4 Mart 2021 Perşembe

İbrahim Paşa Sarayı

 



İbrahim Paşa Sarayı 
Osmanlı İmparatorluğu gerek ulaştığı sınırlar, sahip olduğu siyasi ve kültürel kudret ve de gerekse medeniyet yönünden sadece Türk tarihi için değil Dünya tarihi için de önemli bir yere sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu’nun her açıdan zirvede olduğu dönem olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman Dönemi de hiç şüphesiz kayda değerdir. İmparatorluğun zirveye olan yolculuğunda padişaha eşlik etmiş olan abide şahsiyetler arasında kendisine on üç yıl (1523-1536) boyunca veziriazamlık yapan İbrahim Paşa bilhassa dikkat çekmektedir. Gerek renkli kişiliği, gerek ulaştığı siyasi-maddi kuvvet ve gerekse de yükselişi kadar şaşırtıcı olan düşüşü onu Osmanlı Tarihi’nin en dikkat çekici devlet adamlarından biri haline getirmiştir. 

Türkiye’nin önde gelen sanat tarihçilerinden biri olan Nurhan Atasoy’un yazmış olduğu ve Kanuni Sultan Süleyman tarafından İbrahim Paşa için yaptırılan ve onun adıyla anılan sarayı konu alan bu eser ilk olarak 1972 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları altında basılmıştır. 2012 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca tekrar basılan bu eser ilk baskısının yeniden düzenlenerek, yeni kaynaklar ve görsel malzemelerle genişletilmiş ikinci baskısıdır. Eser dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın Önsöz’üyle (5) başlayıp, yazarın Sunuş (9-11) yazısı, İçindekiler (13), Giriş (17-19), 7 ana başlık, Sonuç (229-232), okuyuculara zengin bir bibliyografya demeti sunan Kaynaklar (233-238) ve eserin kullanımını kolaylaştıran Dizin (239-243) ile sona ermektedir. 

Sunuş (9-11) kısmında N. Atasoy eserin ikinci kez görsel malzeme ve ek kaynaklarla genişletilerek tekrar yazılması aşamasından bahsetmekte, bu konuda kendisine yardımı dokunanlara teşekkür etmektedir. Yazar, kitabın ilk baskısının tükenmesi, kendi çalışmasından sonra İbrahim Paşa Sarayı üzerine herhangi bir çalışmanın yapılmaması ve minyatürlerin belge olarak kullanılmasının bir alışkanlık haline getirilip, teşvik edilmesi gerekçesiyle-amacıyla bu genişletilmiş ikinci baskıyı hazırlamıştır. 

Giriş’te (17-19) N. Atasoy, İstanbul’daki saraylar hakkında genel bir ön değerlendirmede bulunduktan sonra İbrahim Paşa Sarayı’nın zaman içindeki fonksiyonlarını mercek altına almaktadır. Kendisi ayrıca Cumhuriyet Dönemi’nde İbrahim Paşa Sarayı’nın yeni yapılacak olan İstanbul Adliye Sarayı için yer aranması aşamasında maruz kaldığı yıkım tehlikesi ve görmüş olduğu zarara değinmektedir. İbrahim Paşa Sarayı’nın aslında ne amaçla kullanıldığı, kaynaklardaki durumu üzerine bazı uzmanların fikirleri ve sarayın yıkılmasını engellemek için mücadele eden Mimar Sedat Çetintaş’ın çalışmaları da Giriş’te değinilen konular arasında yer almaktadır. 

Eserin İbrahim Paşa’nın Kimliği (21-40) adlı birinci bölümünde, günümüzde Yunanistan sınırları içerisinde bulunan Parga Kasabası’nda dünyaya gelen, küçük yaşlarda esir edilerek Manisa’da köle pazarında satılan, tesadüf eseri Şehzade Süleyman tarafından fark edilen ve kendisinin en yakın dostu olan Makbûl ve Maktûl İbrahim Paşa’nın ilginç hayat hikâyesi anlatılmaktadır. Dul ve varlıklı bir kadın tarafından satın alınıp özenle yetiştirilen ve Şehzade Süleyman’ın hizmetine giren İbrahim Paşa, Şehzade Süleyman’ın tahta çıkmasıyla birlikte İstanbul’a gelmiştir. Şahsi meziyetleri, renkli kişiliği ve de padişaha yakınlığı sebebiyle hızla yükselmiş, teamüllere aykırı olarak veziriazamlığa getirilmiş ve on üç sene zarfında bu görevde kalmıştır. 

Kitabın konusu olan İbrahim Paşa Sarayı da padişahın İbrahim Paşa’yla yakınlığının ve ona verdiği değerin bir nişanesi olarak 1521 yılında masrafları bizzat padişah tarafından karşılanarak yaptırılmıştır. Padişahın lütfuyla imparatorluğun en üst makamına yükselen İbrahim Paşa 1525 yılında Mısır’da Ahmet Paşa İsyanı’nın ardından bozulan düzeni yeniden tesis etmiş ve 1526 Macar Seferi’nde Osmanlı Ordusu’na serdarlık yapmıştır. Macar Seferi dönüşü Anadolu’daki bazı isyanları da bastıran İbrahim Paşa 1529’da Viyana Seferi öncesi eşi benzeri görülmemiş yetkilerle donatılarak Serasker ilan edilmiştir. İbrahim Paşa padişaha olan yakınlığı yanında birçok da düşman kazanmış, kendi hataları ve düşmanlarının hazırlamış olduğu entrikalar neticesinde padişah tarafından iftara çağrıldığı 15 Mart 1536 gecesi Topkapı Sarayı’nda cellatlar tarafından boğularak katledilmiş ve Makbûl iken Maktûl olmuştur. Kendisi Galata’da Canfeda Tekkesi yanına defnedilmiş, kabri üzerine de bir mezar taşı yerleştirilmemiştir. 

Atmeydanı ve İbrahim Paşa Sarayı (41-50) başlıklı ikinci bölümdeyse Doğu Roma hakimiyetinden itibaren şehir için önemli olan Hipodrom’un fonksiyonuna ve Osmanlı Dönemi’nde de önemini korumuş olmasına değinilmektedir. Ayrıca Osmanlı Dönemi’nde Atmeydanı’nda yoğunlaşan yapılaşma faaliyetlerinden ve Batılı sanatçıların Atmeydanı’yla ilgili eserlerindeki tasvirlerinden söz edilmektedir. Yazara göre İbrahim Paşa Sarayı, Atmeydanı’ndaki Hipodrom’un temellerinden bir kısmının üzerine yapılmıştır ve sarayın fonksiyonunun Doğu Roma Dönemi’nde imparatorların yarışları seyrettikleri kathisma’dan etkilenerek oluşturulmuş olması  ihtimal dahilindedir. 

 İbrahim Paşa Sarayı’nın Yaşadığı Olaylar (51-80) başlıklı üçüncü bölümde İbrahim Paşa Sarayı’na dair en eski kayıtlara değinilmekte ve sarayın 1524’te İbrahim Paşa’nın on beş gün on beş gece süren müthiş düğününe ev sahipliği yapmış olması anlatılmaktadır. Ayrıca sarayın İbrahim Paşa’nın Mısır’da bulunduğu esnada çıkan bir Yeniçeri isyanıyla zarar görmesi ve 1530’da üç hafta süren Şehzade Mustafa, Şehzade Mehmed ve Şehzade Selim’in sünnet düğünlerine sahne oluşu üzerinde durulmaktadır. Öte yandan İbrahim Paşa’nın katlinden sonra sarayın II. Selim Dönemi’nde Lala Mustafa Paşa’ya, III. Murat Dönemi’nde Bosnalı İbrahim Paşa’ya, akabinde Yemişçi Hasan Paşa ve onun ardından da Güzelce Mahmud Paşa’ya tahsis edilmesi süreci kaydedilmektedir. 

1524’te İbrahim Paşa’nın, 1530’da Kanuni’nin Şehzadelerinin, 1582’de ise III. Murad’ın oğlu Mehmed’in muhteşem düğünlerine ve daha nicelerine ev sahipliği yapan İbrahim Paşa Sarayı uzun bir süre aralıksız olarak kullanılmış ve önemli devlet adamları arasında sürekli el değiştirmiştir. Yazara göre bu süre içerisinde birçok isyana ve yangına sahne olan İbrahim Paşa Sarayı 1652 ve 1660 büyük kent yangınlarına maruz kaldıktan sonra 1716’da neredeyse harabeye dönüşmüş ve bir saray olarak kullanılamayacak hale gelmiştir. Etrafında da zaman içerisinde çeşitli yapılaşmalar olmuştur. İbrahim Paşa Sarayı yapılan bazı restorasyonlardan sonra çeşitli müzelere de ev sahipliği yapmıştır. Günümüzde ise Türk ve İslam Eserleri Müzesi olarak hizmet vermektedir. 

İbrahim Paşa Sarayı ve Hipodromla İlgili Resimli Kaynaklar (81-100) adlı dördüncü bölümde Beyân-ı Menâzil-i Sefer-i Irakeyn, III. Murad Surnâmesi, Şehinşâhnâme, Hünernâme ve Zübdetü’l-Eş’âr gibi eserlerdeki minyatürler vasıtasıyla İbrahim Paşa Sarayı’nın dönem dönem geçirdiği değişiklikler ve konumu takip edilip yorumlanmaktadır. Ayrıca Michel Baudier, Hans Dernschwam, Thomas Allom, Cornelius Van Loos, Jean Baptiste Vanmour, Anselme Banduri, P.Hlair, Melling ve William Hogarth gibi seyyah, mimar ve sanatçıların anı, çizim ve resimlerinden ulaşılan bilgiler mukayese edilerek değerlendirilmektedir. İbrahim Paşa Sarayı Hakkında Bazı Görüşler (101-107) adlı beşinci bölümdeyse, günümüzde bu isimle anılan yapılar kompleksinin Makbûl İbrahim Paşa’ya ait olan saray olup olmadığı tartışılmakta, dönem dönem sarayın aldığı isimler ve bunun sebepleri üzerinde durulmaktadır. 

Ayrıca İbrahim Hakkı Konyalı’nın İstanbul Abidelerinden İstanbul Sarayları adlı eseri üzerinde durularak, adı geçen yazarın günümüzdeki yapının İbrahim Paşa Sarayı olmadığı yönündeki görüşü eleştirilmektedir. İbrahim Paşa Sarayı Hakkında (107-113) başlıklı altıncı bölümde ise günümüze ulaşan yapının İbrahim Paşa Sarayı olabileceği fikri savunulmaktadır. Bu fikir savunulurken de 1533’te İstanbul’a gelip İbrahim Paşa Sarayı’nda kalan Cornelius Duplicius Schepper, 1553-1555 yılları arasında Osmanlı ülkesinde bulunan Hans Dernschwam ve M. L. Abbe Sevin gibi elçi, seyyah ve sanatçıların eserlerinden istifade edilmektedir. Öte yandan sarayın 1939 yılındaki vaziyetini tespit edip bazı çizim ve planlarını çıkaran Mimar Sedat Çetintaş’ın çalışmalarından da yararlanılmıştır. Bölümün sonunda ise İbrahim Paşa Sarayı’nın 1605 yılında gördüğü tamirata dair bir belgeye değinilmektedir. 

Altıncı bölümün ilk alt başlığı olan Birinci Avlu (113-114) kısmında sarayın esas iki kapısının bulunduğu cephede girinti şeklinde olan avlu açıklanmakta ve sonradan yapılan Defterhane Binası’nın burayı kapatışı belirtilmektedir. Birinci avlunun ilk alt başlığı olan Kapılar (114-122) alt başlığındaysa birinci avluya açılan ve biri Defterdarlık Binası sebebiyle tamamen kapanan ve ikincisi ek binalar arasında bir parça görülebilen iki büyük saray kapısı ele alınmaktadır. Alt başlıkta ayrıca saraya girişin bir çeşit merdiven vasıtasıyla mümkün olduğuna Hünername’deki minyatürler delil olarak gösterilmektedir. Altıncı bölümün ikinci alt başlığı olan İkinci Avlu’da (122-125) sarayın zemin katından, Divanhane ve ikinci Avlu’yu taşıyan istinat galerisinden bahsedilmektedir. Ayrıca beşik tonozları ihtiva eden istinat galerisinin tonoz payelerinin Doğu Roma Dönemi Hipodrom kademeleri üzerine oturtulduğu belirtilmektedir. 

