4 Mart 2021 Perşembe

Müntahâb-ı Şifâ

 Bir Tıp Kitabı: Haza Kitabu İlmi Hikmet Ani’ş Şifa


Bir Tıp Kitabı: Haza Kitabu İlmi Hikmet Ani’ş Şifa 
Hakkı ÖZKAYA  

Özet
Bu makalede, 19. yüzyıla ait bir tıp kitabı olan Haza Kitabu  İlmi Gikmet  Ani’ş-Şifa’nın tanıtımı yapılmıştır. Bu eser, 19. yüzyıl tıp ilmini günümüze yansıtması, dönemin dil özelliklerini aktarması ve zengin sözcük hazinesiyle Türk dili, Türk tebabeti, botanik ve eczacılık ile ilgilenenler açısından önem taşımaktadır. Türklerin Anadolu’ya gelişinden sonra kaleme alınmış tıp eserlerinin okunup incelenmesi, gerek tıp ilmi gerekse Türkçemiz açısından büyük önem taşımaktadır.

Bu çalışmadaki amacımız, Osmanlı döneminde yazılmış bir tıp metni olan Haza Kitabu İlmi Gikmet Ani’ş-Şifa’yı tanıtmak ve eserin tespit edebildiğimiz dil özelliklerini paylaşmaktır. Türkçe yazılmış tıp metinlerinin kelime hazineleri ve dil özelliklerinin araştırılması tıp tarihi çalışmaları ve Türk dili çalışmalarına katkı sağlayacaktır. Bu çalışmalar dünyada önemli bir konumda bulunan güncel Türk tebabetinin geçmişini, Türkçenin tıp ve eczacılık gibi bilim dallarındaki kullanımlarını daha iyi anlayabilmemize yardımcı olacaktır. 

Giriş 
Eski Anadolu Türkçesi ve Klasik Osmanlıca üzerinde yapılmış dil ve edebiyat çalışmalarının büyük çoğunluğu, dini ve edebi konularda yazılmış metinlerin çeşitli ilmi ölçütler ile incelenmesinden oluşmaktadır. Bu dönemin ürünleri arasında önemli bir yer tutan tıp metinleri üzerinde yapılan tıp tarihi çalışmalarının (Bayat, 2016, s. 16) aksine dil çalışmalarının sayıca az oluşu bilinen bir gerçektir.

Oysa Türkçenin o dönemde tıp bilimi karşısındaki durumunu yansıtması bakımından tıp yazmaları büyük önem taşırlar. Öte yandan bu yazmaların aydınlığa kavuşturulması, Türk dili araştırmacıları, tıp tarihi araştırmacıları ve tıpçıların yararlanabilecekleri bir duruma getirilmesi, tıp tarihi üzerinde yapılacak çalışmalara da katkıda bulunup Türkçe bilim diline hizmet etmek açısından önem arz etmektedir. 

11. yüzyılda Anadolu içlerine doğru harekete geçen Türkler,  karşılaştıkları kavimlerden ve İç Asya’daki birikimlerinden de yararlanarak çeşitli alanlarda ehemmiyetli eserler ortaya koymuşlardır. Türk dili ile yazılmış tıp kitapları da bunlar arasında yerini almaktadır. Türkler Anadolu’da Türk Tıp literatüründe yer etmiş birçok Türkçe tıp kitabı yazmış, bu kitaplarda, günümüz tıbbına göre kayda değer bilgiler vermişlerdir. Birçoğu tıp hekimi olan müellif veya müstensih tarafından yazılan veya tercüme edilen bu kitaplar, tıbbın birçok alt dalını kapsayacak bir muhtevaya sahiptir.

14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Arap harfleriyle yazılmış Türkçe tıp metinleri; 

dilinin sadeliği, Türkçe tıp terimlerini içermesi ve dönemin tıp anlayışına dair kıymetli bilgiler taşıması bakımından araştırmaya değerdir. Türk dili ve tıp terminolojisi bakımından ehemmiyete sahip bazı tıp kitapları şunlardır: Terceme-i Müfredât-ı İbni Baytar, Edviye-i Müfrede, Kâmilü’s-Sınâa Tercümesi, Müntahâb-ı Şifâ, Teshîlü’ş-şifâ, Tervîhü’l-ervâh, Tuhfe-i Mübârizî, Kitâb-ı Hülâsâ der İlm-i Tıbb, Yâdigâr Hazâinü’s-saâde, Bâh-nâme, Hülâsa, Tıbb-ı Nebevî, Kitâbü’l-Müntahâb fî’t-tıb, Miftâhü’n-nûr ve Hazâinü’s-Sürûr, Zâhire-i Murâdiye, Fâide-i Hassât, Mâddetü’l-hayât, Akrabadin Tercümesi, Mürşîd, Cerrâhiyyetü'l-Hâniyye, Mücerreb-nâme, Kemâliye, Sultâniye, Tuhfe-i Murâdî fî İlm-i Cevâhîr, Kitâbü'l-Mühimmât, Cerrâh-nâme, Kitâbü’t-tıbb, Vasiyyetnâme-i Kehhâlîn, Tuhfetü’l-Erîbi’n-Nâfia li’r-Rûhânî ve’t-tabîb, Gâyetü’l-Müntehâ fi-Tedbiri’l-Merzâ. 

Eski Anadolu Türkçesi dönemi tıp metinleri incelendiğinde, tercüme eserler ve telif eserler olmak üzere iki grup karşımıza çıkmaktadır. Tercüme olan eserler ağırlıklı olarak Arapça ve Farsçadan yapılan tercümelerdir. Anadolu Beylerinin Türkçeye yöneliş nedenleri milli bir dil bilinci oluşturma kaygısından değil, kendilerinin Arap ve Fars kültürüne yabancı oluşlarından ve büyük olasılıkla bu dilleri bilmemelerinden kaynaklanıyor olmalıdır. Telif eserlerin önemli bir yer teşkil etmesini de buna bağlayabiliriz (Doğan, 2014, s. 54). 

Eski Anadolu Türkçesi döneminde ve Klasik Osmanlı Türkçesi döneminde artarak devam eden çeşitli bilim dallarından yapılan çeviriler ve Anadolu-Balkanlar coğrafyasında telif edilen eserlerle Türk dilini yetkin bir biçimde kullanmaya yöneliş söz konusudur. Özellikle 14. Yüzyıldan itibaren bir kısmı telif, bir kısmı da çeviri pek çok eser kaleme alınmıştır. Bu dönemden itibaren tıp alanında Türkçe eserlerin ortaya konması, Türk dili ile bilim yapılabileceğini ortaya koymuştur. Klasik Osmanlıca Döneminde halk dili kullanılarak yazılan tıp metinleri tıp ve eczacılık alanında Türkçenin kelime hazinesini ortaya koymaları bakımından önemli bir yer teşkil etmektedir (Kültüral & Koç, 2012, s. 12). 

Klasik Osmanlıca döneminde yazılmış ve çevrilmiş tıp kitaplarının içeriğine göz attığımızda, kitaplarda hastalıkların belirtileri, tanıları ve tedavileri deneysel tıpla uyumlu olacak biçimde açıklanmış ve tıpta kullanılan den söz edilmiştir. Ameliyatlar, yazmaların bazılarında safhalarıyla bazılarında yöntem ve teknikleri ile İslam Tıbbı içinde ilk defa bu dönemde tıbbî resimlemeler kullanılarak anlatılmıştır. Ancak, kitaplarda kullanılan tedavi yöntemleri ve devaların gerek fizikî gerekse tıbbî tanıtımının aynı eser içinde bile  standart olmadığı  görülmektedir. Bir devâya ayrılan bilgi bazen birkaç  varak  sürerken  bir  başka  devâ  için  verilen  bilgi iki  üç  satırda  bitebilmektedir.  Bu  durum devânın  şöhreti  ve  kullanım  yaygınlığıyla ilgili olabilir (Zülfikar-Aydın, 1998, s. 23). 

21. Yüzyıl tıp penceresinden bakıldığında orijinal görülen bu dönem tıp yazmalarının modern tıp ile uyumlu bazı güncel bilgileri içerdiği,  Türk tıp biliminin gelişimine yadsınamayacak katkılar sağladığı genel ve çevresel bağlamlı değerlendirmelerde bir görüş ve kanaat olarak dile getirilmiştir (Bayat, 2016, s. 15). 

Haza Kitabu  İlmi Gikmet  Ani’ş-Şifa 

14. Yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Arap harfleriyle yazılmış Türkçe tıp metinleri; dilinin sadeliği, Türkçe tıp terimlerini içermesi ve dönemin tıp anlayışına dair kıymetli bilgiler taşıması bakımından araştırmaya değerdir. Haza Kitabu  İlmi Gikmet  Ani’ş-Şifa adlı eser de 19. yüzyılın başlarında yazılmış devrinin hakim tıp çevirilerinin aksine Türkçe kaleme alınmış bir eserdir. Eserin telif edilmiş bir tıp kitabı olması, halk ağzıyla yazılmış olması sebebiyle dil araştırmaları için önemli veriler sağlamaktadır. Eserin Edirne’de yazıldığını düşünürsek cibermek fiilinin kullanıldığı coğrafyanın Edirne’ye uzak olduğu aşikardır. Bu kullanımın yazarın kendi dil özelliklerinden kaynaklanma ihtimali olduğu gibi kitabın hedef kitlesinin dil özelliklerinin göz önünde bulundurulması ihtimali de söz konusu olabilir. 

[11a] (1) Terkìb-i sefìf baş  illetleri içün ahşam vakti (2) ikişer dirhem isti mal olunur sinameki otuz, darçın on, ravend-i çìnì altı, (3) raziyane iki, anìsun iki, şeker altmış (4) baş agrısıyçün taze papadya çiçegi dürüşüp bir vukıyye (5) ya iki vakıyye olur, yedi kere su ile kaynadup ta kim su gidince (6) ol çiçegi sıkup suyunı alup bir fìlcan mı olur iki mi olur. (7) Ol suyu hınna ile karışdırup taze šıraş olup başına (8) sürüp ol çiçegi cibere dahı başına eküp 

Bu eserin bilinen tek nüshası, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı Muallim Cevdet Yazmaları’nda yer almaktadır. 615 İLM yer numarası, MC_Yz_K.000190 demirbaş numarası ile kayıt altına alınmıştır. Haza Kitabu  İlmi Gikmet  Ani’ş-Şifa adlı yazma eser 159 varaktır. Her sayfada 13 satır vardır. Hicretin 1143. yılında Hasan bin Abdullah tarafından Edirne’de kaleme alınmıştır. Ebatları 205x145, 145x95 milimetredir. Birkaç kelimenin dışında eserde hareke kullanılmamıştır. Nesih yazıyla kaleme alınmıştır. Haza Kitabu  İlmi Gikmet  Ani’ş-Şifa’nın başka bir nüshası tespit edilememiştir. 

Eserin adı eserin yazarı Hasan bin Abdullah tarafından verilmiştir. 1b numaralı sayfanın üstünde süsleme içine kırmızı mürekkep ile Haza Kitabu  İlmi Gikmet  Ani’ş-Şifa başlığı yazılmıştır. Müellif esere verdiği adı ve eserin yazılış amacını şöyle açıklamıştır: 

[1b]  (1)  Benim  azìzim bu šıb kitabını yazmasına sebeb oldur ki ben (2) gakìr altı sene mikdarı kafiristanı gezdüm. Kızılelma’ya (3) vardum. Bu  ilm deryasından kašre ve kašreden zerre kadar (4) tagsìl etdüm. Gikmet-i Huda Moskov çasarına iki def a (5) esìr düşdüm. Ve yine Allahu  azìmü’ş-şan bu bi-çareyi sıddìkuñ (6) gürmetine esìrlikden halas idüp  alem-i rüyada (7) gördüm ve ne gune firar olına bu bì-çareye keşf oldı. (8) Ve ba dehu İslam diyarına kadem basup ibtida belde-i Edrine (9) şehrine geldüm, gördüm ki niçe kişiler hayır gasenat [2a]  (1) ederlerdi. Gördüm ben fakìr elinden zerre kadar hayır işlemege (2) iktidarum olmamagıla düşünüp fikr ederek bildigim  (3) şeyler kimi Latin kitablarından ve kimi Türkistan ve kimi  Arabì  (4) kitablarından bu šıbbı ve bu kitabı te¢lìf etdüm. 

Buradan da anlaşılacağı üzere yazar eseri metinde bahsi geçen kitaplardan ve kendi tecrübelerinden yola çıkarak yazmış olmalıdır. 

Eserin Müellifi ve Telif Tarihi 

Haza Kitabu  İlmi Gikmet  Ani’ş-Şifa hicretin 1143. yılında Hasan bin Abdullah tarafından Edirne’de kaleme alınmıştır. Miladî olarak 1731 yılına denk gelmektedir. Hasan bin Abdullah’ın Edirne Selimiye Yazma Eser Kütüphanesi’nde 22 Sel yer numarası, 555 demirbaş numarası ile kayıtlı olan Eyyühe’lVeled Şerhi adlı eserine de ulaşılmıştır. Bu eser 19 satır 39 varaktan oluşmaktadır ve harekesiz nesih yazıyla kaleme alınmıştır. 

Müellifle aynı adı taşıyan bir müzehhib vardır. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi. A. 6662 demirbaş numarasında kayıtlı Şeyh Hamdullah mushafının hem ulama üslûbunun benzersiz örneği olan zahriye sayfası, hem de aynı mükemmellikte bezenen serlevha ve hâtime sayfası, tezhib sanatındaki yükselişi gözler önüne seren eserlerden biridir. Bu eser devrin en kudretli müzehhiplerinden Hasan bin Abdullah’ın imzasını taşımaktadır. 

Konu Başlıkları ve Metnin İçeriği 

Yazar eserin başında kendi hayatından, ilim tahsil etmek için gittiği yerlerden ve görmüş olduğu tıp kitaplarından bahsetmiştir. Bu kısımda yazarın eserini Edirne’de kaleme aldığı ihtimaline ulaşabilmekteyiz. Türkçenin kelime hazinesinin belirli bir bölümünü ortaya koyması, tıp yazması olduğu için tıbbî terimlerin zenginliği, hastalıkların tedavisinde kullanılan ilâç terkiplerinde geçen alet ve bitki adları Haza Kitabu  İlmi Gikmet  Ani’ş-Şifa’da dikkat çeken unsurlardır. Eser 45 babdan oluşmaktadır. 

