırtı yaralı bir hayvana benziyor. Tıpkı bir hayvan gibi onun da sırtına palan vurulmak istenildiği zaman inleyip çöküyor ve yükünü taşıyamıyor. Eğer o, dövülüp ezilmemiş olsaydı, birkaç köfte yerdi,” (C.I/498)
şeklinde cevap vermiştir. Bir başka menkıbe de dost bir ulunun bağından getirilen incirden satın almış ve yemiştir (C.I/441-42).
Nakledilen menkıbelerin içerisinde yer alan iki şiirde de ayrandan bahsedilmektedir. Tamahın tadını tatmadığını, kırk senedir kanaati azığı yaptığını, fakirliğin de sanatı olduğunu söylediği bir sohbette ayran bir sembol kavram olarak kullanılmıştır:
“Haşa ki gönlümde tamah olmasın. Kanaatten gönlümde bir âlem vardır. Bana ayran verdiğinden beri balın yüzüne bakmıyorum; çünkü her nimetin bir üzüntüsü vardır.” (C.I/301) demektedir. Benzer bir kullanılışta “Bir kâse ayranım oldukça onu içerim. Şunun bunun kâsesi ve kesesi ile bağlanmam. Fakirlik ve zaruret ölümle beni tehdit etse de yine hürriyetimi kulluk mukabilinde satamam.” (C.I/414)
şeklinde tercüme edilen rubaide tevazuun ve adeta her şeyden müstagni oluşun sembolü olarak görülür.
Menâkıbü’l-Ârifîn’de söz konusu edilen rivayetlerde kişinin fiziksel gücünün üzerinde görünen uygulamalar bir menkıbe kitabının üslubun gereği olarak anlaşılmaktadır. Her ne kadar Eflâkî bu söylemiyle Mevlânâ’yı yüceltmek gayesini gütse de bu menkıbeler aracılığıyla Mevlânâ’nın nefs terbiyesine dair felsefesi açık biçimde tespit olunmakta maddeden yüz çevirişi ve manadaki yolculuğu izlenmektedir.
Menâkıbü’l-Ârifin’de Sofra
Menâkıbü’l Ârifîn’den anlaşıldığına göre yemekler sofrada yenmektedir:
“Bir gün Muineddin Pervâne, Mevlânâ’yı ziyaret etmişti. Bütün şeriat ve tarikat uluları da bu toplantıda bulunuyorlardı. Sema’dan sonra büyük bir sofra kuruldu.” (C.I/235).
“Bir gece Muineddin Pervâne Mevlânâ için büyük bir semâ’ tertip edip birçok büyük kimseleri çağırmıştı. Sema bittikten sonra büyükler sofraya oturup yemek yeyip dağıldılar.” (C.I/306).
Yemekler bir kaptan yeniliyor ve kaşık kullanılıyor:
“... Peygamberin Medine’deki mezarını ziyarette hep bizimle beraberdi. Fakat hiçbir gün bizimle sofraya oturmadı ve bizimle bir kabdan yemek yemedi” (C.I/s. 219). “Pervâne kâseyi eline aldı bir kaşık olsun yemesi için Mevlânâ’ya sundu ve tekrar tekrar: “Bu helalinden yapılmıştır,” dedi. Mevlânâ bundan bir kaşık alıyor, ağzına kadar götürüp tekrar kâsenin içine koyuyordu” (C.I/ 207).
Eserde türlü nimetlerle donatılmış sofralardan bahsedilir. Bununla birlikte Mevlânâ bu sofralardan hoşnut olmadığı gibi aşırı bulmuş ve yermiştir. Kayseri’den elçilik vazifesinden dönen ve Pervâne’nin sofrasında yiyip içtikleri çeşit çeşit nimetlerden bahsederek övenlere hiddetlenmiş “Dostlar ayakyolunu aşırı derecede övdükleri ve şöyle yedik, şöyle içtik diye övündükleri için utansınlar” (C.I/430) diyerek durumun abesliğine vurgu yapmıştır.
Muhammed Hâdim’e daima “Bugün evde bir şey var mı?” diye sorarmış, eğer şeyh Muhammed Hâdim “Hiçbir şey yok,” derse buna sevinerek, şükredermiş: “Tanrı’ya hamdolsun bugün evimiz Peygamberimizin evine benziyor,” diyen Mevlânâ eğer Muhammed Hâdim: “Mutfak hazır ve eksik bir şey yok,” derse, buna “Bu evden Firavun kokusu geliyor,” (C.I/408) şeklinde kızarmış.
Yemek Zamanı
Menâkıbü’l-Ârifîn’de gün içerisinde öğün zamanlarıyla ilişkilendirilebilecek bir nakil tespit edilememiştir. Sadece semâ’ bitiminde yemek yenildiği görülmektedir. Nakledilen pek çok rivayetten anlaşıldığına göre yemekler semâ’ bittikten sonradır. Böylesi bir zamanlamanın dönmekten kaynaklanan bir rahatsızlığa sebebiyet vermemek için olduğu düşünülebilir. Ancak Nureddin ismindeki zattan aktarılan menkıbede durum tam aksidir. Buna göre adı geçen zat oğluna büyük bir sünnet düğünü yapar, Mevlânâ da on altı gün müddetince düğünde bulunur. Bu süre zarfında fasılalarla semâ’ tertip edilir.
Mevlânâ semâ’ın lezzetine o nispette dalar ki on altı gün boyunca ne yer, ne içer, ne de uyur. On altı gün sonra nefis yemekler getiririler ancak Mevlânâ: iştahı olmadığını gerekçe göstererek yine bir şey yemez. Sünnet merasiminin olduğu geceyse yemek getirmelerini emreder ve her bir yemekten dörder kap yer. O gece Mevlânâ elli kap yemek yemiştir ve asıl ilgi çekici olan derhal semâ’a kalkmasıdır. Karnında zerre kadar bir şişkinlik olmayan Mevlânâ’nın bu hali için Eflâkî nadir ve görülmedik kerametlerindendir, der (C.1/326-327).
Muineddin Pervâne’nin Mevlânâ için semâ’ tertip edip büyük kimseleri davet ettiği semâ’ bittikten sonra da bu zatların sofraya oturup yemek yedikleri birkaç rivayette söz konusu edilmiştir (C.I/306, 340).