İkinci Avlu alt başlığının birinci alt başlığı olan Meydan Cephesi ’nde (125-129) İkinci Avlu’dan meydana açılan taraftaki duvarın üzerinde, meydandaki eğlencelerin dışarıdan görülmeden izlenebilmesini sağlayan ahşap ve kafesli bir galerinin varlığından bahsedilmektedir. Öte yandan yabancı eser ve minyatürlerde bu galerinin varlığına dair var olan bilgilere de dikkat çekilmektedir. İkinci Avlu alt başlığının üçüncü alt başlığı Set Üzeri Ahşap Evler ve Küçük Köşk’te (129-137) de sarayın istinat galerisi üzerine inşa edilmiş olan ahşap köşkler konu edilmektedir. Ayrıca minyatürler ve fotoğraflar vasıtasıyla bu köşklerin yıllar içindeki durumu değerlendirilmektedir. 

Yazara göre bu ahşap köşkler yangınlar ve depremler vasıtasıyla sürekli tahrip olmuş, yenilenmiş ve değişmiştir. Alt başlığın sonunda ise günümüzde sarayın kütüphanesi olarak kullanılan köşk ve özellikleri konu edilmektedir. İkinci avlu alt başlığının dördüncü alt başlığı olan İkinci Kat’ta (137-142) ise ikinci kattaki tonozlu ve revaklı odalardan, bu odalardaki ocaklardan ve odaları birbirine bağlayan kapılardan bahsedilmektedir. Beşinci alt başlık olan Yazlık veya Dış Divanhane’de (142-158) kaynaklarda özellikle padişahların Atmeydanı şenliklerini izleyebilmek ve daha başka amaçlarla yaptıkları ziyaretler için ayrılan Divanhane Binası konu edilmektedir. 

Burada özellikle Matrakçı Nasuh’un İstanbul minyatürü üzerindeki İbrahim Paşa Sarayı resmi ile ulaşılan sonuçlar, 1970’li yıllarda yapılan restorasyon çalışması buluntularıyla karşılaştırılıp yorumlanmaktadır. İkinci Avlu alt başlığının son alt başlığı olan Kışlık veya İç Divanhane’de (159-172) ise İbrahim Paşa Sarayı’nın Divanhane Binası’nın fonksiyonu incelenmekte ve bu kısmın giriş kapılarının izi sürülmektedir. Yazara göre zaman içerisinde birçok değişikliğe uğrayan saray, divanhanesi merkezde tutulacak olursa 338  Nurhan ATASOY tipik bir Türk evi şeklinde yapılmıştır.  

Altıncı bölümün üçüncü alt başlığı olan Üçüncü Avlu’da (172-176) uzun yıllar boyunca Adalet Arşiv Dairesi olarak kullanılan ve günümüzde harabe halde duran avlu ele alınmaktadır. Üçüncü avlunun ilk alt başlığı olan 1582’de İnşa Edilen Çardaklı Kapı’da (176-179) ise III. Murad’ın oğlu Şehzade Mehmed için yapılan, önünde bir at merdiveni halinde meyilli olarak uzanıp sola dönerek ikinci avluya ulaşan bir yolu olan gösterişli kapı incelenmektedir. 

Yazar kapı hakkında Selaniki Tarihi’nden aldığı bilgileri kendi ulaştığı sonuçlarla birleştirip değerlendirmektedir. Ayrıca kapının III. Murad Dönemi’nde değil de, çok daha yakın bir geçmişte başka bir amaçla yapıldığını düşünen İbrahim Hakkı Konyalı’nın görüşlerine atıfta bulunmaktadır. Üçüncü avlunun son alt başlığı olan Üst Kat (179-180) alt başlığındaysa sarayın aslında başlı başına bir kat olmayan muntazam planlı kısmına değinilmektedir. 

Burası birbirinden bağımsız ve Kuzey-Doğu istikametinde konumlanıp birer kapı ve pencereyle revaklara açılan kısımlardan oluşmaktadır. Altıncı bölümün dördüncü alt başlığı olan Ara Mekân’da (181-190) ikinci ve dördüncü avlunun arasındaki boşluk kısım ve buradaki merdiven kalıntısı irdelenmektedir. Yazar özellikle Matrakçı Nasuh’un İbrahim Paşa Sarayı çizimindeki kule ayrıntısının konumuna dayanarak bu merdiven kalıntısının saray kulesi olduğunu ileri sürmekte ve delillerini sıralamaktadır. 

N. Atasoy burada ayrıca bu fikrin aksini savunan, kulenin başka bir mevkide olduğunu belirten İbrahim Hakkı Konyalı’nın da görüşlerine yer vermektedir. Alt başlık içerisinde vurgulanan bir diğer husus merdiven kalıntılarının bulunduğu yerin sağlamlığı ve konumu itibariyle sarayın hazine kısmı olabileceği ihtimalidir. Alt başlığın son kısmındaysa kaynaklar ve dönemin diğer saraylarının ayrıntıları vasıtasıyla İbrahim Paşa Sarayı’nın gerçek büyüklüğü hakkında fikirler ileri sürülmektedir. 

Altıncı bölümün son alt başlığı olan Dördüncü Avlu’da (190) Mimar Sedat Çetintaş’ın üçüncü avlu, yazarın ise dördüncü avlu olarak adlandırdığı ve binaların arka tarafına düşen kısım mercek altına alınmaktadır. Yazar tarafından bu kısmın tonoz başlangıçlarının ve duvar kalıntılarının kısmen gözlemlenebildiği, ancak önemli bir bölümünün ise 1939 yılında İstanbul Adliye Sarayı inşaatine yer arandığı sırada yıkıldığı belirtilmektedir. Dördüncü avlunun tek alt başlığı olan Saray Ahırı’nda (190-193) ise Sedat Çetintaş’ın Mimar Sinan tarafından yapıldığını iddia ettiği, sonradan dördüncü avluyla birlikte yıkılan geniş kısım ele alınmaktadır. 

Bu kısmın Mimar Sinan’ın eliyle yapıldığına dair kesin bir kayıt olmadığını belirten yazar, büyüklüğü ve Topkapı Saray ahırıyla mukayesesine nazaran bu mekânın İbrahim Paşa Sarayı’nın ahırı olduğunu düşünmektedir. İbrahim Paşa Sarayı’nda Çalışan Mimarlar (227-228) adlı yedinci ve son bölümdeyse mimarı belli olmayan İbrahim Paşa Sarayı’nın kim tarafından yapılmış olabileceği ve Mimar Sinan’ın sarayın yapımı veya tamiratı sürecinde ne gibi bir rolü olabileceği tartışılmaktadır. Burada esas itibariyle sarayın mimarı olma ihtimali olan, Kanuni Dönemi’nin ilk yıllarının Hassa Mimarbaşısı Acem Ali’nin durumu yorumlanmakta ve Mimar Sinan’ın İbrahim Paşa Sarayı’nın tamiratını icra etmesi değerlendirilmektedir.  

Sonuç (229-232) kısmında ise genel itibariyle yerli-yabancı ve yazılı-görsel kaynaklar arasında bağlantı kurularak İbrahim Paşa Sarayı’nın önemine değinilmekte ve dönem dönem değişim geçiren yapının özellikleri vurgulanmaktadır. Eserin amaçları arasında minyatürlerin tarih yazımındaki kaynak değerinin ortaya konulmasının yanı sıra, tarihi eserlerin korunması bilincinin aşılanması da yer almaktadır. Bu kısımda hâlihazırdaki İbrahim Paşa Sarayı’nın XVI. yüzyıldan kalma saray olmadığını savunan ve yıkılmasında bir sakınca görmeyen şahıslar ayrıca konu edilmiş, sarayın yıkılmasını engellemek ve tarihi değerini ortaya koyabilmek için tek başına mücadele eden Mimar Sedat Çetintaş’ın çabaları da şükranla anılmıştır.    

Uluslararası Gastronomi Danışmanlığı Nedir?
Yeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular? 
Yeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?

2 Mart 2021 Salı

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?

 Osmanlıda Surre Alayı Nedir?

Ahmet ÖNAL*

Surre Alayı Kelime olarak “para kesesi” anlamına gelen surre, padişahın her yıl hac zamanında Mekke ve Medine’ye gönderdiği parayı ifade için de kullanılır. Padişahlar paranın yanı sıra Haremeyn’e hilat, kaftan, yiyecek gibi hediyeler de gönderirler ve bunların hepsine birden “surre-i hümayun” denirdi. Bunlar, Mekke ve Medine’de oturan seyyid ve şerifler ile bölgenin ileri gelenlerine, fakirlere ve hacılara zarar vermemeleri beklentisiyle hac güzergâhı üzerindeki bedevilere dağıtılırdı. Ayrıca surreyle birlikte her yıl, Kâbe kapısı perdesi ve kuşağı, Ravza-i Mutahhara ve sahabe kabirlerinin örtüleri gönderilirdi. 

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?9- Topkapı Sarayı’ndaki Mermerlik Kasrı’nda Mekke’ye gidecek surrenin surre eminine teslimi (d’Ohsson)

Mekke ve Medine halkına hediye ve para gönderme geleneği Abbasîler devrinde başlamış, sonraki İslam devletleri bunu devam ettirmiştir. Osmanlılarda bilinen ilk surre, Yıldırım Bayezid tarafından Edirne’den gönderilmiştir. 

Bir hürmet nişanesi olarak başlayan bu uygulama, İstanbul’un fethinden sonra buraya taşındı. Yavuz Sultan Selim 1517’de Mısır’ı ele geçirdiğinde Mekke şerifi oğlunu, kutsal emanetler ve Mekke’nin anahtarıyla birlikte padişaha göndermesiyle Haremeyn, Osmanlı idaresine girdi.

Hicaz’ın Osmanlı yönetimine geçmesiyle “Hadimü’l-Haremeyni’ş-Şerîfeyn/Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı” unvanını alan  Osmanlıda Surre Alayında Osmanlı padişahları bütün İslam dünyasını ilgilendiren hac organizasyonunu da üstlendiler. Böylece Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren imparatorluğun sonuna kadar surre, birkaç istisna dışında, her yıl resmen ve düzenli olarak gönderildi. Hatta bazı yıllar, surre masrafları borç alınarak karşılandı. 

Surre alayı, İstanbul’dan gösterişli bir merasimle uğurlanırdı. Hazırlıklar aylar öncesinden başlar, hac yolu üzerindeki idarecilere surrenin ve hacıların emniyetle yolculuk yapabilmelerini sağlamaları yolunda emirler gönderilirdi. Devlet adamlarından birisi surre emini tayin edilirdi. Emin, surrenin gideceği yere sağ salim ulaştırılmasından mesuldü. Ayrıca Haremeyn’e, padişahın hediyelerinin yanı sıra, İstanbul halkının feraşet çantaları içindeki hediyelerini götürmek ve bunlara karşılık olarak Mekke’den aynı çantalarla gönderilen hediyeleri getirmekle de mükellefti. Bu feraşet çantalarının bir yanına gönderenin, öteki yanına da hediyeyi alacak kimsenin ismi yazılırdı.

Surre alayının hazırlanmasında bütün sorumluluk 1587’den itibaren Dârüssaâde ağasındaydı. 1836’da bu vazife Haremeyn Evkaf Nezareti’ne verildi. Yolun uzunluğu ve nakil vasıtalarının yetersizliği yüzünden surre alayı, 12 Receb’de sarayda yapılan törenle İstanbul’dan yola çıkartılırdı. Merasime katılacaklar bir gün evvelinden saraya davet edilirler; kaptanıderyaya, alayı Üsküdar’a geçirecek çekdiriyi Eminönü’ndeki iskelede hazır bulundurması bildirilirdi. 