Babların içinde hastalıkların tanımları, ortaya çıkış nedenleri, kişilerde ortaya çıkardığı değişmeler ve belirtiler, kuluçka süreleri, gelişme evreleri; hastalıkla ilgili tedavi yöntemleri, tedavilerde kullanılan ilaçlar, tedavilerde kullanılan ölçü birimleri ve aletler, ilaçların elde edilmesinde kullanılan yöntemler, ilaçların birleştirilme oranları, vücut sağlığıyla ilgili tavsiyeler, eski tıpçıların görüşleri ve yazarın gözlemleri açıklanmaktadır. Eserin bölümleri şunlardır:  

Bab-ı evvel: Başa  arız olan  illetlerin  ilacları beyanındadır. 

Bu babda bütün baş ağrısı, yarım baş ağrısı, kel baş, baş dönmesi, göz kararması, melankoli gibi ağrı ve hastalık çeşitleri ile sevdadan ve safradan kaynaklanan baş ağrılarının sıcak ve soğuk ile ilişkilerini belirten bir tasnife gidilmiştir. Başa ve baştaki organlara arız olan hastalıkların tedavilerinde kullanılan ilaçlar ölçüleriyle tasnif edilmiştir.  

İkinci bab: Kulak marazı beyanındadır.  

Gece ağrıyan kulağa, kulak gürültüsüne ve çınlamasına, yelden ve soğuktan işitmez olan kulağa, bir seneyi geçmiş olan sağırlığa, ağrıyan ve işitmeyen kulağa, kurtlanmış kulağa, kulak dibinde olan şişkinliğe, kulaktan akan irin ve kulağın içinde oluşan yaralara, hafif kulak işitmezliğine, kulağa giren kurdun çıkarılmasına, kulak içinde yel olmasına yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Üçüncü bab: Göze müte allik olan marazlar beyanındadır.  

Göze inen kara suya, göze perde çekilmesi ve ak düşmesine, nezleden dolayı şişmiş göze ve kan toplayıp kızarmış göze, ağrıyan göze, nevazil olan göze, sürekli yaşaran göze, kanlı ve dumanlı göze, göz kararmasına ve gözde küçük nesneler görülmesine, perde çekilmiş gözün dumanlı olmasına, buhar inmiş görmeyen göze, gözün daha iyi görmesine yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Dördüncü bab: Burun  illetleri ve  ilaçların beyan eder.  

Burnun içinde yara ve uyuz olmasına, burnun koku almayıp tutulmasına, şişmiş buruna, sürekli kanayan buruna yönelik sebeplere, tespitlere, tedavilere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Beşinci bab: Bogaz ve agız agrısı beyanındadır.  

Boğazda kılçık veya kemik kalmasına, dudakta yara ve yalama hastalığı olmasına, ağız içinde ve dışında yaralar olmasına, ağız kokusuna, boğaz ağrısı, yediğini yutamama veya zahmetle yutma ve nefes alamamasına, boğaz tutulmasına, hayvanda olan boğaz tutulmasına yönelik sebeplere, tespitlere, tedavilere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Altıncı bab: Diş mu alece beyanındadır.  

Nezleden ağrıyan dişe, dökülüp sallanan dişe, çürüğü olmayıp da ağrıyan dişe, soğuktan ağrıyan dişe, sıcaktan ağrıyan dişe, boğaz mukozasında olan şişmeye yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Yedinci bab: Yüzde olan maraz beyanındadır.  

Soğuk sudan veya yelden oluşan yüz yaralarına, yüzde oluşan beyaz lekelere, tuzlu balgamdan ve kanın rutubetinden olan yaralara yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Sekizinci bab: Boyuna müte allik olan emrazlar beyanındadır.  

Boyunda olan şişlere, kırmızı lekelere yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 
Dokuzuncu bab: Frenk zagmeti ve frenk uyuzu ve šuzlu balgam ve sıraca ve karınca yuvası beyan eder.  

Bütün azalarda beliren çiçek akçe ve mercimek gibi olan yaralara, dinara benzer yaralara başta ve yüzde fiske fiske kabaran ceviz büyüklüğündeki yaralara, delik delik olan yaralara, bilekler ve göğüslerdeki sızılara yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Onuncu bab: Eìk-i nefes ve rìk  ilacı beyan eder.  

Nefes darlığına ve öksürüğe, nefesi tutulup sesi çıkmayana, göğüs ağrısına, yürek oynamasına ve romatizma hastalığına, verem ve hafakan hastalığına, seyl hastalığına kan tükürme ve sevdadan kaynaklanan haftalıklara, verem hafakan ve eski hastalığına, yürekte yel olmasına, karnın yel ile dolması ve kabızlığa yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

On birinci bab: Mi dede olan emrazları ve kusmasını beyan eder.  

Kusmaya, mideye, göğse damak hastalıklarına, midede olan hıltlara, kusmaya ve safradan olan ishale, mide bulantısına, mide soğukluğuna, mide fesadına yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

On ikinci bab: Bevasıra müte allik olan emrazı beyan eder.  

Basur yüzünden olan kabız hastalığına, ishal hastalığına, kanlı basura, irinli basura, makatında meme olanlara, makatında şekil bozukluğu olanlara, basurdan kaynaklanan halsizliğe, bağırsaklarda olan ağrılara, makattan kan gelmesine, göbek burulmasına, hem içerden hem de dışardan gelişen basur hastalığına, makat yarılmasına, makattaki kurtlanmaya, makatta olan yanmalara ve kabuklanmalara yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

On üçüncü bab: İstiska marazı[na] müte allik olan  illetleri beyan eder.  

Göbeğin dışarı çıkıp karnın şişmesine, siroz hastalığına, karın bölgesinde biriken sulara, göbeğin şişmesinden kaynaklanan ateşe yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

On dördüncü bab: Humma ibtidasından ve sıtmaların ibtidasından  illetleri beyan eder.  

Safradan ve balgamdan olan sıtmalara, gün aşırı olan sıtmalara, kış günü tutan sıtmalara yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

On beşinci bab: Šalaka müte allik olan mu alece beyanında.  

Dalak sertliğine, dalakta olan tıkanmalara, sağ yanında şiş ve sancı olanlara yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. On altıncı bab: Yarakan ya nì Türkice sarılık emrazın beyan eder.  

Safradan kaynaklanan sarılığa, sevdadan kaynaklanan sarılığa, hem safradan hem sevdadan olan sarılığa, ciğer hararetinden olan sarılık hastalığına, zehirli hayvanın ısırması sebebiyle oluşan sarılığa, gözde olan sarılığa yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

On yedinci bab: Böbreklere olan  illetleri ve mu alece beyanındadır.  

Böbreklerdeki yaralara, böbreklerden kaynaklanan irinli idrara, bel ağrılarına, böbrek taşlarına yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

On sekizinci bab: Mesanede olan emrazıñ  ilacı beyanındadır. 

Mesanedeki şişlikten kaynaklanan kasık ağrısına, mesanede oluşan taş ve kuma, idrar yolundaki taşlara, idrarı durmayana, mesanede olan irinlere, bel soğukluğuna, kesik kesik idrar yapmaya yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

On dokuzuncu bab: Selesü’l-bevl ve döşege işemek  ilacı bildürir.  

Kendi kendine akan idrara, yatağını ıslatanlara, idrarı kesilmeyenlere, bel soğukluğu olanlara yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Yirminci bab: Kabzu’l-bevl  ilacın bildürir. 

Sevdadan olan idrar yolu tutulmasına yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Yirmi birinci bab: Zekeriñ ve hayalarıñ şişleriñ ve ceragatiñ  ilaçlarıñ beyanındadır.  

Kan ile karışık irinlerden kaynaklanan hâya şişlerine, ata binmekten veya düşmekten meydana gelen şişlere, balgamdan olan şişlere, sevdadan kaynaklanan şişlere, hâyada olan şişlere, kasıkta olan yellere yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Yirmi ikinci bab: Fıtık ya nì kasuk yarugınuñ  ilacı beyanındadır.  

Kasığın yarılmasından kaynaklanan ağrılara, çocuklarda oluşan fıtıklara, yeni doğanlarda olan fıtıklara, büyük oğlanlarda olan fıtıklara yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Yirmi üçüncü bab: Zeker-i za ìf beyanındadır.  

Kalbin ve ciğerin yağlanmasından kaynaklı zayıflığa, böbreklerin zayıflığından kaynaklı güçsüzlüğe, beden zayıflığından kaynaklanan isteksizliğe, erlikten kalanlara, hamile kalamayan hanımların sıkıntılarına yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Yirmi dördüncü bab: Gayız kanı çok akıp kesilmediginiñ  ilacı beyanındadır.  

Sürekli adet görenlere, rahminden akıntı gelenlere, adet kanı koyu olanlara, adet göremeyenlere yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Yirmi beşinci bab: Gayız görmeyen  avratıñ  ilacı beyanındadır.  

Hamile bayanlar dışındaki adet görmeyen kadınlara yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Yirmi altıncı bab: El-kısır.  

Meni yetersizliğinden dolayı hamile kalamayan kadınlara, rahimlerindeki ödem dolayısıyla hamile kalamayan kadınlara, şişmanlıktan kaynaklanan, depresyon gibi ruhî rahatsızlıklardan kaynaklanan kısırlıklara yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Yirmi yedinci bab: Gamile hatunlar ve doğuran lavza hatunlara müte allik olan  illetleriñ beyanındadır.  

Hamile olup olmadığını öğrenmek isteyen kadınlara, hamileliğin yirminci haftasında bebeğin kımıldamaya başlamasına, hamileliği boyunca zayıflayan kadınlara, doğum vaktindeki sarılık hastalığına, hamileliği boyunca ağrı çeken kadınlara, doğum esnasında bebeğin ters geldiği durumlara, doğum esnasında kasılma sebebiyle bebeğin çıkmaması durumuna, doğum ağrısı gelmeyen kadınlara, doğurduktan sonra ağrısı kesilmeyen kadınlara, doğum akıntısının kesilmemesi durumuna, doğumdan sonra kanamanın dur mamasına, doğumdan sonra kesilmeyen göğüs akıntılarına, doğumdan sonraki şişkinliğe, hamilenin göğüslerindeki şişkinliklere, sütü yeterli gelmeyen loğusa kadınlara, uyku bozukluğu olan bebeklere, ishal olan bebeklere, idrar yolundan kan gelen bebeklere, bebeklerde oluşan kurtlanmalara, bebeklerin karın şişlerine ve ağrılarına, bebeklerde oluşan basura yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Yirmi sekizinci bab: Sancu  illetlerin ve mu alecelerin beyan eder.  

Durduk yerde sancısı olanlara, karın ağrılarına, basur ağrılarına, yürekde olan kurtlanmaya, kasık yellerinden kaynaklı sancılara, sol göğüs altında oluşan sancılara, vücudun sağ tarafında olan sancılara yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Yirmi dokuzuncu bab: Sara  zagmetine müte allik olan agvali beyan eder.  

Saradan kaynaklanan ağrı ve kasılmalara yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Otuzuncu bab: Šamla müte allik olan agvalleri beyan eder.  

Damla hastalığı sebebiyle oluşan dil tutulmasına yönelik sebeplere, tespitlere, geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Otuz birinci bab: Ta un agvallerini beyan eder.  

Taundan kaynaklı deri döküntülerine, taun kaynaklı yüksek ateşe ve taun kaynaklı ağrılara yönelik sebeplere, tespitlere geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. 

Otuz ikinci bab: Baras ve ak ve kara bahakıñ mu alecesi beyanındadır.  

Gövdede ortaya çıkan lekelere, derinin yüzeyinde olan olan abraşlık rahatsızlıklarına, derinin iç kesiminde olan baras rahatsızlıklarına, cüzzam rahatsızlıklarına, abraşlık nedeniyle psikolojik sorunlar yaşayanlara, saçı sakalı dökülen adamlara, verem ve geçmeyen öksürük için, zekâyı kuvvetlendirmek için, frengi için, basur ve yan ağrısı için, dalak ve kemikte olan safra için, saç sakal gürleşmesi için, el ayak dolaması için, kulunç ve tırnak batması için, göz nurunu arttırmak için, bel sızısı için sarılık ve bel soğukluğu için, solucan ve basur için, ağız kokusu ve kulunç için, göz kararması ve baş dönmesi için, kulakta olan ödemler için, zehirli hayvan sokmaları için, akla zeyreklik vermek için, unutkanlık için, benzi kızıl ve güzel etmek için, ağız kokusunu gidermek ve eklemlerdeki sızıları kesmek için, ağızdan gelen kara suyu kesmek için, bedende olan yelleri kesmek için, yarım baş ağrısı için ve idrar yolunu açmak için, göz dönmesi gidermek için, iştahı açmak için, balgam ve sevdadan kaynaklanan melankolik rahatsızlıklar için, baş dönmesini gidermek için, kan kusmayı durdurmak için, ishali kesmek için, mide soğukluğuna, hazımsızlık yaşayıp kusana, acı sidik rahatsızlığını kesmek için, zatürre ve frengi hastalığı için, basur ve yabis rahatsızlığı için, nikris ve yan başında olan rahatsızlıklar için, göze parlaklık vermek için, ses kısıklığını gidermek için, nefes darlığı ve diş çürüğü için, göğüs daralması ve kalp çarpıntısı için, eli ayağı ve makatı yarılanlar için geleneksel tedavilere, bu hastalıkların tedavisi için yeni denenmekte olan ilaç tariflerine yer verilmiştir. Ayrıca hastalıkların teşhisleri ve nedenlerine değinilir. 

Otuz üçüncü bab: İsti mal olunan ma cun beyanındadur.  

Cüzzam hastalığı, bağırsak solucanı ve safra çıkarmak için, zehirli hayvan sokmasına, sancı için kuduz hastalığı için, tatar kurdu rahatsızlığı için, idrarı durmayanlar için, bel ağrısı ve iktidarsızlık için, kadın kısırlığı için, yediğini hazm edemeyenler için, safrayı ve balgamı yok etmek için, yel için, verem ve hafakan için, bedende olan sızı ve kulunç için tedavilere, tedavilerde kullanılan ilaçlara ve bu ilaçların tariflerine yer verilir. Ayrıca hastalıkların teşhisleri ve nedenlerine değinilir. 

Otuz dördüncü bab: Ba zı münasib olan beyanında acalinus balgamı.  

Balgamdan olan eski hastalıkları gidermek için, eski göz ağrılarını gidermek için, safradan kaynaklı ishali kesmek için, unutkanlığı gidermek için, baş dönmesini kesmek için, ödem ve kulunç gibi haller için, göz kuruluğunu tırnak körlüğünü ve balgamdan olan baş ağrılarını gidermek için, mafsal ağrılarını kesmek için tedavilere, tedavilerde kullanılan ilaçların yapımlarına yer verilir. Ayrıca hastalıkların teşhisleri ve nedenlerine değinilir. 