Adı Geçen Yiyecekler
Menâkıbü’l-Ârifîn’de tuzludan tatlıya, meyveden sebzeye pek çok yiyeceğin adı geçmektedir. Buradan hareketle hem Mevlevî sofrasının bereketi hem de elbette dönem itibarıyla Selçuklu mutfağının zenginliği tasdik olunmaktadır.
Ekmek/Un
Türk sofralarının vazgeçilmezi olmasının ötesinde kültürümüzde “nimet” vasfı verilen ve neredeyse kutsallık atfedilen ekmek Menâkıbü’l-Ârifin’den de anlaşıldığına göre temel yiyecektir. Ekmeğe olan ihtiyaç bir Rûm keşişin dilinde Mevlânâ’yı ekmeğe benzetmekle somut hale gelmiştir:
“Mevlânâ ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü?” (C.II/60).
Aç insana bir dilim ekmek yeterlidir (C.II/56). Ancak diğer taraftan tokluk Tanrı’dandır, ekmek ise bahanedir.” (C.I/478)
Ekmeğin başka yiyeceklerle birlikte anılması aynı zamanda katık olduğunu da gösterir. Bazen kuru ekmek suya batırılıp onlarla iftar edilir (C.I/131), bazen küf tutmuş ekmek yoğurda doğranır (C.I/386). Şems, Konya’da bulunduğu sırada on, on beş günde bir, bir parça kuru ekmeği paça suyuna batırıp tirit yapar, (C.I/163) ya da yedi günde bir yarım ekmeği baş suyunda tirit yapar yerdi (C.II/87). Şems ile ilgili bir nakilde ekmeğin o dönem kaça satın alındığı da öğrenilmektedir. Buna göre beyaz ve güzel bir ekmek bir pula satın alınabiliyordu. O zaman yüz yirmi pul bir dirhem tutuyordu. (C.II/86).
Ekmeğin hammaddesi olarak sadece arpa unundan bahis vardır (C.II/336). Ekmek çeşidi olarak ise arpa ekmeği, kepek ekmeği (C.I/151) ve tandır ekmeği anılmıştır. Nur gıdasından yiyen bir kimsenin tandır ekmeğinin yüzüne bakmayacağı ifadesindeki karşılaştırmadan hareketle tandır ekmeğinin makbul bir ekmek çeşidi olduğu anlaşılabilir:
“Kim saman ve arpa yerse kurban olur. Kim Tanrı’nın nurunu yerse Kur’an olur. Sen bir kere o nur gıdasıdan yesen tandır ekmeğinin (yüzüne bakmaz), onun üzerine toprak saçarsın.” (C.I/270)
Un olarak arpa unundan bahsedilir. Seyyid-i Sırdan Baheddin Veled’in müridi olduktan sonra riyazeti öyle bir dereceye gelir ki on iki sene ormanlarda dağlarda başı ve ayakları çıplak dolaşır. Beraberinde arpa unu dolu bir dağarcığı olan Seyyid, on iki günde bir buğrak (?) yapar yermiş (C.I/146).
5.2. Tirit
“Tanrı bazı insanları harbler için, bazılarını da çanaktaki tirit için yarattı” sözü ne de güzel bir sözdür.” (C.II/132)
Esas itibarıyla et suyuna kızartılmış ekmek doğranmak suretiyle yapılan tirit, Mevlevî mutfağının hem önemli hem de mütevazı yemeklerinden biri olarak kabul edilmektedir. Zira bu yemeğin mantığında israfın önüne geçmek vardır. Çünkü hazırlanan et suyu hayvan etinin bilhassa sakatat gibi geriye kalan ucuz kısımlarını kaynatmak suretiyle elde edilir ve içine de bayat ekmek doğranır. Bu sayede hem ucuz et hem de bayat ekmek değerlendirilmiş olur. Menâkıbü’l Ârifin’de baş suyuna (C.II/87, 130), paça suyuna (C.I/163) ekmek doğrayarak ya da batırılarak yenilen tiritten bahsedilmektedir. Bununla birlikte Mevlânâ’nın küf tutmuş ekmekleri doğrayıp yediği sarımsaklı yoğurt da tirit olarak anılmıştır (C.I/386-87).
Herise
Herise ya da daha yaygın olarak bilinen adıyla keşkek genellikle mevlevîhânelerde ramazan ayında pişirilen (Mehmet Kamil, 2015: 44) bir yemektir. Melceü’t-Tabbahîn’de kabuğu soyulmuş keşkeklik buğdayın bir gece suda bekletildikten sonra kaynatıp yumuşatıldığı, süzülen buğdayın inek ya da koyun eti katıldıktan sonra keşkek tokmağı ile dövüldüğü, sonra ateşe konarak et suyuyla kararına gelinceye kadar pişirildiği şeklinde tarif edilmiştir. Sahanlara alınan herise üzerine sadeyağ gezdirip kimyon veya sumak ekilmek suretiyle yemeye hazır olurmuş (Mehmet Kamil, 2015: 115). Mevlevî mutfağında yeri olan bu yemek Mevlânâ’nın Mesnevi’sinde bir benzetme unsuru olarak kullanılır, manen pişmek suretiyle birbirinden farkı kalmayan aşk ehlini herise ile anlatır:
“Heriseye benzerler, artık farkları kalmaz. Fakat bu makama varıp gark olmıyan bunu fark edemez.” (Mesnevi C.V/b.3460)
Menâkıbü’l-Ârifîn’de herise Ulu Ârif Çelebi’ye dair iki menkıbede anılmaktadır. Üç gün üç gece iftar etmeyen Ulu Ârif Çelebi sabahleyin herise istemiştir (C.II/270). Bir diğer menkıbede herise keramet vasıtası olmuştur. Çelebi, medresenin önünden geçen bir çocuğun elinden herise dolu kâseyi alıp yemiştir. Daha sonra çocuktan kâseyi kapayıp gitmesini istemiş, az ilerleyen çocuk elindeki kâsenin eskisi gibi herise ile dolu olduğunu görünce kendinden geçmiş, Çelebi’nin müridi olarak onun yanında yetişmiştir (C.II/233).