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?Topkapı Sarayı’nda da süslenmesi gereken yerler, nefis kumaşlarla tezyin edilirdi. Surre merasimi önceleri III. Mehmet Köşkü’nde yapılırdı.

Sonraki tarihlerde başta Kubbealtı olmak üzere İkinci Avlu, merasimin ana mekânı oldu. Kubbealtı’nın karşısına surre keselerinin ve diğer eşyanın konulacağı bir çadır kurulurdu. XVIII. yüzyılda bugüne mahsus olmak üzere padişah için bir otağ-ı hümayun ve devlet erkânı için de birkaç çadır dikilerek merasim sırasında kullanılmışlardır. 

Ertesi gün saraya gelen davetliler önce Dârüssaâde ağasının divan odasına alınır, burada ilk merasimler yapılırdı. Padişahın gelmekte olduğu haber verilince davetliler karşılama için hazırlanırdı.

Bâbüssaâde’den atla çıkan padişah, Kubbealtı’nda nişancının makamına otururdu. Çadırda surre keseleri sayıldıktan ve defterler mühürlendikten sonra Dârüssaâde ağası, surre eminiyle padişahın huzuruna çıkar, surre defterlerini ve nâme-i hümayunu emine teslim ederdi.

Sureler, naat okunur, dualar edilirken, mahmil-i şerifin yüklendiği dişi deve ile onun yedeği meydanda dolaştırılırdı. Daha sonra Dârüssaâde ağası deveyi dolaştırmaya başlar, üçüncü tur sonunda padişahın işaretiyle devenin gümüş zincirini emine, ipek yularını sakabaşıya teslim ederdi. Böyle bir işaretin gelmemesiyle azledilmiş olan ağa, surre alayıyla Mekke’ye giderdi. 

Mahmil-i şerifi taşıyan deve başka bir işte kullanılmaz, yola gidemez hâle gelince sarayın ahırına çekilerek ölünceye kadar burada tutulurdu. Mahmil-i şerif, hususi olarak dikilir, üzerlerine ayetler, salat ü selamlar ile devrin padişahının ismi işlenir, gerektiğinde yenilenir, eskileri sarayda saklanırdı. Son dönem hatıralarına göre, mahmil-i şerif, yolculuk öncesinde Dârüssaâde ağası tarafından Harem Dairesi’ne götürülür, burada sultanlar, 

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?10- Surre çantası (Üsküdar Belediyesi Arşivi) 

kadınefendiler ve kalfalar tarafından ziyaret edilirdi. Sarayın iki eski kalfası, her bir sultan ve kadınefendinin hediye ettiği kumaşlarla mahmil-i şerifi süslerdi. Merasim günü, mahmilin yüklendiği deve de kınayla, kumaşlarla özenle süslenirdi. Hatta İstanbul’da haddinden fazla süslü kadınlar için, “surre devesi gibi” deyimi kullanılırdı. Bu deve, Hz. Peygamber’in devesini, üzerinde taşıdığı mahmil-i şerif de Hz. Peygamber’i ve ailesini götüren mahmili temsil ettiğinden gerek İstanbul’da gerekse geçtiği yollarda büyük ihtiram görürdü.

Padişahın huzurundaki merasim bitince Ortakapı’dan itibaren alay kurulurdu. Alayın başında, elinde Mekke şerifine yazılmış nâme-i hümayunla surre emini at üzerinde ilerler, diğerleri onu takip eder, saray ağaları ve mazul değilse Dârüssaâde ağası Bâb-ı Hümayun’a gelince alayı uğurlayıp geri dönerlerdi. Alay şehirde dolaştırılıp en son Alay Köşkü, Hocapaşa, Bahçekapı yolundan iskeleye gelir, surre burada bekleyen gemiye nakledilir ve alay dağılırdı. 

Surre, Üsküdar’da da resmî merasimle karşılanırdı. Meydanda toplanan ahalinin arasından geçen alay, Doğancılar’daki önceleri kadının, sonraları mutasarrıfın konağına ulaşır, surre yola çıkacağı güne kadar burada muhafaza edilirdi. Aziz Mahmud Hüdayî ve Nasuhî Efendi dergâhları ziyaret edilir, gecikenler gelip alaya yetişir, son hazırlıklar tamamlanırdı. Belirlenen günde Doğancılar’dan sabah namazı vaktinde tekrar yola çıkan surre alayına Ayrılık Çeşmesi’ne kadar halk ve devlet erkânı eşlik ederdi. Burada son vedalar yapıldıktan sonra surre alayı ve hacılar, Haremeyn’e doğru yola çıkardı. 

11- Surre alayı Beşiktaş’ta (d’Ohsson)

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?

Surre alayı 1864’e kadar katır ve develerle gönderilirken, bu tarihten sonra deniz yoluyla da gönderilmeye başlandı. Hicaz Demiryolu’nun yapımından itibaren trenle yollandı. Ayrıca yolculuk süresinin kısalmasıyla 15 Şaban’da gönderilmeye başlanmış, Topkapı Sarayı’nın terk edilmesiyle merasim ve alaylar diğer saraylara taşınmıştır.

Dolmabahçe Sarayı’nda surrenin hazırlandığı ve merasim günü padişahın alayı izlediği hususi bir oda vardır. Bir yenilik olmak üzere bu dönemlerde, surrenin Üsküdar’a nakli esnasında 13 pare top atılması ve Üsküdar’daki merasimde bandonun kullanılması teşrifatta yerini almıştır. 

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?

Hac dönüşünde surre alayı, Kartal’dayken, Üsküdar’a gelmek için izin ister, müsaade alınca hareket eder ve Üsküdar’da merasimle karşılanırdı. Buradan gemiyle Eyüpsultan’a nakledilirdi. Ertesi gün saray görevlileri, ulema ve meşayih tarafından mahmil-i şerif tekrar kurulur, alay düzeniyle Edirnekapı’dan şehre girilirdi.

Sokakları dolduran halkın tekbirleri, duaları, gözyaşları arasında saraya ulaşılır, devlet ricali Ortakapı’da mahmil-i şerifi karşılar, padişahın önüne getirirlerdi. Mekke şerifi, cüluslarda, yeni padişahı tebrik için Kâbe örtüsünü de surre alayıyla birlikte payitahta gönderirdi. Bu örtülerden bazıları sarayda saklanır, bazıları parçalar hâlinde devlet ricaline hediye olarak dağıtılırdı.

7 Bassano, Osmanlı İmparatorluğu’nda Gündelik Hayat, s. 65.
8 İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, İstanbul 1971, c. 2, s. 155. 
9 Feridun Emecen, “Osman II”, DİA, XXXIII, 453-456. 
10 Topçular Kâtibi Abdülkadir (Kadrî) Efendi Târihi, haz. Ziya Yılmazer, Ankara 2003, c. 2, s. 1039-1040, 1105, 1124.  

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı

 Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı 

Ahmet ÖNAL*

Yavuz Sultan Selim döneminde İstanbul’a getirilen kutsal emanetler arasında bulunan ve Ka‘b bin Züheyr’den intikal ettiğine inanılan Hz. Peygamber’in hırkası bu tarihlerden itibaren sarayda manevi bir iklim yaratmıştır. Padişahların XVI. ve XVII. yüzyıllarda Hırka-ı Saadet’i çeşitli vesilelerle ziyaret ettikleri, zaman zaman sefere ya da bir yere gittiklerinde yanlarında götürdükleri bilinmektedir. Ramazan ayında Hırka-i Saadet’in ziyaret edilmesi ise bir saray âdeti olarak başlamış ve bu âdet XVIII. yüzyılın ilk yıllarından itibaren resmî bir merasime dönüşmüştür. 

12- Topkapı Sarayı’nda Mukaddes Emanetlerin bulunduğu Has Oda’nın giriş kapısı. Kapı üzerinde III. Ahmed’in celî cülus hat ile kaleme aldığı Kelime-i Tevhid ve altında sultanın tuğrası vardır.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı

Ramazandaki Hırka-i Saadet ziyaretleri, İstanbul hayatı ve folklorunda önemli izler bırakmıştır. I. Ahmed’in başlattığı rivayet edilen bir âdete göre ziyaret günü Hırka-i Saadet’in bir kısmı veya düğmesi padişah tarafından altın maşrapada zemzemle yıkanır ve derhâl amber ateşinde kurutulurdu.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı 13- XIX. yu¨zyılda Hırka-i Saadet dairesinin giriş kapısı.

Bu su, daha sonra çoğaltılıp, küçük şişelere konularak devlet ricali vesair kimselere hediye edilirdi. Mâ-i mübarek olarak anılan ve kutsiliğinin yanı sıra hastalıklara, korkulara iyi geldiğine inanılan bu sular, İstanbul halkı nezdinde hayli muteberdi. Bazı aktarlarda, mâ-i mübarekle dolu olduğu iddia edilen ağızları mühürlü küçük şişeler satılmaktaydı.

Ali Ufkî, bir tarih ve merasimden bahsetmeksizin Hırka-ı Saadet’in yılda bir kez, Enderun’daki kilerlilerin nisan ayında bunun için hususi olarak topladıkları yağmur sularına batırılıp ıslatıldığını, sonra da suyunun sıkıldığını nakleder. Hırkaya temas eden suyun, şişelere doldurulup İstanbul içinde ve dışındaki ricale hediye edildiğini; bu şişeleri alanların onları özenle muhafaza ettiklerini yazar. İksir kabul edilen şişedeki suyun, ateşli hastalığa yakalananlara ilaç olarak içirildiğini, ölüm döşeğindekilerin ağızlarına damlatıldığını, böylece onların günahlarından arındırıldıklarına inanıldığını nakleder.11 

Fransız seyyah Tavernier, 1675’te basılan eserinde, “hazine odasındaki iki adama” istinaden, içoğlanlarının üç ayda bir Hasoda’yı temizleyip halılarını değiştirdiklerini ve mukaddes emanetlerin sayımını yaptıklarını yazar. Ayrıca 14 Ramazan’da padişahın katılımıyla yapılan bir “yıkama töreni”nden söz eder.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı14- Sultanahmet Camii’nde mevlit töreni (d’Ohsson)

Seyyaha göre, o gün padişah, yanına sadece silahdar ağayı alıp odaya gelerek yine burada muhafaza edilen Hz. Peygamber’in mührüyle elli adet kâğıdı mühürlüyor, hırkayı muhafaza edildiği sandıktan çıkartıyor, saygıyla öpüyordu. 

11 Karşılaştırmalı olarak bk. Ali Ufkî Bey/Albertus Bobovius, Saray-ı Enderun, Topkapı Sarayı’nda Yaşam, çev. Türkis Noyan, İstanbul 2013, s. 60; Albertus Bobovius ya da Santuri Ali Ufki Bey’in Anıları: Topkapı Sarayı’nda Yaşam, çev. Ali Berktay, İstanbul 2002, s. 93. 

Ardından hırka, altın bir tekneye doldurulan suya batırılıp çekiliyor, yere su damlatılmamasına dikkat edilerek teknenin içine iyice sıkılıyordu. Teknedeki su, Venedik kristalinden yapılmış şişelere dolduruluyor, bunların ağzı sıkıca kapatılıp üzerlerine padişahın tuğrası çekiliyordu. 

Ertesi gün, küçük rulolar hâline getirilip ipek iple bağlanan mühürlü bir kâğıt ile su dolu bir şişe, Harem kadınları, İstanbul ricali ve devlet adamlarına ayrı ayrı gönderiliyordu. Şişeler, tek başına da hediye edilebiliyordu. Bunlar büyük bir lütuf olarak kabul ediliyor ve karşılığında gerek padişaha gerekse bunları getirenlere hediyeler takdim ediliyordu. 

Mühürlü kâğıtlar açılmaksızın şişedeki suyla ıslatılıp yutuluyor, ardından su içiliyordu. Kendilerine sadece şişe gönderilenler, imamlarına bir kâğıda kendi istedikleri bir duayı yazdırıp aynı işlemi tekrarlıyorlardı. Seyyaha göre, Hırka-i Saadet’in batırıldığı teknedeki suyun kapıağası tarafından çoğaltılıp dağıtılmasına sadece üç gün boyunca izin veriliyordu.12 

osmanlıda Hırka-i Saadet ziyaretinin devlet teşrifatındaki yerini almasından sonra bu merasim, XVIII. yüzyılın ortalarına kadar ramazanın muhtelif bir gününde, XIX. yüzyılda ise şayet o gün cumaya rastlamıyorsa veya padişahın hastalığı mani değilse 15 Ramazan’da yapılırdı. 