Otuz beşinci bab: Ba zı lazım olunan kursları beyan eder. 

Nefes darlığı rahatsızlığı için, mide rahatsızlıkları için, kalp ağrıları ve akciğer hastalıkları için, hararetin kesilmesi için tedavilere, tedavilerde kullanılan ilaçların yapımlarına yer verilir. Ayrıca hastalıkların teşhisleri ve nedenlerine değinilir. 

Otuz altıncı bab: Sefìfler beyan olunur.  

Hafakan rahatsızlığı için, ayaklarında derman olmayanlar için, yürek çarpıntıları için, sevdadan kaynaklanan rahatsızlıklar için, hazımsızlık için, cinsel gücü arttırmak için tedavilere, tedavilerde kullanılan ilaçların yapımlarına yer verilir. Ayrıca hastalıkların teşhisleri ve nedenlerine değinilir. 

Otuz yedinci bab: Şarablar beyanındadır.  

Basur hastalığı için, idrar yolları enfeksiyonu için, baş dönmesi için, kusmayı kesmek için, harareti kesip mideye kuvvet vermek için, baş ağrısını gidermek için, iştah açmak için, safradan kaynaklanan hastalıkları hafifletmek için, susuzluğu dindirmek için, nikris ve öksürük rahatsızlığı için, safra ve balgamdan kaynaklanan rahatsızlıklar için tedavilere, tedavilerde kullanılan ilaçların yapımlarına yer verilir. Ayrıca hastalıkların teşhisleri ve nedenlerine değinilir. 

Otuz sekizinci bab: İgtikan agvali beyan eder.  

Kabız hastalığı için, vücutta oluşan bazı ödem ve siğillerin giderilmesi için tedavilere, tedavilerde kullanılan ilaçların yapımlarına yer verilir. Ayrıca hastalıkların teşhisleri ve nedenlerine değinilir. 
Otuz dokuzuncu bab: Şaflar beyanındadur.  

Belde oluşan ağrılar için, midede oluşan safra ve balgamı kesmek için tedavilere, tedavilerde kullanılan ilaçların yapımlarına yer verilir. Ayrıca hastalıkların teşhisleri ve nedenlerine değinilir. 
Kırkıncı bab: Ba zı lazım olan merhem beyanındadır.  

Kapanmayan yaraların tedavisi için, irinli yaralar için, kılıç yaraları ve diğer alet yaralarının kapanması için, havalanmış yaralar ve çıbanlar için, yüksek sıcaklık nedeniyle kapanmayan yaralar için tedavilere, tedavilerde kullanılan ilaçların yapımlarına yer verilir. Ayrıca hastalıkların teşhisleri ve nedenlerine değinilir. 

Kırk birinci bab: Šuzlar beyan olunur.  

Akan kanı kesmek için, açık yarayı kurutmak için, geçmeyen yaralar için, bedenin güzel kokması için tedavilere, tedavilerde kullanılan ilaçların yapımlarına yer verilir. Ayrıca hastalıkların teşhisleri ve nedenlerine değinilir. 

Kırk ikinci bab: Yakular beyanındadur.  

Aranus yakısı, kırılmış kemiklerin kaynaması için, bel ağrısını kesmek içi, zift yakısı bel ağrıları için, düşmelerden ve vuruklardan kaynaklanan yaralar için tedavilere, tedavilerde kullanılan ilaçların yapımlarına yer verilir. Ayrıca hastalıkların teşhisleri ve nedenlerine değinilir. 

Kırk üçüncü bab: Dehneler çıkarmak beyanındadur. 

Ağrıların ve sızıların kesilmesi için, mafsal ağrıları için; kulunç, baş, omuz ve bilek ağrıları için, yan baş ağrısı için, sızı ve bel ağrısı için, sinirleri yumuşatmak için, cüzzam ve frengi için, kararmış ve sararmış dişler için tedavilere, tedavilerde kullanılan ilaçların yapımlarına yer verilir. Ayrıca hastalıkların teşhisleri ve nedenlerine değinilir. 
Kırk dördüncü bab: Ba zı  acaìb  amel beyan olunur.  

Bedene kuvvet vermek için, beyin faaliyetlerini hızlandırmak için, doğurganlığı artırmak için tedavilere, tedavilerde kullanılan ilaçların yapımlarına yer verilir. Ayrıca hastalıkların teşhisleri ve nedenlerine değinilir. 

Kırk beşinci bab: Kan alması agvalin beyan eder. 

Kan almanın koşulları, kimlerden kan alınabileceği, kan alma zamanları konuları işlenir. Bu konular hususunda bilinmesi gereken kurallar açıklanır. 

Metin Yayıma Hazırlanırken İzlenen Yol 

Metnin transkribe edilmesinde umumileşmiş transkripsiyon işaretleri kullanılmıştır.  Metin kurulurken her sayfa başındaki varak numarası kalın yazılarak 1b, 2a, 2b şeklinde gösterilmiştir. Sayfaların satır numaraları yay işareti içinde içinde (1), (2), (3) şeklinde satırın başına yazılmıştır ve metin tamiri ‘[]’ köşeli parantez ile yapılmıştır: 

74b (1)  ve besbase, ve kakule, ve sopalak, ve dar-ı fülfül, (2)  ve zencebìl, ve šavugın katısı içinde olan (3)  zardan kurumuş ola her birinden bir dirhem. Bunları (4)  sagk eyleyüp ayva şerbeti ile veyahud mersìn şerbeti[i] (5)  ile ma cun eyleyeler. 

Metin oluşturulurken her babda metin paragraflara ayrılmış, metnin içerisinde noktalama işaretleri kullanılmıştır. 

Bab-ı evvel: Başa  arız olan (4)  illetlerin  ilacları beyanındadur. Malhülya ve sevda (5) def ine karanfìli yumşak dögüp suda ıslada ta kim (6) kuvveti suya çıka sıkup suyına şeker katup (7) içeler nafi dür. Ve dahı baş agrısına bir mikdar afyunı (8) filori gibi idüp derisine yapışdırup ol sa at (9) agrısı šurunca kala. 

Okunamayan kelime olduğu zaman yay içinde üç nokta işareti (…) kullanılmıştır. 

41b (12)  Bunları sagk idüp (...) ile kurslar düzeler. 

Sonuç 
Cerrâhî bir metin olmasının yanında bazı hastalıkların teşhisi ve tedavisi hakkında da bilgiler veren, çeşitli ilaç terkiplerini anlatan Haza Kitabu  İlmi Gikmet  Ani’ş-Şifa, Hasan bin Abdullah tarafından Türkçeyle yazılmış, Osmanlı Türkçesi dil özelliklerini gösteren önemli bir eserdir. 19. yüzyıla ait cerrahî yazmaların sayısı çok fazla değildir. Sayısı az olan bu eserler üzerinde çalışmanın çeşitli zorlukları vardır. 

Arap alfabesiyle yazılmış metinleri doğru okumanın yanında tıp sahasıyla ilgili çeşitli terim ve kavramlara da vâkıf olmak gerekir. Bu tür metinlerin söz varlığının anlamını tespit etmede karşılaşılan en büyük güçlük, bu alanın terimlerinin bulunabileceği yayınların azlığından kaynaklanmaktadır. Biz de makalemizde bu eseri tanıtarak bu sorunun çözülmesine bir katkı sağlamayı amaçladık.  

Dünyadaki diller konuşuldukları ülkelerin kültürlerini, sanatlarını ifade edebilmeleri, ve üretilen bilgileri değerleri sonraki nesillere başarıyla aktarabilmeleri ölçüsüyle değerlendirilir. Ancak bunun yanında dillerin ilmî gelişmelere ayak uydurabilmesi, zaman içerisinde ortaya çıkan yeniliklere kendi içerisinde karşılıklar bulabilmesi de dillerin değer ölçütlerinden biridir. 

Bu doğrultuda yazma eserler dillerin değişme ve gelişmesinin tespit edilebileceği en önemli kaynaklardır. Doğrudan insanlara faydalı olmak amacıyla kaleme alınmış olan tıp yazmalarının da hem dil açısından hem de hastalıklar ve tedavi yöntemleri ile ilgili bilgileri yansıtması bakımından ayrı bir öneminin olduğu muhakkaktır. Bu bağlamda biz de Klâsik Osmanlı Türkçesi dönemine ait, Hasan bin Abdullah’ın Haza Kitabu  İlmi Gikmet  Ani’şŞifa adlı tıbbî içerikli eserini tanıtmaya çalıştık.  

Kaynakça 
Bayat, A. H.; Okumuş, N. (2004). Mahmûd-ı Şirvânî, Mürsîd (Göz Hastalıkları). Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı.  
Bayat, A. H. (2016). Tıp Tarihi. İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları. 
Doğan, Ş. (2014). "Bir Eski Oğuz Türkçesi Metni: Risâle-i Bevâsîr". Türük Uluslararası Dil, Edebiyat ve Halkbilimi Araştırmaları Dergisi, 53-117. 
Kültüral, Z., & Koç, A. (2012). Derviş Muhammed bin eş-Şeyh el-Ankaravi, Durrü’l-Meknûn (saklı İnciler), Giriş-Metin-Dizin-Tıpkıbasım. Konya: Palet. 
Zülfikar-Aydın, M. B. (1998). 18. yüzyıla Ait Türkçe ''Müfredat'' Kitapları ve Türk Tarihindeki Yeri. Tıp Tarihi Araştırmaları, Sayı: 7, s. 55-168. 

Hacı Paşa’nın Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm Adlı Eserindeki Şurup Formülleri

 Hacı Paşa’nın Şifâu¨’l Eskâm ve Devâu¨’l-Âlâm Adlı Eserindeki Şurup Formu¨lleri


Hacı Paşa’nın Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm Adlı Eserindeki Şurup Formülleri 

Sevgi Şar* 
Bilge Sözen Şahne** 
Miray Arslan***

Özet
Bilinen en eski meslekler arasında yer alan eczacılık mesleğine ait bilgilere pek çok tıp tarihi eserinde rastlamak mümkündür. Önemli bir tarihi geçmişe sahip olan Anadolu’da da tıp ve eczacılık konusunda değerli eserler yazılmıştır. Eski Anadolu Türkçesi döneminde, çeşitli bilim dallarında yazılmış tıp yazmaları arasında Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm önemli bir yer tutmaktadır. 

Eser, 14. yüzyılın ikinci yarısında ve 15.yüzyılın başlarında yaşamış, çağının ünlü hekimlerinde Hacı Paşa adıyla bilinen Celâlüddin Hızır tarafından yazılmıştır. Adının anlamı “hastalıkların şifası ve ağrıların tedavisi hakkında kitap” olan eserin ilk iki bölümü teorik ve pratik bilgilerden oluşmaktadır. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde ise hastalıklardan ve tedavilerinden bahsedilmektedir.

Eserde süzülmüş gül şurubu, nilüfer şurubu, menekşe şurubu, turunç şurubu, limon şurubu, sandal şurubu, ipek şurubu, elma şurubu, ayva şurubu, dut şurubu, tatlı nar şurubu, ekşi nar şurubu ve üzüm şurubu gibi çeşitli şurupların hazırlanışı ile hangi hastalıklarda kullanıldıklarına ve etkilerine yer verilmiştir.

Bu çalışmada, eserde yer alan şuruplar incelenmiş ve eserde belirtilen etkileri ile günümüzdeki etkileri karşılaştırılarak konu etraflı olarak tartışılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Hacı Paşa, Celâlüddin Celâlüddin Hızır – Hacı Paşa

Bilinen en eski meslekler arasında yer alan eczacılık mesleğine ait bilgilere pek çok tıp tarihi eserlerinde rastlamak mümkündür. Önemli bir tarihi geçmişe sahip olan Anadolu’da da tıp ve eczacılık konusunda değerli eserler yazılmıştır.

Eski Anadolu Türkçesi döneminde, çeşitli bilim dallarında yazılmış tıp yazmaları arasında Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm önemli bir yer tutmaktadır. Eser, Hacı Paşa adıyla bilinen Celâlüddin Hızır tarafından yazılmıştır.

Asıl adı Hızır bin Ali bin Hattab olan Hacı Paşa’nın hangi tarihte dünyaya geldiği kesin olarak bilinmemekle birlikte, XIV. yüzyılda Karamanoğulları’nın idaresinde bulunan Konya’da doğduğu tahmin edilmektedir. Ancak bazı rivayetlere göre Hacı Paşa’nın Aydınlı olduğu belirtilmektedir.1

Anadolu Beylikleri Devri’nin sonlarında ve Osmanlı Dönemi’nin başlarında yaşamış olan Hacı Paşa, ilk ve medrese tahsilini Konya’da tamamladıktan sonra, ilim tahsili için Mısır’a gönderilmiştir. Mısır’da iken Hızır bin Ali adıyla anılan, Medrese-i Şeyhun’da eğitim alan Hacı Paşa, dini ilimler üzerine öğrenimini tamamlamasına rağmen geçirdiği bir hastalık sonrasında ilgi alanını değiştirmiştir. Bu olay onu Tıp Fakültesine sürüklemiş ve bu alanda çok da başarılı bir hekim olmuştur. Kahire’de Mansuriye Kalavun Hastanesi’ne hekim, hatta rivayete göre başhekim tayin edilmiştir.2

Türk-İslam dünyasının en büyük hekimlerinden biri olarak değerlendirilen Hacı Paşa, Konya’ya dönerek, Aydınoğlu Fahreddin İsa Bey’in daveti ile Selçuk’a giderek, Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm isimli Arapça tıp kitabını 1381 de tamamlayarak İsa Bey’e ithaf etmiştir.3

Sabuncuoğlu’nun “bir ehl-i hüner” diye bahsettiği Hacı Paşa, Selçuk ve Birgi’de bilimsel ve tıbbi çalışmalarını başarı ile devam ettirmiştir.