Hutab
Hutab o dönemde yapılan ama hakkında bilgi sahibi olunamayan bir yemektir. Menâkıbü’l-Ârifîn’den öğrenildiği kadarıyla sinide yapılmakta, güzel kokulu olup (C.II/304) sinisi bir dirheme satılmaktadır. Mevlânâ hazretleri iki dirhemlik hutab aldırarak hepsini bir harabede yavrulamış olan dişi bir köpeğe götürmüştür (C.I/367).
Muineddin Pervâne’nin evinde tertip edilen ve Mevlânâ’nın da katıldığı semâ’dan sonra dostların yemesi için Gürcü Hatun iki sini hutab göndermiştir (C.I/367).
Tatlılar: Şeker/ Bal/Helva
Tatlı ve şerbetin en önemli malzemesi olarak şeker bazen benzetme unsuru olarak bazen de gerçek anlamıyla sıklıkla anılmaktadır. Mevlânâ’nın bir sohbetinde “Eğer bir insan açken zehir yese hazmeder ve bu zehir ona zarar vermez, hâlbuki son derecede tokken şeker yemek onun için zehir olur.” (C.I/449) demesine bakarak tokken yenilmesinin sağlık açısından sakıncalı olduğu anlaşılır.
Eflâkî, şeker nev’i olarak nebat şekeri ve badem şekerinden bahsetmektedir. Selçuklu kadılarından Kemâleddin-i Kâbi bir semâ’ tertip ederek Mevlânâ’nın müritliğini kazanmayı arzu etmektedir. Semâ’dan sonra içilmek üzere bir şerbet hazırlamak ister ve bu amaçla bütün Konya’yı aratır. Sonuçta ancak otuz zembil yani sepet miktarı halis nebat şekeri bulunur. Yeterli olmayınca Sultan’ın karısı Gumâc Hatun’dan ister. On zembil de Gumâc Hatun verir. Fakat hala yeterli değildir. Bunun üzerine ayak takımına ballı şerbet verilmesini uygun görür.
Nihayet elde edilen bütün nebat şekerini Karatay medresesinin havuzuna doldurduktan sonra tadını ayarlamak maksadı ile sultanın şarabdârına bir miktar gönderir. Tadı kıvamına geldikten sonra semâ’a katılan devlet ve din ileri gelenlerine ikram edilir (C.I/ 228). Bu menkıbeden çıkarılan sonuçlara göre semâ’dan sonra harareti teskin etmek üzere şerbet içilmektedir ve bu şerbet nebat şekerinden yapılmaktadır. Nebat şekeri birinci kalitedir (Usta, 2009: 89). Ancak menkıbeden anlaşıldığına göre dönem itibarıyla az bulunan ve temin edilmesi çok kolay olmayan bir üründür.
Bu sebeple eğer şerbet ikram edilecek misafir sayısı fazla ise alt tabakadan olanlara bal şerbeti ki bu durumda nebat şekerine nispetle ikinci kalitede olmalı, üst tabaka misafirlere nebat şekerinden yapılan şerbet ikram edilmiştir.
Badem şekeri de bir düğün münasebeti ile bahse konu olur. Düğüne katılan Mevlânâ, badem şekeri olup olmadığını sormuş, getirmelerini istemiştir. Buradan badem şekerinin düğün ikramı olduğuna hükmedilebilir (C.I/417).
Bal, Menâkıbü’l-’Arifîn’de misafirlere sunulan bir tatlıdır (C.I/276). Bilindik baldan başka Eflâkî bir de “beyaz bal”dan bahseder. Hüsameddin Çelebi’nin bağına misafir olan Sultan Veled ve beraberindekilere, Çelebi kovanlarından petek petek beyaz bal getirmiştir. Çelebi, balın kovanını Sultan Veled’e vermiş ve uzun zaman bu kovandan faydalanmışlardır. Aynı zamanda bu baldan şerbet yapıp verdikleri her hasta kısa sürede iyileşirmiş (C.II/173).
Menâkıbü’l-Ârifîn’de adı en çok geçen tatlı helvadır. Buradan hareketle dönemin makbul tatlısının helva olduğu anlaşılmaktadır. Fakat bu helvanın muhteviyatı belli değildir. Aktarılanlara göre tencere içerisinde pişirilmektedir ve ev helvası olarak tanımlanır (C.I/287), ayrıca sıcak olarak ikram edilmektedir (C.I/404). Söz konusu tatlının un helvası olması muhtemel görünmektedir. Bilhassa ölen kimsenin arkasından hayır maksatlı olarak yapıldığının örnekleri tespit edilmektedir (C. II/338). Hatta bir menkıbede Mevlânâ’nın ölümünden sonra yedi gün yedi gece hiçbir şey yiyip içmeyen ve neticede ölen kediyi Mevlânâ’nın kızı Melike hatun kefenleyerek mübarek türbenin civarına gömer. Kedinin gömme töreninde de dostlar için helva yaparlar (C.II/52).
Helvanın hayır amacıyla fakirlere sadaka olarak yapılıp dağıtıldığı görülmektedir. Ka’be-i Muazzama’ya giden bir tacirin karısı, Kurban bayramı arifesi gecesinde çokça helva yaparak bu maksatla dağıtır (C.I/220).
Mevlânâ’nın müritlerinden birisi iftarda ikram etmek üzere helva pişirmiştir (C.I/287). Uzak seferden gelen bir cemaat için sıcak helva hazır edilmiştir (C.I/404). Ulu Ârif Çelebi’nin çocukluk zamanlarında onunla oyunlar oynayan Fahreddin-i Lala bu küçük çocuğa şekerli helvalar yedirmektedir. Şu halde helva aynı zamanda çocukların da sevdiği bir tatlıdır (C.II/285).
Meyveler
Menâkıbü’l-Ârifîn meyveler bakımından zengin sayılmaz. Kavun, incir, kayısı, üzüm, nar ve elma (C.I/477) anılmaktadır. Kuruyemiş olmakla birlikte ceviz de buraya dâhil edilebilir (C.I/502).