Merasimden iki-üç gün önce Hasodalılar, mukaddes emanetleri tekbirler arasında sarayın bir başka dairesine taşıyıp odayı gül suyuyla temizler, merasimden bir gün önce veya merasim sabahı emanetleri eski yerlerine getirirlerdi.

Ziyaret gününün önceki gecesinde bizzat padişahın da iştirakiyle gül sularıyla son bir temizlik yapılır, padişah sabah namazını burada kılardı. Bazen son temizlik namazı müteakip yapılırdı. Mukaddes emanetlerin ve odanın temizliğinde kullanılan süngerler hane-i hassa ağaları arasında ikramen dağıtılırdı. Odanın temizlenmesi sırasında çıkan toz, herhangi bir yere değil, yakınlardaki kuyuya atılırdı. 

Merasim günü, davetli olan devlet ricali, meşayih ve ulema, Ayasofya Camii’nde öğle namazını kılıp saraya gelirler ve Bâbüssaâde önünde toplanırlardı. Sadrazam da kapıhalkıyla birlikte alayla Bâbıâli’den Ayasofya’ya gelir, burada şeyhülislamla birlikte öğle namazını kılıp saraya geçerdi. Bazen davetliler doğrudan Bâbıâli’de toplanır ve buradan saraya gidilirdi.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava AlayıHırka-i Saadet Odası’nda herkesin yerini almasıyla birinci ve ikinci hünkâr imamları birer aşr-ı şerif okurlardı. Bunlar bitince padişah kendi eliyle Hırka-i Saadet’in muhafaza edildiği sandukayı açar; önce kendisi, sonra da hazır bulunanlar teşrifattaki sıralarına göre hırkaya yüz sürerlerdi. 

12 Jean-Baptiste Tavernier, 17. Yüzyılda Topkapı Sarayı, ed. Nejdet Sakaoğlu, çev. Teoman Tunçdoğan, İstanbul 2007, s. 132-134. 

Her yüz sürenin ardından hırkanın bu köşesi küçük bir tülbentle silinir ve tülbent o kimseye hediye edilirdi. Herkes yüz sürdükten sonra dualarla hırka yine bohçasına ve sandığına konulur, ziyaretçiler dağılırdı. 

Ziyaretlerin resmîleşmesinden sonra hırkayı korumak için bazı tedbirler alındı. Evvela hırkanın kendisi yerine, sağ omuzu hizasından yakasına konulan tülbent öpülmeye ve bu tülbentler, öpen kimselere hediye edilmeye başlandı. Hırka-ı Saadet’in veya düğmesinin ıslatılması uygulaması da, hırkanın zarar gördüğü endişesiyle, sadece hırkayı muhafaza eden bohçanın bir kısmının suya batırılması şeklinde sürdürüldü. 

II. Mahmud zamanında, bundan, dolayısıyla da mâ-i mübarek dağıtılmasından tamamen vazgeçildi. Bunun yerine hususi olarak hazırlanan ve üzerlerinde Hırka-i Saadet ile alakalı bir şiirin yazılı olduğu tülbentlerin hırkaya sürülmesi ve bunların ziyaretçilere hediye edilmesi âdet oldu. 

XIX. yüzyılda padişahların Topkapı Sarayı’ndan başka saraylarda ikamet etmeye başlamalarıyla Hırka-i Saadet ziyaretleri için bir alay tertiplendi ve merasim kısmen halka açık hâle geldi. Alay, ya padişahla birlikte sahil yolunu takiple Galata Köprüsü’nü geçip ya da deniz yoluyla Sirkeci’ye gelen padişahı karşılayıp buradan yukarı çıkıyordu. Öğle namazı Ayasofya’da kılınıp aynı düzenle saraya geçiliyordu. 

İstanbul’daki mekteplerden getirilen çocuklar da alaya dâhil ediliyordu. II. Abdülhamid, saltanatının başlarında bu merasimden sonra iftarını Topkapı Sarayı’nda yapar, ardından yol boyunca dizilmiş askerlerin arasından fener alayıyla Yıldız Saray’ına dönerdi. İlerleyen yıllarda Yıldız’a ikindi vaktinde dönmeye başladı.

Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı

II. Abdülhamid devrinde Hırka-ı Saadet ziyaretine, başlarında valide sultan olduğu hâlde arabalarla saraya gelen Harem mensupları da katıldı. Devlet ricali odadan ayrıldıktan sonra Harem kadınları, yine padişahın nezaretinde Hırka-ı Saadet’i ziyaret ederlerdi. Ayrıca 

II. Abdülhamid’in iftardan sonra Topkapı Sarayı’ndan ayrıldığı yıllarda camilere “Padişahım çok yaşa” yazan mahyalar asılırdı. 

XVII. yüzyılın sonu veya XVIII. yüzyılın başlarından itibaren Hırka-i Saadet ziyaretinin yapıldığı gün İstanbul, bir başka merasimle, yeniçerilerin baklava alayıyla hareketlenirdi. O gün, kapıkulu ocaklarının her on neferine birer tepsi hesabıyla verilmek üzere yüzlerce baklava tepsisi futalara sarılı bir şekilde Matbah-ı Âmire önünde dizilirdi. 

İlk tepsi, silahdar ağa tarafından, bir numaralı yeniçeri olan padişaha takdim edilmek üzere alınırdı. Sonra her ortadan iki kişi bir tepsi alır, bölüğün amirleri bunların önüne düşer, bu şekilde Divanyolu’nun iki tarafına dizilmiş İstanbulluların alkışları arasında kışlalarına giderlerdi. Baklava tepsileri ve futalar ertesi gün saraya teslim edilirdi. Son baklava alayı, yeniçeriliğin kaldırılmasından iki ay önce yapıldı. Hırka-ı Saadet ziyareti ve alayı ise imparatorluğun sonuna kadar devam etti. 

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri

 


Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri 
Ahmet ÖNAL*

Ramazan Tebrikleri, Resmî Iftarlar ve Muayede Merasimleri İstanbul’un u¨ç ayların girişi ile teneffu¨s edilen, Ramazan ve Kurban bayramlarında zirveye ulaşan manevi iklimine Osmanlı yönetiminin bir dizi merasim silsilesi eşlik ederdi.

Receb ayının ilk Cuma gu¨nu¨ Bâbıâli ricali, sadrazamı Arzodası’nda ziyaret eder, u¨ç ayların girişi kutlanırdı. Şaban’ın 27. gu¨nu¨ sadrazamın şeyhu¨lislamı, 28. gu¨nu¨ vezirlerin sadrazamı, 29. gu¨nu¨ de şeyhu¨lislamın sadrazamı ziyaretiyle ramazanın gelişini tebrik etmeleri kanundu.

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri

Ramazan, Osmanlı ricali için oruç ayı olduğu kadar resmî iftar davetlerinin yoğunlaştığı bir dönemdi. Ramazanın 5. veya 7. gecesinden 25. gecesine kadar her iftar öncesi İstanbul sokakları sadrazam ya da onun yokluğunda kaymakamın ve şeyhülislamın iftar sofrasında hazır bulunacak zevatın resmî kıyafetleriyle koşuşturmalarına sahne olurdu. Davetler, bazen 3. geceden itibaren başlayabilirdi. 

Sadaret ve meşihat tarafından Kadir Gecesi Merasimlerinde  iftara katılacak zevatın listesi hazırlanır, kimin hangi gün geleceği belirlenip kendilerine davetiye gönderilirdi. Tayin edilen günde Bâbıâli’ye gelen ulema, vüzera ve diğer ricalin ertesi gün şeyhülislamın konağına davetli olarak gitmeleri âdetti. Bu iftar davetleri, 1826’daki Hocapaşa yangınında Bâbıâli’nin kullanılamaz hâle gelmesiyle kesintiye uğradı, ilerleyen yıllarda da yavaş yavaş terk edildi. 

Ramazan ve Kurban bayramları, Osmanlı toplumunda coşkulu bir şekilde karşılanmaktaydı. Saray da her iki bayramı resmî ve hayli şatafatlı bir şekilde kutlardı. Bir nevi “tecdid-i biat” olan ve “muayede merasimi” olarak anılan bu kutlamalarda büyük bir ciddiyet ve itina söz konusuydu. Merasimlerin düzenlenmesine, katılımın geniş tutulmasına, merasime rütbeleri icabı dâhil olanların hazır bulunmalarına 

16- III. Mustafa’nın bayram alayı (1762) (TSM, nr. 17/679) 

ihtimam gösterilirdi. Devlet ricali, ancak mühim bir hastalık veya devlet işi gibi mazeretlerle merasimden muaf tutulur, taşrada bulunanların önceleri posta, sonraları telgraf aracılığıyla padişahın bayramını tebrik etmeleri gerekirdi.16 

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri

Fatih Sultan Mehmed’in teşkilata dair kanunnamesinde saraydaki bayramlaşmaların nasıl yapılacağı, kimin padişahı nasıl tebrik edeceği, padişahın da bunlara ne şekilde mukabelede bulunacağı belli kaidelere bağlanmıştır.17 Özellikle de XIX. yüzyılda bu merasimler çok daha teferruatlı bir şekilde tespit ve icra edilmiştir. 

Devlet adamları arasında ramazanda muayede merasimleri resmî olarak, XVII. yüzyılda, bayrama beş gün kala şeyhülislamın sadrazamı tebrike gitmesiyle başlamakta, arife günü de maiyetiyle birlikte sadrazamın iade-i ziyaretiyle son bulmaktaydı. Yüzyılın sonlarında ziyaret tarihleri aynı kalmakla birlikte evvela sadrazamın şeyhülislamı tebrike gitmesi âdeti benimsendi. XVIII. yüzyılın başlarından itibaren resmî tebrikler bayramdan dört gün öncesine alındı. Sadrazam, akşama birkaç saat kala maiyetiyle birlikte alay tertibiyle şeyhülislamın konağına gider, iftar burada açılır, dönüşte alay tertiplenmezdi. 

Kurban Bayramı tebriki 5 Zilhicce’de yapılır, bu defa iftarın yerini ikram alırdı. Her iki ziyaretin ertesi günü şeyhülislam, maiyetiyle ve alay tertibiyle gelip sadrazamı tebrik ederdi. Şeyhülislam, sadrazamın yanından ayrılınca birinci vezirden başlamak üzere devlet ricali, ulema ve ocak ağaları önce sadrazamı sonra da şeyhülislamı ziyaret edip kendi konak ve evlerine çekilirlerdi. Memurlardan mevki itibariyle bir derece aşağı olanın kendisinden yukarıdakileri ziyarete gitmesi kanundu. Bâbıâli’de Ramazan’ın 29. günü, Zilhicce’nin ise 8. günü rical arasındaki bayramlaşma biter, arife günü tebrik ziyareti yapılmazdı. 

Günler öncesinden bayrama hazırlanan sarayda ise resmî bayramlaşma arife günü başlardı. Bu gün teşrifatçı tarafından saraya davet edilen çavuşbaşı ve Divan-ı hümayun çavuşları öğle namazından sonra resmî kıyafetleriyle Kubbealtı’nın karşısında, yüzleri Adalet Kulesi’ne dönük bir hâlde saf tutarlar, mehterler ve has ahırdan çıkartılan atlar meydandaki yerlerini alırlardı. İkindi namazından sonra Fatiha okunmasıyla merasim başlar, mehter çalar, ara sıra çavuşlar alkış yaparlar, nihayet duacı çavuşun duasıyla merasim sona ererdi. Dışarıda bu cümbüş sürerken, padişah Hasoda veya Arzodası kapısında kurulan tahtta Birûn halkıyla bayramlaşırdı. 