Ölüm tarihi ve yeri hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, onun 1423 veya 1424’te tahminen 90 yaşlarında öldüğü ve Birgi’de Hızırlık/Hıdırlık denilen yere defnedildiği söylenmektedir.4

Hacı Paşa’nın Molla Fenari ve Seyyid Şerif Cürcani gibi isimlerle de yakın arkadaş olduğunun bilinmesi, onun hekimlik kimliğinin yanı sıra önemli bir düşünür olduğunu da ortaya koymaktadır.5

Anadolu’nun İbni Sina’sı olarak bilinen Hacı Paşa’nın eserlerinde kendinden önce gelen pek çok ünlü hekimin aktardığı bilgiden de yararlandığı bilinmektedir.6 Edindiği tecrübeler doğrultusunda kazandığı bilgileri oldukça sade bir biçimde eserlerine aktaran Hacı Paşa sayesinde Osmanlı Tıbbının en yüksek devirlerinden birinin yaşandığı belirtilmektedir.7 Eserleri ise şu şekilde sınıflandırılabilmektedir:8

Şer’i Olanlar
Mecma‘ü’-envâr fi cem‘i’l-esrâr
Mesâlikü’l-kelâm fi Mesâil’i’l-kelâm
Metâli’ü’l-envâr şerhine haşiye
Tıpla İlgili Olanlar
Arapça
Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l Âlâm
Kitâbü’t-te’â’lim
Kitâbü’l-ferîde
• Elkümmiyyü’l-Celâlî
Türkçe
Müntehâb-ı Şifâ
Teshilü’şŞifâ
İsimsiz Olan ve Ona Atfedilen Risaleler
Arapça
• Usûlü Hamse
Türkçe
Bevâsır
İhtilaç-nâme
Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm

Halk tıbbı ve tarihsel tıbbın birbirleri ile ilişkisi göz ardı edilemez. Bu nedenle tarihsel tıp uygulamalarına yönelik araştırmalar, halk tıbbındaki uygulamaların da anlaşılabilmesi için büyük önem taşımaktadır.9

Osmanlı Dönemi’ndeki ilk tıp kitapları arasında yer alan ve Hacı Paşa tarafından yazılan Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm adlı kitap 14. ve 15. yüzyıl Osmanlı tıp ve eczacılık uygulamaları hakkında detaylı bilgi içeren bir eserdir.10 Eser ülkemizde aşağıdaki kütüphanelerde bulunmaktadır:11

Topkapı Sarayı III. Ahmet Kütüphanesi (Orijinal nüsha) (Kayıt No: 2070),
Süleymaniye Kütüphanesi İbrahim Paşa (Kayıt No: 933),
Konya Müzesi Kütüphanesi (Kayıt No: 6358),
Edirne Selimiye Kütüphanesi (Kayıt No: A.Y. 894),
• Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Kütüphanesi (Eski Kayıt No: 366-3)
Nuruosmaniye Yazma Eser Kütüphanesi (Arşiv No: 34 Nk 3543)
Atıf Efendi Yazma Eser Kütüphanesi (Arşiv No: 34 Atf 1963)
Köprülü Yazma Eser Kütüphanesi (Arşiv No: 34 Fa 974)

• Konya Karatay Yusufağa Kütühanesi (Arşiv No: 4 Yu 4982)

Bu çalışmada Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı Kütüphanesi’ndeki (Eski Kayıt No: 366-3) nüsha kullanılmıştır.12 Avrupa filigranlı kâğıda yazılmış olan bu el yazması nüsha 18x27x3.5 santimetre boyutlarında 260 yapraktan oluşmaktadır. Süslemeleri kırmızı yaldızlı güneş motifli olan eserin cildi deri kaplıdır. Ancak söz konusu eserin kütüphanenin taşınması ve yeniden düzenlenmesi sırasında kayıtlardan çıktığı tespit edilmiştir. Bu nedenle yeni kayıt numarasına ulaşılamamıştır.

Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm, “hastalıkların şifası ve ağrıların tedavisi hakkında kitap” anlamında olan eserin ilk iki bölümü teorik ve pratik bilgilerden oluşmaktadır. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde ise hastalıklardan ve tedavilerinden bahsedilmektedir.

Hacı Paşa’nın, bu eserinin ilk bölümünde anatomi bilgilerine ağırlık verdiği görülmektedir. Dişler, kemikler, gözler, kulak, ağız, solunum yolları, diyafram, kalp, mide, karaciğer, dalak ve mesane gibi çeşitli organlara ait bilgiler de bu bölümde yer almaktadır. Nabız, idrar ve gaitadan da birinci bölümde ayrıntılı olarak bahsedilmektedir.

Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm adlı bu eserde ayrıca, sağlık açısından iyi veya kötü olarak değerlendirilebilecek bilgilere de yer verilmektedir. Nabız, iştah ve uyku düzeni ile ilgili bu bilgiler değerlendirilerek hastanın sağlam bir yapıya sahip olup olmadığının belirlenebileceği vurgulanmaktadır.

Kitapta bütün bu bilgilerin yanı sıra, doğum, beslenme gibi sağlığı ilgilendiren çeşitli konularda da ayrıntılı bilgi ve değerlendirmelerin bulunduğu dikkati çekmektedir. Ayrıca eserin sonundaki deontolojik bilgiler de büyük önem taşımaktadır.13

Hacı Paşa, bu eserinde ilaçların saklanması ve hastalıkların tedavisinde ilaçla tedavi, keserek tedavi, yakma tedavisi, alçılamakla tedavi ve çıkık tedavisi gibi çeşitli yöntemlerin uygulanabileceğini belirtmiştir.

Eserde bazı hastalıklarda ilaç olarak kullanılabilecek yiyeceklerle ilgili bilgilerin yanı sıra yine bazı hastalıkların tedavisine yönelik olarak hazırlanabilecek çeşitli şurup formüllerine de yer verilmiştir.14,15 

Bu bölümde:
• Süzülmüş Gül Şurubu,
Nilüfer Şurubu,
Menekşe Şurubu,
Turunç Şurubu,
Limon Şurubu,
Sandal Şurubu,
Elma Şurubu,
Ayva Şurubu,
Dut Şurubu,
Tatlı Nar Şurubu,
Ekşi Nar Şurubu
Üzüm Şurubu

gibi çeşitli şurupların hazırlanışı ile hangi hastalıklarda kullanıldıklarına ve etkilerine ait bilgiler bulunmaktadır.16

Hacı Paşa’nın şuruplarının terkibinde yer alan bitkiler hakkında günümüzde bilinenler Tablo 1’de sunulmaktadır.

Bu formülasyonlarda yer alan bitkilerin Latince karşılıkları, içerdikleri etkin maddeler ve literatüre kayıtlı olan kullanımları; pek çok Farmasötik Botanik, Farmakognozi ve tıbbi bitkilerle ilgili bilgileri içeren yerli ve yabancı kitaplardan karşılaştırmalı taranarak belirlenmiştir.17 O dönemde tedavide kullanımları incelenerek, etkileri ve taşıdıkları etkin maddelere göre bugünkü kullanımlarıyla karşılaştırılmıştır.

Tablo 1: Eserdeki şurupların terkibinde yer alan bitkilerin günümüzde bilinen bazı özellikleri

Hacı Paşa’nın Şifâu¨’l Eskâm ve Devâu¨’l-Âlâm Adlı Eserindeki Şurup Formu¨lleri
Hacı Paşa’nın Şifâu¨’l Eskâm ve Devâu¨’l-Âlâm Adlı Eserindeki Şurup Formu¨lleri

Eserde Yer Alan Bazı Şurup Formülleri ve Günümüzde Bilinen Kullanımları

1. Süzülmüş Gül Şurubu

“Gül petalleri suda beyazlaşıncaya kadar kaynatılır, süzülür, yeniden kaynatılır, tekrar süzülür. Bu işlem yedi sekiz kere tekrarlanır, süzülür. Süzüntünün iki katı ağırlığında şeker ilave edilir, kaynatılır, oluşan köpük alınır, soğutulduktan sonra bu şurup safra söktürücü, göğüs yumuşatıcı ve mide asitlerine karşı kullanılır.”
Günümüzde gülün tıbbi alanda kullanımı incelendiğinde boğaz ağrıları ve spazmlara karşı kullanımının eserde belirtilen kullanımlarla ilgili olabileceği değerlendirilmektedir.
2. Nilüfer Şurubu
“Taze nilüfer çiçeklerinin yeşil yaprakları atılır, sapları kesilir, üzerine ağırlığının dört katı su ve bir buçuk katı şeker ilave edilir, şurup kıvamına gelinceyekadar kaynatılır. Taze nilüfer çiçeği bulunmazsa kurutulmuş çiçekler kullanılabilir. Bu şurup öksürük kesici, baş ağrılarına karşı ve serinletici olarak kullanılır. Ayrıca barsakları yumuşatıcı etkisi de vardır.”

Günümüzde nilüferin tıbbi kullanıma ilişkin bilgilerle karşılaştırıldığında şurubun öksürük ve baş ağrısı kesici etkisinin, günümüzde bilinen yatıştırıcı ve uyuşturucu etkisinden kaynaklanabileceği düşünülmektedir.

3. Menekşe Şurubu

“Nilüfer şurubu gibi hazırlanır, öksürük kesici, idrar yolları antiseptiği, idrar ve safra söktürücü, barsakları yumuşatıcı etkileri vardır.”
Menekşenin günümüzdeki kullanımları incelendiğinde görülen yumuşatıcı etkisinin, şurup formülünde belirtilen barsak yumuşatıcı etkisi ile ayrıca idrar söktürücü etkisinin paralel olduğu değerlendirilmektedir.

4. Turunç Şurubu

“Bir miktar suya şeker ilave edilip turunçla beraber kaynatılır oluşan köpükalınıp atılır, kabuğu soyulmuş arpa ilave edilir, uygun bir kıvama geldikten sonra ateşten indirilir, süzülür, safran ve gül suyu eklenir, mide ve kalbi kuvvetlendirici etkisi vardır.”

Turuncun midevi ve kuvvet verici özellikleri ile birlikte, bu şurubun formülünde yer alan safranın da midevi etkisinin yanı sıra teskin edici ve çarpıntı giderici etkileri, şurup için belirtilen etkileri destekler niteliktedir.

5. Sandal Şurubu
“On dirhem beyaz sarımsı soğutulmuş sandal alınır, yarım ratl (ratıl: 1litreye kadar olan bir sıvı ölçeği18) gül suyunda iki gün iki gece bekletilir, süzülür, gül suyu ayrılır, sandal suyla kaynatılır, süzülür, süzüntüye şeker ilave edilir, belli bir kıvam alıncaya kadar kaynatılır. Bu şurubun kanlı ishal kesici etkisi bulunmaktadır.”

Sandal ağacının bileşimindeki tanenden dolayı günümüzde bilinen kabız etkisi, şurup formülünde belirtilen ishal kesici etki ile örtüşmektedir.

6. Tedbirli Sandal Şurubu

“Otuz dirhem sandal iyice ufalanır, yarım ratl sirke ilave edilir, bir gün bir gece bekletilir, üzerine üç ratl su ilave edilip bir ratla düşünceye kadar kaynatılır, süzülür, süzüntü üzerine yarım ratl acı nar suyu, yarım ratl Hindistan hurması suyu, üç ratl şeker eklenerek hafif ateşte kaynatılır. Bu şurup kalp, mide, karaciğer hastalıklarına karşı kullanılır, Hindistan hurması suyu ve acı nar suyu ilave edilmeden hazırlanan şekli ishal kesici etkilidir.”

Mide ve karaciğer hastalıklarına karşı kullanılabileceği belirtilen tedbirli sandal şurubunun bu midevi etkisinin, içeriğindeki Hindistan hurmasından kaynaklanabileceği düşünülmektedir. Ancak şurup için belirtilen diğer kullanımların, içeriğindekilerin günümüzdeki kullanımları ile örtüşmediği görülmektedir.

7. Elma Şurubu

“Elmanın kabuğu soyulup çekirdekleri alındıktan sonra bir havanda dövülür, sıkılır, süzülür, kaynatılarak üzerinde oluşan köpük alınır, kaynatmaişlemi hacmin yarıya inmesine kadar devam edilir, iyi bir elma şurubu elde etmek için her yarım ratl elma suyu için bir ratl şeker ilave edilir. Bu şurup sakinleştirici olarak kullanılır.”

Elmanın günümüzde sıklıkla bağırsak hareketlerini düzenlemek amacı ile kullanıldığı bilinmektedir. Bu nedenle söz konusu şurup için belirtilen sakinleştirici etkinin günümüzdeki bilgilere uygun olmadığı ortaya çıkmaktadır.

8. Ayva Şurubu

“Ayva sapı ve tohumları alındıktan sonra taş bir havanda dövülür, sıkılır, süzülür, kaynatılır her dört okka süzüntü için yarım ratl şeker ilave edilir, kıvamlı bir hal alınca ateş üzerinden indirilir, iştah açıcı ve güç verici etkileri vardır, ancak kabızlığa neden olur.”

Günümüzde ayvanın bilinen kuvvet verici ve kabız etkisinin şurubun belirtilen etkilerinde rol oynadığı düşünülmektedir.

9. Dut Şurubu

“Birkaç ratl dut iki buçuk ratl şeker ilavesi ile ateş üzerinde kaynatılıp bellibir kıvama getirilir, bu şurup ağrılara karşı kullanılır.”

Şurup formülünde belirtilen etkinin, dutun günümüzdeki kullanımları ile uyuşmadığı düşünülmektedir.

10.Tatlı ve Ekşi Nar Şurupları

“Olgun ince kabuklu kırmızı nar alınıp tahta bıçakla kabuğu sıyrılır, taneleri iç kabuğundan ayrılır, sıkılır, süzülür, her dört okka nar suyu için bir ratl şeker ilave edilip belli bir kıvam alıncaya kadar kaynatılır, öksürük kesici ve göğüs ağrılarına karşı kullanılır.”

Narın tıbbi amaçlı kullanımının tenya giderici etkisinden kaynaklandığı, bunun yanı sıra büzücü etkisinden de faydalanıldığı bilinmektedir. Bu nedenle şuruplarda belirtilen kullanımların narın bilinen etkileri ile örtüşmediği ortaya çıkmaktadır.

11.Naneli Nar Şurubu

“Her yarım ratl ekşi ve tatlı nar suyu için bir ratl şeker eklenip bir demet nane ile karıştırılır, uygun bir kıvam alıncaya kaynatılır, bu şurup midebulantılarına karşı kullanılır.”
Şurupta belirtilen etkinin, nardan ziyade nanenin mide bulantısını kesici etkisinden kaynaklandığı değerlendirilmektedir.

12.Terbiye Edilmiş Naneli Nar Şurubu

“Acı nar suyu alınır, acılığı kayıp olana kadar şeker ilave edilir, ateş üzerinde iken üzerine bir miktar elma suyu ve ağaçkavunu yaprakları veya kabuğu ilave edilir, uygun kıvama gelinceye kadar kaynatılır, mide ağrılarına karşı kullanılır, baş ağrılarını kesici ve barsakları büzücü bir etkisi bulunmaktadır.”

Narın bilinen büzücü etkisinin, elmanın bağırsak hareketlerini düzenleyici etkisi ile birlikte, yine ağaçkavununun midevi etkisinin şurubun kullanımında belirtilen etki ile paralel olduğu, ancak belirtilen baş ağrılarına karşı kullanımının bu meyvelerin etkileri ile örtüşmediği görülmektedir.