Sultan Veled’in rivayetine göre Mevlânâ Şemseddin zaman zaman kendi müritlerinden ve âşıklarından kavun ister, onlar da tatlı kavunlar getirilermiş:
“Mevlânâ Şemseddin zaman zaman kendi müritlerinden ve âşıklarından kavun isterdi. Tabii, onlar da tatlı kavunlar getirirlerdi. O da yerdi ve kabuklarını onların başına vurur ve: ‘Ey ölüler! Ne getirdiniz?’ derdi. O zaman onlarda keşifler hâsıl olurdu, gayıp âleminden garip şeyler görürlerdi ve perdeler yırtılırdı.” (C.II/96).
Bayezid-i Bistamî’nin ise altmış sene kavun yemediği nakledilmektedir:
“Bir gün Mevlânâ Şemseddin buyurdu ki: Bistami mahçuptu. Altmış sene kavun yemedi. “Niçin yemiyorsun?” diye sordular. O da “Mustafa hazretlerinin, onu nasıl kestiğini bilmiyorum,” dedi. O halde onun nasıl kavun kestiğini bilmiyen kimse, bundan daha gizli ve müşkül olan ilimlerden nasıl haber verebilir. (C.II/86).
Bir dost bağında Mevlânâ’ya incir ikram edilmiştir:
“Dostların ulularından biri kardeşlerin bağından Mevlânâ hazretlerine bir incir getirmişti. Mevlânâ inciri aldı: “Hayli güzel incir, fakat kemiği var” buyurup yere bıraktı. O derviş, “İncirin nasıl kemiği olur?” diye hayrette kaldı. Yavaşça kalktı, o incirleri alıp gitti. Bir an sonra tekrar geldi. O incirden diğer bir sepet daha getirdi ve Mevlânâ’nın önüne koydu. Mevlânâ bir tane alıp yedi” (C.I/441).
Eflâkî dostlarıyla hamamdan sonra yemek üzere bir kâse kayısı ıslatmıştır:
“Bir gün Çelebi hazretleri, hamama gitti. Bu toprak olan kuluna (Eflâkî’ye): “Sen evde kal,” dedi ve hamamlandıktan sonra kerem sahibi dostlarla birlikte içmek üzere büyük bir kâse kayısı ıslatmışlardı” (C.II/301).
Üzüm ise zamanla ilgili olarak bahse konu olmuştur. Ulu Ârif Çelebi arkadaşlarıyla bağlara gezmeye gittiği zamanı “bağlarda üzümler sona ermişti” şeklinde belirtmektedir (C.II/238).
Sebzeler
Sebze olarak yukarıda da örneklendirilen Mevlânâ’nın çok sevdiği sarımsak sıklıkla söz konusu olur (C.I/386, C.I/387, C. I/412).
Ulu Ârif Çelebi bir dostunun bostanında hıyar yemiştir:
“Birdenbire, Çelebi Arif hazretleri bizim bostanı şereflendirdi. Necmeddin Dizdar ve onun emirleri Gevale kalesinden aşağı koştular, Çelebi hazretlerine erişip baş koydular. Uzun bir sohbetten sonra Çelebi: “Kerimeddin bu bostandan dostlar için teberrüken birkaç hıyar getirmez misin?” diye buyurdu. Ben de: “Hüdavendigar (emriniz) başımın gözümün üstüne, fakat daha dün dikmişlerdir. Taze hıyar bir ay sonra ancak çıkar,” dedim. Bunun üzerine o: “Çok söyleme de git getir,” diye buyurdu. Ben de yavaşça dışarı çıktım, bostana girdim. Bir de baktım ki, bir fidanda dört zarif hıyar var.” (C. II/279).
Mevlânâ oğulları Sultan Veled ve Alaeddin’i dinî ilimleri tahsil etmek üzere Şam’a gönderdikten bir süre sonra Kiramana Hatun’un ayrılık acısıyla inleyip onların vasıflarını sayraken bir taraftan da havuç ve şalgam temizlemesinden bahisle bu iki sebze de eserde adı geçen sebzeler arasına dâhil edilebilir:
“Mevlânâ hazretleri, Veled ve Alaeddin’i dini ilimleri tahsil etmek üzere Şam’a gönderdiği ve bunun üzerinden de uzun bir müddet geçtiği sıralarda, bir gün, Kiramana Hatun yalnız oturmuş havuç ve şalgam temizliyor ve Bahaeddin’le Alaeddin’in ayrılık acısı ile inliyor, onların vasıflarını sayıyordu.” (C.II/233)
Diğer Yiyecekler
Yukarıda sayılanlardan başka anılan yiyecekler olarak şunlar tespit edilmiştir:
Pilavın o dönem de et yemeklerinin yanında yer aldığı görülür. Bir gece hücrelerinden çıkıp dostlarından birinin evine giden dervişler için yağlı ördekle beraber biberli pilav hazırlanmıştır:
“Bir gece hücrelerinden çıkıp dostlarından birinin evine gidip ona açlıklarını anlattılar. O da bunlar için yağlı bir ördek ve biberli bir pilav hazırladı.” (C.I/344).
Kızartılmış etli pilav;
“Hizmetçi o tencereyi getirsin,” buyurdu. Sonra sahan ve kâseyi istedi, kendi eliyle tencereden kâseye biraz koydu. Bu koyduğunun kızartılmış etli pilav olduğunu gördüm. Güzelliği ve tadı itibariyle eşsizdi” (C.I/343),
Şişte kızarmış kuş;
“Zahireddin son derecede utandı ve hiçbir şey söylemedi. O sırada da onun için şişde bir kuş kızartmışlardı.” (C.II/337), Köfte;
“ ‘Midem çok zayıfladı. Şimdi o, zayıf ve sırtı yaralı bir hayvana benziyor. Tıpkı bir hayvan gibi onun da sırtına palan vurulmak istenildiği zaman inleyip çöküyor ve yükünü taşıyamıyor. Eğer o, dövülüp ezilmemiş olsaydı, birkaç köfte yerdi,’ dedi” (C.I/498),
Kebap;
“Gördük ki, bir derviş kebap arzu etmişti, fakat ateş bulamamıştı. Kebabını yapıp bitirdikten sonra, üfledi ve yangın da söndü” (C.I/408).
“Arif Çelebi: Dostlarımızın tasavvurlarına göre bizim gıdamız şarap ve kebaptır ve yaşamamız da sudandır” (C.I/260).