16 Karateke, Padişahım Çok Yaşa, s. 76. 
17 Fâtih, Kânunnâme, s. 16-17. 

Bunların tebriki bitince Ağalar Camii’nde Kur’an dinleyip yine Arzodası’na gelir ve bu defa ocak ağaları ile tersane ricalinin tebriklerini kabul ederdi. Şayet padişah herhangi bir sebeple arife divanına çıkamamışsa, tahtın üzerine padişahın sarığı konulur ve merasim bu şekilde icra edilirdi. 

Akşam, hilalin görülmesiyle Sarayburnu’ndan Marmara Denizi ve Galata taraflarına doğru iki noktadan üçer defa top atılmak suretiyle bayramın başladığı ilan edilirdi. Ayrıca bayram günü, sabah namazından sonra sarayın kapılarından, İstanbul’un çeşitli mevkilerinden toplar atılır, diğer şehirlerde de top atışları yapılırdı. 

Bayram gecesi saray meşalelerle aydınlatılır, gece yarısına doğru kapılar açılır, arife günü kendilerine tezkire gönderilen davetliler sırayla gelmeye başlardı. Nihayet imsaktan kısa bir süre önce şeyhülislam, saraya gelir ve Eski Divanhane’ye geçerdi. Hemen onun ardından sadrazam da gelip Kubbealtı’na geçer ve sabah namazına kadar Divit Odası’nda dinlenirdi. Bu arada, sabah erkenden hazinedarbaşı, iç hazinede bulunan ve cülus merasimlerinde de kullanılan altın işlemeli tahtı parçalar hâlinde dışarı çıkartıp Bâbüssaâde önünde kurdururdu. 

Sarayda bayramlaşmalar iki ayrı mekânda birden başlardı. Kubbealtı ve civarında bulunanlar sabah namazını müteakiben sadrazamın bayramını tebrik ederlerdi. Padişah ise sabah namazını Hırka-i Saadet Dairesi’nde veya saraydaki bir mescitte kılardı. Namazın ardından Hasoda veya Sarık Odası’nda vazifeliler padişaha merasim kıyafetlerini giydirirlerdi. Burada “muayede-i havass” denilen bayramlaşma gerçekleştirilir, Dârüssaâde ağası, silahdar ağa ve belli başlı saray ağaları padişahı tebrik ederlerdi. 

Her iki mekânda bayramlaşma devam ederken, “muayede-i umum” denilen asıl merasimde hazır bulunacaklar ikinci avluda, tahtın karşısında hilal şeklinde dizilirlerdi. Zülüflü baltacılar, İstanbul’da bulunan Kırım hanzadeleri, saray görevlileri merasim kıyafetleriyle avluyu renk cümbüşüne boğarlardı. Bayramlaşma merasiminin seferlerde dahi ayrılmaz parçası olan mehteran, meydana yerleşirdi. Koşum takımları göz kamaştıran padişah atları ve yedekleri avluda hazır tutulurdu. Padişah, hazırlıkların tamamlandığı haber verilince gelip Bâbüssaâde önündeki tahta otururdu. Bu sırada mehter çalmaya başlar ve merasim boyunca da devam ederdi. Nakibüleşraftan başlamak üzere herkes teşrifattaki sırasına göre gelip padişahın bayramını tebrik ederdi. Teşrifatçının de tebrikiyle merasim sona ererdi. 

Merasim bitince padişah, bayram alayına hazırlanmak üzere Hasoda’ya giderdi. Padişahın at üzerinde Ortakapı’dan çıkmasıyla birlikte alay kurulur ve bayram namazı kılınacak camiye doğru yola çıkılırdı. Padişah, camiyi genelde kendisi seçer ve daha ziyade Ayasofya ve Sultanahmet camilerinden birisini tercih ederdi. İstanbullular da buna göre, alayın geçişini izlemek üzere civarda yerlerini alırlardı. Namaz bitince yeniçeri ağası, yeniçerileri Bâb-ı Hümayun’la Ortakapı arasında dizer ve alayın dönmesini beklerdi. Padişah camiden çıkınca tekrar alay kurulur ve bu şekilde saraya dönülürdü. Saraya gelen padişah Hasoda önünde kurulmuş tahta oturur ve Enderun halkının tebriklerini kabul ederdi. Harem’de de Harem halkı ve şehzadeler padişahla bayramlaşırlardı. Bu arada Matbah-ı Âmire’den altın ve gümüş tabaklar içinde gönderilen bayram helvaları devlet erkânına ikram edilirdi. 

Yemekten sonra padişah Hasbahçe’ye, sahildeki köşklerden birine inerdi. Hüner sahipleri padişahın önünde marifetlerini sergiler, cirit oyunları, güreşler, ok ve tüfek atışları, esnaf alayları yapılırdı. Bazı bayramlarda padişahlar, büyük şenlikler tertiplemişlerdir. Bu şenliklerde, şehrin belli bir yerine hükümdar ve devlet erkânı için otağ ve çadırlar kurulur, saray kadınlarının gösterileri izleyebilmeleri için kafesli köşkler inşa edilirdi. Eğlencelerin en ilgi çekici yanı, esnaf gruplarının kendi meslekleriyle ilgili gösteriler yaparak padişahın önünden alay düzeniyle geçmeleriydi. Fırıncılar seyyar fırınlarda ekmek pişirir, cambazlar bin bir çeşit oyunlar sergiler, ciltçiler kitap cildi yapar ve alay sonrası bunları “ıydıyye” adıyla padişaha takdim ederlerdi. 

Tantanalı alay geçişleri ve sarayca organize edilen şenliklerin yanı sıra İstanbul halkı için bayramlarda bir diğer eğlence kaynağı salıncaklardı. Bunlar, İstanbul’a gelen yabancıların ilgisini çekmiştir. Mesela 1578-1581 arasında İstanbul’da bulunan Salomon Schweigger’e göre, cadde kenarlarına iskeleler kurulur, bunlara salıncak işlevini görecek ipler bağlanırdı. İskelenin üzerine tente biçiminde halı örtülür, çevresine narenciye meyveleri, mendiller, şeker külahları, yapraklı ağaç dalları gibi süsler asılırdı. Halk buralara gelir, dileyen iplerde keyfince sallanır, yükseklere uçardı. 

Salıncakların başındaki görevliler, ellerindeki kuşak biçimindeki bir bezle, sallananlara hız kazandırır, beş defa sallamanın karşılığında bir akçe alırlardı. Yazara anlatılanlara göre, bazı itibarlı kimseler de kendi evlerinde böyle eğlenceler düzenlemekte, hatta padişah bile zaman zaman bu tarz oyunlarla vakit geçirmekteydi. Bütün bu eğlenceler esnasında bir taraftan da sazlar çalınırdı. Bayramlarda gencinden yaşlısına herkes yeni elbiseler giyer, hiç değilse yeni bir ayakkabı edinirdi.18 

Venedik Balyosu Ottoviano Bon, I. Ahmed devrine ait raporunda, Ramazan Bayramı’nda sabahın erken saatlerinde sarayda yapılan muayede-i umum, Ayasofya Camii’ne alayla gidilip gelinmesi, Divan’da ve İkinci Avlu’da verilen ziyafet, padişah ile diğer zevat arasındaki hediye teatisi ve bilhassa da bayram eğlencelerini anlatır. Buna göre, bayramın üç gününde sabahlara kadar deniz kıyısında donanmalar ve benzeri eğlenceler yapılır; padişah, Harem kadınlarının bunları görmesi için yanlarına gelir; onlarla neşelenir, diğer zamanlara nazaran daha “rahat ve içtenlikli” olurdu. Aynı şekilde şehirde de üç gün boyunca geceli gündüzlü eğlencelere, oyunlara müsaade ederdi. 

Bayram bütün ülkede, İstanbul’da, hatta bütün “Türk” evlerinde yapılırdı. Sokaklar süslenir; yaşlısından gencine herkesin sallandığı çeşitli salıncaklar kurulur; salıncakçıya iki üç akçe verilmesi hâlinde yeterince eğlenilirdi. Fakat balyosa göre, bu günlerde Hristiyan ve Yahudiler, sokaklarda dolaşırken bazı sıkıntılar yaşabilirlerdi. Kurban Bayramı’nda da Türkler gece gündüz çok mutlu olurlardı.19 

Padişahın arzusuyla, bayramın ikinci veya sonraki bir gününde, Gülhane, Davut Paşa, Üsküdar’daki Mehmet Paşa, Beşiktaş’ta Dolmabahçe, Arnavutköy’de Mehmet Paşa, Bebek, Göksu, Florya kasırları gibi kasırlardan birinde “bayram rikâbı resmi” gerçekleştirilirdi. Bu merasim, XVIII. asrın sonlarına doğru daha ziyade bayramın ikinci gününde Topkapı Sarayı’ndaki veya Dolmabahçe civarındaki Gülhanelerin birinde yapılmaya başlanmıştır. Dolmabahçe’deki eğlenceleri halk da izleyebilmekteydi. Daha önceki tarihlerde, bayramın ikinci günü Tophane’deki Çubuklu Bahçe’de çadırlar kurulup şeyhülislam, nişancı, defterdar gibi ricalin de katılımıyla sadrazama ziyafet verilir, tören akşama kadar devam ederdi. 

Bayramın üçüncü günü İstanbul sokakları tekrar hareketlenirdi. Bu gün padişahlar, bayramlaşmak üzere Eski Saray’a gelirlerdi. Buradan pehlivanların, ciritçilerin müsabakalarını, silahşor ağaların atlarla yaptıkları gösterileri, mehterlerin yaptıkları eğlenceleri seyrederdi. Ancak bu gelenek XIX. yüzyılda terk edilmiş, bunun yerine şehrin çeşitli mesire yerleri tercih edilmiştir. 

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri

Şehre hareketlilik kazandıran bir başka merasim, Ramazan Bayramı’nın üçüncü günü sadrazamın Eyüp’e gelerek, yeniçeri ağasının verdiği ziyafete katılmasıydı. Mevsim kışsa bu ziyafet, Ağakapısı’nda ya da suriçindeki yakın bir konakta verilir, eğlenceler tertiplenirdi. 

18 Salomon Schweigger, Sultanlar Kentine Yolculuk (1578-1581), haz. Heide Stein, çev. S. Türkis Noyan, İstanbul 2004, s. 192-194. 
19 Robert Withers, Büyük Efendi’nin Sarayı, çev. Cahit Kayra, İstanbul 2010, s. 114-116. 

Sadrazam, Eyüp’teki ziyafetten sonra, ikindiyi müteakiben “büyük kol” denilen alayla Edirnekapı’dan şehre girerek Bâbıâli’ye gelirdi. Sadrazamın İstanbul’da olmaması hâlinde alaya kaymakam çıkar, fakat o zaman yeniçeri ağasına sekbanbaşı vekâlet ederdi. XVII. yüzyılın ikinci yarısında yapılmaya başlanan bu merasim, yeniçeri ocağının kaldırılmasıyla son bulmuştur. 

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri

II. Mahmud zamanında, 1826’dan itibaren devlet ve toplum hayatında başlatılan Batılılaşmadan muayede merasimleri de nasibini aldı. Padişah öncelikle, muayedelerden yeniçerileri hatırlatan uygulamaları iptal etti. Daha 1826’da bayramın ilk günü öğleden sonra Yalı Köşkü vesair yerlere yapılan rikâb resmi kaldırıldı. 1829’da padişahın Osmanlı-Rus Harbi’nden ötürü uzun süredir ikamet ettiği Rami Çiftliği’nde yeni usulde icra edilen ilk bayramlaşma yapıldı. Bu merasimin iki büyük yeniliği, hem padişahın hem devlet ricalinin törene yeni kıyafet içinde, fes ve üniformalarıyla katılmaları ve mehteranın yerini Muzıka-i Hümayun’un almasıydı. 

Rami’den Eyüp Sultan Camii’ne yapılan bayram alayında da İstanbul halkının karşısına bu şekilde çıkıldı. 1830’daki Kurban Bayramı muayedesi bir istisna olmak üzere Göksu Kasrı’nda yapıldı. 1834’te devlet ricali arasındaki bayramlaşma, saraydaki tören sonrasına alındı ve merasimin icrasında birtakım yeni kurallar belirlendi. 1839’da da muayede merasimleri, bayram namazı öncesinden sonrasına kaydırıldı. 