13.Üzüm Şurubu

“Tatlı ve olgun üzümler alınır, sıkılır ve süzülür, üçte biri kalıncaya kadar kaynatılır, sonra ağırlığı kadar şeker ilave edilip belli kıvama kadar kaynatılır, öksürük kesici olan şurup ayrıca yılan ve akrep zehirlerine karşı da kullanılır.”

Üzümün, şurup formülünde belirtildiği gibi zehirlenmelere karşı bir etkisi bulunmamaktadır. Ayrıca üzümün bilinen kullanımları arasında öksürük kesici etkisine de rastlanmamaktadır.

14.İncir Şurubu
“Sarı olgun incir alınır, suda ezilir, üçte biri kalıncaya kadar kaynatılır, sonra üzerine şeker, Çin tarçını, Darıfülfül, zencefil ilave edilir, bu karışım tamamen pişinceye kadar kaynatılır, bu şurup mide barsak gazları ve nefes darlığına karşı kullanılır.”

İncir, biber ve zencefilin öksürük kesici etkilerinin, şurup formülünde belirtilen nefes darlığı giderici etki ile bağlantısının olabileceği, Çin tarçını ve zencefilin gaz söktürücü etkilerinin de şurubun mide-bağırsak gazlarının giderilmesi için kullanılabileceği düşünülmektedir.

15.Naneli Ekşi Üzüm Şurubu

“Ekşi üzüm taneleri su ile kaynatılır, oluşan köpükler alınır, suyun yarısı kalıncaya kadar bir gece bekletilip süzülür, sonra her ratl için yarım ratl şeker ve bir demet nane karıştırılır, uygun kıvama kadar yeniden kaynatılır, bu şurup mideyikuvvetlendirir, ishal ve kusmayı önleyici etkisi vardır. Ani ateş yükselmelerine karşı etkilidir.”

Üzümün bilinen kullanımları arasında bulunan ishal yapıcı etkisinin, şurup formülünde belirtilen ishal önleyici etki ile çeliştiği ortaya çıkmaktadır. Ancak şurup formülünde belirtilen diğer etkilerden kusmayı önleme ve midevi etkisinin naneden kaynaklanabileceği değerlendirilmektedir.

16.Meyve Şurubu

“Bu şurup, ayva, armut, nar gibi meyvelerden yapılır, bunların hepsi birtencereye konup su ilave edilir, ısıtılır, oluşan köpük alınır, ağırlığı yarıya ininceşeker ilave edilir, bu şurup mide ve barsakları kuvvetlendirir, kusmayı keser, hamile kadınlarda olabilecek kanamaları önler.”

Hacı Paşa’nın meyve şurubu için belirttiği bağırsakları kuvvetlendirici etkinin, içerdiği ayvanın bilinen bağırsak kuvvetlendirici etkisinden kaynaklanabileceği düşünülmektedir.

17.Taze HaşhaşŞurubu
“Elli dirhem beyaz taze haşhaş alınır, tohumları ile birlikte ezildikten sonra su ilave edilip hafif ateş üzerinde kaynatılır, sonra bir ratl şeker ve yarım okka bal eklenip belli bir kıvama kadar hafif ateşte kaynatılır, öksürük kesici, ateş düşürücü ve göğüs yumuşatıcı etkileri vardır, bir buçuk okka haşhaş kabuğu iyice ezilir, sıcak suda bir gün bir gece bekletilir, sıkılıp süzülür, iki okka haşhaş tohumu yarım ratl şeker ve yarım okka bal ilave edilir. Baş ağrıları ve nezleye karşı kullanılır.”

Haşhaşşurupları için belirtilen ağrı kesici ve öksürük giderici etkilere benzer olarak, haşhaşın günümüzde de ağrı kesici ve öksürük giderici olarak kullanıldığı bilinmektedir.

18.Terbiye Edilmiş Haşhaş Şurubu

“Kabuğu ile beraber elli tane haşhaş alınır, içindeki tohumları alınıptohumları örtecek şekilde sıcak suda bekletilir. Başka bir kapta haşhaş kabuklarına da aynı işlem uygulanır, bunlar bir gün bir gece bekletildikten sonra kıvamlı bir sıvı oluncaya kadar dövülür, kabukların bulunduğu kap ateşte kaynatılır, üçte biri kalıncaya kadar kaynatıldıktan sonra iki kap birleştirilir. Kaynatılır, süzülür, bu şurup öksürük kesicidir, iç ve dış kanamaları durdurucu etkilere sahiptir.”

Taze haşhaşşurubunda olduğu gibi, terbiye edilmiş haşhaşşurubunda da öksürük kesici etki, haşhaşın günümüzde bilinen öksürük kesici etkisi ile paraleldir.

19.Helyun Şurubu

“Helyun (kuşkonmaz) sıcak suda yumuşayıncaya kadar kaynatılır, ezilir, süzülür, süzüntüye şeker ilave edilir, belli bir kıvam geldikten sonra yarım ratl bal eklenir, bu şurup helyun çekirdeğinden yapılırsa her iki okka çekirdek için bir ratl şeker ilave edilmelidir. Bu şurup idrar söktürücü ve mesane taşlarına karşı kullanılır.”

Hacı Paşa’nın helyun şurubunda yer verdiği kuşkonmazın günümüzde de idrar sökücü ve kum düşürücü etkilerinin olduğu bilinmektedir. Bu nedenle söz konusu şurubun kullanımının, kuşkonmazın günümüzdeki kullanımı ile paralel olduğu ortaya çıkmaktadır.

20.Nergis Şurubu

“Bir miktar nergis alınır, sıcak su ilave edilir, bir gün bir gece bekletilir, hafif ateşte kaynatılıp soğutulur, bu arada bir ratl bal ve şeker karışımı ilave edilir, bu şurup nefes darlığına karşı kullanılır.”

Günümüzde tıbbi kullanımı pek yaygın olmayan nergisin, Hacı Paşa’nın şurubunda yer verildiği şekilde bilinen bir etkisi bulunmamaktadır.

21.Şeker Şurubu

“Zencefil ve Çin tarçınından beşer dirhem alınır, iki dirhem karanfil ile karıştırılır, bu karışım yedi ratl su ile suyun üçte biri buharlaşıncaya kadar kaynatılır, geniş gözenekli bir bezden süzülür, üzerine bir miktar şeker ilave edilir, koyu bir kıvam alıncaya kadar yeniden kaynatılır, bu şurup vücudu kuvvetlendirmek amacıyla kullanılır.”

Hacı Paşa’nın şeker şurubunda belirttiği etkilerin zencefilin ve karanfilin günümüzde bilinen kullanımları ile örtüştüğü görülmektedir.

Sonuç
Osmanlı Dönemi’ndeki uygulamalar hakkında verdiği bilgiler açısından büyük önem taşıyan, Hacı Paşa’nın Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm adlı bu eserinde, basit ilaç kullanımının kombine ilaç kullanımından daha yararlı olacağını öne sürmektedir. Ancak çeşitli rahatsızlıkların tedavisine yönelik hazırladığı bazı şurup formüllerinde kombine tedaviye yöneldiği görülmektedir. Bu durumun 16. yüzyılda sıkça rastlanan çoklu ilaç kullanımı ile de paralel olduğu görülmektedir. Aynı zamanda Hacı Paşa’nın şuruplarında genellikle bitkisel drogları kullandığı dikkati çekmektedir.

Hacı Paşa’nın şuruplarda kullandığı drogların bir kısmının günümüzde de kullanılmaya devam edildiği bilinmektedir. O dönemde kullanıp günümüz modern tedavisinde artık yeri olmayan bazı droglar ise bugün de halk arasında kullanılmaktadır. Bazı drogların kullanım amaçları günümüzde de aynen devam etmektedir.
Sonuç olarak Hacı Paşa’nın bu eserinin eczacılık uygulamalarının tarihteki ve günümüzdeki uygulanışlarını kıyaslayabilmek açısından büyük önem taşıdığı düşünülmektedir. Bu gibi eserlerin incelenerek günümüzdeki kullanımlarla paralel formülasyonların tespit edilmesine ve halk tıbbındaki kullanımların daha iyi anlaşılmasına olanak sağlanmasının mümkün olacağı değerlendirilmektedir.

Kaynakça
ACIDUMAN, A., İLGİLİ, Ö., “Erken Dönem Türkçe Tıp Yazmalarından Hacı Paşa’nın (Celalüddin Hızır) Teshil Adlı Eserinde Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Üzerine Bir Ön Çalışma”, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi, 54 (2011), s. 231-243.
ADIVAR, A., Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitapevi, İstanbul 1991.
AŞÇIOĞLU, Ö., “Hacı Paşa ve Deontoloji”, Konyalı Hekim Hacı Paşa, Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayın No: 3, Kayseri 1986, s. 39-44.
BAYLAV, N., Eczacılık Tarihi, Yörük Matbaası, İstanbul 1968.
BAYTOP, Turhan, Türkiye’de Bitkiler ile Tedavi, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No:79, İstanbul 1984.
ÇUBUKÇU, B., SARIYAR, G., MERİÇLİ, A. H., SÜTLÜPINAR, N., MAT, A., MERİÇLİ, F., Fitoterapi Yardımcı Ders Kitabı, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 79, İstanbul 2002.
DEMİREZER, Ö., ERSÖZ, T., SARAÇOĞLU, İ., ŞENER, B., Tedavide Kullanılan Bitkiler-FFD Monografları, Akademisyen Kitapevi, Ankara 2011.
DEVELİOĞLU, F., Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, doğuş Ltd. Şti. Matbaası, Ankara 1970.
GÖDE, K., “Hacı Paşa’nın Yaşadığı Devir (1335-1423)”, Konyalı Hekim Hacı Paşa,Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayın No: 3, Kayseri 1986, s. 13-16.
GRUENWALD, J., PDR for Herbal Medicine, Medical Economics Company, New Jersey 2000.
GÜRKAN, E., ÖNDERSEV, D. V., ULUSOYLU, M., GÖZTAŞ, Z., DİNÇŞAHİN, Neşe, Bitkisel Tedavi, Marmara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 19, İstanbul 2007.
Hacı Paşa, Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm.
KÂHYA, E., Türk Bilim İnsanları, Nobel Yayınları, Ankara 2013.
KARAMANOĞLU, K., Farmasötik Botanik Ders Kitabı, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 24, Ankara 1973.
KÖKER, A. H., “Konyalı Hekim Hacı Paşa’nın Hayatı”, Konyalı Hekim Hacı Paşa,Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayın No: 3, Kayseri 1986, s. 17-20.
ÖNLER, Z., Celalüddin Hızır (Hacı Paşa) – Müntahab-ı Şifa, Türk Dil Kurumu Yayınları No.559, Ankara 1990.
ÖZATA, N., Fitoterapi ve Aromaterapi, Doğan Kitap, İstanbul 2009.
ŞEHSUVAROĞLU, B., Eczacılık Tarihi Dersleri, Hüsnütabiat Matbaası, İstanbul 1970.
ŞENGÜL, E., AĞIRSEVEN, N., “Sultan II. Bayezid Külliyesi Tıp Medresesi ve Burada Okutulan Hekimliğe Ait Kitaplar”, Lokman Hekim Journal, 2(1) (2012), s.15-20.
ŞEVKİ, O., Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları No:1296, Ankara 1991.
TANKER, M., TANKER, N., Farmakognozi, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No:65, Ankara 1998.
TANKER, N., KOYUNCU, M., COŞKUN, M., Farmasötik Botanik, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 88, Ankara 2004.
YEŞİLADA, E., Doğadan Gelen Sağlık: Bitki Çayları, Era Yayıncılık, İstanbul 2011.
ZEYBEK, U., HAKSEL, M., Türkiye’de ve Dünya’da Önemli Tıbbi Bitkiler ve Kullanımları, Zade Sağlık Yayınları, Konya 2010.
Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye Yazmaları https://www.yazmalar.gov.tr/kutuphane.php Erişim Tarihi:26.06.2014

1 Esin Kahya, Türk Bilim İnsanları, Nobel Yayınları, Ankara 2013, s. 147; Adnan Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, Remzi Kitapevi, İstanbul 1991, s. 21-25.
2 Kemal Göde, “Hacı Paşa’nın Yaşadığı Devir (1335-1423)”, Konyalı Hekim Hacı Paşa,Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayın No: 3, Kayseri 1986, s. 13-16; Ahmet H. Köker, “Konyalı Hekim Hacı Paşa’nın Hayatı”, Konyalı Hekim Hacı Paşa, Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayın No: 3, Kayseri 1986, s. 17-20; 
A. Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, s. 21-25.
3 K. Göde, “Hacı Paşa’nın Yaşadığı Devir (1335-1423)”, Konyalı Hekim Hacı Paşa, s.13-16. 4 A.g.e., s.13-16. 5 E. Kahya, Türk Bilim İnsanları, s.147; A.Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, s. 21-25. 6 A.g.e., s. 21-25; Özcan Aşçıoğlu, “Hacı Paşa ve Deontoloji”, Konyalı Hekim Hacı Paşa, Erciyes Üniversitesi Gevher Nesibe Tıp Tarihi Enstitüsü Yayın No: 3, Kayseri 1986, s. 39-44.
7 Osman Şevki, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları No:1296, Ankara 1991, s. 50-51. 8 A.H. Köker, “Konyalı Hekim Hacı Paşa’nın Hayatı”, Konyalı Hekim Hacı Paşa, s.17-20.

9 Zafer Önler, Celalüddin Hızır (Hacı Paşa) – Müntahab-ı Şifa, Türk Dil Kurumu Yayınları No.559, Ankara 1990, s. 5-8.
10 Naşid Baylav, Eczacılık Tarihi, Yörük Matbaası, İstanbul 1968, s. 110.
11 O. Şevki, Beşbuçuk Asırlık Türk Tababeti Tarihi, s. 180-181; Bedii Şehsuvaroğlu, Eczacılık Tarihi Dersleri, Hüsnütabiat Matbaası, İstanbul 1970, s. 285; Türkiye Kültür ve Turizm Bakanlığı, Türkiye Yazmaları https://www.yazmalar.gov.tr/kutuphane.php Erişim Tarihi:26.06.2014.
12 Hacı Paşa, Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l Âlâm.
13 B. Şehsuvaroğlu, Eczacılık Tarihi Dersleri, s. 285.
14 Enver Şengül, Nehir Ağırseven, “Sultan II. Bayezid Külliyesi Tıp Medresesi ve Burada Okutulan Hekimliğe ait Kitaplar”, Lokman Hekim Journal, 2(1) (2012), s.15-20.