Kelle;
“Seyyid-i Sırdan’in riyazeti o derecede idi ki on, on beş günde bir ancak yemek yerdi. Nefsi kendini sıkıştırdığı vakit kalkar, kelleci dükkânına giderdi” (C.I/151), Simit,
“Bir adam bir şehire gitti. (Onun maksadı) bu şehir halkının gafletini anlayıp orada yankesicilik yapmaktı. Orada bir küçük çocuk gördü. Çocuğun elinde bir simit vardı. Bu yankesıci adam ondan simit istedi.” (C.I/415),
Peynir;
“Bu padişah yemeklerden peyniri, insanlardan ermeni kölesini, hayvanlardan da eşeği gönderdi.” (C. I/s. 183), 114
Şalgam turşusu;
“Derler ki: (Dostlar toplantısında) Seyyid hazretleri turşu arzu ettiği vakit:
“Şalgam turşusu faydalıdır ve turşuların da en iyisidir.” (C.I/s. 147) Mercimek;
“Sultan Veled buyurdu ki: Bir gün iki Türk fakih babamı ziyarete gelmişler ve hediye olarak da bir parça mercimek getirmişlerdi.” (C.I/315).
Bu yiyecek isimlerinden başka tamamlayıcı unsur olarak sirke ve buz da Eflâkî’nin bahsettikleri arasındadır.
“Şiir: Sirkeli çorbaya elini uzatmadığı için, Mesihin elinden dünya derman buldu.” (C.II/173)
“Şiir: Tanrı, bize şarap verdi. Sana da sirke. Mademki kısmetimiz böyledir o halde birbirimizle niçin cenkleşelim.” (C.II/285)
“Bunun üzerine Mevlânâ derhal buyurdu, buz getirdiler. Buz parçalarını yemeğe başladı. Anlatılamayacak derecede yedi.” (C.I/188)
Adı Geçen İçecekler
Eserdeki başlıca içecek şerbettir. Pek çok menkıbede tespit olunmaktadır. Bunların bir kısmı tatlı içecek iken bir kısmı genel manada sulandırılmış herhangi bir içecektir. Eflâkî, şerbeti Mevlânâ’nın bu dünyadan semâ’ ve hamamdan sonra seçtiği üçüncü şey olarak kaydetmektedir (C.I/ 387). Şerbetin semâ’dan sonra susayanlara sunmak için, iftarda ya da misafire ikram etmek üzere hazırlandığı görülmektedir. Nebat şekeri şerbeti (C.I/ 228), bal şerbeti (C.II/173), gülsuyu şerbetinden başka (C.I/269), Frenk ülkesinde korsanların eline düşen bir gencin Frenk emirinin hastalığını tedavi etmek için yedi meyve ve mahmude (bingöz otu) ile hazırladığı karışım da şerbet olarak tavsif edilmiştir (C.I/194).
Bir başka içecek ise ayrandır. Mevlânâ’dan nakille aşağıdaki örneklerden ayranın Mevlânâ tarafından makbul tutulduğu söylenebilir:
“Haşa ki gönlümde tamah olmasın. Kanaatten gönlümde bir âlem vardır. Bana ayran verdiğinden beri balın yüzüne bakmıyorum; çünkü her nimetin bir üzüntüsü vardır.” (C.I/301)
“Bir kâse ayranım oldukça onu içerim. Şunun bunun kâsesi ve kesesi ile bağlanmam. Fakirlik ve zaruret ölümle beni tehdit etse de yine hürriyetimi kulluk mukabilinde satamam.” (C.I/414)
Eflâkî, Ulu Ârif Çelebi ile hamamdan sonra içmek üzere kayısıyı ıslatmak suretiyle yaptıkları hoşaftan bahsetmiştir (C.II/301). Muineddin Pervâne de semâ’dan sonra Mevlânâ’ya içirmek üzere mayhoş hoşaf yaptırmıştır, ancak bu hoşafın hangi meyveden yapıldığı söylenmemiştir (C.I/307).
Menâkıbü’l-Ârifîn’de adı en çok geçen içecek ise şaraptır. Kimi zaman bir remiz olarak kimi zaman ise gerçek anlamında kullanılmıştır.
Pişirme Yöntemleri
Eserde adı geçen yemek isimlerinden hareketle pişirme yöntemlerinden bazılarını tespit etmek mümkündür. Kızartılmış etli pilavdan bahisle (C.I/343), kızartmak; şişte bir kuş kızartmaktan bahisle (C. II/337) de şişe dizerek ızgara yapmak, pekmez yapmak maksadıyla da üzümleri kaynatmak (C.II/238) bu yöntemlerden sayılabilir.
Ekmek ise tandırda odun ateşinde pişirilmekteydi (C.I/477), ekmekçinin tandırı ne kadar sıcak olursa, o kadar çok ekmek pişirmek mümkündür (C.I/310).
Mutfak Eşyaları
Menâkıbü’l-Ârifîn’de bir mutfakta gerekli olan belli başlı eşyanın adının geçtiği görülmektedir. Gürcü Hatun, Şeyh Selâhaddin’in kızı Hediye Hatun’un çeyizi için sini, tepsi, kazan, bakır ve çini kâselerden, havanlardan, şamdanlardan teşekkül eden tam bir mutfak takımı hazırlatmıştır (C.II/157). Eserde Eflâkî’nin adını söylediği mutfak gereçleri şöyle örneklendirilebilir:
Kâse
Kâseler sadece hoşaf, ayran gibi sadece mâî şeyler için değil diğer yemekler için de kullanılmıştır. Çini kâselerden söz edilir:
“Pervâne adamlarına mayhoş hoşaf yapıp bir çini kâse içine koymalarını emretti.” (C.I/307)
“Mevlânâ tam on gün ılıcada oturdu ve hiç de yemek yemedi. Birdenbire bir Türk, büyük bir kâse yoğurt getirdi.” (C.I/412)
“Bir kâse ayranım oldukça onu içerim. Şunun bunun kâsesi ve kesesi ile bağlanmam. Fakirlik ve zaruret ölümle beni tehdit etse de yine hürriyetimi kulluk mukabilinde satamam.” (C.I/414)
“Kadı Sıraceddin Mevlânâ’nın hastalığını sormaya gelmişti. Ben, Mevlânâ belki dudaklarını ıslatır diye elimde bir kâse şerbet tutuyordum.” (C.II/408)
“Bir gün Çelebi hazretleri, hamama gitti. Bu toprak olan kuluna (Eflâkî’ye): “Sen evde kal,” dedi ve hamamlandıktan sonra kerem sahibi dostlarla birlikte içmek üzere büyük bir kâse kayısı ıslatmışlardı. Ben biçare kul evi süpürürken Çelebinin minderi altında bir dirhem buldum keseme attım. Bu sırada gözüm hoşaf kâsesine ilişti.” (C.II/301)
“Veled hazretleri nakletti ki: Bir gün medresenin kapısında oturmuştum. Bir çocuğun elinde bir kâse herise ile geçtiğini gördüm.” (C.II/233)
Sahan
“Hizmetçi o tencereyi getirsin,” buyurdu. Sonra sahan ve kâseyi istedi, kendi eliyle tencereden kâseye biraz koydu” (C.I/343).