Yapılan değişikliklere ve Sultan Abdülmecid’in Dolmabahçe Sarayı’na taşınmasına rağmen 1867’ye kadar bayramlarda taht, Topkapı Sarayı’nda Bâbüssaâde önüne kurulmaya, merasim burada yapılmaya devam etti. Sultan Abdülaziz zamanında, 1867’den itibaren resmî bayramlaşma Dolmabahçe Sarayı’ndaki muayede salonunda yapılmaya başlandı. Böylece sadrazamın, Topkapı Sarayı’ndaki bayramlaşma sonrası Bâbıâli’ye geçip buradakilerin tebriklerini kabul etmesi usulünden de vazgeçildi ve ertesi yıl bu konuda başka bir düzenleme yapıldı. Muayedelerin mekânı değişse de padişahlar âdet olduğu üzere bayram namazı için Topkapı Sarayı’ndan alayla çıkıp Sultanahmet veya Ayasofya, nadiren de Fatih Camii’ne gidiyorlardı. 

18- III. Selim’in bayram namazı için camiye gidişi (Melling)

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri

II. Abdülhamid, bir süre sonra bayram alaylarının güzergâhını değiştirdi. Artık padişah, Yıldız Sarayı’nda genellikle alayla Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii’ne gelerek bayram namazını kılıyor, sonra muayede merasiminin yapılacağı Dolmabahçe’ye geçiyordu. Gece yarısından itibaren ellerinde fenerlerle ve bando eşliğinde Beşiktaş’a gelen askerler, Yıldız ve Dolmabahçe sarayları arasında uzanan yol boyunca dizilirlerdi. Caddeye bakan dükkânlar o gün kapattırılırdı. 

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri II. Abdülhamid, güvenlik gerekçesiyle 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonraki iki muayede merasimini Yıldız Sarayı’nda yapmıştır. 

Tiyatro gösterileri, II. Abdülhamid devrinde Yıldız Sarayı’ndaki bayram eğlencelerinin bir parçası idi. Elçilerin, vekillerin ve devlet ricalinin hanımları arabalarla saraya getirilir, ziyafetten sonra Harem hanımları ile birlikte tiyatro temsillerini izlerler, ardından yine arabalarla evlerine gönderilirlerdi. İstanbul’da arife gününden itibaren Ramazan ve Kurban bayramlarında her namaz vaktinde 21 pare top atılırdı. Şehir, kandillerle süslenir, sultanların yalıları geceleri aydınlatılırdı. 

İstanbullular için büyük bir eğlence vesilesi olan gece donanmaları için zaman zaman Avrupa’da yeni icat aydınlatma araçları getirtilirdi. Gündüzleri de halk, suriçi, Üsküdar, Galata, Kadıköy, Beyoğlu, Kasımpaşa, Beşiktaş vesair semtlerdeki muayyen bayram yerlerinde toplanırdı. Buralarda yine salıncaklar kurulur, spor eğlenceleri yapılır, büyükçe bir çadırda hokkabazlar, ip cambazları ve çeşitli sirk gösterileri izlenirdi. 

Sultan V. Mehmed Reşad ve Sultan VI. Mehmed Vahideddin zamanlarında, muayede merasimleri yine Dolmabahçe Sarayı’na alındıysa da bayram namazları için Beşiktaş’takilerden başka camilere de gidildi. Fakat bayram merasimleri ve alayları eski haşmetini artık kaybetmiştir. 

Valide Alayı 
III. Murad döneminde Harem, Eski Saray’dan Topkapı Sarayı’na nakledildi. Böylece saltanat değişikliklerinde, ölen ya da hal‘ edilen hükümdarın annesi, kadınları ve evlenmemiş kızlarının Topkapı Sarayı’ndan Eski Saray’a gönderilmesi âdet oldu. Yeni padişahın annesi de “valide alayı” denilen özel bir merasimle Eski Saray’dan Topkapı Sarayı’na getirilirdi. Taht değişikliğinin aynı anneden doğan şehzadeler arasında gerçekleşmesi, yeni padişahın annesinin oğlunun cülusunu göremeden vefat etmesi veya saraydaki haseki sultanlardan birisinin şehzadesinin tahta geçmesi hâlinde bu alaya gerek kalmazdı. Şayet valide sultan, oğlunun tahta çıkışını görmeden vefat etmişse bu unvan, yeni padişahın sütannesine, üvey annelerinden birine veya hazinedar ustaya verilir, ancak onlar için valide alayı tertiplenmezdi.

İstanbul, ilk valide alayına, I. Ahmed’in annesi Handan Sultan’ı Eski Saray’dan Topkapı Sarayı’na getirtmesiyle şahit oldu. Müteakip yıllarda sırasıyla IV. Murad, Kösem Mahpeyker Sultan; II. Süleyman, Saliha Dilâşûb Sultan; II. Mustafa, Eski Saray’dan Edirne’ye olmak üzere, Gülnuş Emetullah Sultan; I. Mahmud, Saliha Sultan; III. Osman, Şehsuvar Sultan; III. Selim, Mihrişah Sultan; IV. Mustafa, Ayşe Sîneperver Sultan; II. Mahmud da Nakşıdil Sultan için valide alayı tertiplediler. Bu merasim II. Mahmud döneminde Eski Saray’ın terk edilmesiyle sona erdi. 

Valide alayı, padişahın cülusundan birkaç gün sonra, annesinin Topkapı Sarayı’na nakledilmesini emretmesi üzerine yapılırdı. Alay tertibinden bir gün önce ilgili kimselere tezkireler gönderilirdi. Davetliler ertesi gün merasim kıyafetleriyle Eski Saray’ın önüne gelirler, yeniçeriler de bugünkü Beyazıt’tan Topkapı Sarayı’na kadar uzanan yolun iki tarafına dizilirlerdi. Hazırlıklar bitince valide sultan, bir araba veya tahtırevana, diğer sultanlar ve cariyeler başka arabalara bindirilir, böylece alay yola çıkardı. III. Selim’in annesi Mihrişah Valide Sultan, 11 Nisan 1789’da Topkapı Sarayı’na getirilirken perdelerle örtülü ve altı at tarafından çekilen bir arabaya binmişti ve alayda toplam 80-100 araba vardı. 

Alay, Simkeşhane’deki Beyazıt Kolluğu’na gelince yeniçeri ağası veya ağa seferdeyse vekili olan sekbanbaşı, yeri öperek valide sultanı selamlar, kendisine bir hilat giydirilir ve atiyyeler verilirdi. Valide sultan, yine buradaki ağalara ve neferata da ihsanlarda bulunurdu. Yol üzerinde sırasıyla Parmakkapı’da, Destereciler başında ve Valide Hamamı yakınındaki yeniçeri kollukları; Acıhamam yakınında, Atmeydanı’nda ve Ayasofya’daki cebeci kollukları; Ayasofya’nın diğer köşesindeki acemioğlanı kolluğu; Haseki Hamamı önündeki cebeci kolluğu ağa ve neferatı, alayı selamlar, bahşişlerini alırlardı. Nihayet Cebehane önünde alayı karşılayan cebecibaşı veya vekili ile maiyetine atiyye verilirdi. 

Alayın geçişini izlemek için yol üzerinde toplanmış İstanbul halkı da avuç avuç serpilen altınlardan kısmetlerine düşeni toplardı. 

Bâb-ı Hümayun’dan saraya giren alay, Hastalar Kapısı köşesinde durur, buradan ileriye kimse geçemez, herkes iki sıra hâlinde yola dizilirdi. Validenin arabası Has Fırın önünde padişah tarafından karşılanır, padişah annesini temenna ederek selamlardı. Bu sırada çavuşlar alkış yaparlar, valide sultan Ortakapı’dan içeri girince alay dağılırdı. Valide sultanın Harem’e gelişinin ikinci günü, sadrazama veya sadaret kaymakamına, padişah ve annesi tarafından birer hüküm ile bir kürk ve hançer gönderilir, Bâbıâli’de bunun için bir merasim tertiplenirdi. 

Sadrazam seferde ise kaymakama gönderilenin yanı sıra ona da bir kürk yollanırdı. XVIII. asrın ikinci yarısında valide sultanın, şeyhülislama da kürk gönderdiği görülür. 

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri19- Valide alayı (d’Ohsson)

ihsanlarda bulunup imparatorluktaki bütün şehirlerin süslenmesini emretti.20 Bu, aynı zamanda sarayın İstanbul’da yaptığı ilk doğum şenliğidir. II. Selim döneminden itibaren sadece büyük şehzadenin sancağa gönderilmesiyle hanedan haremi ikiye düştü. Bu değişimin hemen sonrasında III. Murad, Mısır’ın ıslahıyla görevli İbrahim Paşa’ya ve Yemen Muhafızı Hasan Paşa’ya gönderilen 24 Muharrem 993/19 Eylül 1585 tarihli fermanında, iki şehzadesinin doğumu münasebetiyle “olageldiği üzere” şenlikler yaptırılmasını emretmiştir.21 

Ancak mahiyeti tespit edilemeyen bu Viladet-i Hümayunlar Padişah çocuklarının doğumuna “viladet-i hümayun” ismi verilirdi. Hanedanın yeni bir ferdinin dünyaya gelişi, gerek sarayda gerekse halk tarafından birtakım merasim ve şenliklerle kutlanırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk üç asrında gerek ilk payitahtlarında gerekse İstanbul’da padişahların, baba olmanın sevincini topluma daha ziyade sadaka ve ihsanlarda bulunarak, müjdeyi getiren şahsa hediyeler vererek yansıttıkları görülür. Dönemin yerli ve yabancı müellifleri, bu vesileyle yapılmış bir kutlama veya şenlikten bahsetmezler. 

Saltanatın babadan oğula geçtiği veraset hukukunun cari olduğu bir iktidarda bilhassa bir erkek evladının doğması, padişah için hanedanının devamı, sancaktaki şehzade için de tahta giden yolun açılması bakımından beşerî olduğu kadar siyasi bir hadiseydi. Ancak dönem itibariyle meselenin siyasi boyutunun, en azından padişahlar için, ön plana çıkartılmasını sağlayacak ve\veya gerektirecek bir durum yaşanmadı. Zira şehzadelerin idari teşkilatta sancakbeyi olarak görevlendirilmeleriyle bağlantılı olarak birkaç farklı merkezdeki hanedan hareminden çocuk sesi eksilmedi. II. Bayezid zamanında yaşanan bir hadise ise gerektiğinde, Osmanlı hanedanına değil sadece ailesine mensup sayılan bir sultanzade doğumuna dahi siyasi anlam kazandırılması açısından dikkat çekicidir. 

Akkoyunlular arasındaki taht mücadelesinden ötürü Osmanlılara sığınan ve sonra yine ülkesine dönen II. Bayezid’in damadı Mirza Ahmed’in Tebriz’de tahta çıktığına dair mektubunun İstanbul’a ulaştığı günün gecesinde, yeni hükümdarın hâlâ burada bulunan eşi Aynışah Sultan, bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Bu haber karşısında sevincini, “Şimdiden sonra Acem vilayeti de bizim oldu.” diyerek gösteren II. Bayezid, inamlarda, şenliğin İstanbul’da da yapıldığına dair kaynaklarda herhangi bir bilgi bulunmaz.  

20 Oruç Beğ Tarihi: Giriş, Metin, Kronoloji, Dizin, Tıpkıbasım, haz. Necdet Öztürk, İstanbul 2007, s. 173. 21 Musa Günay, “55 Numaralı Mühimme Defteri”, yüksek lisans tezi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, 1996, s. 154.  