Ahmet Acıduman, Önder İlgili, “ Erken Dönem Türkçe Tıp Yazmalarından Hacı Paşa’nın (Celalüddin Hızır) Teshil Adlı Eserinde Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Üzerine Bir Ön Çalışma”, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Dergisi, 54 (2011), s. 231-243. 16
H. Paşa, Şifâü’l Eskâm ve Devâü’l-Âlâm.

Turhan Baytop, Türkiye’de Bitkiler ile Tedavi, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No:79, İstanbul 1984; Elçin Gürkan, Deniz V. Öndersev, Melek Ulusoylu, Zeynep Göztaş, Neşe Dinçşahin, Bitkisel Tedavi, Marmara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 19,
İstanbul 2007; Bayhan Çubukçu, Günay Sarıyar, Ali Hikmet Meriçli, Nurhayat Sütlüpınar, Afife Mat, Filiz Meriçli, Fitoterapi Yardımcı Ders Kitabı, İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 79, İstanbul 2002; Ulvi Zeybek, Muzaffer Haksel, Türkiye’de ve Dünya’da Önemli Tıbbi Bitkiler ve Kullanımları, Zade Sağlık Yayınları, Konya 2010; 

Ömür Demirezer, Tayfun Ersöz, İclal Saraçoğlu, Bilge Şener, Tedavide Kullanılan Bitkiler-FFD Monografları, Akademisyen Kitapevi, Ankara 2011; Nimet Özata, Fitoterapi ve Aromaterapi, Doğan Kitap, İstanbul 2009; Kamil Karamanoğlu, Farmasötik Botanik Ders Kitabı, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi yayınları No: 24, Ankara 1973; Nevin Tanker, Mehmet Koyuncu, Maksut Coşkun, Farmasötik Botanik, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No: 88, Ankara 2004; Metin Tanker, Nevin Tanker, Farmakognozi, Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Yayınları No:65, Ankara 1998; Joerg Gruenwald, PDR for Herbal Medicine, Medical Economics Company, New Jersey 2000; Erdem Yeşilada, Doğadan Gelen Sağlık: Bitki Çayları, Era Yayıncılık, İstanbul 2011. 18 Ferit Develioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat, Doğuş Ltd. Şti. Matbaası, Ankara 1970, s. 1054.


İbrahim Paşa Sarayı

 



İbrahim Paşa Sarayı 
Osmanlı İmparatorluğu gerek ulaştığı sınırlar, sahip olduğu siyasi ve kültürel kudret ve de gerekse medeniyet yönünden sadece Türk tarihi için değil Dünya tarihi için de önemli bir yere sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu’nun her açıdan zirvede olduğu dönem olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman Dönemi de hiç şüphesiz kayda değerdir. İmparatorluğun zirveye olan yolculuğunda padişaha eşlik etmiş olan abide şahsiyetler arasında kendisine on üç yıl (1523-1536) boyunca veziriazamlık yapan İbrahim Paşa bilhassa dikkat çekmektedir. Gerek renkli kişiliği, gerek ulaştığı siyasi-maddi kuvvet ve gerekse de yükselişi kadar şaşırtıcı olan düşüşü onu Osmanlı Tarihi’nin en dikkat çekici devlet adamlarından biri haline getirmiştir. 

Türkiye’nin önde gelen sanat tarihçilerinden biri olan Nurhan Atasoy’un yazmış olduğu ve Kanuni Sultan Süleyman tarafından İbrahim Paşa için yaptırılan ve onun adıyla anılan sarayı konu alan bu eser ilk olarak 1972 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları altında basılmıştır. 2012 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca tekrar basılan bu eser ilk baskısının yeniden düzenlenerek, yeni kaynaklar ve görsel malzemelerle genişletilmiş ikinci baskısıdır. Eser dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın Önsöz’üyle (5) başlayıp, yazarın Sunuş (9-11) yazısı, İçindekiler (13), Giriş (17-19), 7 ana başlık, Sonuç (229-232), okuyuculara zengin bir bibliyografya demeti sunan Kaynaklar (233-238) ve eserin kullanımını kolaylaştıran Dizin (239-243) ile sona ermektedir. 

Sunuş (9-11) kısmında N. Atasoy eserin ikinci kez görsel malzeme ve ek kaynaklarla genişletilerek tekrar yazılması aşamasından bahsetmekte, bu konuda kendisine yardımı dokunanlara teşekkür etmektedir. Yazar, kitabın ilk baskısının tükenmesi, kendi çalışmasından sonra İbrahim Paşa Sarayı üzerine herhangi bir çalışmanın yapılmaması ve minyatürlerin belge olarak kullanılmasının bir alışkanlık haline getirilip, teşvik edilmesi gerekçesiyle-amacıyla bu genişletilmiş ikinci baskıyı hazırlamıştır. 

Giriş’te (17-19) N. Atasoy, İstanbul’daki saraylar hakkında genel bir ön değerlendirmede bulunduktan sonra İbrahim Paşa Sarayı’nın zaman içindeki fonksiyonlarını mercek altına almaktadır. Kendisi ayrıca Cumhuriyet Dönemi’nde İbrahim Paşa Sarayı’nın yeni yapılacak olan İstanbul Adliye Sarayı için yer aranması aşamasında maruz kaldığı yıkım tehlikesi ve görmüş olduğu zarara değinmektedir. İbrahim Paşa Sarayı’nın aslında ne amaçla kullanıldığı, kaynaklardaki durumu üzerine bazı uzmanların fikirleri ve sarayın yıkılmasını engellemek için mücadele eden Mimar Sedat Çetintaş’ın çalışmaları da Giriş’te değinilen konular arasında yer almaktadır. 

Eserin İbrahim Paşa’nın Kimliği (21-40) adlı birinci bölümünde, günümüzde Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Parga Kasabası’nda dünyaya gelen, küçük yaşlarda esir edilerek Manisa’da köle pazarında satılan, tesadüf eseri Şehzade Süleyman tarafından fark edilen ve kendisinin en yakın dostu olan Makbûl ve Maktûl İbrahim Paşa’nın ilginç hayat hikâyesi anlatılmaktadır. Dul ve varlıklı bir kadın tarafından satın alınıp özenle yetiştirilen ve Şehzade Süleyman’ın hizmetine giren İbrahim Paşa, Şehzade Süleyman’ın tahta çıkmasıyla birlikte İstanbul’a gelmiştir. Şahsi meziyetleri, renkli kişiliği ve de padişaha yakınlığı sebebiyle hızla yükselmiş, teamüllere aykırı olarak veziriazamlığa getirilmiş ve on üç sene zarfında bu görevde kalmıştır. 

Kitabın konusu olan İbrahim Paşa Sarayı da padişahın İbrahim Paşa’yla yakınlığının ve ona verdiği değerin bir nişanesi olarak 1521 yılında masrafları bizzat padişah tarafından karşılanarak yaptırılmıştır. Padişahın lütfuyla imparatorluğun en üst makamına yükselen İbrahim Paşa 1525 yılında Mısır’da Ahmet Paşa İsyanı’nın ardından bozulan düzeni yeniden tesis etmiş ve 1526 Macar Seferi’nde Osmanlı Ordusu’na serdarlık yapmıştır. Macar Seferi dönüşü Anadolu’daki bazı isyanları da bastıran İbrahim Paşa 1529’da Viyana Seferi öncesi eşi benzeri görülmemiş yetkilerle donatılarak Serasker ilan edilmiştir. İbrahim Paşa padişaha olan yakınlığı yanında birçok da düşman kazanmış, kendi hataları ve düşmanlarının hazırlamış olduğu entrikalar neticesinde padişah tarafından iftara çağrıldığı 15 Mart 1536 gecesi Topkapı Sarayı’nda cellatlar tarafından boğularak katledilmiş ve Makbûl iken Maktûl olmuştur. Kendisi Galata’da Canfeda Tekkesi yanına defnedilmiş, kabri üzerine de bir mezar taşı yerleştirilmemiştir. 

Atmeydanı ve İbrahim Paşa Sarayı (41-50) başlıklı ikinci bölümdeyse Doğu Roma hakimiyetinden itibaren şehir için önemli olan Hipodrom’un fonksiyonuna ve Osmanlı Dönemi’nde de önemini korumuş olmasına değinilmektedir. Ayrıca Osmanlı Dönemi’nde Atmeydanı’nda yoğunlaşan yapılaşma faaliyetlerinden ve Batılı sanatçıların Atmeydanı’yla ilgili eserlerindeki tasvirlerinden söz edilmektedir. Yazara göre İbrahim Paşa Sarayı, Atmeydanı’ndaki Hipodrom’un temellerinden bir kısmının üzerine yapılmıştır ve sarayın fonksiyonunun Doğu Roma Dönemi’nde imparatorların yarışları seyrettikleri kathisma’dan etkilenerek oluşturulmuş olması  ihtimal dahilindedir. 

 İbrahim Paşa Sarayı’nın Yaşadığı Olaylar (51-80) başlıklı üçüncü bölümde İbrahim Paşa Sarayı’na dair en eski kayıtlara değinilmekte ve sarayın 1524’te İbrahim Paşa’nın on beş gün on beş gece süren müthiş düğününe ev sahipliği yapmış olması anlatılmaktadır. Ayrıca sarayın İbrahim Paşa’nın Mısır’da bulunduğu esnada çıkan bir Yeniçeri isyanıyla zarar görmesi ve 1530’da üç hafta süren Şehzade Mustafa, Şehzade Mehmed ve Şehzade Selim’in sünnet düğünlerine sahne oluşu üzerinde durulmaktadır. Öte yandan İbrahim Paşa’nın katlinden sonra sarayın II. Selim Dönemi’nde Lala Mustafa Paşa’ya, III. Murat Dönemi’nde Bosnalı İbrahim Paşa’ya, akabinde Yemişçi Hasan Paşa ve onun ardından da Güzelce Mahmud Paşa’ya tahsis edilmesi süreci kaydedilmektedir. 

1524’te İbrahim Paşa’nın, 1530’da Kanuni’nin Şehzadelerinin, 1582’de ise III. Murad’ın oğlu Mehmed’in muhteşem düğünlerine ve daha nicelerine ev sahipliği yapan İbrahim Paşa Sarayı uzun bir süre aralıksız olarak kullanılmış ve önemli devlet adamları arasında sürekli el değiştirmiştir. Yazara göre bu süre içerisinde birçok isyana ve yangına sahne olan İbrahim Paşa Sarayı 1652 ve 1660 büyük kent yangınlarına maruz kaldıktan sonra 1716’da neredeyse harabeye dönüşmüş ve bir saray olarak kullanılamayacak hale gelmiştir. Etrafında da zaman içerisinde çeşitli yapılaşmalar olmuştur. İbrahim Paşa Sarayı yapılan bazı restorasyonlardan sonra çeşitli müzelere de ev sahipliği yapmıştır. Günümüzde ise Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak hizmet vermektedir. 

İbrahim Paşa Sarayı ve Hipodromla İlgili Resimli Kaynaklar (81-100) adlı dördüncü bölümde Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn, III. Murad Surnâmesi, Şehinşâhnâme, Hünernâme ve Zübdetü’l-Eş’âr gibi eserlerdeki minyatürler vasıtasıyla İbrahim Paşa Sarayı’nın dönem dönem geçirdiği değişiklikler ve konumu takip edilip yorumlanmaktadır. Ayrıca Michel Baudier, Hans Dernschwam, Thomas Allom, Cornelius Van Loos, Jean Baptiste Vanmour, Anselme Banduri, P.Hlair, Melling ve William Hogarth gibi seyyah, mimar ve sanatçıların anı, çizim ve resimlerinden ulaşılan bilgiler mukayese edilerek değerlendirilmektedir. İbrahim Paşa Sarayı Hakkında Bazı Görüşler (101-107) adlı beşinci bölümdeyse, günümüzde bu isimle anılan yapılar kompleksinin Makbûl İbrahim Paşa’ya ait olan saray olup olmadığı tartışılmakta, dönem dönem sarayın aldığı isimler ve bunun sebepleri üzerinde durulmaktadır. 

Ayrıca İbrahim Hakkı Konyalı’nın İstanbul Abidelerinden İstanbul Sarayları adlı eseri üzerinde durularak, adı geçen yazarın günümüzdeki yapının İbrahim Paşa Sarayı olmadığı yönündeki görüşü eleştirilmektedir. İbrahim Paşa Sarayı Hakkında (107-113) başlıklı altıncı bölümde ise günümüze ulaşan yapının İbrahim Paşa Sarayı olabileceği fikri savunulmaktadır. Bu fikir savunulurken de 1533’te İstanbul’a gelip İbrahim Paşa Sarayı’nda kalan Cornelius Duplicius Schepper, 1553-1555 yılları arasında Osmanlı ülkesinde bulunan Hans Dernschwam ve M. L. Abbe Sevin gibi elçi, seyyah ve sanatçıların eserlerinden istifade edilmektedir. Öte yandan sarayın 1939 yılındaki vaziyetini tespit edip bazı çizim ve planlarını çıkaran Mimar Sedat Çetintaş’ın çalışmalarından da yararlanılmıştır. Bölümün sonunda ise İbrahim Paşa Sarayı’nın 1605 yılında gördüğü tamirata dair bir belgeye değinilmektedir. 

Altıncı bölümün ilk alt başlığı olan Birinci Avlu (113-114) kısmında sarayın esas iki kapısının bulunduğu cephede girinti şeklinde olan avlu açıklanmakta ve sonradan yapılan Defterhane Binası’nın burayı kapatışı belirtilmektedir. Birinci avlunun ilk alt başlığı olan Kapılar (114-122) alt başlığındaysa birinci avluya açılan ve biri Defterdarlık Binası sebebiyle tamamen kapanan ve ikincisi ek binalar arasında bir parça görülebilen iki büyük saray kapısı ele alınmaktadır. Alt başlıkta ayrıca saraya girişin bir çeşit merdiven vasıtasıyla mümkün olduğuna Hünername’deki minyatürler delil olarak gösterilmektedir. Altıncı bölümün ikinci alt başlığı olan İkinci Avlu’da (122-125) sarayın zemin katından, Divanhane ve ikinci Avlu’yu taşıyan istinat galerisinden bahsedilmektedir. Ayrıca beşik tonozları ihtiva eden istinat galerisinin tonoz payelerinin Doğu Roma Dönemi Hipodrom kademeleri üzerine oturtulduğu belirtilmektedir. 

İkinci Avlu alt başlığının birinci alt başlığı olan Meydan Cephesi ’nde (125-129) İkinci Avlu’dan meydana açılan taraftaki duvarın üzerinde, meydandaki eğlencelerin dışarıdan görülmeden izlenebilmesini sağlayan ahşap ve kafesli bir galerinin varlığından bahsedilmektedir. Öte yandan yabancı eser ve minyatürlerde bu galerinin varlığına dair var olan bilgilere de dikkat çekilmektedir. İkinci Avlu alt başlığının üçüncü alt başlığı Set Üzeri Ahşap Evler ve Küçük Köşk’te (129-137) de sarayın istinat galerisi üzerine inşa edilmiş olan ahşap köşkler konu edilmektedir. Ayrıca minyatürler ve fotoğraflar vasıtasıyla bu köşklerin yıllar içindeki durumu değerlendirilmektedir. 