Tencere
“İçeri girdim, baktım ki, bu adam bir tencere içerisinde ev helvası pişiriyor.” (C.I/285)
“Hizmetçi ‘Şimdi yemek yedik ve kapları yıkamak için tencereye sıcak su koydum,’ dedi. Mevlânâ: ‘Hizmetçi o tencereyi getirsin,’ buyurdu.” (C.I/343)
Sini
Hutab ve helva siniye konmaktadır:
“Yine rivayet ettiler ki: Pervâne’nin evinde büyük bir semâ’ vardı. Mevlânâ hazretleri halvethaneye girip namaza başlamıştı. Gürcü Hatun hazretleri dostların yemesi için iki büyük sini hutab göndermişti.” (C.I/367)
“Mevlânâ’nın önünde ayakta durmak şerefiyle şereflendikleri anda, Fahru’n-nisa fi’l-füem (yeryüzünde kadınların kendisi ile övündüğü) hatunların melikesi (Tanrı ondan razı olsun) evde yapılmış bir sini dolusu helvayı misafirlerin önüne koydu.” (C.I/404)
İbrik
İbrik su ve şarap kabı olarak kullanılmaktadır:
“Seyyid bir hücre hazırladı, Mevlânâ’yı bu hücrede halvete oturttu; hücrenin kapısını da çamurla kapadı. Derler ki, hücrede bir ibrik su ve birkaç arpa ekmeğinden başka hiç bir şey yoktu.” (C.I/161)
“O günü yirmiye yakın talihli arkadaş yudum yudum şarap içti ve İsa gibi keyiflendiler. Gecenin üçte biri geçince, bir ibrik şaraptan başka kalmadı.” (C.II/302)
Tulum
İçine şarap konulmaktadır:
“Mevlânâ Alaeddin ne kadar yalvarıp yakardı ise de kabul etmedi. Bir tulum şarap hazırlamalarını emretti. O bu kadar gün yemek yememiş ve uyku uyumamıştı. Tulumun ağzını mübarek ağzına dayadı bir defada hepsini içti ve kalkıp semâya başladı.” (C.II/261)
Kadeh
Kadeh genellikle içerisine şarap konulan bardak olarak kullanılmıştır:
“Çelebi Polad Bey, şöyle rivayet ettiler ki: Bir gece Karahisar-ı Devle kalesinde, Sahip Fahrcddin’in oğulları ve onların naibleriyle Çelebi hazretlerinin hizmetinde sohbet etmiştik. Saf, eski ve nefis bir şarap içmekle meşgulduk. Arif Çelebi, elinde iki dolu kadeh olduğu halde:...” (C.II/267)
Bununla birlikte süt ve su bardağı olarak da kullanıldığı görülmektedir:
“Tanrı tarafından nurdan, dünyayı gösteren iki kadeh geldi. Birisi halis şarap, diğeri ise içimi kolay bir süt ile dolu idi.” (C.I/349)
“Fakat, su bardağını köpeğin dilinden korurlar, Çünkü küçük bir kadehin suyu köpeğin yalamalariyle değişip bozulur.” (C.II/66)
Havan
Kira Hatun Mevlânâ’nın ayakkabılarının içinden çıkan Hicaz kumunu havanda ezmiştir. Gözü ağrıyanların gözüne tûtiyâ gibi sürmüş, hastaların şerbetine katarak şifa vermiştir. “Ben de, o hayatta olduğu müddetçe bunu hiç kimseye söylemedim. Bu kumları havanda dövüp ezdim.” (C.I/339).
Testi
“Hemen kalktım, su testisini dervişe verdim ve malik olduğum bir miktar yemeği de gönlü yaralı olan bu dervişin önüne koydum.” (C. I/373)
Kaşık
Pervâne’nin sofrasında misafir olan Mevlânâ’nın yemek yemesi anlatılırken bahsedilir: “Pervâne kâseyi eline aldı bir kaşık olsun yemesi için Mevlânâ’ya sundu ve tekrar tekrar: “Bu helalinden yapılmıştır,” dedi. Mevlânâ bundan bir kaşık alıyor, ağzına kadar götürüp tekrar kâsenin içine koyuyordu.” (C.I/307)
Sofradan Gelen Şifa
Menâkıbü’l-Ârifîn’de bazı yiyecekler halk hekimliği ya da alternatif tıp denilebilecek bir anlayışa uygun olarak bazı hastalıkların tedavisi için adeta reçete edilmiştir. Mevlânâ’nın o dönemde tıpkı hâzık bir hekim gibi tavsiyelerde bulunması dikkat çekicidir.