III. Mehmed dönenimde büyük şehzadenin de sancağa çıkarılmasından vazgeçilmesiyle hanedan haremi padişahınkiyle sınırlı kaldı. Artık Osmanlı şehzadeleri, Sultan Abdülaziz devrine kadar, birkaç istisna dışında, ancak tahta cülus ettikten sonra kendi haremlerini kurup çocuk sahibi olabileceklerdi. Yeni dönemin ilk hükümdarı I. Ahmed, 4 Kasım 1604’te Rumeli Bahçesi’nde avlanırken bir oğlunun doğduğu müjdesini aldı. I. Ahmed, hanedanının kurucusuna atfen Osman adını verdiği şehzadesinin doğumunun İstanbul’da yedi gün yedi gece donanma yapılarak kutlanmasını emretti. Bu, şehzade doğumlarının mutantan bir şekilde halka yansıtılmasının ve halkta karşılık bulmasının ilk emsalidir. Zira bir şehzadenin dünyaya gelmesi artık beşerî manasının çok ötesinde, hanedanın ve devletin mukadderatını etkileyecek siyasi bir olguya dönüşmüştür. 

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi MerasimleriI. Ahmed’den sonra İstanbul’da ikinci doğum şenliğini IV. Murad yaptırdı. Padişah, 1633’de Kandilli Bahçesi’nde bir şehzadesi dünyaya gelince denizde ve sahilde mum donanması ve fişek şenliği düzenletti. Ertesi yıl bir başka şehzade doğunca bu defa İstanbul, Galata ve Üsküdar’da daha büyük kutlamalar yapıldı. Müteakiben başka bir şehzade doğumu şenliğine sahne olmayan İstanbul, cülusunda hanedanın hayattaki tek erkek ferdi olan Sultan İbrahim’in bir çocuğunun dünyaya gelmesini de yaklaşık iki yıl büyük endişeyle bekledi. 30 Ramazan 1051/2 Ocak 1642’de Şehzade Mehmed doğunca şimdiye kadar düzenlenenlerden çok daha büyük bir kutlama emri verildi. Sadece İstanbul’da değil, imparatorluğun tamamında bir hafta boyunca donanmalar yapıldı. 

Sultan İbrahim, Mehmed’den sonra peş peşe erkek ve kız çocukları doğduysa da payitahtta ikinci kutlamayı Ocak 1645’te yeni bir şehzadesi hayata gözlerini açınca yaptı. İstanbul’u esir alan soğuğa rağmen gündüz şehrayin, gece büyük bir donanma tertiplendi. IV. Mehmed, Mustafa adını vereceği ilk şehzadesinin 8 Zilkade 1074/2 Haziran 1664’te Edirne Sarayı’ndaki doğumunu imparatorluğun bütün şehirlerinde yedi gün yedi gece donanma yaptırtarak kutladı. İkinci oğlu Ahmed’in 22 Ramazan 1084/31 Aralık 1673’teki doğumu içinse, İstanbul, Galata ve Eyüp’te üç gün üç gece şehir donanması yaptırdı. 

IV. Mehmed’in halefi II. Süleyman’ın çocuğu olmadı. Onun yerine geçen II. Ahmed, 24 Muharrem 1104/5 Ekim 1692’de dünyaya gelen ikiz şehzadeleri İbrahim ve Selim için dört gün dört gece donanma yaptırdı. II. Ahmed’in ardından tahta çıkan II. Mustafa, ilk oğlu Mahmud’un doğumunu Avusturya cephesindeyken haber aldı ve düşman henüz mağlup edilemediğinden büyük bir doğum şenliği yapılmasına izin vermedi. İkinci oğlu da ölü doğan 
II. Mustafa, nihayet Şehzade Mehmed 18 Cemaziyülevvel 1110/22 Kasım 1698’de dünyaya gelince imparatorluğun tamamında üç gün üç gece donanma yaptırdı. Müteakiben birkaç ay arayla doğan üç şehzadesi adına herhangi bir eğlence tertiplemedi. 

27 Zilkade 1111/16 Mayıs 1700’de Şehzade Selim doğunca payitahtta şehir donanması yaptırmak istedi. Ancak devlet adamlarının Karlofça Anlaşması’nın (1699) tasdiki için bu sırada İstanbul’da bulunan Hristiyan elçilerin adamlarının kargaşaya sebep olabilecekleri yönündeki itirazları üzerine sadece üç gün gündüzleri top, geceleri fişek şenliği yaptırdı. II. Mustafa, son şehzadesi Ahmed’in doğumunu ise Edirne’de saray meydanında top ve tüfek attırarak kutladı. III. Ahmed, yalnızca 1722’ye kadar, şehzadelerinden altısının doğumu münasebetiyle şenlik yaptırarak bu konuda kendisinden önceki padişahları geride bıraktı ve İstanbul tarihine geçti. 

20- Şehzade beşiği (TSM, nr. 8/912) 

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri

I. Mahmud ve III. Osman’ın haremlerinden çocuk sesi duyulmaması halk tarafından endişeyle izlendi. Beklenen haber, saltanatının ikinci yılında III. Mustafa’nın hareminden geldi. Dönemin kaynaklarında, İstanbulluların daha padişahın çocuğu olacağını öğrendiklerinde duydukları heyecan ve mutluluk canlı bir şekilde tasvir edilir. Yapılacak şenlik için doğumdan günler öncesinden hazırlıklara başlanmış, çarşı pazar hareketlenmiş, padişahın da maddi katkılarıyla şehirdeki evlerin dış cepheleri badana edilmişti. 

III. Mustafa, 15 Receb 1172/14 Mart 1759’da dünyaya gelen kızı Hibetullah Sultan için Osmanlı tarihinde bir ilki gerçekleştirdi. Bu zamana kadar yalnızca şehzadelerin doğumu saray ve halk tarafından kutlanıyordu. Ancak padişah, kızının doğumu için yedi gün yedi gece şenlikler düzenlenmesini emretti, sonradan halkın arzusuyla bu süreyi on güne çıkarttı. Son günün akşamı yapılacak olan fakat havanın soğuması yüzünden ertelen fişek şenliği, dört gün sonra Yalı Köşkü karşısında, denizde üç geceyi daha gündüze çevirdi. 

Hem şehzade hem de sultanların doğumu için şenlikler yapılması bundan sonra da devam etti. 

III. Mustafa, 1761’de ilk şehzadesi Selim’in doğumu münasebetiyle İstanbul’da bir hafta geceli gündüzlü eğlenceler düzenletti. Aynı yıl dünyaya gelen Şah Sultan için beş gün beş gece yapılacak donanma ve şehrayini önce Ramazan Bayramı’nın ikinci gününe erteledi, sonra şenliğe beş gece daha ilave etmeyi düşündüyse de tersanedeki bir başka merasim sebebiyle bu süreyi kısa tuttu. Beyhan Sultan’ın 1765’teki ve Hadice Sultan’ın 1768’deki doğumları da şenliklerle kutlandı. 

I. Abdülhamid, başlangıçta selefinin izinden gitti. Üçü de aynı yıl dünyaya gelen çocukları için İstanbul’da görkemli şenlikler düzenletti.  Hadice Sultan’ın Ocak 1776’daki doğum şenliği on gün on gece devam etti, bu sürenin sonunda üç gece de fişek şenliği düzenlendi. Şehzade Mehmed’in ağustostaki ve Şehzade Ahmed’in aralıktaki doğumları için de yedi gün yedi gece donanma ve şehrayinler yapıldı. Müteakip yıllarda padişahın, Mustafa (d. 1779) ve Mahmud (d. 1785) ismi verilen yeni çocukları dünyaya geldiyse de olumsuz siyasi şartlar ve padişahın kutlama masraflarını israf olarak değerlendirmesi sebebiyle şenlikler sönükleşti. Bu son ikisi III. Selim’den sonra tahta çıktılar. Öte yandan I. Abdülhamid’in emriyle viladet-i hümayunlarda, sadrazam sarayında, vükela ve rical konaklarında fakirlere, düşkünlere ve sıbyan mekteplerinin talebelerine yemek verilmeye başlandı. 

III. Selim’in çocuğu olmaması ve IV. Mustafa’nın ise kısa saltanatı sebebiyle kesintiye uğrayan doğum şenlikleri, II. Mahmud devrinde tekrar başladı. İstanbul halkı ilerleyen yıllarda padişah çocuklarının dünyaya gelişlerini yine resmî olarak kutladıysa da zamanla bunlar şenlik hüviyetini kaybetti. 

Viladet-i hümayunlar ve diğer vesilelerle yapılan geleneksel Osmanlı saray şenlikleri, İstanbul’un siyasi, iktisadi, içtimai tarihine ışık tutan hadiselerdir. Bu şenliklerde başta saray olmak üzere, devlet ricalinin konakları ve İstanbul’un çeşitli yerleri rengârenk fanuslar, kandiller, meşaleler, fenerlerle süslenir, bazı yerler kıymetli kumaşlarla bezenir, yer yer taklar kurulurdu. Bazı şenliklerde, büyükçe gemi maketleri yapılır, içine top ve tüfekler yerleştirilirdi. Bu tekerlekli maketler şehrin sokaklarında dolaştırılırken içlerinde bulunanlar top ve tüfekleri ateşlerler, seyircileri coştururlardı. Bazen denizde gemi, kale ya da ada maketleri yapılır bunların etrafında türlü gösteriler sergilenirdi. 

Şehrin büyük meydanlarında rakkaslar, çengiler, köçekler, orta oyuncuları, karagözcüler, hanende ve sazendeler, cambazlar, ateşbazlar, şişebazlar, zorbazlar, çemberbazlar ve daha birçok hüner sahibi maharetleriyle izleyicilere hoş anlar yaşatırlardı. Matrak, cirit, kabak, azab oyunları; yaya, at, köpek, ok atma yarışları yapılırdı. Tekke ve tarikat mensupları ile esnafın alay geçişleri günlerce devam ederdi. Bilhassa saray düğünlerinde, şekerden mamul çiçek, ağaç, hayvan, ağaç vs. tasvirlerinin, bolluk ve bereketin sembolü devasa nahılların zaman zaman bazı evleri yıkmak pahasına sokaklardan geçirilmesi, şenliklerin vazgeçilmezlerindendi. 

Şenliklerde halkın huzurunu bozacak davranışlarda bulunulmaması için ilave güvenlik tedbirleri alınırdı. İmparatorluğun çeşitli bölgelerinden bu eğlenceleri fırsat bilip İstanbul’a gelen ve daha sonra şehirden ayrılmayarak hanlarda, bekâr odalarında, dükkân altlarında yatıp kalkan işsiz güçsüz kimselerin vatanlarına iade edilmesi, yetkililer için ayrı bir sıkıntıydı.

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri21- Sultan II. Abdu¨lhamid’in kızı Zekiye Sultan’ın kızı Ulviye Sultan’ın doğumuna du¨şu¨ru¨len tarih (1892) (TSM, nr. 31/1466) 

Viladet-i hümayunlarda resmî şenliklerin yanı sıra birtakım âdetler ve teşrifat kaideleri uygulanmaktaydı. Doğum yaklaşınca valide sultan, çocuk ve anne için gerekli eşyayı tedarik ettirir, Harem’deki büyük odalardan birisi mücevherat ve ağır kumaşlarla süslenirdi. Annenin yatak takımı ve yorganlar, hanedana mahsus olan kırmızı renkteydi. Bilhassa beşiğin süslenmesine çok dikkat edilir, başucuna müzeyyen bir mushaf kesesi ve nazarlık takımı asılırdı. 

Şehzade veya sultanın doğumu sağ salim gerçekleşince Dârüssaâde ağası, bu haberi silahdar ağaya, o da bütün saray halkına duyururdu. Bunun üzerine Enderun’daki her oda, bebek erkekse beş, kızsa üç kurban keserdi. Harem koridorları ve sarayın dışı fenerlerle, kandillerle süslenirdi. Müjdeyi vermek için bir saray görevlisi sadrazama gelir, burada merasimle karşılanır ve yanında getirdiği doğumu bildiren hatt-ı hümayunu yüksek sesle okurdu. Bu sırada hanedan azasının doğumu, Topkapı Sarayı, Yedikule, Kız Kulesi, Hisarlar vesair yerlerden, cinsiyetine veya padişahın kaçıncı çocuğu olduğuna göre değişen miktarlarda, belirli saatlerde top atılmak suretiyle halka duyurulur; mehteran çalmaya başlar; bir taraftan da şehirde tellallar dolaştırılırdı. 