Yazara göre bu ahşap köşkler yangınlar ve depremler vasıtasıyla sürekli tahrip olmuş, yenilenmiş ve değişmiştir. Alt başlığın sonunda ise günümüzde sarayın kütüphanesi olarak kullanılan köşk ve özellikleri konu edilmektedir. İkinci avlu alt başlığının dördüncü alt başlığı olan İkinci Kat’ta (137-142) ise ikinci kattaki tonozlu ve revaklı odalardan, bu odalardaki ocaklardan ve odaları birbirine bağlayan kapılardan bahsedilmektedir. Beşinci alt başlık olan Yazlık veya Dış Divanhane’de (142-158) kaynaklarda özellikle padişahların Atmeydanı şenliklerini izleyebilmek ve daha başka amaçlarla yaptıkları ziyaretler için ayrılan Divanhane Binası konu edilmektedir. 

Burada özellikle Matrakçı Nasuh’un İstanbul minyatürü üzerindeki İbrahim Paşa Sarayı resmi ile ulaşılan sonuçlar, 1970’li yıllarda yapılan restorasyon çalışması buluntularıyla karşılaştırılıp yorumlanmaktadır. İkinci Avlu alt başlığının son alt başlığı olan Kışlık veya İç Divanhane’de (159-172) ise İbrahim Paşa Sarayı’nın Divanhane Binası’nın fonksiyonu incelenmekte ve bu kısmın giriş kapılarının izi sürülmektedir. Yazara göre zaman içerisinde birçok değişikliğe uğrayan saray, divanhanesi merkezde tutulacak olursa 338  Nurhan ATASOY tipik bir Türk evi şeklinde yapılmıştır.  

Altıncı bölümün üçüncü alt başlığı olan Üçüncü Avlu’da (172-176) uzun yıllar boyunca Adalet Arşiv Dairesi olarak kullanılan ve günümüzde harabe halde duran avlu ele alınmaktadır. Üçüncü avlunun ilk alt başlığı olan 1582’de İnşa Edilen Çardaklı Kapı’da (176-179) ise III. Murad’ın oğlu Şehzade Mehmed için yapılan, önünde bir at merdiveni halinde meyilli olarak uzanıp sola dönerek ikinci avluya ulaşan bir yolu olan gösterişli kapı incelenmektedir. 

Yazar kapı hakkında Selaniki Tarihi’nden aldığı bilgileri kendi ulaştığı sonuçlarla birleştirip değerlendirmektedir. Ayrıca kapının III. Murad Dönemi’nde değil de, çok daha yakın bir geçmişte başka bir amaçla yapıldığını düşünen İbrahim Hakkı Konyalı’nın görüşlerine atıfta bulunmaktadır. Üçüncü avlunun son alt başlığı olan Üst Kat (179-180) alt başlığındaysa sarayın aslında başlı başına bir kat olmayan muntazam planlı kısmına değinilmektedir. 

Burası birbirinden bağımsız ve Kuzey-Doğu istikametinde konumlanıp birer kapı ve pencereyle revaklara açılan kısımlardan oluşmaktadır. Altıncı bölümün dördüncü alt başlığı olan Ara Mekân’da (181-190) ikinci ve dördüncü avlunun arasındaki boşluk kısım ve buradaki merdiven kalıntısı irdelenmektedir. Yazar özellikle Matrakçı Nasuh’un İbrahim Paşa Sarayı çizimindeki kule ayrıntısının konumuna dayanarak bu merdiven kalıntısının saray kulesi olduğunu ileri sürmekte ve delillerini sıralamaktadır. 

N. Atasoy burada ayrıca bu fikrin aksini savunan, kulenin başka bir mevkide olduğunu belirten İbrahim Hakkı Konyalı’nın da görüşlerine yer vermektedir. Alt başlık içerisinde vurgulanan bir diğer husus merdiven kalıntılarının bulunduğu yerin sağlamlığı ve konumu itibariyle sarayın hazine kısmı olabileceği ihtimalidir. Alt başlığın son kısmındaysa kaynaklar ve dönemin diğer saraylarının ayrıntıları vasıtasıyla İbrahim Paşa Sarayı’nın gerçek büyüklüğü hakkında fikirler ileri sürülmektedir. 

Altıncı bölümün son alt başlığı olan Dördüncü Avlu’da (190) Mimar Sedat Çetintaş’ın üçüncü avlu, yazarın ise dördüncü avlu olarak adlandırdığı ve binaların arka tarafına düşen kısım mercek altına alınmaktadır. Yazar tarafından bu kısmın tonoz başlangıçlarının ve duvar kalıntılarının kısmen gözlemlenebildiği, ancak önemli bir bölümünün ise 1939 yılında İstanbul Adliye Sarayı inşaatine yer arandığı sırada yıkıldığı belirtilmektedir. Dördüncü avlunun tek alt başlığı olan Saray Ahırı’nda (190-193) ise Sedat Çetintaş’ın Mimar Sinan tarafından yapıldığını iddia ettiği, sonradan dördüncü avluyla birlikte yıkılan geniş kısım ele alınmaktadır. 

Bu kısmın Mimar Sinan’ın eliyle yapıldığına dair kesin bir kayıt olmadığını belirten yazar, büyüklüğü ve Topkapı Saray ahırıyla mukayesesine nazaran bu mekânın İbrahim Paşa Sarayı’nın ahırı olduğunu düşünmektedir. İbrahim Paşa Sarayı’nda Çalışan Mimarlar (227-228) adlı yedinci ve son bölümdeyse mimarı belli olmayan İbrahim Paşa Sarayı’nın kim tarafından yapılmış olabileceği ve Mimar Sinan’ın sarayın yapımı veya tamiratı sürecinde ne gibi bir rolü olabileceği tartışılmaktadır. Burada esas itibariyle sarayın mimarı olma ihtimali olan, Kanuni Dönemi’nin ilk yıllarının Hassa Mimarbaşısı Acem Ali’nin durumu yorumlanmakta ve Mimar Sinan’ın İbrahim Paşa Sarayı’nın tamiratını icra etmesi değerlendirilmektedir.  

Sonuç (229-232) kısmında ise genel itibariyle yerli-yabancı ve yazılı-görsel kaynaklar arasında bağlantı kurularak İbrahim Paşa Sarayı’nın önemine değinilmekte ve dönem dönem değişim geçiren yapının özellikleri vurgulanmaktadır. Eserin amaçları arasında minyatürlerin tarih yazımındaki kaynak değerinin ortaya konulmasının yanı sıra, tarihi eserlerin korunması bilincinin aşılanması da yer almaktadır. Bu kısımda hâlihazırdaki İbrahim Paşa Sarayı’nın XVI. yüzyıldan kalma saray olmadığını savunan ve yıkılmasında bir sakınca görmeyen şahıslar ayrıca konu edilmiş, sarayın yıkılmasını engellemek ve tarihi değerini ortaya koyabilmek için tek başına mücadele eden Mimar Sedat Çetintaş’ın çabaları da şükranla anılmıştır.    

Uluslararası Gastronomi Danışmanlığı Nedir?
Yeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular? 
Yeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?

2 Mart 2021 Salı

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?

 Osmanlıda Surre Alayı Nedir?

Ahmet ÖNAL*

Surre Alayı Kelime olarak “para kesesi” anlamına gelen surre, padişahın her yıl hac zamanında Mekke ve Medine’ye gönderdiği parayı ifade için de kullanılır. Padişahlar paranın yanı sıra Haremeyn’e hilat, kaftan, yiyecek gibi hediyeler de gönderirler ve bunların hepsine birden “surre-i hümayun” denirdi. Bunlar, Mekke ve Medine’de oturan seyyid ve şerifler ile bölgenin ileri gelenlerine, fakirlere ve hacılara zarar vermemeleri beklentisiyle hac güzergâhı üzerindeki bedevilere dağıtılırdı. Ayrıca surreyle birlikte her yıl, Kâbe kapısı perdesi ve kuşağı, Ravza-i Mutahhara ve sahabe kabirlerinin örtüleri gönderilirdi. 

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?9- Topkapı Sarayı’ndaki Mermerlik Kasrı’nda Mekke’ye gidecek surrenin surre eminine teslimi (d’Ohsson)

Mekke ve Medine halkına hediye ve para gönderme geleneği Abbasîler devrinde başlamış, sonraki İslam devletleri bunu devam ettirmiştir. Osmanlılarda bilinen ilk surre, Yıldırım Bayezid tarafından Edirne’den gönderilmiştir. 

Bir hürmet nişanesi olarak başlayan bu uygulama, İstanbul’un fethinden sonra buraya taşındı. Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır’ı ele geçirdiğinde Mekke şerifi oğlunu, kutsal emanetler ve Mekke’nin anahtarıyla birlikte padişaha göndermesiyle Haremeyn, Osmanlı idaresine girdi.

Hicaz’ın Osmanlı yönetimine geçmesiyle “Hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn/Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı” unvanını alan  Osmanlıda Surre Alayında Osmanlı padişahları bütün İslam dünyasını ilgilendiren hac organizasyonunu da üstlendiler. Böylece Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren imparatorluğun sonuna kadar surre, birkaç istisna dışında, her yıl resmen ve düzenli olarak gönderildi. Hatta bazı yıllar, surre masrafları borç alınarak karşılandı. 

Surre alayı, İstanbul’dan gösterişli bir merasimle uğurlanırdı. Hazırlıklar aylar öncesinden başlar, hac yolu üzerindeki idarecilere surrenin ve hacıların emniyetle yolculuk yapabilmelerini sağlamaları yolunda emirler gönderilirdi. Devlet adamlarından birisi surre emini tayin edilirdi. Emin, surrenin gideceği yere sağ salim ulaştırılmasından mesuldü. Ayrıca Haremeyn’e, padişahın hediyelerinin yanı sıra, İstanbul halkının feraşet çantaları içindeki hediyelerini götürmek ve bunlara karşılık olarak Mekke’den aynı çantalarla gönderilen hediyeleri getirmekle de mükellefti. Bu feraşet çantalarının bir yanına gönderenin, öteki yanına da hediyeyi alacak kimsenin ismi yazılırdı.

Surre alayının hazırlanmasında bütün sorumluluk 1587’den itibaren Dârüssaâde ağasındaydı. 1836’da bu vazife Haremeyn Evkaf Nezareti’ne verildi. Yolun uzunluğu ve nakil vasıtalarının yetersizliği yüzünden surre alayı, 12 Receb’de sarayda yapılan törenle İstanbul’dan yola çıkartılırdı. Merasime katılacaklar bir gün evvelinden saraya davet edilirler; kaptanıderyaya, alayı Üsküdar’a geçirecek çekdiriyi Eminönü’ndeki iskelede hazır bulundurması bildirilirdi. 

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?Topkapı Sarayı’nda da süslenmesi gereken yerler, nefis kumaşlarla tezyin edilirdi. Surre merasimi önceleri III. Mehmet Köşkü’nde yapılırdı.

Sonraki tarihlerde başta Kubbealtı olmak üzere İkinci Avlu, merasimin ana mekânı oldu. Kubbealtı’nın karşısına surre keselerinin ve diğer eşyanın konulacağı bir çadır kurulurdu. XVIII. yüzyılda bugüne mahsus olmak üzere padişah için bir otağ-ı hümayun ve devlet erkânı için de birkaç çadır dikilerek merasim sırasında kullanılmışlardır. 

Ertesi gün saraya gelen davetliler önce Dârüssaâde ağasının divan odasına alınır, burada ilk merasimler yapılırdı. Padişahın gelmekte olduğu haber verilince davetliler karşılama için hazırlanırdı.

Bâbüssaâde’den atla çıkan padişah, Kubbealtı’nda nişancının makamına otururdu. Çadırda surre keseleri sayıldıktan ve defterler mühürlendikten sonra Dârüssaâde ağası, surre eminiyle padişahın huzuruna çıkar, surre defterlerini ve nâme-i hümayunu emine teslim ederdi.

Sureler, naat okunur, dualar edilirken, mahmil-i şerifin yüklendiği dişi deve ile onun yedeği meydanda dolaştırılırdı. Daha sonra Dârüssaâde ağası deveyi dolaştırmaya başlar, üçüncü tur sonunda padişahın işaretiyle devenin gümüş zincirini emine, ipek yularını sakabaşıya teslim ederdi. Böyle bir işaretin gelmemesiyle azledilmiş olan ağa, surre alayıyla Mekke’ye giderdi. 

Mahmil-i şerifi taşıyan deve başka bir işte kullanılmaz, yola gidemez hâle gelince sarayın ahırına çekilerek ölünceye kadar burada tutulurdu. Mahmil-i şerif, hususi olarak dikilir, üzerlerine ayetler, salat ü selamlar ile devrin padişahının ismi işlenir, gerektiğinde yenilenir, eskileri sarayda saklanırdı. Son dönem hatıralarına göre, mahmil-i şerif, yolculuk öncesinde Dârüssaâde ağası tarafından Harem Dairesi’ne götürülür, burada sultanlar, 

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?10- Surre çantası (Üsküdar Belediyesi Arşivi) 

kadınefendiler ve kalfalar tarafından ziyaret edilirdi. Sarayın iki eski kalfası, her bir sultan ve kadınefendinin hediye ettiği kumaşlarla mahmil-i şerifi süslerdi. Merasim günü, mahmilin yüklendiği deve de kınayla, kumaşlarla özenle süslenirdi. Hatta İstanbul’da haddinden fazla süslü kadınlar için, “surre devesi gibi” deyimi kullanılırdı. Bu deve, Hz. Peygamber’in devesini, üzerinde taşıdığı mahmil-i şerif de Hz. Peygamber’i ve ailesini götüren mahmili temsil ettiğinden gerek İstanbul’da gerekse geçtiği yollarda büyük ihtiram görürdü.

Padişahın huzurundaki merasim bitince Ortakapı’dan itibaren alay kurulurdu. Alayın başında, elinde Mekke şerifine yazılmış nâme-i hümayunla surre emini at üzerinde ilerler, diğerleri onu takip eder, saray ağaları ve mazul değilse Dârüssaâde ağası Bâb-ı Hümayun’a gelince alayı uğurlayıp geri dönerlerdi. Alay şehirde dolaştırılıp en son Alay Köşkü, Hocapaşa, Bahçekapı yolundan iskeleye gelir, surre burada bekleyen gemiye nakledilir ve alay dağılırdı. 