Seyyid-i Sırdan şalgamı çiğ yemeyi göz sağlığı faydalı bulmaktadır: “Derler ki: (Dostlar toplantısında) Seyyid hazretleri turşu arzu ettiği vakit:
“Şalgam turşusu faydalıdır ve turşuların da en iyisidir, Şalgamı çiy yemek göze aydınlık verir.” derdi. Zira Seyyid hazretleri tıbba ait ilimlerde ve ilahi hikmetlerde mümtazdı ve ne deseydi gayb âleminden peydâ olurdu.” (C.I/s. 147)
Mevlânâ sarımsak ve bademi sıtma tedavisi kullanmış, hasta üç günde şifa bulmuştur:
“Mevlânâ üç diş sarmısağın ve bunu yiyemeyince de üç bademin üzerini yazdı ve sıtmalıya verdi, üç günde iyi oldu. Sarmısağın veya bademin üzerine yazdığı şudur: ezan, izin, besin (?).” (C.I/s. 293). Sıtmaya yakalanan Fahreddin-i Sivasî de aynı yöntemle iyileşmiştir: “Fahreddin-i Sivasi yüksek ateşli ve tehlikeli bir sıtmaya yakalanmış, bir müddet yatalak olmuş ve pervane gibi yanmıştı. Bütün doktorlar tedavisinde aciz kalmışlardı. Mevlânâ hazretleri kendisini ziyarete gitti, onu bu halde görünce sarmısak taneleri tedarik etmeleri ve onları dövüp hastaya yedirmelerini emretti.” (C.I/334)
Çok uykudan şikâyeti olan Celaleddin Çelebi’ye haşhaşın özsuyunu içmesini emretmiştir:
“Yine bir gün kıymetli dostlardan Çelebi Celaleddin, Mevlânâ hazretlerine uykusunun fazlalığından şikâyet etti. Mevlânâ haşhaşın usaresini çıkarıp yemesini emretti. O da bunu yaptı ve tamamiyle uykusuz kaldı.” (C. I/334)
Frenk ülkesinde korsanların eline düşen bir genç, frenk emirinin hastalığını tedavi etmek için yedi çeşit meyveden içilebilir bir ilaç hazırlamış içine de mahmude koymuştur. Mahmude bingöz otu ya da Türk sarmaşığı denilen bir bitkidir ve bu bitkinin köklerinden elde edilen reçine kıvamındaki madde müshil olarak kullanılmaktadır (www.saglikaktuel.com):
“Bu zavallı genç, Tanrı’nın ilhamı ile buyurdu, yedi çeşit meyve getirdiler. Genç (bunlardan) lezzetle içilebilir bir ilaç hazırlayıp içi ne biraz da mahmude koydu ve üç defa Mevlânâ’nın adını anarak şerbeti hastaya içirdi. Frenklerin emiri, Tanrı’nın inayeti ve Tanrı erlerinin himmeti ile bu şerbeti üç defa içmekle iyi oldu.” (C.I/194)
Tatlının vücut ısısını arttırdığı bugün de bilinen bir gerçektir. Menâkıbü’l Ârifîn’de de aynı gerekçeyle helvanın dolayısıyla tatlının ateşli insana dokunacağı ve bu yüzden yenmesinin uygun olmadığı belirtilmiştir:
“Orada bulunanlar: “Şeyhin bu hali, şeyhe zarar vermez. Çünkü o, olgun bir ruha maliktir. Nitekim helva da doktora zarar vermez, fakat ateşli hastaya dokunur. (Bunun için) hastanın helva yemesi doğru değildir.” (C.I/ s. 170)
Eserde çörek otu hakkında söylenilenler ise halk inanışlarına dair güzel bir örnektir Buna göre ateşe atılan çörek otu nazara karşıdır:
“Bunların hepsi kötü insanların kötü nazarlarını defetmek için ateşe atılan çörek otu kabilindendir.” (C.II/277)
Muftağa Ait Unsurların Metafor Olarak Kullanılması
Menâkıbü’l-Ârifîn’de mutfağa ait pek çok unsur metafor olarak kullanılmış çok boyutlu anlamlar içeren göstergeler haline dönmüştür. Bu ifadeler Mevlânâ’nın felsefesi ve dolayısıyla Mevlevîliğin tasavvufi dünyası içerisinde izah edilip anlaşılabilir. Burada birkaç örnek vermekle yetinilecektir:
“Seyyid kalktı abdest aldı, gusletti, elbisesini giydi, ecel kadehini içerek evin bir köşesinde kıvrıldı.” (C.I/150)
“Şiir: Bu düğün, bize kutlu ve mutlu olsun. Bu zevc ile zevce daima sütle şeker, şarap ve helva gibi birbirleriyle hoş kaynaşsınlar. Bizim için bu evlenme, hem yaprağından, hem yemişinden bizi faydalandıran hurma ağacı gibidir.” (C.I/158)
“Çünkü biz, bütün insanları kalburdan geçirdik, bunlardan başkaları kalbur üzerinde kalmadılar.” (C.I/193)
“Mevlânâ hazretleri de beka kadehiyle mest olmuş ve lika nurlarına gömülmüş bir vaziyette manalar saçıyordu.” (C.I/222)
“Çünkü gece ibadetlerinin ve gündüzkü semâ’’ların yorgunluğundan ve bir şey yememekten mübarek vücudu bir kadehin dudağı gibi incelmişti.” (C.I/305)
“Tanrı buyurdu ki: Ey kullar, kalbinizde arınma olması için daima beni çok anmaktan geri durmayın. Kalbinizde arınma ne kadar olursa, Tanrı’nın nurunun parlaklığı da kalpde o nispette fazla olur. Nitekim ekmekçinin tandırı ne kadar sıcak olursa, o kadar çok ekmek alır. Soğuk olunca ekmek almaz.” (C.I/310)
“Böyle bir bast deryası ve rahmet okyanusu varken insanın vücudunu halvet köşesinde pastırmaya çevirmek bedbahtlıktır,” dediler.” (C.I/334)
“Daima gönlü yaralı ve gözü yaşlı idi. (Nefsinin korkusundan) “İçinden, kaynayan tencereninkine benzer bir ses işitilirdi”. (C.I/456)
“Sadaka su gibidir. Onu hangi ağaca ve hangi nebata verdiğine dikkat et. Eğer bir fasıka veriyorsan dikenliği artırıyorsun, bir ıslah edene veriyorsan elma ve narları çoğaltıyorsun,” dedi.” (C.I/477)
“Talip, hemencecik keşif sahibi olmak isterse de bekleyerek, yavaş yavaş maksadına ulaşır. Nitekim bir kimse, diktiği kayısı ağacının aynı yıl içinde meyve verip gölge salmasını isterse de, ağaç, cılız olduğu için kalınlaşıp büyüyünceye kadar meyve vermez.” (C.I/480)
“İnsan bir kap, bir çanak gibidir. Onun dışını yıkamak vacipse de içini yıkamak daha vaciptir. Dışını yıkamak farz ise de, içini yıkamak daha farzdır.” (C.I/576)
“Bir Rum keşişi de: “Mevlânâ ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü?” (C.II/61)
“İlim olmıyan bir vücut, susuz bir şehir; perhiz olmıyan bir vücut, meyvasız bir ağaç; utanma olmıyan bir vücut, içinde tuz bulunmıyan bir tencere; ceht ve gayreti olmıyan bir vücut, bir efendiye ihtiyacı olmıyan bir kul, sahipsiz bir köle gibidir.” (C.II/104)
“O ne zaman Mevlânâ’nın huzuruna gelse müritler çok sevinirlerdi. Mevlânâ hazretleri, onu, hayat suyuna ve ilahi manalar gülsuyu şerbetine susamış doğru bir talip olarak görünce, ilahi hakikat ve bilgileri aydınlatmakta çok coşar ve garip sözler söylerdi.” (C.I/269)
Sonuç
Fransız felsefeci ve göstergebilimci Roland Barthes beslenmeyi “Nedir yiyecek dediğimiz şey? İstatistiksel açıdan ya da besin içeriği açısından çözümlemeye konu yapılan bir ürünler toplamı değil yalnızca. Aynı zamanda bir iletişim sistemi, bir imgeler bütünü, göreneklere, durumlara ve davranış biçimlerine ilişkin bir sözleşme.” şeklinde tanımlar (Bober, 2014: 14). Bu tanımdan hareketle aslında yemek sadece yemek değildir. İnsan topluluklarının yeme içme kültürleri üzerine yapılacak araştırmalar bizlere kimlik analizine kadar gidecek değerli bilgiler sunar.