Doğumdan haberdar olan ve saraya davet edilen devlet erkânı ertesi gün gidip padişahı tebrik eder, burada kendilerine kürk ve hilat giydirilirdi. Ayrıca Dârüssaâde ağası veya kâhya kadın, saray dışındaki evli sultanlara, belli başlı rical ve şeyhülislam ailelerine birer tezkereyle doğumu bildirir ve onları saraya davet ederdi. Devlet ricalinin eşleri sadrazamın konağında toplanır, hep birlikte arabalarla saraya, yeni annenin yanına geçerlerdi. Davetliler üç gün sarayda misafir edilirler ve yapılan eğlencelere katılırlardı. 

Viladet-i hümayunlarda riayet edilen geleneklerden birisi de beşik alaylarıdır. Valide sultan ile sadrazam, çocuk doğduğunda müzeyyen beşik, yorgan ve sırmalı örtüden oluşan hediyelerini ayrı birer alayla saraya gönderirlerdi. Şayet valide sultan hayatta değilse harem ya da hanedan kadınlarından birisi bu işi üstlenirdi. Valide sultanın beşik alayı doğumdan hemen sonra Eski Saray’dan yola çıkıp Divanyolu üzerinden Topkapı Sarayı’na ulaşırdı. Doğumdan altı gün sonra tertiplenen ve valide sultanınkinden daha kalabalık olan sadrazamın beşik alayı ise mehteran eşliğinde Paşakapısı’ndan çıkıp Divanyolu’ndan saraya gelirdi. İstanbul halkı, meydan ve yollara dökülür, alkışlar ve dualarla alayın geçişini izlerdi. 

Sünnet Düğünleri 
Şehzadelerin sünnet düğünlerinin Osmanlı şenlik ve merasimleri arasında ayrı bir yeri ve önemi vardır. Zira “sûr-ı hıtân” da denilen sünnet düğünleri, sarayın bütün haşmetinin katılımcılara yansıtıldığı, halka açık en büyük şenliklerdendi. 

İstanbul’da ilk sünnet düğününü Fatih Sultan Mehmed, 1471’de oğlu Şehzade Cem ile Şehzade Bayezid’den torunları Abdullah ve Şehinşah için yaptı. Şehzade Cem, sancakbeyi olduğu Manisa’dan, Şehzade Abdullah da Trabzon’dan İstanbul’a getirildi. Kaynaklarda, Eski Saray’da yapılan düğünde eğlencelerin günlerce sürdüğü nakledilir. Fatih, 1480’de yine Eski Saray’da bu defa Şehzade Cem’in oğlu Oğuz Han ile Şehzade Bayezid’in 

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri22- Kanunî Sultan Süleyman’ın, şehzadeleri Mustafa, Mehmed ve Selim’in sünnet düğünü için Atmeydanı’ndaki saraya gelmesi (Hernâme) 

23- III. Ahmed’in şehzadelerinin sünnet için haremden çıkışları (Vehbî) oğulları Ahmed, Korkud, Mahmud, Âlemşah ve Selim’in sünneti için bir şenlik düzenletti. Şehzadelerden bazıları kendi sancaklarından, bazıları da babalarının yanından İstanbul’a getirildi. Eğlenceler bir ay kadar devam etti. 

Çocuklarının birçoğu babası tarafından sünnet ettirilen II. Bayezid, tahta çıktıktan sonra doğan oğlu Şehzade Mehmed ve Şehzade Şehinşah’tan torunu Mehmed için 1490 baharında bir sünnet şenliği düzenletti. Eski Saray’da şenliği izlemesi için padişaha bir çadır kuruldu. Sünnet düğünü, çeşitli eğlenceler ve ziyafetlerle İstanbul halkı ve davetlilerin bir ayını renklendirdi. 

Kanunî Sultan Süleyman, Atmeydanı’nda iki defa sünnet düğünü yaptı. Bunlardan ilki, 1530’da gerçekleştirilen, Şehzade Selim, Şehzade Mehmed ve Şehzade Mustafa’nın sünnet şenlikleriydi. Atmeydanı’ndaki Mehterhane’de padişah için hususi bir köşk yapıldı, devlet erkânı için de otağlar ve gölgelikler kuruldu. Padişahın Kubbealtı’nda kendisini bekleyen Divan üyeleriyle Atmeydanı’na gelmesiyle Haziran sonlarında başlayan şenlikte İstanbullular, temmuz ortalarına kadar üç hafta gönüllerince eğlendiler. 

24- III. Ahmed’in şehzadeleri  Süleyman, Mustafa, Mehmed ve Bayezid’in cerrahbaşı tarafından sünnet edilmeleri (Vehbî) 

Kanunî’nin düzenlediği ikinci şenlik ise Şehzade Bayezid ile Şehzade Cihangir’in 1539’daki 15 gün süren sünnet düğünüdür. Bu şenliğin, oyun ve oyuncular bakımından birincisi kadar parlak olmadığı fakat para, yiyecek ve içecek bakımından ondan hiç de aşağı kalmadığı söylenir.22 

III. Murad’ın 1582 yazında Şehzade Mehmed için yaptığı sünnet düğünü, Osmanlı İstanbul’unun şahit olduğu en büyük şenliklerdendi. Hazırlıklara bir yıl öncesinden başlandı. İbrahim Paşa Sarayı’nın Atmeydanı’na bakan cephesine padişah, şehzade ve harem halkının eğlenceleri izleyebilmeleri için kasırlar inşa edildi, sarayın girişindeki basamaklar yenilendi. 

22 Günay Kut, “Şehzade Cihangir ve Beyazit’in Sünnet Düğünü Yemekleri Üzerine”, III. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, Ankara 1987, c. 5, s. 227-238. 

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi MerasimleriBütün hazırlıklar tamamlanınca nihayet kararlaştırılan günlerde Harem halkı, şehzade ve padişahın İbrahim Paşa Sarayı’nda, diğer davetlilerin de meydanda kendileri için hazırlanan yerlere oturmalarıyla şenlik başladı. Aslında sünnet düğününün toplam iki ay süreceği ilan edilmişken yeniçerilerle sipahiler arasında büyük bir kavganın yaşanmasına kızan III. Murad, düğünün 52. günü saraya döndü ve böylece şenlik de sona erdi.

Sancağa yalnız büyük şehzadelerin gönderilmesi ve bilhassa da tahta geçişte “ekber-erşed” sisteminin uygulanmaya başlanmasıyla birlikte sünnet şenlikleri miktarca bir hayli azaldı. Artık böyle bir şenliğin yapılabilmesi için asgari dört şartın bir araya gelmesi gerekiyordu: Padişahın bir erkek evladının doğması, bu şehzadenin sünnet çağına erişebilmesi, padişahın, bunu görebilecek kadar tahtta kalması ve uygun siyasi-içtimai şartların mevcudiyeti. Bütün bu şartlar istisnai olarak bir araya geldi ve buna bağlı olarak da şenlikler birer istisnaya dönüştü. 

I. Ahmed’in tahta çıkmasıyla Osmanlı tarihinde bir ilk yaşandı; 14 yaşındaki yeni padişah, cülusundan bir ay sonra, 23 Ocak 1604 gecesi Topkapı Sarayı’nda büyük eğlenceler eşliğinde sünnet edildi.I. Ahmed’in oğlu IV. Murad ve torunu IV. Mehmed de tahta çıktıktan sonra Topkapı Sarayı’nda sünnet oldular. IV. Mehmed ile birlikte üç kardeşi de sünnet edildi ve sarayda bir hafta şenlik yapıldı. Ali Ufkî, padişahın huzurunda on iki gün ve gece boyunca neredeyse aralıksız bir şekilde musiki icra edildiğini, bir yandan da komedyenlerin çeşitli gösteriler yaptıklarını, o zamandan beri padişahın müzik dinlemekten hoşlanmadığını kaydeder.23 IV. Mehmed, 1675’te oğulları Mustafa ve Ahmed’in sünneti için büyük bir şenlik tertipledi, fakat bu şenliğin mekânı olarak Edirne’yi seçti. 

III. Ahmed’in şehzadeleri Süleyman, Mustafa, Mehmed ve Bayezid’in sünnetleri için 1720’de İstanbul’da yaptığı sûr-ı hıtân, XVIII. yüzyılın en büyük şenliği oldu. Okmeydanı’nda 18 Eylül’de başlayan şenlik, 15 gün kesintisiz devam etti. Bu sürenin sonunda Topkapı Sarayı’na dönülerek burada da 6 gün daha geceli gündüzlü eğlenceler yapıldı. Eski Saray’da hazırlanan nahıllar ve şeker bahçeleri 9 Ekim’de mükemmel bir alayla Topkapı Sarayı’na getirildi. Düğünün 22. günü olan 10 Ekim’de sarayda devlet ricalinin katıldığı bir törenle şehzadeler sünnet edildi. 

Kendi çocuklarının sünnetini debdebeli bir şekilde gerçekleştirmek isteyen padişahlar, seleflerinin şehzadeleri ya da kendi kardeşlerinin sünnetleri konusunda aynı arzuya sahip değillerdi. 

23 Karşılaştırmalı olarak bk. Ali Ufkî, Saray-ı Enderun, s. 52; Ali Ufki Bey’in Anıları, s. 81. 

Bu şehzadeler sarayda sessiz sedasız sünnet edilirlerdi. Nitekim III. Ahmed döneminde şimşirlikte nezaret altında tutulan II. Ahmed’in oğlu Şehzade İbrahim ile II. Mustafa’nın oğulları Mahmud, Osman ve Hasan 1704’te “mahfîce” sünnet oldular.24 Zira şimşirlikteki şehzadeler, hanedanın devamının garantisi oldukları kadar, baştaki padişahın da alternatifiydiler. 

Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri

İstanbul halkı, III. Ahmed’den sonra yeni bir sünnet şenliği için II. Mahmud zamanına kadar bekledi. Şehzade Abdülmecid ile Abdülaziz, Sadabad’da 11-17 Mayıs 1836’da yapılan XIX. yüzyıldaki en şaşalı ve geleneksel düzendeki son şenlikte sünnet edildiler. Sultan Abdülmecid, 1847’de oğulları Mehmed Murad ile Abdülhamid’i; 1856’da Mehmed Reşad, Kemaleddin, Nureddin ve Burhaneddin’i 12’şer gün süren şenliklerle sünnet ettirdiyse de bu eğlencelerin eski görkem ve zenginliği kalmamıştır. Ayrıca artık düğün yerleri de değişmiş bulunuyordu. 

Nitekim 1856 yılında yapılan sünnet düğünü Maçka Kışlası’nda ve Maçka-Pangaltı ve Şişli Karakolu’na kadarki arazi üzerinde icra edilmiştir. Sultan Abdülaziz’in, oğlu Yusuf İzzeddin Efendi için 1870’te; II. Abdülhamid de hanedan çocukları için üç defa yaptırdığı sünnet cemiyetleri, şenlik havasından tamamen uzaklaştı. 

Sûr-ı hıtânlar, diğer Osmanlı şenliklerinde de karşımıza çıkan yarışlar, hüner gösterileri, esnaf alayları gibi eğlencelerin yanı sıra toplu sünnet törenleri olmalarıyla dikkat çekerler. Şenliklerde, içoğlanları, zadegân çocukları, başta yoksullar olmak üzere İstanbul ve civarında yaşayanların evlatları, bütün masrafları saray tarafından karşılanarak sünnet ettirilmekteydi. 1582’de, İntizâmî’ye göre 10.000’den fazla; 1720’de Mehmed Hafız’a göre 3.285, Vehbî’ye göre 5.000; 1836’da Hızır’a göre 10.000, Lebîb’e göre 5.046; 1847’de Tahsin’e göre 8.000; 1856’da 500-600 çocuk, şehzadelerle birlikte sünnet edilmişti. II. Abdülhamid de gerek şehzadeler için yapılan sünnet cemiyetlerinde gerekse başka vesilelerle toplu sünnetler yaptırmıştır. 

Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...