Surre, Üsküdar’da da resmî merasimle karşılanırdı. Meydanda toplanan ahalinin arasından geçen alay, Doğancılar’daki önceleri kadının, sonraları mutasarrıfın konağına ulaşır, surre yola çıkacağı güne kadar burada muhafaza edilirdi. Aziz Mahmud Hüdayî ve Nasuhî Efendi dergâhları ziyaret edilir, gecikenler gelip alaya yetişir, son hazırlıklar tamamlanırdı. Belirlenen günde Doğancılar’dan sabah namazı vaktinde tekrar yola çıkan surre alayına Ayrılık Çeşmesi’ne kadar halk ve devlet erkânı eşlik ederdi. Burada son vedalar yapıldıktan sonra surre alayı ve hacılar, Haremeyn’e doğru yola çıkardı. 

11- Surre alayı Beşiktaş’ta (d’Ohsson)

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?

Surre alayı 1864’e kadar katır ve develerle gönderilirken, bu tarihten sonra deniz yoluyla da gönderilmeye başlandı. Hicaz Demiryolu’nun yapımından itibaren trenle yollandı. Ayrıca yolculuk süresinin kısalmasıyla 15 Şaban’da gönderilmeye başlanmış, Topkapı Sarayı’nın terk edilmesiyle merasim ve alaylar diğer saraylara taşınmıştır.

Dolmabahçe Sarayı’nda surrenin hazırlandığı ve merasim günü padişahın alayı izlediği hususi bir oda vardır. Bir yenilik olmak üzere bu dönemlerde, surrenin Üsküdar’a nakli esnasında 13 pare top atılması ve Üsküdar’daki merasimde bandonun kullanılması teşrifatta yerini almıştır. 

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?

Hac dönüşünde surre alayı, Kartal’dayken, Üsküdar’a gelmek için izin ister, müsaade alınca hareket eder ve Üsküdar’da merasimle karşılanırdı. Buradan gemiyle Eyüpsultan’a nakledilirdi. Ertesi gün saray görevlileri, ulema ve meşayih tarafından mahmil-i şerif tekrar kurulur, alay düzeniyle Edirnekapı’dan şehre girilirdi.

Sokakları dolduran halkın tekbirleri, duaları, gözyaşları arasında saraya ulaşılır, devlet ricali Ortakapı’da mahmil-i şerifi karşılar, padişahın önüne getirirlerdi. Mekke şerifi, cüluslarda, yeni padişahı tebrik için Kâbe örtüsünü de surre alayıyla birlikte payitahta gönderirdi. Bu örtülerden bazıları sarayda saklanır, bazıları parçalar hâlinde devlet ricaline hediye olarak dağıtılırdı.

7 Bassano, Osmanlı İmparatorluğu’nda Gündelik Hayat, s. 65.
8 İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1971, c. 2, s. 155. 
9 Feridun Emecen, “Osman II”, DİA, XXXIII, 453-456. 
10 Topçular Kâtibi Abdülkadir (Kadrî) Efendi Târihi, haz. Ziya Yılmazer, Ankara 2003, c. 2, s. 1039-1040, 1105, 1124.  

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı

 Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı 

Ahmet ÖNAL*

Yavuz Sultan Selim döneminde İstanbul’a getirilen kutsal emanetler arasında bulunan ve Ka‘b bin Züheyr’den intikal ettiğine inanılan Hz. Peygamber’in hırkası bu tarihlerden itibaren sarayda manevi bir iklim yaratmıştır. Padişahların XVI. ve XVII. yüzyıllarda Hırka-ı Saadet’i çeşitli vesilelerle ziyaret ettikleri, zaman zaman sefere ya da bir yere gittiklerinde yanlarında götürdükleri bilinmektedir. Ramazan ayında Hırka-i Saadet’in ziyaret edilmesi ise bir saray âdeti olarak başlamış ve bu âdet XVIII. yüzyılın ilk yıllarından itibaren resmî bir merasime dönüşmüştür. 

12- Topkapı Sarayı’nda Mukaddes Emanetlerin bulunduğu Has Oda’nın giriş kapısı. Kapı üzerinde III. Ahmed’in celî cülus hat ile kaleme aldığı Kelime-i Tevhid ve altında sultanın tuğrası vardır.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı

Ramazandaki Hırka-i Saadet ziyaretleri, İstanbul hayatı ve folklorunda önemli izler bırakmıştır. I. Ahmed’in başlattığı rivayet edilen bir âdete göre ziyaret günü Hırka-i Saadet’in bir kısmı veya düğmesi padişah tarafından altın maşrapada zemzemle yıkanır ve derhâl amber ateşinde kurutulurdu.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı 13- XIX. yu¨zyılda Hırka-i Saadet dairesinin giriş kapısı.

Bu su, daha sonra çoğaltılıp, küçük şişelere konularak devlet ricali vesair kimselere hediye edilirdi. Mâ-i mübarek olarak anılan ve kutsiliğinin yanı sıra hastalıklara, korkulara iyi geldiğine inanılan bu sular, İstanbul halkı nezdinde hayli muteberdi. Bazı aktarlarda, mâ-i mübarekle dolu olduğu iddia edilen ağızları mühürlü küçük şişeler satılmaktaydı.

Ali Ufkî, bir tarih ve merasimden bahsetmeksizin Hırka-ı Saadet’in yılda bir kez, Enderun’daki kilerlilerin nisan ayında bunun için hususi olarak topladıkları yağmur sularına batırılıp ıslatıldığını, sonra da suyunun sıkıldığını nakleder. Hırkaya temas eden suyun, şişelere doldurulup İstanbul içinde ve dışındaki ricale hediye edildiğini; bu şişeleri alanların onları özenle muhafaza ettiklerini yazar. İksir kabul edilen şişedeki suyun, ateşli hastalığa yakalananlara ilaç olarak içirildiğini, ölüm döşeğindekilerin ağızlarına damlatıldığını, böylece onların günahlarından arındırıldıklarına inanıldığını nakleder.11 

Fransız seyyah Tavernier, 1675’te basılan eserinde, “hazine odasındaki iki adama” istinaden, içoğlanlarının üç ayda bir Hasoda’yı temizleyip halılarını değiştirdiklerini ve mukaddes emanetlerin sayımını yaptıklarını yazar. Ayrıca 14 Ramazan’da padişahın katılımıyla yapılan bir “yıkama töreni”nden söz eder.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı14- Sultanahmet Camii’nde mevlit töreni (d’Ohsson)

Seyyaha göre, o gün padişah, yanına sadece silahdar ağayı alıp odaya gelerek yine burada muhafaza edilen Hz. Peygamber’in mührüyle elli adet kâğıdı mühürlüyor, hırkayı muhafaza edildiği sandıktan çıkartıyor, saygıyla öpüyordu. 

11 Karşılaştırmalı olarak bk. Ali Ufkî Bey/Albertus Bobovius, Saray-ı Enderun, Topkapı Sarayı’nda Yaşam, çev. Türkis Noyan, İstanbul 2013, s. 60; Albertus Bobovius ya da Santuri Ali Ufki Bey’in Anıları: Topkapı Sarayı’nda Yaşam, çev. Ali Berktay, İstanbul 2002, s. 93. 

Ardından hırka, altın bir tekneye doldurulan suya batırılıp çekiliyor, yere su damlatılmamasına dikkat edilerek teknenin içine iyice sıkılıyordu. Teknedeki su, Venedik kristalinden yapılmış şişelere dolduruluyor, bunların ağzı sıkıca kapatılıp üzerlerine padişahın tuğrası çekiliyordu. 

Ertesi gün, küçük rulolar hâline getirilip ipek iple bağlanan mühürlü bir kâğıt ile su dolu bir şişe, Harem kadınları, İstanbul ricali ve devlet adamlarına ayrı ayrı gönderiliyordu. Şişeler, tek başına da hediye edilebiliyordu. Bunlar büyük bir lütuf olarak kabul ediliyor ve karşılığında gerek padişaha gerekse bunları getirenlere hediyeler takdim ediliyordu. 

Mühürlü kâğıtlar açılmaksızın şişedeki suyla ıslatılıp yutuluyor, ardından su içiliyordu. Kendilerine sadece şişe gönderilenler, imamlarına bir kâğıda kendi istedikleri bir duayı yazdırıp aynı işlemi tekrarlıyorlardı. Seyyaha göre, Hırka-i Saadet’in batırıldığı teknedeki suyun kapıağası tarafından çoğaltılıp dağıtılmasına sadece üç gün boyunca izin veriliyordu.12 

osmanlıda Hırka-i Saadet ziyaretinin devlet teşrifatındaki yerini almasından sonra bu merasim, XVIII. yüzyılın ortalarına kadar ramazanın muhtelif bir gününde, XIX. yüzyılda ise şayet o gün cumaya rastlamıyorsa veya padişahın hastalığı mani değilse 15 Ramazan’da yapılırdı. 

Merasimden iki-üç gün önce Hasodalılar, mukaddes emanetleri tekbirler arasında sarayın bir başka dairesine taşıyıp odayı gül suyuyla temizler, merasimden bir gün önce veya merasim sabahı emanetleri eski yerlerine getirirlerdi.

Ziyaret gününün önceki gecesinde bizzat padişahın da iştirakiyle gül sularıyla son bir temizlik yapılır, padişah sabah namazını burada kılardı. Bazen son temizlik namazı müteakip yapılırdı. Mukaddes emanetlerin ve odanın temizliğinde kullanılan süngerler hane-i hassa ağaları arasında ikramen dağıtılırdı. Odanın temizlenmesi sırasında çıkan toz, herhangi bir yere değil, yakınlardaki kuyuya atılırdı. 

Merasim günü, davetli olan devlet ricali, meşayih ve ulema, Ayasofya Camii’nde öğle namazını kılıp saraya gelirler ve Bâbüssaâde önünde toplanırlardı. Sadrazam da kapıhalkıyla birlikte alayla Bâbıâli’den Ayasofya’ya gelir, burada şeyhülislamla birlikte öğle namazını kılıp saraya geçerdi. Bazen davetliler doğrudan Bâbıâli’de toplanır ve buradan saraya gidilirdi.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava AlayıHırka-i Saadet Odası’nda herkesin yerini almasıyla birinci ve ikinci hünkâr imamları birer aşr-ı şerif okurlardı. Bunlar bitince padişah kendi eliyle Hırka-i Saadet’in muhafaza edildiği sandukayı açar; önce kendisi, sonra da hazır bulunanlar teşrifattaki sıralarına göre hırkaya yüz sürerlerdi. 

12 Jean-Baptiste Tavernier, 17. Yüzyılda Topkapı Sarayı, ed. Nejdet Sakaoğlu, çev. Teoman Tunçdoğan, İstanbul 2007, s. 132-134. 

Her yüz sürenin ardından hırkanın bu köşesi küçük bir tülbentle silinir ve tülbent o kimseye hediye edilirdi. Herkes yüz sürdükten sonra dualarla hırka yine bohçasına ve sandığına konulur, ziyaretçiler dağılırdı. 

Ziyaretlerin resmîleşmesinden sonra hırkayı korumak için bazı tedbirler alındı. Evvela hırkanın kendisi yerine, sağ omuzu hizasından yakasına konulan tülbent öpülmeye ve bu tülbentler, öpen kimselere hediye edilmeye başlandı. Hırka-ı Saadet’in veya düğmesinin ıslatılması uygulaması da, hırkanın zarar gördüğü endişesiyle, sadece hırkayı muhafaza eden bohçanın bir kısmının suya batırılması şeklinde sürdürüldü. 

II. Mahmud zamanında, bundan, dolayısıyla da mâ-i mübarek dağıtılmasından tamamen vazgeçildi. Bunun yerine hususi olarak hazırlanan ve üzerlerinde Hırka-i Saadet ile alakalı bir şiirin yazılı olduğu tülbentlerin hırkaya sürülmesi ve bunların ziyaretçilere hediye edilmesi âdet oldu. 

XIX. yüzyılda padişahların Topkapı Sarayı’ndan başka saraylarda ikamet etmeye başlamalarıyla Hırka-i Saadet ziyaretleri için bir alay tertiplendi ve merasim kısmen halka açık hâle geldi. Alay, ya padişahla birlikte sahil yolunu takiple Galata Köprüsü’nü geçip ya da deniz yoluyla Sirkeci’ye gelen padişahı karşılayıp buradan yukarı çıkıyordu. Öğle namazı Ayasofya’da kılınıp aynı düzenle saraya geçiliyordu. 

İstanbul’daki mekteplerden getirilen çocuklar da alaya dâhil ediliyordu. II. Abdülhamid, saltanatının başlarında bu merasimden sonra iftarını Topkapı Sarayı’nda yapar, ardından yol boyunca dizilmiş askerlerin arasından fener alayıyla Yıldız Saray’ına dönerdi. İlerleyen yıllarda Yıldız’a ikindi vaktinde dönmeye başladı.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı

II. Abdülhamid devrinde Hırka-ı Saadet ziyaretine, başlarında valide sultan olduğu hâlde arabalarla saraya gelen Harem mensupları da katıldı. Devlet ricali odadan ayrıldıktan sonra Harem kadınları, yine padişahın nezaretinde Hırka-ı Saadet’i ziyaret ederlerdi. Ayrıca 

II. Abdülhamid’in iftardan sonra Topkapı Sarayı’ndan ayrıldığı yıllarda camilere “Padişahım çok yaşa” yazan mahyalar asılırdı. 

XVII. yüzyılın sonu veya XVIII. yüzyılın başlarından itibaren Hırka-i Saadet ziyaretinin yapıldığı gün İstanbul, bir başka merasimle, yeniçerilerin baklava alayıyla hareketlenirdi. O gün, kapıkulu ocaklarının her on neferine birer tepsi hesabıyla verilmek üzere yüzlerce baklava tepsisi futalara sarılı bir şekilde Matbah-ı Âmire önünde dizilirdi. 

İlk tepsi, silahdar ağa tarafından, bir numaralı yeniçeri olan padişaha takdim edilmek üzere alınırdı. Sonra her ortadan iki kişi bir tepsi alır, bölüğün amirleri bunların önüne düşer, bu şekilde Divanyolu’nun iki tarafına dizilmiş İstanbulluların alkışları arasında kışlalarına giderlerdi. Baklava tepsileri ve futalar ertesi gün saraya teslim edilirdi. Son baklava alayı, yeniçeriliğin kaldırılmasından iki ay önce yapıldı. Hırka-ı Saadet ziyareti ve alayı ise imparatorluğun sonuna kadar devam etti. 

Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...