Brillat-Savarin adlı yemek ustası konuyu “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” sözleriyle özetler. Yedikleri hatta bazen yemedikleri insanı ve onunla ilintili olarak coğrafyayı, kültürü, mitolojiyi, inanışları, tarihi vb. konularını tanımak, anlamak, öğrenmek için aydınlatıcı bilgiler sunan bir nevi somut olmayan belge niteliğindedir. Bu dikkatlerle Mevlânâ’nın ve dolayısıyla Mevlevîlerin mutfaklarına bakmak araştırmacıları kroniklerde rastlanmayan cinsten bir malzemeye ulaştıracaktır. Sonuç itibarıyla Mevlevîlik araştırmaları açısından şüphesiz paha biçilemez bir kaynak olan Eflâkî’nin Menâkıbü’l-Ârifîn adlı eseri açıklanmaya çalışılan gerekçelerle bir menkıbe kitabı olmasının ötesinde bu defa mutfak kültürü açısından ele alınmıştır.
Mevlânâ’nın ve etrafındakilerin mutfağına bir pencere açılmaya çalışılmış ve gerek Mevlânâ ve gerekse Mevlevîlik düşüncesi bu boyutuyla anlaşılmak istenmiştir. İncelenen eserin konuyla ilgili olarak çok zengin bir malzemeyi gözler önüne serdiği sonucuna ulaşılmıştır. Mana arayışındaki yolculuğunu bile “Hamdım, piştim, yandım” sözleriyle tanımlayan Mevlânâ ve mutfağa neredeyse kutsal bir anlam yükleyen Mevlevîler için yeme içmeye dair unsurların anlamlar doğuran çok güzel örnekleri tespit edilmiştir.
İnsan-ı kâmil olmaya giden yolun mutfaktan geçtiğine, bazen bir dilim kuru ekmeğin hatta bazen de küf tutmuş ekmeğin açlığın giderilmesine yeterli olduğuna ve nefs terbiyesinin bu sayede gerçekleştiğine şahit olunmuştur. Çalışmanın tespitleri elden geldiğince tasnif edilmeye gayret edilmiş, sofra kültüründen tatlı tuzlu yenilen yemeklere, meyve ve sebzelere, kullanılan araç gereçten pişirme yöntemlerine dair ulaşılan bilgiler bu çalışmanın sınırları dâhilinde değerlendirilmiştir. Konuyla ilgisi dolaylı olmakla beraber yiyeceklerin halk hekimliğinde yer alışları ile tasavvufî izahlarla anlaşılabilecek şekilde gerçek anlamlarının dışında kullanılışları da dikkatlere sunulmuştur.
KAYNAKÇA
Abidin Paşa (1324). Tercüme ve Şerh-i M esnevi-i Şerif (Eski Yazı), C. I, Mahmud Bey Matbaası, Kütüphane-i İrfan, İstanbul.
Ahmed Eflâkî (1973). Âriflerin Menkıbeleri (Manakib al-Ârifin), Çev. Prof. Tahsin Yazıcı, C. I-II, Hürriyet Yayınları, İstanbul.
Bober, P. P. (2014). Antik Çağ ve Orta Çağda Sanat, Mutfak ve Kültür, Kitap Yayınevi, İstanbul.
https://www.saglikaktuel.com/bitki-ansiklopedisi-mahmude-nedir-faydalari-nelerdir-1648.html (Erişim tarihi: 05.09.2020).
Köprülü, F. K. (1943). Anadolu Selçukluları Tarihi’nin Yerli Kaynakları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
Mehmed, K. (2015). Melceü’tTabbâhîn-Aşçıların Sığınağı (Haz. Günay Kut), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul.
Mevlânâ, (1995). Mesnevi, C.V (Çev. Veled Çelebi İzbudak), İstanbul: MEB Yayınları.
Ocak, A. Y. (1992). Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menâkıbnameler: Metodolojik Bir Yaklaşım, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Usta, H. İ. (2009). Firdevsî-i Rûmî’nin Bir Münazarası, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 49, 1 s. 61-93.
Yazıcı, T. (2004). Menâkıbü’l-Ârifîn, TDİVA, C. 29, s. 114-115.
Has aşçıbaşı Ahmet ÖZDEMİR olarak kaynak gördüğüm:
Sn. Prof. Dr. Zehra Göre'ye ilgili "Menâkıbü’l-Ârîfîn’e Göre Mevlânâ Ve Çevresinin yeme-İçme Kültürü" isimli akademik çalışmaları için yürekten teşekkür eder mesleki yaşamlarında başarılar dilerim. Profesyonel mutfaklarda ve gastronomi ve aşçılık camiasında ihtiyacı olanlar tarafından mutlaka örnek olarak dikkate alınacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder