16 Şubat 2021 Salı

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

 


Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Ahmet EKİZ

Giriş
Anadolu Selçuklu Devleti parçalandıktan sonra yerine kurulan beylikleri incelediğimizde Osmanlı Devleti, diğerlerine oranla daha küçük bir beylikti. Bir uç beyliği olarak kurulan Osmanlı Devleti, başlangıçta Anadolu’daki diğer beyliklerle mücadele etmek yerine, Bizans ve Balkanlardaki krallıklarla mücadele etme yolunu seçmiştir. Gaza ve cihat anlayışını kendisine rehber edinen Osmanlı Devleti, kısa sürede sınırlarını Bizans ve Balkanlar aleyhine genişletmiştir. 

Bu durum I. Murad döneminden itibaren artarak devam etmiştir. Sınırların gittikçe genişlemesi üzerine, sınırların korunması için asker ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu dönemde çıkartılan “Pencik Kanunu” ile bu ihtiyacın karşılanması için yeni bir sistem geliştirilmiştir. Balkanlardaki gayrimüslim ailelerden alınan çocukların eğitilmesi ve zeki olan çocukların seçilmesi için eğitim kurumları teşekkül edilmeye başlanmıştır. 

XV. Yüzyıldan itibaren genişleyen sınırlara oranla devşirilenlerin sayısında büyük bir artış meydana gelmiştir. Böylelikle bu çocukların daha sistemli bir şekilde eğitilmesi için “Enderun Mektebi” kurulmuştur. Böyle bir kurumun teşkilinde asıl hedef, askeri temele dayanan Osmanlı Devletine yetenekli kumandanlar yetiştirmek ve devamlı büyüyen ülkenin farklı din ve kültürüne mensup kitlelerini idare edecek sağlam yönetici kadroları temin etmekti. Devlet gayrimütecanis bir sosyal yapıya sahip olduğundan böyle bir eğitim kurumu için ırk ve kan bağı yerine kültür ve disiplin temel prensipler olarak benimsenmiş, kadrolar bu anlayış içerisinde yetiştirilmiştir. 

Osmanlı Devleti’nin en önemli padişahlarından biri olan Fatih Sultan Mehmed de bu anlayışı benimsemiş ve uygulamıştır. Fatih Sultan Mehmed, merkezi otoriteyi sağlamlaştırmak için sadrazamı Çandarlı Halil Paşa’yı idam ettirmiş, böylelikle I. Murad döneminden beri kan bağıyla süregelen Çandarlı Hanedanlığı’nın etkisi kırılmıştır. Onun yerine Enderun mektebinde kültür ve disiplin bakımından iyi yetişmiş kişileri sadrazamlığa getirmiştir.

Genellikle aileleriyle hiçbir ilgileri kalmayan, devşirme yoluyla alınmış çocukların Enderun’a alınmadan önce belirli bir alt eğitimden geçmiş olmaları gerekiyordu. Gayrimüslim ailelerden devşirilen çocuklar ilk olarak Müslüman-Türk ailelerinin yanında Türkçeyi öğrenirlerdi. Daha sonra Müslüman olan bu çocuklar Osmanlı kültürü ve ananesine göre yetiştirilirdi. Buna “Türk’e vermek” denilirdi. 

Bunlar bir süre Müslüman-Türk ailelerinin yanında kaldıktan sonra Acemi Ocağına teslim edilirdi. Burada ilk defa eğitim ve öğretim hayatına başlayan çocuklar, Osmanlı Devleti’ndeki müspet ilimleri öğrenmeye gayret ederlerdi. Bu kısmı tamamladıktan sonra Osmanlı Devleti’nin hazırlık sarayları olarak bilinen Edirne, Galata, İskender Celebi ve İbrahim Paşa Sarayları’nda bedeni ve ruhi kabiliyetlerini geliştirecek dersler ve talimler görürlerdi. Bunlara “Acemi Oğlanlar” denilirdi. Acemi oğlanlar buradaki belirli talim ve terbiyeden sonra “Çıkma” adıyla anılarak çeşitli askeri birlikler içerisine dağılırlar, üstün yetenekli olanlar ise Enderun mektebine alınırdı.

Enderun Mektebi’nde eğitim; Büyük ve Küçük Odalar, Doğancı Koğuşu, Seferli Koğuşu, Kiler Odası, Hazine odası ve Has Oda olmak üzere yedi kısma ayrılmıştır. Buradaki eğitimi sonuna kadar götüremeyen iç oğlanlar, ara sınıflarda aynı şekilde çıkma adıyla anılarak çeşitli askeri birliklere katılırlardı. Bu eğitimi sonuna kadar götüren ve başarılı olan iç oğlanlar devletin önemli kademelerine getirilir ve sadrazamlığa kadar yükselirlerdi. Çalışma sistemi, programı ve işleyişi göz önünde tutulursa Enderun bir mektepten ziyade çeşitli hünerlerin, sanatların, idari ve siyasi bilgilerin uygulamalı olarak öğretildiği ve kabiliyetlerin tespit edildiği bir kurs yeri olarak söylenebilir. Enderun’u teşkil eden yedi oda ve koğuşta çıkmalar, terfi ve boşalan yerlerin doldurulmasında kesinlikle uyulan belirlenmiş kurallar vardır. Enderun’a alınmış öğrenciler bu kurala göre yetiştirilirlerdi.

Osmanlı Devleti’nde yönetici yetiştiren bir kurum olan Enderun mektebi, kuruluşundan kapanışına kadar çok sayıda önemli devlet adamı yetiştirmiştir. Bu çalışmada; Enderun mektebinin kuruluşundan kapanışına kadar olan süreci, yapısı ve işleyişi hakkında daha önceden yazılmış kaynakları da kullanarak derinlemesine bir araştırma yapılmış olup, bu çalışmayı okuyacak olan kişilerin, eserden en iyi şekilde yararlanmasını temenni ediyorum.

1) Enderun Mektebi’nin Tarihi Gelişimi

1.1. Enderun Mektebi’nin Tanımı

Enderun Mektebi, devletin askeri ve mülki yüksek kademe yöneticilerini yetiştirmek üzere özel eğitim ve öğretim veren bir uygulama yüksek okuludur.1 Talebeleri Acemi oğlanları arasından seçilen bu mektep, Osmanlı eğitim sisteminin elit kadrosunu oluşturuyordu. Enderun mektebinin kurulduğu güne kadar ona benzer başka bir kuruluş yoktu. Selçuklar da ve Avrupa da hanedan mensuplarına özel itinaya dayalı öğrenim gördükleri okullar mevcut ise de Enderun mektebinin eğitim sistemi bundan tamamen farklı idi.2

Osmanlı Devlet yönetimi iki temel eğitim kurumuna dayanıyordu. Bunlardan birincisi, medrese çıkışlı ulemalar; ikincisi ise, Enderun Mektebi’nde tahsil görmüş devşirme kökenli talebelerdir.3 Osmanlı Devleti’nde padişahlar devlet gücünü, sadece kendisine mutlak şekilde bağlı, sadık, minnet duygularıyla dolu, aynı zamanda çok iyi yetişmiş ve yetenekli kişilere teslim edebilirdi. İşte Enderun, bu amacı gerçekleştiren yöneticilerin bir kısmını yetiştiren, bazı gayrimüslim gençlerin Müslüman yapılıp eğitilerek yönetime katılmalarını sağlayan bir okuldu. Bu sistem, bazı Osmanlı Devleti aleyhinde kitaplar kaleme alan yazarların zannettiği gibi tüm Hıristiyanları İslamlaştırma amacı gütmüyordu. 

Enderun’a alınan öğrencilerin sağlandığı devşirme usulü, araştırmamın devamında da görüleceği gibi bazı sınırlılıklarla çok dar tutulduğundan, bunun Hıristiyanların İslamlaştırılmasında veya Türkleşmesinde etkisi çok az olmuştur. Asıl amaç Hıristiyanları İslamlaştırmak olsaydı, Osmanlı Devleti alınan bu çocuklarda seçici davranmazdı. Ayrıca bu çocuklar ailelerinden zorla alınarak Müslüman yapılır veya devlet kadrolarında görev almazdı. Osmanlı Devleti’nin şanlı tarihini incelediğimiz zaman bunun olmadığını görüyoruz.

Osmanlılar gaza ve cihad anlayışı ile feth ettiği yerlere İslam dinini götürmüş, fakat hiçbir şekilde zorlamayla dillerini ve dinlerini değiştirmemiştir.

Bütün bunlara rağmen Osmanlı Devleti’ni kötülemeye çalışana batılı yazarlar yazdıklar eserlerinde şu ifadeye yer vermektedir:

-Bir adam ki düşünün babası olduğu ve kendi yetiştirdiği bir çocuk gözlerinin önünde yabancı eller tarafından birdenbire ve zorla kaçırılsın, kendisine yabancı âdetler benimsetilsin, barbar elbiseleri giydirilsin, barbar bir dil öğretilsin, dinsizlik ve benzeri şeylerle kirletilsin.4 Bu durumun böyle olmadığını görmek için araştırmamın devamını okumak kâfidir.

Osmanlı Devleti, dinleri ve dilleri ne olursa olsun yetenekli insana çok önem verip gelişme imkânı tanımıştır. Bu onların sadece onların devlet yönetimi ile ilgili düşünce ve tutumlarını değil, genel olarak insan anlayışlarını, insanın eğitimine verdikleri önemi de gösterir. Yine Osmanlı devleti yükselme dönemlerinde kişisel yetenek ve başarı ile dürüst ve topluma yararlı davranışlarla yükselmeye dayanan bir terfi ve ödüllendirme sistemi uygulamıştır. XVI. yüzyılda Osmanlıları tanımış bir yazar olan Busbecq, Osmanlılıların yetenekli insanlara ve genel olarak insanların eğitilip yeteneklerin geliştirilmesine ne kadar önem verdiklerini şöyle anlatır.

-Türkler İstisnaî vasıflara sahip bir insan buldukları zaman sanki paha biçilmeyecek değerde bir şey bulmuş gibi çok sevinirler, onu yetiştirmede hiçbir fedakârlıktan kaçınmazlar; şayet savaşmaya müsait vücut yapısı da varsa her şeyden üstün tutarlar. Bizim planımız çok farklıdır; zira biz bir köpek, şahin veya at bulduğumuzda da çok seviniriz ve onu neslinin en iyisi yapabilmek için elimizden gelen her şeyi yaparız. 

Ama bir adam üstün vasıflara sahipse onu da mükemmelleştirmek için bir fedakârlıkta bulunmayız; ne de onun eğitimini bize düşen bir vazife olarak telâkki ederiz. İyi eğittiğimiz at, köpek veya şahinden bu zahmetimizin karşılığını hizmet olarak görürüz; fakat Türkler iyi eğitim görmüş bir insandan aynı nispette hizmet görürler. Zira bir insanın tabiatı diğer hayvanlara nazaran çok daha takdire şayan ve çok daha mükemmeldir.5 Busbecq’in sözünden de anlayacağımız gibi Osmanlı Devleti, gayrimüslim tebaadan devşirdikleri bu çocukları, en mükemmel şekilde eğiterekdevlet kadrolarında önemli görevlere getiriyordu.

1.2. Enderun Mektebi’nin KuruluşVe Gelişimi

Osmanlı Devleti’nin en önemli eğitim kurumlarından biri olan Enderun Mektebi’nin kuruluşu hakkında çeşitli görüşler öne sürülmektedir. Başlıca bu görüşler iki ana noktada toplanabilir. Birincisine göre Enderun Mektebi II. Murad tarafından6 ikincisine göre de Fatih Sultan Mehmed tarafından7 kurulmuştur. Yapılan ciddi araştırmalar sonucunda Enderun Mektebi’nin II. Murad tarafından kurulduğu ortaya çıkmıştır.

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun MektebiOsmanlı Eğitim Sisteminde Enderun MektebiBu konuyla ilgili Osmanlı Devleti Arşivinde:

Devlet-i Aliyye-i Osmâniyenin ibtidâ-î teşekkülünde Mâbeyn-i Humâyûnnun tanzîmine dahi bed’ olunup Cennet Mekan Gazi Sultan Murâd Hân-ı Sânî Hazretleri zamanında Orta Sarayında Dâ’ire-i Humâyûnun tanzimi sırasında Harem-i Humâyûn istihdâm olunduğu gibi hizmet-i şâhâneleri için dahi mehâlik-i menkûle zâdegân evlâdından bazıları celb ve terbiye olunarak Enderûn-i Hümâyûnun esası vaz’ olunmuş ve onlardan bir çoğu sunûfu ilmiye ve kalemiyye ve mülkiyede kesb-i meleke ve iktidâr ile vüzerâ ve sûdur ve beylerbeyi yani vül’atdan olmuşlardır.8(Belge 1)

Enderun Mektebine talebe sağlanması, acemi oğlanları arasından seçmekle oluyordu. II. Murad zamanında Edirne de kurulan Enderun Mektebi gerçekşahsiyetine Fatih Sultan Mehmed döneminde kavuşmuştur. Fatih Sultan Mehmed zamanında Enderun Mektebi, yalnız devşirme mektebi olma hüviyetinden çıkarak devletin korunması için gerekli mülki ve idari kadronun eğitimine de yönelmiştir.9 

Bu konuyla ilgili Osmanlı Devleti Arşivinde:

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Ebul Feth Sultan Mehmed Hân Gâzi Hazretleri İstanbul’u feth buyurduklarından bir müddet sonra Edirne’deki Dâ’irey-i Hümâyûnlarını Dersaâdete nakl ile zât-ı şâhâneleri ikâmetine tahsîs olunan Eski Sarayda mahal-i mahsusda ikâme buyurmuşlardır. Muahheren Dâ’ire-i Hümâyûnun tevzî ve tanzîmi için sekizyüz elli sekiz senesinde(1454) bahriyede nezâreti kâmiliyesiyle ruy-u arzın en dilnîşîn ve güzel bir nokta-i mühimmesinde müceddeden binalar inşasıyla Yeni Saray Vucuda getirildikte Enderûn-i Humâyûn ağavatının bir ksımı nakl olunup ve bir kısm-ı küllisi Eski Sarayda bırakılıp Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri dahi Mevsim-i sayfda Yeni Sarayda ikâmet buyurdular idi.10 (Belge 2)

Yukarıdaki belgeden anlaşılacağı üzere Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u feth etmesiyle birlikte burayı kültür ve medeniyet şehri yapmak için yeni düzenlemeler yapmıştır. Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’a binalar inşa ederek yeni bir saray kurmuş ve Edirne’de kurulmuş olan Enderun Mektebi’nin bir kısmını buraya naklettirmiştir. Fatih Sultan Mehmed yerleştiği sarayda bir sene kadar oturduktan sonra 1454 yılında bugünkü İstanbul Üniversitesinin bulunduğu alanda Eski Saray’ı yaptırmaya başlamıştır. Eski Saray veya Saray-ı atik-i âmire denilen bu sarayın yapımı 1458 de tamamlanarakEnderun Mektebi buraya taşınmıştır.11

Fatih Sultan Mehmed 1458 de yerleştiği Eski Saraydan (Saray-ı atik-i âmire) daima gördüğü denize ve İstanbul’un dört köşesine bakan Sarayburnu sırtlarında o zaman zeytinlik olan geniş arazide bir saray kurdurarak Topkapı Sarayı’nı meydana getirmiştir12(1478). Böylelikle hem devletin yeni merkezi burası olmuş, hem de Enderun Mektebi kesin olarak buraya taşınmıştır. Bu iki sarayın birbirine karıştırılmaması için, ilk kurulan saraya Saray-ı atik-i âmire; daha sonra kurulan Topkapı Sarayına ise Saray-ı Cedid-i âmire ismi verilmiştir.

Fatih Sultan Mehmed ile başlayan Enderun Mektebinin gelişmesi II. Beyazıd, Kanuni Sultan Süleyman zamanında da devam etmiştir. Bu hükümdarlar tarafından Enderun Mektebi’ne kazandırılan binalar ve eserler Sultan IV. Murad, Sultan III. Ahmed ve Sultan III. Mustafa tarafından bakım ve tamir görmüştür.13

1.3. Enderun’unTopkapı Sarayıİçerisindeki YeriVe Önemi

Topkapı Saray-ı(Saray-ı Cedid-i âmire) temelde Bîrûn, Enderun ve Harem olarak üç teşkilattan müteşekkildir. Sarayın oturma planı, saray merasimleri ve saray mekânları bu teşkilata göre değerlendirilmiştir. Topkapı Sarayı; Bâb-ı Humâyûn, Bâbü’s selam ve Bâbü’s saade adlı üç kapı, dört avlu, harem ve hasbahçeden oluşuyordu. Üç tarafı denizlerle çevrili olan sarayı 1400 metre uzunluğunda Suru Sultani denilen yüksek duvarları çevreliyordu.14

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Topkapı Sarayında Enderun kısmı Bâbüs Saade yani üçüncü kapıdan sonra başlar. Farsça sarayın iç kısmı demek olan Enderun, bir avlunun etrafındaki koğuşlardan oluşur. Avlunun ortasında Arz Odası dediğimiz padişahın; elçileri, vezirleri ve özellikle vezir-i azamı kabul ettiği bir bina vardır. III. Ahmed’in yaptırdığı zarif bir mücevher kutusu gibi duran kütüphanesi de burada bulunur. Ayrıca Bu kısımda bulunan Enderun Hazinesi ve Kutsal Emanetler bölümü çok önem teşkil etmektedir.15

Topkapı Saray’ında bulunan Enderun bölümünün en önemli işlevlerinden birisi ise gayrimüslimlerden alınan çocukların burada eğitim görmesi idi. Bu öğrencilerin eğitim gördüğü Büyük Ve Küçük Oda, Doğancı Koğuşu, Seferli Koğuşu, Kiler Koğuşu, Hazine Odası ve Has Oda bu kısımda bulunuyordu.16

Topkapı Saray’ındaki Enderun kısmı, hem Osmanlıya devlet adamı yetiştirdiği hemde devlet hazinesinin burada muhafaza edildiği için önemli bir yerdir.

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Sultan III. Ahmed’in Yaptırdığı Kütüphane

2) EnderunMektebine ÖğrenciSeçimi

2.1. Devşirmeciliğin Kuruluşu ve Gelişimi

Enderun Mektebinde eğitim gören öğrenciler devşirme kökenliydi. Osmanlı Devleti, gaza ve cihad anlayışıyla Balkanlar’a sefer düzenleyerek buralarda fetih hareketleri düzenlemişlerdir. Bu fetih hareketleri sırasında, gayrimüslim ahaliden alınan çocuklar Osmanlı Devleti’nin himayesine alınıp eğitilerek önemli mevkilere getiriliyordu. Osmanlı Devleti’nde “Devşirme Kanunu” çıkış noktasında iki görüş vardır. Birincisine göre devşirme kanunu II. Murad zamanında çıkartılmıştır.17 

Yıldırım Beyazıd ve Timur arasındaki Ankara Savaşı’ndan sonra, Osmanlı Devleti’nin fetih hareketleri bir süre durmuş ve bazı yerler Bizans İmparatorluğu ile Sırplılara teslim edilmiştir. Gerek Mehmed Çelebi zamanında gerekse oğlu II. Murad’ın ilk devirlerinde, Rumeli de feth yapılmadığı için esirlerden faydalanılamamıştır. Bu amaç doğrultusunda II. Murad “Devşirme Kanununu” çıkartmıştır. Böylece Osmanlı Devleti’nden önce diğer Türk-İslam Devletlerinde çok az uygulanmış olan yeni bir usul ile gayrimüslim tebaanın yaşları kanunen belirli birkaç çocuktan yalnız bir tanesinin Osmanlı hizmetine alınması söz konusu olmuştur. 18

İkinci görüşe gere ise “Devşirme Kanunu” I. Murad dönemin de çıkarıldığı iddia edilmektedir.19 Bu konuyu Aşıkpaşazade Tevarih-i Âli Osman kitabında şöyle anlatır:

-“Bir gün Kara Rüstem derlerdi bir Danişmend vardı; Karaman Vilayetinden geldi, Çandarlı Kara Halil kim Kazasker idi, ana itti sen niçin beylik malı zâyi edersin dedi. 

Kazasker olan Kara Halil ider zâyi olacak ne mal vardır? Sen diyiver dedi. Kara Rüstem itti, işbu esirler kim gâziler gazadan getürür Tanrı buyruğuyla beşte biri padişahındır niçin sen anı almazsın dedi; pes Kazasker dahi bu kaziyeyi Sultan Murad’a arz ettiler. Anda Sultan Murad çünkim tanrı buyruğudur alına dedi; vardılar.

Kara Rüstemi okudular; ittiler, mevlanâ tanrı buyruğunda ne ise anı it dediler. Kara Rüstem vardı, Gelibolu da oturdu; her esirden yirmi beş akçe aldı. Gelibolu ve gayri yerde esirden baç almak ve bu ihdas Çandarlı Kara Halil ve Kara Rüstem den kaldı. 

Anda Gazi Evranos’a dahi ısmarladılar. Akından çıkan esirin beşte birin al dediler. Anın kim esiri beş olmıya her esirden 25 akça al dediler. Bu tertip üzerine Evranoz dahi Kadı tayin eyledi ve hatlı oğlanlar cem eyledi; aldıkları oğlanları getirüp Sultan Murad’a arz eyledi; anda bu oğlanları Anadolu da Türklere verirlerdi. Türkler dahi bu oğlanlara çift sürdürürlerdi. Ta ki Türkçeyi öğreninceye kadar orda kalurlar, anda kapuya getirilerdi. Ak börk geydirirler; hem adını Yeniçeri kodular, ol vakitten berü kaldı”.20

Bundan anlaşılacağı gibi Devşirme Sisteminin temelleri I. Murad döneminde atılmış, II. Murad dönemine kadar eski önemini kaybeden sistem bu dönemle birlikte yeniden canlanmıştır.

2.1.2. Devşirmenin Esasları

Kapıkulu Ocağına nefer ihtiyacı yeniçeri ağası tarafından belirlenir ve Divan-ı Humâyûn’a arz edilirdi. Bundan çıkacak karara göre, sekiz ile yirmi yaş arası gençlerden durumu elverişli olanlar devşirilirdi.21

Osmanlı Devleti’nde devşirme kanunu bazı mükellefiyetler yüzünden her yerde uygulanmazdı. Başlangıçta daha ziyade Rumeli’de Üsküp, İştip, Köstendil, Prizren, Görice, Samakov, Prebol, Taşlıca, Ergirikasrı, Yanya, Pirlepe, İşkodra, Ohri, İpek, Dukakin, Navosin, Manastır, Mostar, İzvornik, Böğürdelen, Horpeşte gibi yerlerde tatbik edilmiştir. 

XV. Yüzyılın sonlarından itibaren Erzurum, Harput, Diyerbekir, Bursa ve İstanbul civarları dışında Anadolu’da da uygulanmıştır. Devşirme yapılmayacak bölgeler halkın elinde devşirmeden muaf olduklarına dair hükümler bulunurdu. Genellikle derbendcilerden, maden işçilerinden ve miri işçilerden devşirme yapılmazdı. Devşirme için Arnavut, Boşnak, Rum, Bulgar, Sırp ve Hırvat çocukları tercih edilir; Türk, Kürt, Acem, Rus, Yahudi, Gürcü ve Çingene çocukları devşirilmezdi. Ermenilerden ise sadece saray için çok az devşirilirdi.22

Devşirme işi üç, beş ve yedi senede yapılır bu işin birinci dereceden sorumlusu Yeniçeri Ağası idi. Ondan sonra acemi ağası gelir. Devşirme başlangıçta beylerbeyi, sancak beyi ve mahalli kadılar gibi ilgili bölgenin mülki amirleri tarafından yapılmıştır. Fakat zamanla bazıları görevlerini kötüye kullanmaları üzerine Fatih Sultan Mehmed döneminde devşirme işi bir esasa bağlanmıştır.23

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Yeniçeri ağası tarafından Devşirme memuruna mühürlü bir ferman vermek usuldendi.24 Devşirme memuru tayin olunduğu mıntıkada her bir kazayı bizzat gezip görürdü. Devşirme memuru gittiği yerlerde tellallar vasıtasıyla devşirme için geldiğini ilan ettirirdi. Sekiz ile yirmi yaş arasındaki çocukların kaza merkezinde toplanması sağlanırdı. 

Gayrimüslim çocuklar vaftiz defterleri yanlarında olduğu halde babaları ve papalarıyla birlikte toplantı yerine giderlerdi. Vaftiz defterini inceleyen devşirme memuru çocukları bizzat görerek kanuna ve talimata uyanları ayırırlardı. Genellikle her kazada kırk haneden bir oğlan alınması adet idiyse bu sayı daha ziyade ihtiyaca göre belirlenirdi. Devşirilen çocukların köyü, kazası, babasının ve annesinin ismi, bağlı olduğu sipahinin veya vakıf ve çiftlik sahibinin adı, doğum tarihi, göz rengine varıncaya kadar bütün eşkâli ve kendisini devlet merkezine götürecek memurun adı iki ayrı deftere yazılırdı. 

“Eşkâl Defterleri” denilen bu defterlerden birisini devşirme memuru, diğerini ise devşirilen çocukları merkeze sevk eden ve kendisine “Sürücü” denilen memura verilirdi. Sürücü beraberinde götürdüğü bu devşirme oğlanları bu defterle birlikte teslim ederdi.25 Bu bilgiden de anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti’nin uygulamış olduğu bu sistemi kendi istediğine göre değil, belirli kurullar çerçevesinde yapmıştır.

Devşirilen çocukların özelliklerinden bahsedecek olursak:

1) 8-20 yaşlar arasındaki çocukların, yüz güzelliği ile vücut yapısı uygunluğuna ve tambir sıhhate sahip olması gerekmekteydi
2) Hıristiyan çocukların asilleri, papaz oğulları, iki çocuktan sadece biri, birden çok çocuğu bulunan ailelerin en sağlıklı çocuğu seçilirdi.26
3) Tek oğlu olan ailenin çocuğu devşirilmezdi.
4) Annesiz ve babasız çocuklar, aç gözlü oldukları bilinenler ve yüzü gözü açılmış olabileceği düşüncesiyle köy kethüdasının oğlu devşirilmezdi.27
5) Evlenmiş ve sanat sahibi olmuş çocuklar devşirilmezdi.
6) Sığırtmaç ve çoban çocukları da devşirilmezdi.
7) Kel, körpe ve köse olan çocuklarda devşirilmezdi.
8) Aşırı Uzun Boylu veya kısa boylu olanlarda devşirilmeyenlerin arasındaydı.28
9) Uzun boylu çocuklarda endamı düzgün olanlar sadece saray içine alınabilirdi.
10) Doğuştan sünnetli olanlar devşirilmezdi.29

Devşirilen çocuklar sürü denilen 100-200 kişilik kafileler halinde sürücülerin idaresinde devlet merkezine gönderirlerdi. İstanbul’a gönderilen devşirme oğlanlar, ağa kapısında Yeniçeri ağası tarafından kontrol edilir ve eşkâl defterlerine yazılırdı. Ardından sünnet edilen çocuklara Müslüman-Türk adları verilir ve üzerlerinden cizye vergisi düşülürdü. Devşirme sürüsünün bu işlemleri tamamlandıktan sonra, Anadolu ve Rumeli ağaları tarafından küçük bir ücret karşılığında geçici bir süre için Anadolu ve Rumilideki Türk köylülerinin yanına verilirdi.30 Rumeli’de devşirilenler Anadolu’ya; Anadolu’da devşirilenler ise Rumeli’ye gönderilirlerdi. 

Böylece yaşı büyük olanların kaçmasının önüne geçilirdi. Kaçanlar ise tekrar köylüye teslim edilirdi. Anadolu’daki devşirmelerden Anadolu ağası; Rumeli’deki devşirmelerden ise Rumeli ağası sorumluydu. Kethüdalar zaman zaman köylünün yanında bulunan çocukları teftiş ederdi. 31 Ayrıca devşirilen oğlanları tacire satmakta yasaktı, çünkü bu takdirde savaşa gidecekyerde bir zanaat öğrenerek para kazanmayı tercih edebilirlerdi. İehir hayatının cazibesine kapılarak gözleri açılıp ağır işlerde çalışmaya yanaşmazlık etmesinler diye oğlanları tüccar taifesine vermek yasaktı.32.

“Türk’e Vermek” denilen bu uygulama ile devşirme oğlanları bir taraftan ziraatla uğraşarak üretime katkıda bulunur, bir yandan da Türkçeyi Türk-İslam adet, gelenek ve göreneklerini öğrenirlerdi. Böylelikle bu devşirme oğlanlar hem Osmanlı kültür ve ananesine göre yetiştirilir, hem de Osmanlı köylüsünün üretiminde yardımcı olurlardı. 7-8 yıl Türk ailelerinin yanında kalan bu çocuklar, zamanı gelince Yeniçeri ağasının arzı ve Divan-ı Humâyûndan alınan kararla İstanbul’a getirirlerdi.33 

Burada eşkâl defterlerine bakılarak kontrolden geçirilen bu devşirme oğlanlar, Acemi Ocağına kaydedilirler, kayıttan sonra “Acemi Oğlanı” ismini alırlardı.34 Daha sonra bu devşirme oğlanlar, Osmanlı Devleti’nin Topkapı Sarayı’ndaki Enderun Mektebi’ne hazırlık teşekkül eden Edirne, Galata, İbrahim Paşa ve İskender Çelebi hazırlık saraylarına gönderilerek burada eğitim hayatına devam ederlerdi. Bu hazırlık saraylarını başarılı bir şekilde bitiren devşirmeler Osmanlı Devleti’nin Saray Üniversitesi olan “Enderun Mektebi’ne” alınırlardı.35

2.2. HazırlıkSaraylarının Özellikleri

Bu sarayların her biri, birer mektep niteliğindedir. Hepsinin de amacı Enderun Mektebine talebe yetiştirmektir. Saray düzeni içinde ve devletin dış hizmetlerinde ilerleyip yükselebilmek, büyük ölçüde kabiliyete dayanıyordu.

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Bu sebeple öğretimin Başından sonuna kadar ilgiye kabiliyete ve bireysel farklılıklara önceliktanınmıştır.

Hazırlık okullarındaki öğrenciler hünerleri, dil edebiyat, çeşitli el sanatları hattatlık ve saire gibi alanlarda yetişme imkânı bulmuşlardır.36 Daha ileri düzeyde eğitim göremeyecekleri anlaşılanlar, bu aşamanın sonunda yeniçeri sipahi ocakları ile ordunun çeşitli hizmetlerine aktarılmışlar veya sarayın ihtiyacını karşılamak için kurulmuş çeşitli atölye ve imalathanelerde çalışma imkânı bulmuşlardır.37 Üst öğretim aşamasında da öğrenci, kabiliyetlerine uygun çeşitli öğrenim kademelerinden birinde yetişmiştir. 

Türkçeyi okuyup yazma, Arapça, Kur’ân ve din dersleri bütün öğrencilerin ortak olarak izlemek zorunda oldukları derslerdir.38 Bunun dışında ortak öğrenim alanları beden eğitimi, savaş hünerleri gibi konulardır. Arapça dil ve grameri, fıkıh, tefsir, Türk Edebiyatı vs. gibi konular üst öğrenim aşamasında özel kabiliyetlere dayanan konulardır.

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Hazırlık mekteplerinden, Enderun Mektebi’ne veya Sipahi bölüklerine geçebilmek için bir takım kurallara mutlaka uyulmuştur. Bunların başında “Bedergâh” yani “Çıkma Kanunu” gelmektedir.39 II. Murad’ın çıkardığı ve 1432 tarihinden itibaren geçerli olan bu kanun, Kanuni Sultan Süleyman devrinde kesin şeklini almıştır. Çalışmaları ve kabiliyetleri iyi olanlar yedi sekiz yılda öğrenimini tamamlamışlardır. Kabiliyetleri iyi olmayanlar ise on dört yıla kadar öğrenimlerine devam etmişleridir.40

Bu kişilerden, terbiye ve ahlâkı iyi olanlar Topkapı Sarayı’na alınarak daha yüksek eğitim veren Enderun sınıflarına kabul edilmiştir. Orada eğitim ve öğretimde büyük başarı gösterenler sarayın çeşitli memuriyetlerine geçmişlerdir. İçlerinde Beylerbeyi, Serhat Kumandanı, Vali ve Elçi olanlar olduğu gibi vezir olanlar hatta Seraskerliğe ve Sadrazamlığa kadar yükselenler vardır.41

Diğer bir çıkma şekli ise Hazırlık Sarayı Mektebi’nin derslerine gerektiği kadar çalışmamış ve kabiliyeti az gelişmiş olanlar Topkapı Saray’ındaki Enderun Mektebi’ne alınmamıştır. Sipahi bölüklerine sevk edilen bu gençler asker ocaklarının okumuş, yazmış zümresini meydana getirmişlerdir. Çıkmalar belirli zamanlarda olmuştur. 

Saraya alınacak ve orduya katılacak öğrenciler için hem Saraydaki Enderun sınıflarında hem de Ordunun Sipahi Bölüklerinde açık yerler bulunması gerekmekteydi. Bu sebeple çıkmalar her sene olmamıştır. Boşluklar olmayınca öğrencilerin Hazırlık Saraylarından çıkması mümkün değildi. Sarayda aşağıdan yukarıya doğru adaletli bir terfi sistemi uygulanmıştır. Yer değiştirmeler bir sıra ve silsile gözetilerek yapılmıştır. Kadroları sabit olan Enderun Koğuşlarında boşalan yerlere de Hazırlık Sarayı Mekteplerin de iyi yetişmiş olanlar getirilmiştir.42

3) EnderunMektebi Teşkilatı

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Enderun Mektebine alınan gençlere iç oğlanlar denilirdi. Bunlar üç şekilde yetiştirilirdi: a) Saray hizmetlerini fiilen yaparak saray işlerini öğretmek, b) İslami ve bazı müspet bilimler alanında kurumsal bir öğrenim görmek, c) Beden ve sanat eğitimi gibi alanlarda yeteneğine göre bir eğitim almaktı.43

Enderun Mektebinde eğitim yedi odaya ayrılmıştır. Bunlar önemine göre44

1) BüyükOda
2) KüçükOda
3) Doğancı Koğuşu
4) Seferli Koğuşu
5) Kilerli Koğuşu
6) Hazine Odası
7) Has Oda
Enderun Mektebi’nin bu odalarında İç Oğlanlara verilen eğitimi açıklayacak olursak:

3.1. Enderun Mektebi Odaları 3.1.1.BüyükVe Küçük Oda

Enderun’un ilk iki kademesini oluşturan küçük oda Bâbüssaâde’den içeri girince solda, Büyük oda ise sağda yer almaktaydı. Bu odalara acemi oğlanları mektebinden üstün başarı ile mezun olmuş gençler alınırdı.45 

Bunlar, İslam dini ve kültürü; 

Türkçe, Arapça ve Farsça dersler görüp; güreş, atlama, ok çekme gibi spor talimatları yapardı. Bu odalarda okuyanlar “dolama” denilen bir çeşit cübbe giydikleri için bunlara “dolamalı” denilirdi. Büyük ve Küçük Odada bulunan iç oğlanlar, sarayın en alt hizmetlerini yerine getiriyorlardı. İayet kabiliyet gösterebilirse diğer dört odada en yüksek yerlere kadar çıkabiliyorlardı.46 Bu odadaki iç oğlanların padişaha ait hizmetleri yoktu. Sadece padişah vefat ettiğinde Kur’ân okuma hizmetini görürlerdi. Bu hizmetine karşılık defterdar hazinesinden biner akçe, Enderun Hazinesinden de sekizer altın alırlardı.47

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Büyük odanın terfi ve nakil muamelelerine saray ağası bakar ve icabında arzuhallerini kapı ağasına vererek o surette padişaha arz edilirdi. Padişah istidanın üzerine, “yoluyla verdim” diye kendi el yazısıyla yazıp istidayı gönderirdi. Küçük odanın istidaları ise, kendi odaların kethüdaları ve yine kapı ağası vasıtasıyla arz edilirdi. Bu suretle büyük ve küçük odadan terfi edenler dolamadan çıkartılarak kaftanlı olurlardı.48 Bu odalarda eğitim gören talebe sayısından bahsedecek olursak, Büyük odanın 100; Küçük odanın ise 60 mevcudu varken, XVII. yüzyılda bu rakam toplam258 e ulaşmıştır. Bu odaların 1675 de kaldırıldığı belirtilmektedir.49

3.1.2. Doğancı Koğuşu

Enderun’un üçüncü derecesi Doğancı Koğuşu idi.50 Hâne-î bozyan da denilen Doğancı koğuşu, kırk kişilik bir cemaat olup bunlar da kaftanlı denilen Enderunluların beşinci kısmıdır. Padişah avda bulunduğu sırada, dış avcılar tarafından ve dış pazarlardan av hayvanı getiren kimselere bahşiş çıkarmak ve getirdikleri avı padişaha sunma Doğancıların göreviydi.51 Doğancılar koğuşu IV. Mehmed tarafından kaldırılmıştır.52

3.1.3. SeferliKoğuşu

Seferli Koğuşu derece itibariyle Enderun’un Büyük ve Küçük Odalarıyla Doğancı Koğuşundan yüksektir.53 Seferli koğuşuna Hâne-i Seferli de denir. Seferli koğuşu ilk defa IV. Murad zamanında 1635 tarihinde kurulmuştur. IV. Murad’ın Revan Seferine başladığı sırada, Büyük ve Küçük Oda oğlanlarından seçme yapılarak kurulmuştur. Bunun içinde koğuşa savaşçı manasında Seferli denilmiştir.54 Önceleri Enderun halkının çamaşırlarının yıkanıp düzenlenmesi işini görürken daha sonra çalışmalar sanata kaydırılmıştır. 

Hanendeler, Kemankeşler, Pehlivanlar, Berberler, Hamamcılar, Tellaklar yetiştirilmiştir. Soytarı olarak bilinen Dilsiz ve Cüceler bu koğuşta bulunmaktadır. Seferli Koğuşunda âlim, şair, musikide başarılı çok sayıda kimse yetişmiştir.55

Hükümdarın çamaşırlarının yıkanması ve katlanması bu koğuştakilerin görevidir. Camide hünkârın üzerinde namaz kılacağı seccadeyi Seferli Odasının ağası serer, sarayın elbiselerinden ve seccadelerinden de bu oda halkı ve ağaları sorumlu idi.56

Seferli Koğuşunun boşlukları, Büyük ve Küçük Odalardaki elemanların nakliyle kapatılırdı. Bir boşluk olduğunda önce Büyük Oda’nın baş halifesi sefer koğuşuna geçerdi. Bu oda 1831 de kaldırılarak buradaki ağalar Hazine ve Kiler Koğuşlarına verilmişlerdir.57

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

3.1.4. KilerciKoğuşu

Kiler Koğuşu, Fatih Sultan Mehmed zamanında kurulmuştur.58 Kilerci koğuşundaki gılmanlar, okuyup yazmak ve diğer ilim ve fenleri öğrenmekten başka Padişaha ait çeşitli yemekleri pişirmek, sofra kurmak, salata yapmak, kahve pişirmek ve çeşitli şurup ve reçelleri yapmakla da görevliydiler.59 Büyük ve Küçük Oda, Doğancı Koğuşu ve Seferli Koğuşundan sonra en yüksek beşinci mertebeye sahiptir.

Kilerci Koğuşu sarayın mutfağı yemek odası idi. Yönetim kilerci başına aitti. Kilerci başıya Ser-i Kilâr-ı Hassa denilirdi.60 Kilerci başı ak ağalardan veya iç oğlanlardan olurdu. Padişah has odada yemek yediği zaman padişahın önüne yemeği koyup kapağı açan kilerci başıdır. Sabah ve akşam padişaha verilecek yemeğin pişmesi ve bunun padişahın huzuruna nakli ve yemek sonrasının hazırlanması kilerci başına aitti.

Kiler koğuşu iç oğlanları, çıkmalarda ve sırası geldiği zamanlarda kapıkulu süvari bölüklerine verilirdi.61

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

3.1.5. Hazine Odası

Hazine Koğuşu Kiler koğuşundan bir derece yüksek ve Has Odadan bir derece aşağı olup Fatih Sultan Mehmed döneminde kurulmuştur.62 Fatih Sultan Mehmed zamanında Enderun Odaları arasında yer alan Hazine odası Yavuz Sultan Selim zamanında daha gelişmiş ve teşkilatlanmıştır.

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun MektebiBu odanın kuruluşu ile ilgili Osmanlı Devleti Arşivinde şöyle geçmektedir:

-İstanbul’un fethinden mukaddem mevcud olduğu rivâyet olunan veya bâladan zikr olunduğu üzere (875) senesinde inşası hitam bulan kasrı âlidir. Ki muahharen Hazîne-i Humâyûn ittihaz olunmuştur. Hazîne-i Humâyûnda mevcud eşya muntazam defterlerde mukayyed olunduğu gibi 1084 tarihinden 1901 senesinde kadar Hazîne-i Humâyûnun irad ve mesarıfı rü’yet olunduğu sırada bil cümle nukud-u cevâhir ve ahcâr-ı zi kıyamet vesaire evsaf ve ecnâsıyla mufassalan deftere kayıdı tahrîr olunup muahharen mezkûr defter tekrar ıslah olunarak kayıtları dahi tashîh olunmuştur.63(Belge 3)

Buradaki İç oğlanların sayısı altmıştan eksik olmazdı; daha sonraki tarihlerde mevcutları yüz ona hatta 1772 tarihinde yüz elli yediye kadar çıkmıştı. Buranın en büyükamirleri Serhâzin-i Enderun denilen Hazinedar başı ve hazine kethüdası idi.64

Gılmânı-ı hazine denilen hazine odalısı yılda iki kere bahşiş alırdı. Biri Mısır Hazinesi geldiğin de diğeri ise kışın padişaha el yağı takdim ettikleri zaman. Her ikisinde de bunlara biner akça bahşiş verilirdi.65

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Hazine Odasındakiler, Enderun Hazinesini korumaya memur idiler. Hazinedar başı seferde ve hazerde padişahtan ayrılmazdı. Hükümdar Cuma namazına çıktığı zaman gideceiği camiye daha evvelden gidip mahfel-i hümâyûn denilen hükümdarın namaz kılacağı mahale seccadesini serer ihtiyaten secde edilecek mahalde birkaç defa yüzünü sürerek padişahın yüzüne zarar verecek şeylerin olmamasına dikkat ederdi.66

Buradan çıkma olduğunda gençler kapıkulu süvarileri bölüklerine, müteferrikalığa ve çeşnigirliğe girerdi.67
3.1.6. 

Has Oda

Has Oda, Enderun Mektebi Odalarının en yüksek kademesini teşkil etmekle kalmaz, aynı zamanda da eğitim ve öğretimin en yüksek kısmını teşkil ederdi. Bu odadaki eğitimin ana hedefi talebeleri idarecilik yönünden yetiştirmekle sınırlanmıştır.68

Has Oda, Fatih Sultan Mehmed tarafından kurulmuştur. Has Odanın dört meşhur zabiti: Has Odabaşı, Silahtar, Cuhadar ve Rikabdar idi.69 Bunların asıl vazifeleri, hırka-i şerif dairesinin süpürülmesi, oradaki Mushafların ve kitapların tozlarının alınması, muayyen ve mübarek gecelerde ödağacı yakmak, gül suyu serpmek, parmaklık, şamdan ve diğer eşyayı parlatmak ve temizlemek gibi görevleri olup bunları nöbetle yaparlardı.70

Bu odanın mevcudu otuz iki kişi olup daha sonra kırk kişiye çıkartılmıştır.71 Kanuni Sultan Süleyman’ın Sadrazam’ı olan Makbul İbrahim Paşa, (daha sonra Maktul İbrahim Paşa olacaktır) Has Odada eğitim gören bir devşirmeyken, sadrazamlığa kadar yükselmiştir.


Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Has Odalılar eski ve acemiliklerine göre dışarı hizmete çıkartılırlardı. Eğer Has Odalı eskilerden ise yolu müteferrikalık, acemilerden ise çeşnigirlikti. Mamâfih has odaların sancakbeyliği ile çıktıkları da görülmektedir.72

Has Odaların nizamnameleri olup bunlar harfi harfine tatbik edilirdi. Yatılacak kalkılacak saatler, teneffüs ve istirahat zamanları muayyendi. Odalarda ders okutmak için hocalar vardı. Her bir odanın bir imamı bir de müezzini bulunurdu. Her perşembe günü akşamı yatsı namazından sonra odalarda padişahın sıhhat ve selameti; düşmanların, din ve devlet hainlerinin kahrolması için dua edilirdi.

3.2. EnderunMektebindeEğitim Ve Öğretim

3.2.1. Disiplin Ve Terbiye

Bütün Saray Mekteplerinin talebesi, Osmanlı İmparatorluğunun çeşitli yerlerinden, dinleri ve adetleri tamamıyla başka olan çeşitli ailelerden Devşirme Kanunu ile toplanmışlardır. Çeşitli eğilimleri olan çocukların üzerinde büyük bir otorite kurarak bunların Türk ve Müslüman adetlerine göre yetiştirilmesi gerekmekteydi. Toplamı daima bini aşan bu gençlerin tek terbiye ve aynı sistem altında bir birlik haline getirilmesi lazımdı. Bunun içinde mutlaka bir otoriteye ihtiyaç vardı. Bu sebeple bu mektebin kuruluşundan tarihe karıştıkları güne kadar idare hep Ak ağalara verilmiştir. Son derece sert olan Ak ağalar her yaştaki gençlerin disiplinini sağlama konusunda çok kabiliyetli idiler.73

Enderun’a yeni alınmış acemilere lala tayin olunan ağalar, ellerine teslim edilen çocuğun tahsil ve terbiyesi ile yakından ve çok ciddi olarak meşgul olmaya hem mecbur idiler, hem de bir genç yetiştirmek hasiyet ve şeref meselesi bilinirdi.74 Lalaların tayini ve göreviyle ilgili Osmanlı Devleti Arşivinde:

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

-İş bu lalalara ziyadesiyle hürmet ve ta’zim olunarak herhalde resmî mütâvaatkârı icrâsıyla hizmet olunmak ve o zâtın dahi Acemi ağaya mürebbi olmak usûlü Fatih Sultan Mehmed Han Hazretleri zamanında vaz’ olunup Sultan Bâyazid-i Han-Sani Hazretleri arasında dahi nizam şekline konularak te’kid buyurulmuştur. (Lalalar) Acemi ağaya evvel-emirden Kur’ân-ı Azimüşşan ta’lim ve tilavetle İlm-i Hâl, Tecvîd, Birgivî, Halebî, Kudûrû gibi Akaid-i Diniyye Risâlelerini okutturmak Arabî ve Farisî derslerine devam ettirmekle beraber hamamda yıkanmak ve elbise değiştirmek vesair hizmetlerin usûl ve âdabını öğretmek ile mükelleftir. 75( Belge 4)

Lalalar acemisine evvela İslam âdabını, Kur’ân okumasını dini akideleri ve yazıyı öğretirlerdi. Kendi İktidarı dahilinde ise Arapça ve Farsçayı Öğretirdi. Yahut Sarayın Arabî ve Farsî muallimlerinin derslerine gönderirdi. Çocuğun istidadını yoklar musikiye hevesi varsa meşkhaneye yazdırırdı. Bazen lala kendisi musikişinas olurdu. O zaman acemisini musikiye bilhassa teşvik ederdi. Çocuğun hevesi binicilikte, kemankeşlikte, silahşorlukte ise bu alanlara gitmesi için teşvik ederdi.76

Enderun Mektebinde en büyük ve asla affedilemez kusur atâlet, tembellik ve bir ilme veya bir sanata heves etmemekti.77 Enderun-i Hümâyûnda disiplini sağlayabilmek için bir takım terbiye ve saygı kurallarına uymak gerekiyordu. Huzur-u Hümâyûnda lâubali ve serbest durmak yasaktı. Halk Yanında gerilmek, esnemek sesli olarak aksırıp sümkürmek, sarımsak soğan pastırma gibi şeyler yiyerek yanındakileri rahatsız etmemek gerekirdi. Sofra da büyüklerden önce yemeğe el uzatmak, terbiye kurallarının dışında yemek yemek, başkalarının yemeğine bakmak, esnemek elini sofraya silmek, ekmek ve kırıntılarını dökmek ve dağıtmak yasaktı. Yemekten sonra ellerini ve ağızlarını iyice temizlemesi lazımdı.78

Perşembe ve Cuma günleri el ve ayak tırnakları tenha bir yerde keserek temizlerlerdi. Abdest ve namaz havlularını iki günde bir, el yemenini ve mendillerini her gün değiştirirlerdi.79

Enderun talebeleri yemek zamanı onar kişilik gruplar halinde ayrı ayrı sofralara otururlardı. Her sofrada bir Ak ağa bulunurdu. Herkesin önüne tabak konmazdı Sofranın ortasına konan sahandan yemek yenilirdi. Ak ağa yemeğe başlamadan evvel talebeler sahana el uzatmazlardı.80 Ağız şapırdatmak, kaşık höpürdetmek, ekmek fırdalamak, yere fırda dökmek ayıptı. Pirelenmek, kaşınmak, çamaşırlarını geç değiştirmek, esvabını temiz tutmamak, üstünde söküğü ve yırtığı bulunmak, hamamda yıkanırken etrafındakilere su sıçratmak, arkadaşlarının taklidini yapmak, kadınlara mahsus renklere de kumaşlardan esvab kestirip giymek, her türlü şımarıklık ve küstahlık gibi hareketler ayıptı.81

Enderun-i Hümâyûnda en büyük kusurlar asla affedilmezdi. Küçükler arasından güzel bir çocuğa kötü duygular beslemek saraydan tard sebeplerindendi. Ağır bir suç işleyereksaraydan tartına karar verilen bir Enderunlu’nun evvela zülüfleri kopartılır ve serpuşu alınır, sonra elbisesinin yakası yırtılarak bir meydan dayağına yatırılırdı. Hükmedilen şu kadar sopayı yedikten sonra saraydan atılırdı. Daha sonra saray kapısından yakası yırtık ve yalın ayak çıkarılırdı. Tard kararı genellikle bir de sürgün hükmüne bağlanır, saraydan kovulan Enderunlu, İstanbul’da tutunamazdı.82

3.2.2. KabiliyetleriYöneltme Ve Destekleme

Saray düzeni içinde ve devletin dış hizmetlerinde ilerleyip yükselebilmek büyük ölçüde kabiliyete dayanıyordu. Bu sebeple öğretimin başından sonuna kadar ilgiye, kabiliyetlere ve bireysel farklılıklara öncelik tanınıyordu. Hazırlık okullarındaki öğrencilerle ilgili ve kabiliyetlerine göre askerlik ve savaş hüneri, dil ve edebiyat çeşitli el sanatları, hattatlık vs. gibi alanlardan birinde gelişip yetişme imkânı bulurlardı. Daha ileri düzeyde eğitim görmeyecekleri anlaşılanlar, bu aşamanın sonunda Yeniçeri Ocağı ile ordunun çeşitli hizmetlerine aktarılırlardı veya sarayın ihtiyacını karşılamak için kurulmuş çeşitli atölye ve imalathanelerde çalışma imkânı bulurlardı.83

Üst öğrenim aşamasında da tutum aynıydı. Öğrenci kabiliyetlerine uygun çeşitli öğrenim kanallarından birinde yetişirdi. Türkçe, okuma, yazma, Arapça, Kur’ân ve din dersleri bütün öğrencilerin ortak olarak izlemek zorunda olduğu derslerdir. Bunun dışında ortak öğrenim alanları beden eğitimi, savaş hünerleri gibi konulardır. Arapça dil ve Grameri, Farsça ve Fars Edebiyatı, Fıkıh, Tefsir, Türk Edebiyatı vs. gibi konular üst öğrenim aşamasında özel kabiliyetlere dayanan konulardı. 

Ayrıca öğrencinin Seferli, Kiler ve Hazine odalarına bağlı mesleki öğrenimin hangi dalında derinleşip gelişeceği de geniş ölçüde ferdi kabiliyetlere bağlı özelliklerdir. Bu kabiliyetler doğu lisanlarıyla, İslam ve Osmanlı kanunlarını öğreterek geliştirirdi. Bedenî, ruhî ve dini yetiştirme günlük hayatın gereklerine uygun olurdu. Kabiliyetler her yerde tespit edilip terfi imkânı sağlanırdı. Bu aynı zamanda daha yüksek öğrenim için bir seçilme şansı idi. Böylelikle haksızlığa uğramadan istedikleri alanlarda kendilerini geliştirebilirlerdi.84

Enderun Mektebi müfredatı sadece terfi edecek şekilde değil, ordu ve bürokrasi hizmetine ayrılacakları da tespit edecek şekilde planlanmıştır. Sistem yüksek kabiliyetli ve lider tipli devlet adamlarını keşfetmiştir.85
Enderun Mektebindeki eğitime örnek olmak üzere, Topkapı Sarayı Arşivi müzesinde bulunan Enderun Mektebine ait ders cetveli, Öğrencilerin sayı ve isimleri:

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi
Ayrıca 1909 senesine ait ders cetvelinde okunan dersler şu şekilde gösterilmiştir. İptidaî birinci sene : Eczayı şerife, Talimi namaz, Hesabı zihnî, Hattı sülus İptidaî ikinci sene : Kur’ânı Kerim, İlmihal, Kıraatı Türkiye, Hesab, İmla, Hattı sülus

İptidaî üçüncü sene : Kur’ânı Kerim, İlmihal, Kıraatı Türkiye, Hesab, İmla, Hattı sülus Rüşdî birinci sene : Ulûmu diniye, Arabî, Farisî, Lisan-ı Osmanî, Hesab, İmla, Hattı sülus, Hattı rika, resim 

Rüşdi ikinci sene : Ulûmu diniye, Arabî, Farisî, Lisan-ı Osmanî, Hesab, İmla, Hattı sülus, Hattı rika, resim

Rüşdi üçüncü sene : Ulûmu diniye, Arabî, Farisî, Lisan-ı Osmanî, Hesab, İmla, Hattı sülus, Hattı rika, resim

Rüşdü dördüncü sene : Ulûmu diniye, Arabî, Farisî, Lisan-ı Osmanî, Hesab, İmla, Hattı sülus, Hattı rika, resim86

Sınıfı mahsus dersleri programı: Ulûm-u dinniye İlm-i kelâm Tasvir-i ahlâk Edebiyat-ı Osmaniye Edebiyat-ı Farsiye

Mantık
Tarih-i Umumi
Coğrafyayı Umumi
Riyaziye: Cebir müsellasat

Ulûm-u tabiye87

Osmanlı Devleti’nde araştırma yapan A. Toderini Osmanlı’daki eğitim sistemi hakkında şunları söylemiştir.

“ İstanbul’daki Türkler harp ilminde çok malumat sahibidirler; hakikaten de bu cihetten o kadar iyi eğitim görmüşlerdir ki, Avrupalı matematikçileri bile hayrete düşmüşlerdir. İstanbul’daki kütüphaneleri hem Türkçe hem de Arapça Riyaziye kitapları ile doludur. Astroloji ve İlahiyat ile birlikte kullanacakları cebire ait risaleler önemli kütüphanelerde bulunmaktadır. Bazı genç Türkler, Özellikle Valide Camiindekiler, bu konuda Avrupa’daki neşriyatı da takip etmekteydiler. 

Türkler geometriyi, çok bağlı oldukları Astronomi, Bahriye, Harita ve takvim ilimleri yüzünden inceliyorlardı”.88 A. Toderini’nin sözlerinden de anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti devrinin en önemli bilim merkezlerinden biri olmuştur. A. Toderini’nin bu sözü, hem Osmanlı Devleti’ndeki eğitimi acımasız şekilde eleştiren, hem de Türkiye’yi eğitim konusunda geri bıraktığını savunan kişilere güzel bir cevap olacaktır.

3.2.3. Enderun Mektebindeki Gündelik Hayat

Enderûn-u Hümâyûn da gün şöyle başlardı:

Sabah namazı vaktinden iki saat evvel koğuşların gece nöbetçisi olan ağalar, hamamları yaktırır ve hamamcıları kaldırırdı. Sonra da koğuşun zabitini uyandırırdı. Koğuş zabiti, bütün Müslümanların ve bil hassa sarayda hizmet edip ahrete göçmüş olanların ruhuna birer Fatiha okuyup hediye ederek ve bil hassa sarayda hizmet edip de ahirete göçmüş olanların ruhlarına bir Fatiha okuyup hediye ederek, gayet iri bir çivide asılı duran kapı tokmağı şeklinde bir demir alır ve o çiviye 3 defa sertçe vururdu. Bu, koğuşta kalk işareti idi. Sonra koğuşun bir ucundan öbür ucuna yatakları birer birer dolaşır, bütün ağaları isimleriyle “Mahmut bey!... Mehmet efendi!...

Mustafa ağa!... Mesut çelebi!.... Muhsin halife!...” diye seslenirdi. Gusül abdesti almak iktiza edenler hemen fırlayıp hamama koşarlardı.89

Koğuş zabiti yarım saat sonra koğuşu bir kere daha dolaşır bu sefer, ayaklarını yere vura vura yürür ve hala kalkmamış olanlara daha yüksek sesle seslenirdi.

Yarım saat sonra koğuşu üçüncü defa dolaşırdı. Artık yataklarda sadece uykusu ağır olanlar kalmış olurdu. Bu sefer yatanların yorganlarını açar ve ellerindeki tespih ile sırtlarına birkaç kere vururdu. Bu tespih, bu iş için yapılmış taneleri fındık büyüklüğünde tahtadan doksan dokuzlu bir tespih idi. Sırtına bu tahta tespihi yiyen artık uyanırdı. Böylece, sabah namazı vaktinde Enderun-i Humâyûn’da uyur tek adam kalmazdı. Hamama gidip gelenler ve abdest alanlar yataklarını toplayıp üstüne otururlar, içlerinden güzel sesli bir hafız yükseksesle Kur’ân okurdu.90

Orta kapıda (Bâbüsselâm’da) kapıcı olanlardan birine “Ezan Muhbiri” denilirdi. Ayasofya Camii’nde sabah ezanı okunmaya başlayınca, orta kapının gayet büyük olan demir halkası vurulmaya başlardı. Bu sesi bekleyen Enderunun nöbetçi müezzini de Enderun koğuşlarının ortasında bulunan III. Ahmet Kütüphanesi’nin merdivenlerine çıkar, (bu bina yapılmadan evvel Arz Odası’nın önünden) ezan okumaya başlardı. Bütün Zülüflü Ağalar koğuşlarından intizam ile çıkarak bu kütüphane yanındaki “Zülüflü Ağalar Camii”ne giderlerdi ve orada padişahı beklerlerdi.91

Osmanlı padişahlarının sabah namazlarını Enderunlarla beraber cemaat ile kılınması Fatih devrinden kalmış bir saray ananesi idi. Padişah haremden, yanında Kızlar Ağası ve diğer zenci ve Habeşî hadımağalarla gelirdi. Padişahın, eğer varsa 7 yaşından büyükolan oğullarının da sabah namazına babaları ile beraber ağalar camiine gelmesi yine bir saray ananesiydi.92

Padişah öğle, ikindi ve akşam namazını, Enderun’da dilediği yerde ve ekseriye yakınlarında ve o gün hizmetinde bulunan oğlanlardan mürekkep küçük bir cemaatle kılardı. Padişah yatsı namazını haremde, Devşirme Oğlanlar da koğuşlarında ve koğuş yoldaşlarından mürekkep bir cemaatle kılardı. Koğuşun yaşça en büyüğü ilim ve faziletiyle temâyüz etmiş olanı imam olurdu. 93

Padişah hizmeti nöbetine çıkmamış olan Zülüflü Ağalar (Devşirme Oğlanlar), sabah namazından öğleye kadar ders ve müzakere, yazı ve musiki meşkiyle meşgul olunurlardı. Tahsile fazlasıyla hevesli olanlar, kendi harçlıklarından biriktirdikleri para ile birkaçı bir araya gelip ilmi kadar ahlâkı da tanınmış zevâtı kendilerine hususi muallim olarak tutup saraya getirebilirlerdi. Bu gibi gençler Enderun’un büyükleri ve haremdeki zengin hadım ağalar tarafından da teşvik ve himâye görürlerdi. Kendilerine paraca yardım edildikten başka kıymetli kitaplar hediye edilirdi, o çocuklar üzerine padişahın nazarı dikkati çekilirdi.94

Öğle ile ikindi arası ders ve meşk ile geçerdi. Binicilerle kemankeşle at ve ok talimi yaparlardı. İkindi ile akşam arası büyük teneffüs zamanı idi. Meydanda güreş tutulur ve çomakoynarlardı.95

Akşam ezanına bir saat kala üç aşağı koğuşun kapı perdeleri indirilir, çocuk ve genç ağalar koğuşlarına sokulurdu. Güzel sesliler Kur’ân okumaya başlar, herkes yatağının üstüne oturur Kur’ân’ı dinler böylece namaz vaktini beklerlerdi. Akşam ile yatsı arasında da koğuş arkadaşları arasında ders müzakeresi veya ilmi bahisler üzerine sohbet geçerdi.

Yatsıdan sonra yemek yenilir, büyükler taşlıkta gezinir, sohbet eder, çocuklar koğuştan dışarı çıkarılmayıp akşam yemeğinden sonra yatırılırlardı.96

3.2.4. Devşirme Oğlanlara Verilen Aylıklar Ve Bahşişler

Sarayda Zülüflü Ağalara verilen maaşa “Kaftan Akçesi” denirdi ve o zamanın tabiriyle ancak bir tütün parası idi, senede üç yüz kuruş kadar bir şey tutardı.

Seferli, kiler ve hazine koğuşlarının zülüflerine senede birer defa ayrı ayrı isimlerle padişah adına anânevi bir bahşiş dağıtılırdı.97

Kurban bayramlarında padişahın kendi eliyle keseceği kurbanları hazine koğuşlarının Zülüflü Ağaları tezyin ederdi, bu vesile ile hazinelilere “Kurban Akçesi” adı verilen bir para dağıtılırdı.

Kiler koğuşu zülüflüleri nisan ayında, koğuşlarının önüne koydukları sehpalara yerleştirilen kâselerde nisan suyu toplarlar, sürahilere doldurup padişaha takdim ederler, onlara da “Nisan Suyu Akçesi” adı ile bir para verilirdi.98

Seferli koğuşu ağaları da ilkbaharda, bazı kokulu çiçekleri toplarlar, taktir ederler ve çiçek suları yapıp keza sürahilere doldurarak padişaha verirlerdi. Onlara da “Buhur Suyu Akçesi” adlı bir İhsan-ı İahane çıkardı.99

Saray düğünlerinde bilhassa şehzadelerin sünnet düğünlerinde üç aşağı koğuşun Zülüflü Ağalar, takım takım türlü oyunlar hazırlarlar, gösterirlerdi, kendilerine bahşiş dağıtılırdı.

Meşkhanede musikiye çalışarak, sazende veya hanende oalrak temayüz etmiş olanlar, mehterler, kemankeşler, biniciler, ciritçiler, sık sık padişah huzurunda marifetler gösterir, ihsan alırlardı.100

Yazıya heves edip hatta olanlar levhalar yazıp Enderûn erkânına ve padişaha takdim ederler, saray kütüphanelerindeki nâdide yazma eserleri Enderûn erkânı için istinsah ederler, Mushaf-ı İerifler yazıp keza saray erkânı ile padişaha takdim ederler ve kıymetli hediyeler, yüksek nakdî yardımlarla taltif edilirlerdi. Her sene birer kat resmi üniformaları ve her sene iki takım çamaşırları saraydan verilirdi. Müezzin ağalar, hafız ağalar bilhassa ramazan ayında ayrıca ihsan alırlardı.101

Culûslarda bahşiş çıkardı ve nihayet Zülüflü Ağalar arasında kişizâde olanlar da kapı yoldaşları olan garip kimsesiz ağaları, izzeti nefislerini rencide etmemek suretiyle nakdî yardımlarla türlü hediyelerle korurlardı.102

3.3. Enderun’da Yetişip ÖnemliGörevlere Gelenler

3.3.1. Enderun Mektebinde Yetişip Sadrazam Olanlar

Mehmed Paşa, Ahmed Paşa, Davut Paşa, Hersek Zâde Ahmed Paşa, Hadım Ali Paşa, Koca Mustafa Paşa, Tavaşi Hadım Sinan Paşa, Makbul İbrahim Paşa, Ayaz Paşa, Lütfi Paşa, Hadım Süleyman Paşa, Kara Ahmed Paşa, Semiz Ali Paşa, Sokullu Mehmed Paşa, Ahmed Paşa, Sinan Paşa, Siyavuş Paşa, Hadım Mesih Paşa, Ferhat Paşa, Manisalı Lala Mehmet Paşa, Silâhtâr İbrahim Paşa, Cağalazâde Sinan Paşa, Hadım Hasan Paşa, Cerrah Mehmed Paşa, Silâhtâr Yavuz Ali Paşa, Bosnalı Lala Mehmed Paşa, Silâhtâr Damat Mehmed Paşa, Kayserili Halil Paşa, Dilâver Paşa, Davut Paşa, Lefkeli Silâhtâr Mustafa Paşa, Gürcü Mehmed Paşa, Kemankeş Kara Ali Paşa, Silâhtâr Çerkes Mehmed Paşa, Filipeli Hafız Ahmed Paşa, Bosnalı Silâhtâr Hüsrev Paşa, Sultanzâde Mehmed Paşa, Abaza Silâhtâr Melik Ahmed Paşa, Abaza Silâhtâr Siyavuş Paşa, Tarhuncu Kethüdâ Ahmed Paşa, Silâhtâr Beşir Mustafa Paşa, Malatyalı Silâhtâr Süleyman Paşa, Arnavut Köprülü Mehmed Paşa, Ayaşlı Nişanı İsmail Paşa, Bozoklu Silâhtâr Bıyıklı Mustafa Paşa, Kavanos Ahmed Paşa, Moralı Damat Hüseyin Paşa, Silâhtâr Çorlulu Ali Paşa, Abaza Silâhtâr Süleyman Paşa, İehid Ali Paşa, Silâhtâr Mehmed Paşa, Silâhtâr Seyyid Mehmed Paşa, Silâhtâr Ali Paşa, HüsrevMehmed Paşa, Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa.103

3.3.2. Enderun Dışında Fakat Saraya Bağlı Dairelerde Yetişip Sadrazam Olanlar

Yemişçi Hasan Paşa, Kuyucu Murad Paşa, Bostancı Başı Derviş Paşa, Baltacı Nasuh Paşa, Bostancın Başı Ohrili Hasan Paşa, Dilâver Paşa, Bostancı Başı Boşnak Recep Paşa, Teberdar Mehmed Paşa, Boşnak Süleyman Paşa, Kalaylı Koz Ahmed Paşa, Teberdar Mehmed Paşa, Bostancı Başı Arnavut Halil Paşa, Teberdar Damat İbrahim Paşa, Kozbekçi Pandul Topal Osman Paşa, Bostancı Başı Ali Paşa, Teberdar Bolulu Mehmed İzzet Paşa, Bostancı Başı Hafız İsmail Paşa, Bostancı Başı Abdullah Paşa, Damat Mehmed Ali Paşa.104

3.3.3 Enderun Mektebi’ndeYetişen Şeyhülislamlar

Mirza Mustafa Efendi, Çerkes el-Hâc Hafız Halil Efendi, Yasencizâde esseyyid Abdülvahap Efendi.105

3.3.4 Enderun Mektebi’ndeYetişen Kaptan-ı Deryâlar

Şehid Mehmed Paşa, Sokullu Mehmed Paşa, Küçük Piyale Paşa, Silâhtâr Cağalezâde Sinan Paşa, Filipeli Hafız Ahmed Paşa, Silâhtâr Öküz Mehmed Paşa, Bosnalı Hain Kara Davut Paşa, Silâhtâr Siyavuş Paşa, Hanya Fatihi Silâhtâr Gazi Yusuf Paşa, Silâhtâr Bıyıklı Mustafa Paşa, Silâhtâr Çerkes İehid Kenan Paşa, Silâhtâr Mustafa Paşa, Musahip Mustafa Paşa, Silâhtâr Köle Süleyman Paşa, Silâhtâr Bekir Paşa, Küçük Hüseyin Paşa, Abaza Hüsrev Mehmed Paşa, Bursalı Mehmed Said Paşa, Kilâri Süleyman Raif Paşa, Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa.106

3.3.5 Enderun’da Eğitim Görmemiş Ama Sarayda Yetişen Kaptan-ı Deryâlar

Bostancı Başı Derviş Mehmet Paşa, Bostancı Başı Arnavut Mehmet Recep Paşa, Bostancı Başı Maktul Cafer Paşa, Baltacı Kastamonulu Deli Hüseyin Paşa, Bostancı Başı Ahmed Paşa, Kayserili Baltacı Koz Ahmed Paşa, Teberdar Mehmed Paşa, Bostancı Başı Hacı Mehmed Paşa, Bostancı Başı Hafız İsmail Paşa, Bostancı Başı Hacı Mehmed Paşa, Bostancı Başı Hacı Abdullah Paşa, Firarî Ahmed Paşa, Damat Mehmed Ali Paşa.107

3.4Enderun Mektebi’nin Zayıflaması Ve Kapanışı

Osmanlı Devleti eğitim sisteminde önemli bir kurum olan ve bizzat devlet adamı yetiştiren Enderun Mektebi’nde ilk esaslı değişiklik II. Mahmud’un zamanında olmuştur. II Mahmud yeniçerilinin kaldırılmasıyla başlayan düzenleme hareketlerini yanısıra Enderun’da da birçok değişiklikler yapmıştır. 1830 tarihinde silahtarlığın kaldırılmasıyla “Enderun-i Humayûn Nezareti” kurulmuştur. 1831’de “Mabeyn-i Humayun Müşirliği” kurulmuştur. Böylece Cuhadar ve Rikâbdarın görevleri mabeynciler tarafından yapılmaya başlanmıştır. Tülbent Ağası denilen Sarıkçı Başılık ünvanı “Esvabcı Başı” Kiler kedhüdalığı ünvanı ise Kilerci Başı olarak değiştirilmiştir.108

1838 yılında Mabeyn-i Humayun Müşirliği, “Serkurenalık” ünvanını aldı. Sonradan yine Mabeyn Müşirliği kuruldu. Daha sonra “Enderun-i Humayun Nezareti” ünvanı değiştirilerek önce “Mabeyn Nazırı” sonra da “Hazine-i Hassa Nazırı” adı verildi. Serkurenalık, saltanatın kaldırılmasına kadar devam etti.109

Sultan Abdülmecid Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırınca oraya taşındı. Bundan sonraki dönem Enderun Mektebi’nin zayıflamaya başladığı dönem oldu. Mabeyn Enderun’dan ayrıldu. Enderun hizmetlerinin gelişme imkânları kalmadı. Hırka-i Saadet ve Hazine-i Humayûn görevleri Hazine kedhüdasına bırakıldı. II. Abdülhamid zamanında ise Enderun tamamen ihmal edilerek önemini kaybetti. Meşrutiyetle birlikte Enderun’un hiç önemi kalmadı.110

1 Temmuz 1909 tarihinde bir kararname, bir de talimatname yayınlanarak Enderun Mektebi lağvedilmiştir. Aynı zamanda Has Oda, Hazine Odası ve Seferli Koğuşları adları ve vazifeleri ile birlikte kaldırılmıştır. Buralarda çalışanların öğretmenlerden Akaid ve Kur’ân-ı Kerim öğrenmeleri için cumadan başka her gün bir veya iki ders almaları, Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemeleri talimatnamede ayrıca açıklanmıştır. Yine Enderun-i Humayun’da çalışanların vazifelerine zarar gelmemek üzere istedikleri mektepte devamlarına izin verilmiştir.111

Sonuç
Enderun Mektebi kuruluşundan kapanışına kadar Osmanlı Devleti eğitiminde önemli bir rol oynamıştır. II. Murad tarafından Edirne’de inşa edilen Enderun Mektebine, Balkanlardaki gayrimüslim tebaadan alınan çocuklar eğitim görmüştür. Böylelikle hem Türk kültürünü ve ananesini öğrenmişler, hemde içlerinde zeki olanlar devletin hizmetine alınmıştır. İstanbul’un feth edilmesiyle birlikte Enderun Mektebinin bazı odaları, İstanbul’a naklolunmuştur. Fatih Sultan Mehmed’in Topkapı Sarayı’nı inşa ettirmesiyle birlikte Enderun Mektebi’nin odaları tamamen buraya taşınmıştır. Enderun Mektebi, Fatih Sultan Mehmed döneminde genişletilerek büyütülmüştür. Bu dönemden itibaren devşirme kökenli kişilerin devlet yönetiminde etkisi artmaya başlamıştır.

Gayrimüslim halktan toplanan çocuklar, İstanbul’a getirilerek bir süreliğine Türk ailelerinin yanına veriliyordu. Burada İslam’ı ve Türk kültürünü öğreniyor ve Osmanlı çiftçisine yardımcı oluyordu. Belirli bir süre geçtikten sonra bu çocuklar, tekrar toplanılarak İstanbul’a getiriliyordu. Buradaki acemi oğlanlar koğuşuna gönderilerek eğitimine buradan devam ediyordu. Daha sonra içlerinden zeki ve başarılı olanlar, Osmanlı Devleti’nin Hazırlık Sarayları olan Edirne, Galata, İbrahim Paşa ve İskender Celebi Saraylarına gönderiliyordu. Bu hazırlık saraylarını başarıyla bitiren devşirme oğlanlar, çıkma adıyla Osmanlı Devleti’nin Saray Üniversitesi olan Enderun Mektebinde eğitim görme hakkı kazanıyordu.

Enderun Mektebi yedi koğuştan meydana geliyordu. Bunlar önem sırasına göre Büyük Oda, Küçük Oda, Doğancı Koğuşu, Seferli Oda, Kiler Odası, Hazine Odası, Has oda. Büyük ve Küçük Oda bu koğuşların en düşük mertebesi derecesindeydi. Enderun Mektebinde nizam ve intizam içinde eğitime devam ederlerdi. Mektebin kuralları belirlenmiş ve talebelerin de, buna kati olarak uyması gerekmekteydi. Eğer Devşirme Oğlanlar buradaki eğitimini başarıyla tamamlarsa beylerbeyilik, kazaskerlik, kapıdan-ı deryalık hatta sadrazamlık makamına kadar yükselenler bile vardı. Bu da bizlere Osmanlı Devleti’nin eğitim sistemi, soylu olmaya değil, bilgili ve zeki olmaya dayandığı açıkça göstergesidir.

Enderun Mektebi II. Mahmud döneminden itibaren eski önemini kaybetmiş ve zayıflamaya başlamıştır. II. Mahmud’dan sonra gelen padişahlar, kendi dönemlerinde de bu durumu böyle devam ettirmiştir. Sultan Abdülmecid’in, devlet merkezini Topkapı Sarayından, Dolma Bahçe Sarayına taşımasından sonra bu mektebin lağvedilmesi gündeme geldiyse de Enderun Mektebi varlığını bir süre daha devam ettirmiştir. Bu mektep 1909 yılında kapatılmıştır.

Devşirme Oğlanların Resimleri:

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi
Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi
Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi
Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi
Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi

Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi
Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi
Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi
Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi
1) Özbilgen Erol, Bütün Yönleriyle Osmanlı, İstanbul2004, s. 113
2) Akkutay Ülker, Enderun Mektebi, Ankara 1984, s. 25
3) Akyüz Yahya, Türk Eğitim Tarihi, İstanbul 1997, s. 79
4) Imber Colin, Osmanlı İmparatorluğu (1300-1650), çev. İiar Yalçın, İstanbul 2006, s. 175
5) Akkutay Ülker, a.g.e. s. 63
6) Baykal İsmail Hakkı, Enderun Mektebi Tarihi, İstanbul 1953, s. 18.
7) İsfendiyaroğlu Fethi, Galatasaray Tarihi, İstanbul 1952, s. 57
8) Akkutay Ülker, a.g.e. s. 26
9) Akkutay Ülker, a.g.e. s. 26
10)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 26
11) Baykal İsmail Hakkı, a.g.e. s29
12)Baykal İsmailHakkı, a.g.e. s. 33
13)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 37-38
14)Ortaylı İlber, Osmanlı Sarayında Hayat, İzmir 2008, s. 35
15)Ortaylı İlber a.g.e. s. 85-86
16)Uzun Çarşılı İsmailHakkı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s. 308
17)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 36
18)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 36
19)İmber Colin, a.g.e. s. 172
20)Uzunçarşılı İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti Teşkilatında Kapıkulu Ocakları, Ankara 1943, C.1, s. 6-7
21)AkyüzYahya, a.g.e. s. 80
22)Özcan Abdülkadir, “Devşirme”, T.D.V.İ.A. İstanbul 1994, C. 9s. 255
23)Uzunçarşılı İsmail Hakkı, “Devşirme”, ME.B.İ.A. İstanbul 1963, C. 3, s. 564
24)Uzunçarşılı İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti Teşkilatında Kapıkulu Ocakları, Ankara 1943, C.1, s. 15
25)Uzunçarşılı İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti Teşkilatında Kapıkulu Ocakları, Ankara 1943, C.1, s. 16-17
26)Uzunçarşılı İsmail Hakkı, “Devşirme”, ME.B.İ.A. İstanbul 1963, C. 3, s. 564
27)Özcan Abdülkadir, “Devşirme”, T.D.V.İ.A. İstanbul1994, C. 9s. 255
28)İmber Colin, a.g.e. s. 177
29)AkyüzYahya, a.g.e. s. 80
30)Özcan Abdülkadir, “Devşirme”, T.D.V.İ.A. İstanbul 1994, C. 9 s. 255
31)Uzunçarşılı İsmail Hakkı, “Devşirme”, ME.B.İ.A. İstanbul 1963, C. 3, s. 564
32)İmber Colin, a.g.e. s. 181
33)İmber Colin, a.g.e. s. 180
34)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 49
35)Öztuna Yılmaz, “Osmanlı Saray Üniversitesi Enderun”, Hayat Tarih Mecmuası, Yıl:8, C.1, İstanbul1972, s. 10
36)Uzunçarşılı İsmail Hakkı, Osmanlı Devleti Saray Teşkilatı, Ankara 1984 s. 300
37)Akkutay Ülker, “Osmanlı Eğtim Sitemin de Enderun Mektebi”, Osmanlı, C.5, Ankara 1999, s. 188
38)Akkutay Ülker, a.g.m s. 188
39)Özcan Abdülkadir, “Bedergâh” T.D.V.İ.A. C. 5, İstanbul1992, s. 302
40)İsfendiyaroğlu Fethi, a.g.e. s. 485-486
41) Akkutay Ülker, a.g.m. s. 188
42)Akkutay Ülker, a.g.m. s. 189
43)AkyüzYahya, a.g.e. s. 81
44)Uzunçarşılı İsmail Hakkı, Büyük Osmanlı Tarihi, C: 2, Ankara 1984, s. 521
45) İpşirli Mehmed, “Enderun” T.D.V.İ.A. C. 11İstanbul 1994, s. 186
46) Akkutay Ülker, a.g.e. s. 87
47)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 87
48)Uzun Çarşılı İsmailHakkı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s. 310
49)İpşirli Mehmed, a.g.m. s. 186 50)AkyüzYahya, a.g.e. s. 81
51)Baykal İsmailHakkı, a.g.e. s. 65.
52) Akkutay Ülker, a.g.e. s. 91
53)Akkutay Ülker, a.g.m. s. 189
54)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 90
55)Akkutay Ülker, a.g.m. s. 189
56) Ergin Osman, Türk Maarif Tarihi, C. 1-2, İstanbul1972 s. 12
57)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 93-94
58)İpşirli Mehmet, a.g.m. s. 186
59) Baykal İsmailHakkı, a.g.e. s.62
60)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 95
61)İpşirli Mehmet, a.g.m. s. 186
62) Uzun Çarşılı İsmailHakkı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s. 315
63)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 98.
64)Uzun Çarşılı İsmailHakkı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s. 316
65)Uzun Çarşılı İsmailHakkı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s. 317
66)Uzun Çarşılı İsmailHakkı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s. 317-318
67)İpşirli Mehmet, a.g.m. s. 186
68)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 104
69)İpşirli Mehmet, a.g.m. s. 186
70)Uzun Çarşılı İsmailHakkı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s.325
71)Özbilgen Erol, a.g.e. s. 106
72)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 126
73)Koçu Reşat Ekrem, Topkapı Sarayı, İstanbul 1960, s. 127
74) Akkutay Ülker, a.g.e. s. 126
75)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 127
76)Koçu Reşat Ekrem, “Osmanlı Sarayında Enderûn Teşkilatı” Hayat Ve Tarih Mecmuası, Yıl 8, C. 7, İstanbul 1972, s.32
77)Koçu Reşat Ekrem, a.g.e. s. 128
78)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 128
79)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 128
80)İsfendiyaroğlu Fethi, a.g.e. s. 490
81)Koçu Reşat Ekrem, a.g.e. s. 128
82)Koçu Reşat Ekrem, a.g.m. s. 32
83)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 136
84) Akkutay Ülker, a.g.e. s. 137
85)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 138
86) Ergin Osman, a.g.e. s. 23
87) Ergin Osman, a.g.e. s. 24
88)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 150
89)Koçu Reşat Ekrem, a.g.e. s. 145
90)Koçu Reşat Ekrem, a.g.m. s. 34
91)Koçu Reşat Ekrem a.g.e. s. 145
92)Koçu Reşat Ekrem a.g.e. s. 146
93)Koçu Reşat Ekrem, a.g.m. s. 35
94)Koçu Reşat Ekrem, a.g.e. s. 146
95)Koçu Reşat Ekrem, a.g.m. s. 35
96)Koçu Reşat Ekrem, a.g.e. 146 97)Koçu Reşat Ekrem, a.g.m. s.35
98)İpşirli Mehmet, a.g.m. s. 187
99) Uzun Çarşılı İsmail Hakkı, Osmanlı Devletinin Saray Teşkilatı, Ankara 1984, s.351
100)Koçu Reşat Ekrem a.g.m. s. 33
101)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 153
102)Koçu Reşat Ekrem a.g.m. s. 34
103)Ülker Akkutay, a.g.e. s. 159
104)Ülker Akkutay, a.g.e. s. 159
105) Akkutay Ülker, a.g.e. s. 159
106)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 160
107)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 160
108)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 160
109)Akkutay Ülker, a.g.m. s. 192
110)Akkutay Ülker, a.g.e. s. 28
111) Ergin Osman, a.g.e. s. 24

Yurt İçinde Ve Yurt Dışında İhtiyac Duyan Kişi Ve Kurumlara;
Yiyecek ve içecek alanlarında restoran ve konaklama ve işletmelerine belirtilen konularda Osmanlı ve Türk mutfağı, Osmanlı saray mutfağı, Anadolu mutfağı, Akdeniz mutfağı, menü planlama, konsept belirleme, mesleki eğitim alanlarında uluslararası konumda has aşçıbaşı Ahmet Özdemir olarak;

Yiyecek ve içecek danışmanlığımutfak danışmanlığıişletmeci körlüğüYeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?, Kesin Başarı İçin Restoran Danışmanlığı Almalımıyım?, Menü DanışmanlığıRestoran YönetimiGastronomi DanışmanlığıŞehrin En İyi Restoranlarına Nasıl Sahip Olabilirim?, Yeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular?, Kalıcı Bir Restoran Sahibi Olabilmek İçin Dikkat !!! konularında mesleki eğitim ve danışmanlık hizmetleri vermekteyim. İlgili projeler için mesleki bilgilerime ihtiyac duyan kişi ve kurumlar Türkiye saati ile sabah 10:00 ila aksam 22:00 saatleri arasında tarafım ile İLETİŞİM bilgilerimden bağlantıya geçebilirler...

25 Ekim 2020 Pazar

Kimlik Bağlamında Yemek Kültürü


 Yemeğin İdeolojisi Ya Da İdeolojinin Yemeği: Kimlik Bağlamında Yemek Kültürü 

Mümtaz Fırat

Kavramsal Çerçeve
İdeoloji ile yemek arasında kurulacak bir ilişki ilk bakışta yadırgatıcı gelebilir. Bu makalede tartışmamızın merkezinde olmamakla birlikte ideolojiyi; bizi diğerlerinden ayırt eden, kendimize ait korunaklı bir alan olarak tasavvur etmekteyiz ve bunu ilerleyen bölümlerde özetle vereceğiz. Fakat ilk olarak dikkatinizi çekmek istediğim şey; bir kültürel kod olarak yemeğin, ideolojilerin nesnesine dönüşümü ve bunun kimlik ile olan ilişkileridir. Kimlik Bağlamında Yemek Kültüründe Günün birinde hepimiz kendimizi, dünyaya gelirken oluşmasına katkı sunmadığımız bir çevrenin kolektif kimliğinin bir parçası olarak görüveririz. İşte ideoloji, ait olduğumuz bu toplumsal kimliğin harcında yer alan temel figürlerden biridir. Bizi, diğerlerinden ayıran bu şey sınırlarımızın tayininde önemli bir belirleyendir. Biz ancak, büyük ölçüde sınırlarda gezindiğimizde kendimizin ve başkalarının farkına varırız. Yemeğin bütün sınır tanımaz evrenselliğine karşın, yemeklerin sınırlarında edimsel bir kimlik ediniriz. 

Yemeğin ideolojisi ya da ideolojinin yemeği başlığına dönecek olursak, yemeğin ideolojisi ile son yıllarda giderek kendine genişleyen bir kültür çevresi oluşturan yemek kültürünü anlatmak istiyoruz. Yemeği merkeze koyan ve giderek genişleyen bu alan, yemeğin ideolojik alanının bir yanıdır. Binlerce yemek kitabından günlük gazetelerin yemek sayfalarına, yemek dergilerinden televizyon kanallarına ve programlarına, sinema filmlerinden yemek yarışmalarına, aşçılık okullarından üniversitelerin gıda bölümlerine, lokantalardan fast foot’lara kadar olan devasa bir alandan bahsetmekteyiz. İdeolojinin yemeği kavramı ise; değer, tutum ve davranışlarımızı şekillendiren dünya görüşümüzün biçimlendirdiği yemek kültürünü ifade etmekte ve yemeğin bir diğer ideolojik alanına işaret etmektedir. Yani sınıfsal/etnik/siyasal kimliğimizin bir parçası olan ideolojilerimizin, göstergesel araçlar olarak yemek kültürüne başvurması olarak anlaşılmalıdır. Bunlardan birincisi; tüketim toplumunu, diğeri ise bu yazının ana konusu olan kültürel yeniden üretim alanını işaret etmektedir. 

Terry Eagleton ideoloji adlı yapıtında; ideolojiyi, kabaca, gittikçe daha belirgin biçimde odaklaşan altı farklı tarzda tanımlamanın olanaklı olduğunu söyler (Eagleton, 1996:55). Bu tanımlar arasında en geneli olduğunu düşündüğü kültür anlamında ideolojiyi şu şekilde tanımlamaktadır: … ideolojinin toplumsal yaşamdaki fikir, inanç ve değerleri üreten genel maddi süreç olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür bir tanım, hem siyasi, hem de epistemolojik olarak yansız ve terimin geniş anlamında alındığında ‘kültür’e yakındır. 

İdeoloji veya kültür, bu anlamda, belirli bir toplumdaki bütün anlamlandırma pratiklerini ve simgesel süreçleri kapsayan bir kompleksin tamamına karşılık gelir; toplumsal pratiklerinden kendinden çok, ( bunlar siyaset, ekonomi, akrabalık kuramı vb.’nin alanına girer) bireylerin bu pratikleri ‘yaşama’ biçimlerini ima eder (Eagleton,1996:55). Fakat yine de bu kullanımın antropolojik anlamda ‘kültür’ anlamından daha dar bir kullanım alanını içerdiğini belirtir ve kültür ile ideoloji arasındaki farkı yiyecekler üzerinden şu şekilde açıklar: ideoloji, sadece bir toplumdaki söz gelimi yiyecek ile ilgili anlamlandırma pratikleri anlamına gelmez; bunun ötesinde siyasi iktidar süreçleriyle bu göstergeler arasındaki ilişkiyi kapsar. İdeoloji, genel ‘kültür’ alanı ile çakışmaz, bu alanı belirli açıdan aydınlatır (Eagleton,1996:55).  

Yemek kültürü ile ideoloji arasındaki ilişkiyi daha açıklayıcı bir çerçeve çizerek yorumlayan Roland Barthes de: “Yiyecekler toplumdaki mevcut toplumsal sınırları ve birliktelikleri imleyen bir iletişim sistemi, bir imajlar bütünü, kullanım, durum ve davranışlar protokolü oluşturur” (Akt.Orkun,2009:2) der. Fakat bu ilişki bir yandan bireylerin kolektif kimliklerinin izlerini taşırken bir yandan da bireyin kişisel karakteristiği hakkında da mesajlar içermektedir. 18. yüzyılın yeme içme ustalarından Jean Anthelme Brillat-Savarin ünlü bir özdeyişinde şunu söylüyor: “Bana ne yediğini söyle; sana kim olduğunu söyleyeyim (Bober, 2003:12).” 

İdeoloji, insan hayatında her şeyin içine karışıyor. Böyle olunca, bir ulusun yediği yemeklerin ve yeme üslubunun ideolojisinden etkilenmemesi imkânsız. Bir ulusal mutfak, sadece ulusal ekonominin değil, bir dünya görüşünün ürünü aynı zamanda (Belge, 2001:35). Yemek kültürü ile ideoloji arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışırken Belge ideolojiyi daha çok dünya görüşü anlamında kullanmaktadır ve bir ulusal mutfak, bir ulusal giysi kadar yansıtabiliyor tarihi, bütün bir hayat anlayışını ve dünya görüşünü (Belge, 2001:38 ) şeklinde özetlemektedir durumu. 

İdeoloji ile kimlik arasında karmaşık ama nihai olarak birbirini olumlayan bir ilişki olduğu söylenebilir. Aidiyet, meşruluk gibi referanslara dayanan bu ilişki önemli ölçüde tarihsel ve mekânsal olarak hep yeniden inşa edilir. Bu inşa süreçlerinde beslenme ve yemek kültürünün göstergesel anlamlarına da yaygın biçimde müracaat edilmektedir. Tipik bir örnek olarak şaşaalı yemek sofraları ele alınabilir. Tarih boyunca bir taraftan iktidarların güç ve ihtişamlarının bir göstergesi olurken diğer taraftan yoksulların öfke kaynağı oldular. Halk edebiyatımızda ağaların, beylerin, efendilerin sofralarına düzülmüş övgülerle dolu dizelerin yanı sıra bu durumu yerenlerin sayısı da az değildir.  

Beslenme pratikleri siyasal ilişkilerin edimsel bir dolayımı olduğuna göre bu pratiklerin uzun süreli tarihsel değişmelerde oynadıkları örtük rol üzerine düşünmek gerekir. Beslenme pratikleri siyasal toplumların ‘bir arada durması’na, onların ‘anlam dünyası’na örtük ama sonuç getirici bir şekilde katkıda bulunmazlar mı (Bayart, 1999: 171)? Biz de burada genel olarak kültürel kimliğin bir parçası olan yemek kültürünün topluluk kimliğiyle üst üste bindiği durumları gözden geçireceğiz. Bunu yaparken antropolojik anlamda ilkellerden başlayarak yiyecekler ile dinsel, ulusal, sınıfsal, etnik ve bireysel sınırlarla topluluğun simgesel kuruluşu arasındaki ilişkiyi ele almaya çalışacağız. Yemek,  sadece beslenmenin doğal bir aracı olarak ele alındığında onun toplumsal tasavvurdaki yerini kavramsallaştırmakta büyük eksiklik olacağını düşünmekteyiz. Yemeğin semiyolojik (göstergebilimsel) yönleriyle incelenmesi ülkemizdeki yemek yazınının temel ihtiyaçları arasında yer almaktadır. 

İnançlar ve Yemek 
Arkaik tasavvura göre içmek ve yemek aynı ölçüde karmaşık süreçlerdir. Bir şeyleri midesine indiren bir insan hem yediklerine hâkim olur hem de onların eline düşer. Zira şeylerin kendine ait hayatları vardır. İnsanın yediği bitki ve hayvan (yamyamlık konu dışı) insanın içinde hemen etkisini gösterir; dost ya da düşman olmasına göre ya insanlıkla birlik olur ya da ona karşı (Schivelbusch, 2000:162). Yine antropolojik bulgular, totemizm inancında insanların, yiyeceklerle kurduğu ilişkinin iki yönlü olduğunu göstermektedir. İnsanlar üzerinde, tüketici rollerini sınırlandıran bir etkiye yol açarken, diğer taraftan yiyeceklerde var olduğuna inanılan olağanüstü güçleri yiyen üzerindeki etkileri üzerinde odaklanmaktadır.  

Bu nedenle totemleri olarak kabul ettikleri hayvan ve bitkilerle ilişkileri belirli kurallara bağlanmıştı. Farklı klanlar farklı bitki ya da hayvan totemlerine sahiplerdi. Klanlar arasındaki sınırları bir anlamda bu semboller üzerinden belirlemekteydiler. Ayrıca hangi yiyeceklerin, klanın hangi üyelerince yenilebileceğini; cinsiyet, yaş ve benzeri değişkenler üzerinden kategorik ayrımlara tabi tutmuşlardır. Belli hayvanlar … erkekler tarafından yenilmeye uygundur, diğer bazıları kadınlar, diğerleri çocuklar, diğerleri de kadınlar tarafından. Geri kalan diğerleri tamamen yenilmez olarak değerlendirilir. 

Şu ya da bu şekilde erkek ve kadın tarafından tüketilmek için uygunsuz olduklarından, reddedilen hayvanlar sınıflanma şemalarına göre de muğlaklık içinde olurlar. Onların hayvan taksonomisi, gece hayvanlarını gündüz hayvanlarından; yukarıdaki hayvanları (kuşlar, sincaplar, maymunlar) aşağıdaki hayvanlardan; su hayvanlarını kara hayvanlarından ayırır. Davranışları muğlâk olanlar bir ya da başka tür kuraldışılıklar olarak alınır ve diyet listesinden çıkarılırlar (Morris, 2004:328) . Modern zamanlarda bu sınırları göstergebilimsel açıdan ele alan Barthes’in, Fransız ulusunun totem içkisinin şarap olduğu üstüne yazdığı makalesi* incelenmeye değerdir.  Yiyeceklerin bu şekilde sınıflandırılması semavi dinlerde haram-helal kategorileri üzerinden devam etmiştir. Hıristiyanlık inancı içinde özel bir ritüel olan Ekmek ve Şarap Ayini, bu yiyeceklere kutsiyet atfetmektedir. 

Ekmek ve şarabın, Hıristiyanlık inancında metaforik kullanımında;   Hz. İsa’nın son akşam yemeği, Hıristiyan ayinin özel bir parçasıdır. Snoptik İncillerden, Matta İncili’nde İsa’nın son akşam yemeği şöyle anlatılır: “Onlar yemek yerlerken, Isa ekmek aldı, şükran duası edip parçaladı ve şakirtlere verdi ve dedi: Alın, yiyin, bu benim bedenimdir. Ve bir kase alıp şükretti ve onlara vererek dedi: Bundan için. Çünkü bu benim kanım, günahların bağışlanması için birçokları uğrunda dökülen ahdin kanıdır. Fakat ben size derim: Babamın melekûtunda sizinle taze olarak onu içeceğim o güne kadar, ben asmanın bu mahsülünden artık içmeyeceğim.** Yahudilik inancında, Hz. Musa öncülüğünde Mısır’dan çıkışın kutlandığı Hamursuz Bayramı’nda yapılan mayasız ekmek, bu kutsal geçmişe gönderme yapmak üzere kullanılan metafordur. 

İslam inancında tufandan kurtuluşu sembolize eden Aşure, ayrıca Şiilik ve Alevilikte özel bir öneme sahip olan ‘Kerbela Vakası’nı anıştırmak üzere kullanılan bir metafordur. Bunların dışında domuz, tavşan, inek gibi hayvanlarla ilgili yasaklar ya da onaylar belli dinsel inanmaları sembolize etmek için; menkıbe, efsane gibi anlatılarda, ilahi metinlerde ve çağdaş yazında oldukça yaygın biçimlerde kullanılmaktadır. Bu metaforlara siyasal sorunlarda başvurulmakta ve çeşitli biçimlerde kullanılmaktadırlar. … 

kışkırtıcılar cami önlerine domuz cesedi atsa veya Hindistan’da cemaatleri ayaklandırmak için kasten ineklere kötü davransa, Rusya’daki Yahudi karşıtı şiddet olaylarının nedeni olarak sık sık Museviler’in votka ticaretindeki rolü gösterilse ve Güney Afrika’da alkol tüketimindeki kısıtlamalar ırk ayrımına karşı mücadelenin berraklaştığı yerler (Bayart,1999:170) dir. 19 Mart 2009 tarihli bir gazete haberine göre Çek Cumhuriyeti’nde caminin dışındaki çite asılan domuz başının yanına “İslam’ı durdurun” yazan bir notun konulduğu bildiriliyordu.*** 

Bir Arap atasözü, insan-yemek ilişkisinin inançlara nasıl nüfuz ettiği konusunda insanı gülümseten önemli ipuçları vermektedir; ‘ Cennettekiler ne yer acaba? Tereyağlı pilav (Akt.Fragner, 2000: 90).  

Toplu Yemek 
Toplu yemek metaforu, toplumsal, dinsel, siyasal dayanışma pratiklerini imlemek üzere başvurulan araçsal göstergeler arasındadır. Bayart, beslenme pratiklerinin çatışmadan ziyade bütünleştirmeye yönelik göründüğünü düşünmektedir. Topluluk içerisinde dayanışmayı pekiştirmenin yanı sıra topluluk içinde erkin temsili olarak toplu yemek uygulamalarına başvurulduğu görülür. Orta Asya’daki Yağma**** geleneği, topluluk dayanışmasını ve liderliğin pekiştirilmesi için kullanılan araçlar arasındadır.***** Bu uygulama-

*  Bakınız: Barthes, R.(2003), Çağdaş Söylenler, s.68-71
**  Eroğlu, A.Hikmet, Ekmek –Şarap Ayini (Eyharistiya) Konusunda Katolikler ve Protestanlar Arasındaki anlayış farklılıkları. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/779/9980.pdf

*** Bakınız: 19 Mart 2009 tarihli Hürriyet gazetesinde “Camiye kesik domuz başı” başlıklı haber. http://www. hurriyet.com.tr/dunya/11245956.asp ****  Potlaç 

***** Ayrıca lidere ait olanın yağmalanmasıyla, bir göçebe ideolojisinin biriktirmeye karşı aldığı tutumun da billurlaştığı 
nın tevarüs ettiği günümüz pratikleri içerinde; aşiret ağalarının,  belediye başkanlarının, siyasetçilerin verdiği toplu yemek törenleri anılabilir. 
Kan davalarının sonlandırılması için daha çok Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan aşiretler ya da büyük aileler arasında gerçekleştirilen ‘barış yemeği’ ile, aşiret üyelerinin bir arada toplu yemek yiyerek konsensüsü görünür kıldıkları söylenebilir. 
   
Dini cemaatlerde dayanışmayı sembolize etmek üzere iftar sofralarının özel bir yeri bulunmaktadır. Bu toplu yemek törenleri basit bir karın doyurma eyleminin ötesinde cemaatin bir aradalığını sağlayan duyusal motivasyon pratikleri arasında anılmalıdır. Yine ülkemizde cemaat-yemek ilişkisinin ideolojik veçhesine ışık tutacak oldukça güncel örneklerden biri de maklubedir. Bazı cemaat evlerinde toplu olarak yapılan ve yenen maklube, cemaatin sohbet toplantılarının sembolü olarak işlev görmektedir. 

Tencerede pişirilerek yer sofrasında büyük bir tepsi ya da sini üzerine dökülen maklube, etrafı yoğurt ve salatayla doldurularak yenmektedir.  Bu yemeğin, Kuzey Afrika ve Arap yemek kültüründe görülmekle birlikte cemaatin tarihsel geçmişinde pek rastlanılmadığı göz önüne alınırsa ‘icad edilmiş gelenek’ anlamında da iyi bir örnek oluşturduğu söylenebilir. İnternette yapılacak küçük bir aramada karşınıza ilk çıkan sonuçlarda ‘abi’ ve ‘abla’ evlerinde yenilen bir yemek olarak tarif edilmektedir. 

Yemeğin cemaat içindeki yaygınlığı ise cemaat liderinin bu yemeği sevmesi ile açıklanmaktadır. Yakın zamanın güncel politik tartışmaları içinde önemli bir yer tutan söz konusu cemaat ile ilgili bazı polemiklerde yazarlar doğrudan cemaat yerine “maklube”yi kullanılarak göndermelerde bulunmuşlardır.*   
   
Düğün, cenaze, bayram, hıdırellez gibi kutlamalarda toplu yemek işlevsel açıdan topluluk dayanışmasını sembolize eden pratiklerdir. Bu kutlama ve törenlerde yemeğin yapımı da toplulukça kolektif olarak gerçekleştirilir.  

Ulus-Sınıf-Milliyetçilik ve Yemek
18. yüzyıldan itibaren dünya ölçeğinde giderek yaygınlaşan ulusçuluk ideolojisi, edebiyattan sanata, iktisattan eğitime neredeyse bütün alanları etkisi altına aldı. Mutfak da bundan nasibini aldı elbette. Yemek türleri, isimleri, kullanılan malzeme-alet-edevat, geçmişe göndermeler ve daha birçok şey ulusal mutfağın kuruluşunda işlendi. Modern okulların ilköğretim müfredatlarında beslenme saatleri ile başlayan, daha sonraki eğitim-öğretim aşamalarında ev ekonomisi dersleriyle devam eden süreç meslek liselerinin ilgili bölümlerimde devam ettirildi. Olgunlaşma enstitüleri ve benzeri öğretim kurumları bir yandan modern yemek adabı konusunda, diğer yandan ulusal mutfak konularında çalışmalar yürüterek sürecin tamamlanmasına önayak oldular.       
Fransız mutfağı, İtalyan mutfağı, Türk mutfağı gibi kavramlar ulusçuluk paradig görülür. Böylece kominal yaşamın eşitlikçi buyruğu yerine getirilmiş olur.

* Okuyucuya ‘maklube’nin siyasal tartışmalara nasıl konu olduğunu anlatan Gülay Altan’ın Akşam gazetesinin Pazar ekinde çıkan: “’Endişeli modern’ maklubeyle tanıştı” başlıklı yazısına bakmalarını öneririm. http://www. aksam.com.tr/ekler/pazar/endiseli-modern-maklubeyle-tanisti--7867h/haber-7867 Tartışmalar için ayrıca 6 Temmuz 2009 tarihli Hürriyet gazetesindeki köşesinde maklubeye yer veren Ahmet Hakan’ın yazısına  (http://www. hurriyet.com.tr/yazarlar/12010872_p.asp.) ve Hakan ile polemiklerinde “cemaat” tartışmalarının maklubeyi nasıl içine aldığını gösteren Taraf gazetesi yazarı Önder Aytaç’ın “Ahmet Hakan maklube davetini neden yaptı?” yazısına bakınız:http://www.medyafaresi.com/yazi/284/onder-aytac-ahmet-hakan-maklube-davetini-neden-yapti.html.  

masıyla uyumlu ve modern tanımlamalardır. Ulusal mutfaklar,  imparatorlukların saray mutfaklarından tevarüs eden geleneğin devamı olmakla birlikte ulus-devlet söylemiyle uyumlu bir çerçeve içinde yeniden işlendi. Tarihsel olarak bu geçiş dönemi iki açıdan mutfak kültüründe radikal bir dönüşüm yarattı. Bunlardan birincisi; özellikle sanayi devrimini önceleyen coğrafi keşiflerin yarattığı etkidir. Keşfedilen ‘yeni dünya’dan Avrupa’ya birçok yeni besin girdi ve bu önce Avrupa mutfağını daha sonra da dünya mutfağını etkisi altına aldı. İkinci olarak; birincide ifade edilen girdilerin katkısıyla ulusal mutfak icat edildi.* Avrupa’daki bazı mutfaklarının karakteristiğini oluşturan temel besin girdileri üzerinden bunu örneklemek gerekirse, İtalyan yemeklerinde çok domates kullanılır, domatesin anavatanı İtalya Mutfağı gibidir ve İtalyan mutfağı domates olmadan varolamaz gibi düşünülür. Ancak domates İtalya’ya Amerika’dan gelmiştir (Akt Orkun, 2000:50). 

Yine Türkiye’de bölgesel ve ulusal mutfağın temel girdilerinin önemli bir kısmı çok uzak olmayan bir geçmişte bu coğrafyada yetiştirilmiş ve yaygınlaşmıştır.** Milliyetçilik, büyük ölçüde ulus devletlerin kurucu ideolojisi olarak tanımlanabilir. Fransız devrimiyle başlayan ulus-devlet modeli dünyayı yeniden farklı referanslar üzerinden şekillendirirken yaslandığı milliyetçilik ideolojisi, bu konuda oldukça işlevsel bir rol oynadı ve tarihteki en şaşaalı dönemlerini yaşadı.  Fakat on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru ilk nüveleri görülen küreselleşme ya da küresel kapitalizm, ulus-devletin sınırlarını aşındırmaya başladığında, milliyetçilik küreselleşmenin anti tezi olarak yeniden gündeme geldi. 

Bu gündeme geliş, iki farklı şekilde cereyan etti: İlk olarak ulusdevletler giderek sertleşen uluslararası pazar mücadelesinde yerlerini koruyabilmek için, sahip oldukları milliyetçi nosyona dayandılar. İkinci olarak da, küreselleşmenin aşındırdığı ulus-devlet içinde yer alan etnomilliyetçi hareketlerin güçlenmesi şeklinde gündeme geldi. Bu sürecin yemek kültürüne yansımasını birkaç örnekle ele almak gerekirse, ilk durum için:   16.11.2009 tarihli Radikal gazetesi, Guardian’a dayanarak “İtalya’da etnik yiyecek fobisi Türkleri vuruyor”  başlıklı şu haberi veriyordu:

“Formun Üstü Formun Altı
İtalya’da hükümet ortağı olduktan sonra meclis restoranı menüsünden Fransız tereyağını dahi çıkarttıran ırkçı Kuzey Birliği politikacılarının başını çektiği ‘etnik yiyeceklere hayır’ kampanyası çığırından çıkıyor.” 

Toskana bölgesindeki Lucca kenti belediyesinin ocakta ‘tarihi dokuyu bozdukları’ ve ‘turistlerin her köşebaşında dönerci görmek istemedikleri’ gerekçesiyle yabancı restoranları yasaklamasının ardından benzer kararlar Bergamo, Cenova ve Milano’na da alınmış. Altopascio’da neofaşistler kültürel istila sembolü olarak gördükleri bir kebapçıyı bombalamışlardı. Bu olay üzerine “Kebapla bir alıp veremediğimiz yok ama yurtdışından gelen dondurulmuş malzemelerle yapılanlara karşıyız. İtalyan malzemeleri ile yapılsınlar” açıklaması yapan Tarım Bakanı Luca Zaia, Toskana polisinin Çinli göçmenlerin izinsiz ektikleri sebzeleri sökmesine destek çıktı. Kuzey Birliği’nden Zaia, “Ziyadesiyle zengin olan tarımsal mirasımızla alakası olmayan yabancı ürünlerin ülkeye girişini engellemeli, çiftçilerimizin emeğini ve İtalyanların sağlığını korumalıyız” dedi. 

* “İcat edilmiş gelenek” ile ulus-devlet arasındaki ilişkileri inceleme konusu yapan tarihçi Hobsbawm’ın derlediği Geleneğin İcadı adlı yapıtında bu konuda oldukça zihin açıcı örnekler verilmiştir. ** Mısır, patates, domates, patlıcan vb.

İtalyan danalarından yaptığı dönerle pizza yapan Turinli usta Demir Ergülü’yü Milano’daki yemek şovuna davet eden ünlü şef Vittorio Castellani, “Kuzey Birliği zamanında domates ve patateslerin gelişini engelleseydi bugün İtalya nerede olurdu?” diye sordu. (Guardian)” Bu yaklaşımı Levi-Strauss; Yakınımızda olsa bile (hatta bu durumda özellikle) bizden olmayanı alaycı terimlerle inşa etmek –bana yasaklanmış, benim yemediğim yiyecekleri yiyen, öyle benden farklıdır, bana uzaktır; 

benim kimliğime karşıt, olumsuz kutuptandır- genel bir mekanizmadır, farklılık inşasının ‘normal’ tarzıdır. ‘Yabancı Yemek’ karşısında duyulan ‘gastrofobi’  etnik ve üstünlüğün dünyaya ayrıcalıklı ilanıdır (Akt.Orkun, 2009:193). İkinci duruma uygun olarak ise Ayşe Kudat tarafından yazılan, Kürt mutfağında neler pişiyor? isimli kitabı ve bu kitabı Hürriyet’teki köşesinde tartışma konusu eden Ertuğrul Özkök’ün*  yazısı, güncel politik bir sorunun yemek sorunsalı çerçevesinde nasıl bir ideolojik tartışma alanı oluşturduğuna iyi bir örnek olarak durmaktadır. Yazar, kitabında, Kürt yemeklerini konu almakla birlikte, bazı politik meseleler hakkındaki fikirlerine de yer vermektedir.
  
Batı Avrupa’da döner Türkleri anıştıran sembollerin başında gelmektedir. 1950’li yıllardan sonra Batı Avrupa’ya, özellikle de Batı Almanya’ya başlayan işçi göçü ile beraber, Avrupa’da yaşayan Türklerden ticaret ile uğraşanların önemli bir kısmı dönercilik yapmaktadır. Batı Avrupa’daki hızlı hayat akışına uygun olan hızlı yemek, (fast food) kolay yerleşen bir gelenek oldu. Döner bu ihtiyaca cevap verdiğinde, çabucak tutuldu ve yayıldı. Böylece Avrupa’da Türkler, döner ile anılır oldular. Fakat işin ironik tarafı, dönerin ‘Türk Mutfağı’nı temsil niteliğinin, birçok başka yiyeceğin çok gerisinde olduğu fikri birçok insan tarafından kabul edilecektir. Döner, Türkiye’de de yaygınlığını önemli ölçüde kentleşme ile bağlantılı olarak, hızlı yemek kültürünün yayılmasına borçludur. Görüldüğü üzere sembolik kodlar, zamana ve mekâna göre yeniden kurulabilmektedir. Bu kodlar, her zaman topluluk içerisinde değil, dışarıdan da oluşturulabilmekte ve toplulukça benimsenebilmektedir. 

Yunanistan’da Albaylar Cuntası yönetime el koyduğunda bir dizi düzenleme yapar. Bu düzenlemeler içerisinde en ilginç olanlarından biri de Türk kahvesiyle ilgili olanıdır. “Albaylar Cuntası zamanında, yanılmıyorsam bir yasayla, ‘Türk Kahvesi’ denmesi yasaklamıştı. ‘Yunan Kahvesi’ mitini Yunanistan’da benimseyen hâlâ çok kişi var. Bayağı kavga konusu. Elias Petropoulos’un İletişim Yayınları’ndan çıkan Türk Kahvesi kitabı biraz da bunu protesto etmek için yazılmıştır. Yunan milliyetçiliğine tahammül edemediği için Paris’te oturur Elias ( Belge,2001:242). 
” 
Bir yemeğin hangi ulusa ait olduğu kavgası, en az toprak kadar önemli hale geldiği ulus devletler çağı, ideolojinin sınırlarının hayatımızdaki bütün detaylara sirayet ettiğini göstermek açısından önemli görünmektedir. Yunanistan’la bitmez kavgalarımız arasında baklavanın, cacığın, dolmanın ya da kadayıfın ve adını sayamayacağım yüzlerce yiyecek-içeceğin kimin olduğu sorunları bulunmaktadır. 

* Özkök, yazısında bir yemek kitabında Kürt meselesinin yoğun olarak işlenmesine ilişkin şikayetlerini dile getirmektedir. Bu yazı Milliyeçilik ile etnomilliyetçilikler arasındaki tartışmaların özel örneklerinden biri olarak ele alınabilir. Özkök’ün 29 Ekim 2010 tarihli Hürriyet gazetesindeki yazısı için bakınız: http://www.hurriyet.com.tr/ yazarlar/16163601_p.asp     

Bu sadece bizim coğrafyanın değil, dünyanın birçok yerinde görülen güncel itilaf konularındandır. Bir gazete haberine göre: “Uzun süredir pavlova tatlısını kimin keşfettiğine dair tartışma yaşayan Avustralya ve Yeni Zelanda’ya yanıt Oxford İngilizce Sözlükten (OED) geldi. Beze olarak da bilinen merengle yapılan meyveli ve kremalı tatlının adı, 1920’lerde iki ülkeyi de ziyaret eden Rus balerin Anna Pavlova’dan geliyor. Kaynak konusunda iki ülke de hemfikir ancak tatlının kimin eseri olduğunda anlaşamıyorlar. OED, internet edisyonunda tarihin kayda geçen ilk pavlova tarifinin 1927’de Yeni Zelanda’da yapıldığını yazdı…” * 

Ulusal mutfakların küreselleşmeyle birlikte sektörel niteliği de iyiden iyiye açığa çıkınca milliyetçi söylemlerle süslenmiş pazar mücadelesi her alanda kendini gösterdi. “Beslenmenin sanayileşmesi, ekonomik rekabete girişmiş tüm toplumlara yavaş yavaş ulaşacak bir evre olacaktı. Dolayısıyla, hareketin, kendisiyle birleşmiş olan liberal ideolojiyi, ileterek, eşitsizlikler taşıyan dinleri yıpratarak ve her yerde geleneksel aileyi zayıflatarak yayılması gerekecekti. 

Dünyasal düzeyde bugün XIX. yüzyılda Avrupa’da başlamış olan uzun bir geçiş evresi içinde bulunacaktı (Boudan, 2006:365)  .” Ulusal mutfağın küresel pazara dönük öncülüğünün yine Fransızlardan gelmiş olması herhalde kimseyi şaşırtmamıştır. UNESCO’nun İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirasının Temsili Listesi’ne Fransızlar, Fransız Mutfağı’nı yazdırmayı başararak, diğer uluslara örnek olmaya devam ettiler. Fakat kaybolma tehdidi yaşayan somut olmayan kültürel miras unsurlarının yazıldığı bu listeye eklenmesinin bizim kavrayamadığımız derin nedenleri vardır! Acaba bunun küresel piyasa ile bir ilgisi olabilir mi? 

İnsanoğlunun doğayla kurduğu ilişki zamanla büyük dönüşümler geçirip ona karşı ‘kesin’ bir zafer kazandığında dahi yiyeceklerin sınırları tayin etmekteki rolleri bir şekilde devam etti. Bu bazen ulusal sınırları dahi içine alan bir söylem inşasına dönüşebilmiştir.  “…İngilizlere sorarsanız Fransızlar ‘kurbağa yiyen’dir, Fransızlar da onlara ‘rosbifler’ diye karşılık verir. İkisi birden İtalyanlara ‘makarnacı’ der (Bromberger, 2000: 186).” Bunlar, toplulukların kolektif kimliklerini tanımladıkları araçsal göstergeler arasında yiyeceklerin nasıl iş görebildiklerine dair iyi birer örnektirler. Tabii bu sınırlar mekâna ve zamana göre değişen şekiller almaya devam etmektedir. 

Siyasal hareketler sıklıkla yiyecekleri metafor olarak kullanarak, kendilerini anlatmaya çalışmaktadırlar. Bunların arasında en sık kullanılanı ekmektir. Ekmek, ilk tarımcı topluluklardan itibaren ana besin maddelerinden biri ve genellikle de topluluk içinde en alt sınıfların yegâne beslenme kaynağı oldu. “Ekmeğin başköşedeki yerini yansıtan sayısız örnekten biri, işçinin ücretinin ekmekle ödenmesidir (Bober, 2003:56).” Mısırlı işçi ve köleler için ekmeğin önemini resmeden bu gelenek, modern zamanlara kadar neredeyse hiç değişmedi. 1908 yılında Newyork’ta kadın işçi grevlerinde söylenen ve giderek dünyadaki diğer kadın işçi hareketlerinin de benimsediği: “Ekmek istiyoruz, gül de!”** sloganı, sol/sosyalist hareketler tarafından, ideolojik mücadele söylemi olarak kullanıldı. Yine ülkemizde sol siyasal hareketlerin kullandığı başlıca sloganlar arasında yer alan: “İş, ekmek, özgürlük” sloganı, ekmeğin göstergesel kullanımları arasında anılabilir. 

*  05.12.2010 tarihli Radikal gazetesinde yer alan haber. Bakınız: http://www.radikal.com.tr/hayat/pavlova_savasini_yeni_zelanda_kazandi-1031314 
**  Bu slogan üzerine daha sonra James Oppenheimer Ekmek ve Güller adlı bir şiir kaleme almıştı.  

Bunun örneklerinden biri de, liderliğini Necmettin Erbakan’ın yaptığı Milli Görüş hareketinin kapatılan siyasi partilerinden Refah Partisi’nin ve 1961 yılında kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin amblemlerinde buğday başağı yer almasıdır. Yine sıklıkla Fransa’da Marie Antoinette’in: “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” sözü, dolayısıyla her bakımdan aydınlatıcıdır. Olup bitenleri bütün çelişkileriyle anlatır. Tek kusuru, bir durumu kusursuz özetleyen çoğu söz gibi, aslında söylenmemiş olmasıdır. Kraliçe “brioche” demişti. Bu, pasta gibi pahalı bir şey değil, mayalı bir ekmek cinsiydi ( Belge, 2001:135).

Levi-Strauss’un Mutfak Üçgeni teorisinde işlediği konular arasında yer alan: Yiyeceklerin pişirilme teknikleri ile sınıf ve cinsiyet arasındaki ilişkiyi de oldukça çarpıcı biçimde anlatır. “Haşlamanın içerde, ateşte kızarmanın dışarıda pişirildiğini, haşlamanın iç mutfağa, küçük kapalı bir gruba ait olduğunu, tersine ateşte kızarmışın dış mutfağa, yabancılara misafirlere ait olduğunu belirtir. İncelediği pek çok mit sonucunda farklı kültürlerin bu karşıtlığı farklı şekillerde devam ettirdiklerini tespit etmiştir: Haşlama köy yaşamı ve dişi cinsiyeti ile bağdaşır, ateşte kızarmış münzevi yaşam ve erkek cinsiyeti ile bağdaşır. Haşlama eti bütüncül nitelikte sunduğu için tasarrufu çağrıştırır, ateşte kızarmış yok olma ve kayıpla birlikte geldiğinden müsrifliği çağrıştırır. Biri aristokrat diğeri halktır (Akt.Orkun, 2009:16-17).”

Etnisite ve Yemek
Fredric Bart’ın derlediği Etnik Yapılar ve Sınırlar adlı yapıtta, etnik sınırların değişik kültürel unsurların yardımıyla nasıl oluşturuldukları ele alınmakta ve etnik sınırlar ile kültürel sınırlar arasında şu ayrım yapılmaktadır: “Bu kültürel farklılıkların devamı etnik sınırların devamını sağlamaktadır. Ancak, kültür hiçbir zaman etnik grupların arasında var olan sınırlara endeksli değildir; kültür her zaman değişebilir ve öğrenilebilir. Bu nedenle, bir etnik grubun tarihi o grubun kültürel tarihiyle özdeş değildir. Bir etnik grubun bugünkü kültürel kimliğini oluşturan ögelerin, söz konusu grubun geçmişteki kültürünün doğal uzantısı olma gerekliliği yoktur (Barth, 2001:40). 

Dolayısıyla etnik grubun kimliği: Tarihsel, çevresel, sosyal birçok farklı unsur üzerine inşa edilebilir. Burada esas olarak ilgilendiğimiz konu, etnik yapıların oluşumunu incelemekten öteye, şu veya bu şekilde inşa edilmiş etnik yapılarda, yemek kültürünün sınırları tayin etmekteki işlevlerini göstermektir.  “Bu sorunu daha derinlemesine, özellikle ‘meta-folklor’ alanına girerek incelersek (örneğin yerel kuramlar konusuna), mutfağa ilişkin simgelerle etnik özellik kalıplarının aynı sistemin parçaları, birbirine eşdeğer –ama birbirinden bağımsız olmayan- diziler olduğunu görürüz (Barth, 2001:194).” Ülkemizde de etnik adlarla anılan bazı yemek/yiyecek adları vardır. 

Bu tür bir adlandırma, etnik sınırlarla aidiyet ilişkisinin sadece insanlar için değil, onun elinde şekillenen maddi çevre için de geçerli olduğunu göstermektedir.  Laz Böreği, Tatar Böreği, Kürt Pilavı, Muhacir Somunu, Muhacir Böreği, Çerkez Salatası, Çerkez Tavuğu, Çerkez Abıstası, Özbek Pilavı, Acem Pilavı, Arabaşı, Abaza Peyniri, Yörük Kebabı, Çingene Pilavı, Arapsaçı, Arnavut Böreği, Firenk Kebabı gibi adlandırmaların muhtemel iki faili vardır; bunlardan ilki topluluğun kendisi, diğeri de kendisi dışındakilerdir. Fakat her iki durumda da ortak olan şey bu adlandırmaların topluluklar arasındaki sınırları tayin etmekte başarıyla kullanıldıklarıdır. Bir topluluk ancak kendi kültürel çevresinin sınırlarında gezindiğinde diğerini ya da kendini tanımlama ihtiyacı duyar. Çünkü aradaki fark onun hayatta kalma stratejileriyle oldukça ilişkilidir. 

“Afganistan’da Özbeklere ‘şehriye yiyen’ derler; İranlılarsa, Kuzistan bölgesinden 
Araplara ‘kertenkele yiyiciler’ (sumar-bar) diye takılmıştır (Barth, 2001:194). Örneğin Fransa’da ‘salyangoz yiyiciler’, ‘sinek yiyiciler’, ‘çer çöp yiyiciler’ gibi terimler aynı ülkenin vatandaşları arasında, komşu köyden insanları tanımlamak, küçük düşürmek için sıkça kullanılan sözlerdir (Barth, 2001:194).” Bu kullanımların örneklerine ülkemizde de rastlanılmaktadır. “X bir gün şehre iner. İşlerini gördükten sonra acıktığını fark eder. Bu arada Y dükkandan bir kalıp helva alır ve ekmeğin arasına koyarak, yer. Bunu gören X dükkana girer. Küçük düşeceğini düşünerek, Y’nin ne yediğini soramamaktadır. Bu arada çevresine bakar ve Y’nin yediğine benzer olarak sabunu görür. Bir kalıp sabunla, ekmek alır ve çıkar. Sabunu ekmeğin arasına koyar ve başlar yemeye. Fakat çiğnedikçe sabun ağzında köpürür. 

X bunun üzerine ‘apırsan da yiycem, sapırsan da yiycem’ der.”* Bu anlatı, büyük ölçüde diğer topluluğun görgüsüzlüğünü göstermek ve böylece kendini yüceltmek için başvurulan araçtır. Yine ülkemizde ‘X’in karnı doydu mu, gözü yolda olurmuş’ sözünde karnı doyan kişinin topluluk adı yerine göre değişmekle birlikte, kullanımı oldukça yaygındır. “… etnisite hem bir temele dayanır hem de kurulur ve hem de maddidir hem de sembolik (Fenton, 2001:3). Bazin ve Bromberger, bu bölgede yaşayanların pirinç yemekle övündüklerini, diğer tahıl yiyen komşularını da, böyle beslenmenin zararlı olduğu inancıyla, küçük gördüklerini belirtiyor. Öfkeli kocalar karılarını: “Hadi git ekmek ye de patla! diyerek azarlar; anababalar yanlış yapan çocuklarına ekmek yemek zorunda kalacağı Arak’a (iç bölgelere) göndermekle korkutur (Akt.Fragner, 2000:100).”

Sonuç olarak, beslenme pratiklerinin içerdiği bütün geleneksel ve modern formların açık ya da örtük anlamları vardır. Bu anlamların oluşmasında, o topluluğun ideolojik tutumunun belirleyici bir rolü vardır. Dinsel, etnik, cinsel, ulusal her türden kimliğin bütün yaşama stratejileri aynı zamanda politik bir karakter taşır. Yemek kültürleri de bu mücadele alanlarına göre pozisyon almakta ve dahası bu mücadelenin araçları haline gelebilmektedir.  

*  Ö. Gözükızıl’ın Çanakkale derlemelerinden alınmıştır. 

Kaynakça 
- Barthes, R.(2003), Çağdaş Söylemler, Metis Yayıncılık, İstanbul
- Bayart, J.-F.(1999), Kimlik Yanılsaması, Metis Yayıncılık, İstanbul
- Belge, M.(2001), Tarih Boyunca Yemek Kültürü, İletişim Yayınları, İstanbul 
- Bober, P.P.(2003), Sanat, Kültür ve Mutfak, Kitap Yayınevi, İstanbul 
- Boudan, C. (2006), Mutfak Savaşları, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
- Zubaida S.-Tapper  R. (Ed) (2000), Ortadoğu Mutfak Kültürleri, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul
- Eagleton, T. (1996), İdeoloji, Ayrıntı Yayınları, İstanbul
- Eroğlu, A.Hikmet, Ekmek –Şarap Ayini (Eyharistiya) Konusunda Katolikler ve Protestanlar Arasındaki anlayış farklılıkları. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/779/9980. pdf
- Hobsbawm, Erik J.-Ranger T., Çev. Mehmet Murat Şahin, Geleneğin İcadı, Agora Kitaplığı, 2006, İstanbul  
- Morris, B.(2004), Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 
- Orkun, N.D.(2009), Küreselleşmenin Değiştirdiği Yemek Kültürü: İstanbul Beyoğlu:2002-2009, Doktora Tezi, Marmara üniversitesi
- Schivelbusch. W (2000), Keyif Verici Maddelerin Tarihi, Dost Yayınları, Ankara
- http://www.radikal.com.tr/yorum/italyada_etnik_yiyecek_fobisi_turkleri_vuruyor-964601
- http://www.radikal.com.tr/hayat/pavlova_savasini_yeni_zelanda_kazandi-1031314
- http://www.aksam.com.tr/ekler/pazar/endiseli-modern-maklubeyle-tanisti--7867h/haber-7867
- http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/12010872_p.asp
- http://www.medyafaresi.com/yazi/284/onder-aytac-ahmet-hakan-maklube-davetini-neden-yapti.htm

Yemeğin İdeolojisi Ya Da İdeolojinin Yemeği: Kimlik Bağlamında Yemek Kültürü

Özet
Yemeğin ideolojisi ile son yıllarda giderek kendine genişleyen bir kültür çevresi oluşturan yemek kültürünü anlatmak istiyoruz. İdeolojinin yemeği kavramıyla ise; değer, tutum ve davranışlarımızı şekillendiren dünya görüşümüzün biçimlendirdiği yemek kültürünü ifade etmekteyiz. Bunlardan birincisi; tüketim toplumunu, diğeri ise bu yazının ana konusu olan kültürel yeniden üretim alanını işaret etmektedir. İdeoloji ile kimlik arasında karmaşık ama nihai olarak birbirini olumlayan bir ilişki olduğu söylenebilir. Aidiyet, meşruluk gibi referanslara dayanan bu ilişki önemli ölçüde tarihsel ve mekânsal olarak hep yeniden inşa edilir. Bu inşa süreçlerinde, beslenme ve yemek kültürünün göstergesel anlamlarına da yaygın biçimde müracaat edilmektedir. Bu çerçevede söz konusu çalışmada; dinsel inançlar, ulus, sınıf, milliyetçilik, etnisite gibi kimlik kategorilerinin yemek kültürünü şekillendirmesi ele alınmaktadır.  

Sonuç olarak, beslenme pratiklerinin içerdiği bütün geleneksel ve modern formların açık ya da örtük anlamları vardır. Bu anlamların oluşmasında, o topluluğun ideolojik tutumunun belirleyici bir rolü vardır. Dinsel, etnik, cinsel, ulusal her türden kimliğin bütün yaşama stratejileri aynı zamanda politik bir karakter taşır. Yemek kültürleri de bu mücadele alanlarına göre pozisyon almakta ve dahası bu mücadelenin araçları haline gelebilmektedir.  

Anahtar Kelimeler: İdeoloji, Kimlik, Yemek Kültürü.

Yurt İçinde Ve Yurt Dışında İhtiyac Duyan Kişi Ve Kurumlara;
Yiyecek ve içecek alanlarında restoran ve konaklama ve işletmelerine belirtilen konularda Osmanlı ve Türk mutfağı, Osmanlı saray mutfağı, Anadolu mutfağı, Akdeniz mutfağı, menü planlama, konsept belirleme, mesleki eğitim alanlarında uluslararası konumda has aşçıbaşı Ahmet Özdemir olarak;

Yiyecek ve içecek danışmanlığımutfak danışmanlığıişletmeci körlüğüYeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?, Kesin Başarı İçin Restoran Danışmanlığı Almalımıyım?, Menü DanışmanlığıRestoran Yönetimi, Şehrin En İyi Restoranlarına Nasıl Sahip Olabilirim?, Yeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular?, Kalıcı Bir Restoran Sahibi Olabilmek İçin Dikkat !!! konularında mesleki eğitim ve danışmanlık hizmetleri vermekteyim. İlgili projeler için mesleki bilgilerime ihtiyac duyan kişi ve kurumlar Türkiye saati ile sabah 10:00 ila aksam 22:00 saatleri arasında tarafım ile İLETİŞİM bilgilerimden bağlantıya geçebilirler...

8 Ekim 2020 Perşembe

Yemek, Kültür Ve Kimlik

 Yemek, Kültür Ve Kimlik 

Doç. Dr. Hayati BEŞİRLİ*

Yemek sadece biyolojik bir eylem değildir. Yiyeceklerin üretimi, taşınması, depolanması ve tüketimi sürecinde oluşan farklı toplumsal birliktelikler ve ritüeller kültürün beslenme konusundaki önemini ortaya koymaktadır. Bu çalışmada yemeğin toplumsal bir simge olması üzerinde durulmuştur. Bu kapsamda toplumsal statü ve güç ilişkilerinde yemeğin önemi vurgulanmaktadır. 

Çalışmada sosyal sınıflara göre gıda maddelerinin tüketimi, tüketimdeki farklılaşmanın toplumsal görünümleri incelenmiştir. Çalışmada yemeğin toplumu oluşturan fertler arasındaki iletişim ve etkileşim sürecine etkileri sosyalleşme süreci esas alınarak değerlendirilmiştir. Çalışma kapsamında toplumların gelişim sürecinde yiyeceklerin temini ve işlenmesine dayalı farklılaşmanın üzerinde durulduğuna dikkat çekilmiş, beslenmeye dayalı farklılaşmanın farklı toplum tipleri ve farklı kültürlerdeki görünümlerine değinilmiştir. 

Çalışma kapsamında üzerinde durulan konulardan birini de inanç ve beslenme ilişkisi oluşturmaktadır. Gerek çok tanrılı dinlerde gerekse tek tanrılı dinlerde yiyecek maddeleri tanrı veya tanrılara sunulan yiyecekler arasında önemli bir yer aldığı vurgulanmıştır. Bu kapsamda toplumda beslenme alışkanlıklarının oluşmasında dinin yenilmesini yasakladığı ve yenilmesine izin verdiği yiyeceklerin etkisi ortaya konulmuştur. Çalışmada yiyeceklerin, üretim ve tüketim sürecindeki kültürel farkların toplumların kimliklerinin bir parçası olduğu ifade edilmektedir. 

İnsanın beslenmesi biyolojik bir eylemdir. Beslenmeye bu tür yaklaşımda insan metabolizmasının besin, enerji ihtiyacının karşılanması sürecine gönderme söz konusudur. Ancak söz konusu enerjinin sağlanması için gerekli besinlerin temini, insan tüketimi için uygun hale getirilmesi ve tüketim davranışları süreci, beslenmeyi salt biyolojik bir eylem olmaktan çıkarmakta, kültürel bir olgu haline dönüştürmektedir. 

Yemek büyük ölçüde biyolojik bir eylem kabul edildiği için birçok sosyolog bu konuya çok az ilgi göstermiştir. Ancak yemek sosyoloji teorilerinde sıklıkla vurguda bulunulan doğal bir eylem olarak görülmüştür Birçok teorisyen insanın besin ihtiyacına ve bunun karşılanması için bir araya gelme aktivitelerine ima ve açık yollarla göndermede bulunmuşlardır (McIntosh 1996:1). Yiyecek maddelerinin üretimi, taşınması, saklanması ve kullanımı sürecindeki eylemler beslenme ve yiyecek konusunu kültür kavramı kapsamında değerlendirmemizi zorunlu kılmıştır.

Tezcan bunu (2000:1) şöyle ifade eder. Kültür,

a. Ne yiyeceğimizin temel belirtisidir
b. Kültür öğrenilmiştir. Yiyecek alışkanlıkları da küçük yaşta öğrenilir. Öğrenildikten sonra uzun süre değişmez.
c. Yiyecekler  kültürün  bütünleyici parçalarıdır.

Dünyada hemen hemen her mutfağın temel sayılacak bazı özellikleri söz konusudur. Bunlar o mutfağı ötekilerden ayıran özellikler olarak tanımlanır. Çoğu zaman bunlar din ve inanışların kısıtlamaları, bölgeye özgü hayvan varlığı ve bitki varlığı ile sınırlıdır (Şavkay 2000:11). Toplumların ekonomik yapıları ve bu yapıların şekillendirdiği gündelik hayat pratikleri mutfağın temel belirleyicisi konumundadır. Topluluğun tarımsal üretim esasında mı yoksa konar-göçer bir yaşam tarzı mı sergilediği, yaşadığı coğrafyanın fiziksel özellikleri beslenme kültürünü, yiyecekleri tüketilebilir hale getirme şeklini belirleyecektir.

Tahmin edilebileceği üzere konar-göçer yaşam tarzı süren ve hayvan besleyen toplulukların beslenme tarzlarında et ve süt ürünleri ağırlık oluşturmaktadır. 

Hayvanları beslemek için gerçekleştirilecek sık yer değiştirmelerde, besinlerin saklanmasına uygun olarak işlenmesi zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bu kapsamda hayvansal besinlerin paketlenme işlemi de topluluğun sık yer değiştirme zorunluluğuna göre şekillenecektir. 

Beslenme, yaşam tarzı ve davranış ilişkisi üzerine pek çok yorum yapılmıştır. İbn-i Haldun (1988:271–272) beslenmenin, insanların bedeni ve ahlaki bünyesi ve karakteri, dolayısıyla da hem ümranın bizzat kendisi hem de çeşitli halleri üzerinde tesirli olduğunu ifade eder. Gıda ve beslenme, toprağın mümbit ve iklimin müsait olup olmayışına bağlıdır. Bu durum bir bolluk ve kıtlık meselesini ortaya çıkarmaktadır. İbn-i Haldun’da gıda ve beslenme bakımından insanlar ve cemiyetler üç grupta toplanmaktadır: 

1. Kır, kurak ve çorak arazide, verimsiz topraklarda yaşayan halk,
2. Verimli ovalarda, verimli düzlüklerde ve ürünü bol topraklarda yaşayan halk,
3. Şehir ve kasaba halkı.

Birinci grup iklim ve arazi sebebiyle az gıda için mücadele etmek ve çok çalışmak mecburiyetindedir. Bu durum onları canlı, zinde, hareketli, cevval ve çevik hale getirir. Bunların renkleri daha parlak, vücutları daha temiz ve düzgün, şekilleri daha güzel, daha mükemmel ve daha yakışıklı, huy ve karakterleri anormallikten daha uzak, bilgi ve idrâk itibariyle zihinleri daha keskindir. Bunlar bu durumu, imsak ve perhiz ölçüsünde az yemeye, çok çalışmaya borçludurlar. İkinci grup, üzerinde yaşadıkları toprakların verimli olması sebebiyle, az çalışmakla en azından yetecek kadar gıda temin ederler. 

Çok miktarda aldıkları gıda, vücutta bir takım lüzumsuz ve işe yaramaz artıkların, fazla miktarda etin ve yağın meydana gelmesine, şişmanlığa ve hantallığa sebep olur. İbn-i Haldun’a göre böylelerinin rengi uçuk, soluk, donuk ve mat, vücut yapıları ise biçimsiz ve çirkin olur. Verimsiz topraklarda yaşayan geyik, ceylan, yabani keçi, sığır ve eşek ile aynı cins hayvanların verimi bol olan yerlerde yaşayanları arasında bile bu fark vardır. Hatta evcil sığır, keçi ve eşek ile bunların yabani olanları arasında da bu fark mevcuttur. 

Bu farkın sebebi beslenme ve gıda rejimidir. Üçüncü grup, her ne kadar ikinci grup gibi bol ve çeşitli gıda maddeleri bulabilmekte ise de, bunları pişirmek, tuzlamak, kurutmak, salamura yapmak gibi çeşitli muamelelerle mahlûl ve terbiye edilmiş hale getirerek latifleştirirler, yani inceltirler, sertliğini ve kabalığını ortadan kaldırırlar. Kırlarda yaşayan bedevilerin ve göçebelerin sert ve dayanıklı vücut yapılarına karşı şehir halkının ince ve nazik bir beden yapısına sahip oluşlarının sebebi budur. Huy ve davranış bakımından şehir halkının daha kibar ve daha zarif oluşu da bundan ileri gelmektedir. 

Kısaca bütün bu nevi beden ve ruhî farkların kaynağı beslenme ve gıda rejimindeki farktır. Gıda maddelerindeki rikkat ve letafet, yani incelik, ruhi zevklerin de incelmesi sonucunu meydana getirmektedir.

Antropoloji çalışmalarında toplumsal hayatın şekillenmesinde benzer bir yaklaşım görülecektir. Bu eserler toplumsal değişmeyi sağlayan tarım devrimi ve sanayi devriminin esasında insanların beslenme ve buna dayalı olarak şekillenen toplumsal durumlarını esas almaktadırlar. Bu kabul sosyal Darwinist bir çizgide kendini göstermektedir. Buna göre yiyecek toplayıcılar, tarım yapmayan ve hayvan besleyen kişilerdir. Bundan dolayı yerleşim ve ikamet yeri olarak yiyecek temin edebilecekleri yerlere yakın yerleri tercih etmektedirler. 

Yani onların büyük kafileler halinde bir yerden başka bir yere göç etmeleri amaçsız yolculuklar değildir ve sabit bir toprağa ulaşılabildiğinde son bulur. Yiyecek kaynakları ile suyun bulunduğu yer arasındaki mesafe çok büyük olmamalıdır ki yiyeceğe ulaşmak için harcanacak enerji için gereken su, ele geçirilecek su miktarından fazla olmasın. Yiyecek toplayıcı topluluklarda yiyecek paylaşımı, yaşamak için gerekli olan kaynakları grup içinde dağıtarak çok önemli bir işlev görür. Yiyecek toplayıcı toplulukların en önemli özelliği eşitlikçi olmalarıdır. 

Aynı zamanda yiyecek toplayıcı topluluklar, tarım toplumlarında statü edinmenin tek kaynağı olan mal biriktirme teşebbüsünden uzaktır. Bu tip topluluklar yaş ve statü bakımından farklılaşmanın minimum düzeyde kaldığı topluluklardır. Yiyecek grup içinde eşit olarak dağıtıldığından hiç kimse mal ve servet biriktirerek zenginlik ve statü kazanmazlar. Bu tip toplumlarda zenginlik istenen bir özellik değil tam tersine sapma ve anormalliğin bir işaretidir. Yiyecek toplayıcılıktan üreticiliğe geçiş devrimsel bir nitelik taşımaktadır. İnsanlık geçim tarzını değiştirerek aynı zamanda toplumların yapısını da değiştirmiştir. Bunun etkileri şehirleşme sürecinde daha da farklı boyutlarda görülmüştür. 

İnsan organizasyonunun üç öğesi muhtemelen et için avlanma esnasında geliştirilmiştir. Bunlar cinsiyete dayalı işbölümü, yiyecek için işbölümü ve gündelik faaliyetlerin gerçekleştiği ve et paylaşımının gerçekleştirildiği mekânlar olarak kamplar (Haviland 2002: 210–226). Başka bir yaklaşımda ise Cohen’ in altı uyarlanma stratejisi, sırasıyla avcılık-toplayıcılık, bahçecilik, tarım, çobanlık, ticaret ve sanayileşmedir. Avcı toplayıcılık yaklaşık 10000 yıl önce besin üreticiliği –tarımsal ve hayvan evcilleştiriciliği- ortaya çıkana dek insanlığın tek geçim stratejisi idi. 

Nihayetinde besin üreticiliği çoğu yerde avcı toplayıcılığın yerini almıştır(Kottak 2008:285). Söz konusu antropolojik yaklaşımlar incelendiğinde görüldüğü gibi beslenme, besin bulma stratejileri toplumsal yapıların şekillenmesinde, farklı toplum tiplerinin oluşmasında belirleyici unsur olma özelliği taşımaktadırlar.

Yemek bireysel ve toplumsal yönleri olan ve birçok sair etkileyicisi olan bir kültürel unsurdur. İnsan fizyolojik yapısı itibariyle yemekle doğrudan ilgisi olduğu gibi sosyal yönüyle de yaşadığı kültürün etkisi altında bir yemek anlayışına sahiptir. Hülasa yaşanan fiziki ve kültürel coğrafya yemek kültürünü etkilemektedir. Hayat şeklindeki değişme ve dönüşüm yemek kültürünün de değişmesine sebep olmaktadır. Bu bakımdan yeme içmede göçebe ve yerleşik biçimde farklıklılar görülmekte, bu farklılık yeme kültürüne de önemli ölçüde tesir etmektedir (Çetin 2006:108).

Güç ve Yemek
Yemek ve güç kavramları başlangıçta bir araya gelmesi zor olan iki kavram şeklinde görülebilir. Ancak yemeğin toplumsal fonksiyonları ve bu fonksiyonları yerine getirirken simgesel anlamı düşünüldüğünde hiç de böyle olmadığı anlaşılacaktır. Bu güç temelli farklılaşmanın en basit görünümü yemeğin paylaşımı ve tüketimi konusundaki güç ilişkilerinde görülmektedir Grup üyelerinin besin temin sürecinde yerine getirdikleri roller, grup içindeki anahtar statüleri, paylaşımda belirleyici rol oynamaktadır. Yemeğe katılan veya avdan pay alacak bireylerin avlanan hayvanın neresinden ne miktarda alacağını, avda yerine getirdiği fonksiyonu belirlemektedir. 

Burada diğerlerine göre daha zor görevleri yerine getirenlerin payları gerek miktar olarak gerekse nitelik olarak diğerlerinden farklı olacaktır. Besin temini sürecinde sürece değerli bir enstrümanla katılan grup üyesinin de paylaşımda bu özelliliği ile farklı bir konumda olması muhtemel olacaktır. Alaska yerlilerinde rastlanan balina avcılığı geleneği, teknolojik, ekonomik, dinsel, büyüsel öğelerden oluşan karmaşık bir kültür olgusu olarak buna tipik bir örnektir. Av teknesi, kürekleri, zıpkın, halat donanımı, giysi ve sallarla, av yerinin saptanması, avın bulunup izlenmesi, vurulması, karaya çekilmesi, parçalanıp dağıtılması, geleneğin teknolojik boyutunu oluşturur. 

Bu iş ve işlevler, öylesine törensel bir inançlar ve gelenekler ağı ile örülmüştür ki balina avına çıkan tayfaların önderleri, Eskimo topluluğunun da önderidir. Avlanmış balinanın bölüşülmesinde, tekne sahibinin, zıpkıncının ve öteki tayfaların paylarını belirleyen kesin kurallara uyulur. Avlanıp karaya çekilen balinaya, avcının karısı simgesel bir içki sunar (Wells 1984: 81-82). 

Benzer şekilde tarım toplumlarında da yemeğin en güzel yerinin hane reisi olan erkek birey için uygun görülmesi veya hangi parçanın kimin hakkı olduğuna karar vermenin hane reisinin bir hakkı olarak görülmesi aile içindeki güç ilişkileri esasında, üretimdeki işbölümüne göre şekillenmektedir. Aile sofralarında üretim ilişkilerinde belirleyici rol alan hane reisi rolündeki erkeğin sofraya oturmadan yemeğe başlanması ve yemekten ilk parçayı babanın varsa büyükbabanın koparması bu süreçte değerlendirilmesi gereken bir durumdur.

Yemek ve güç ilişkisinde bireylerin besin temin sürecindeki rolü belirleyici olabildiği gibi yöneten ve yönetilen ilişkilerinin de yemeğe yansıdığını görmek mümkündür. Birçok kültürde ziyafetler, ziyafeti düzenleyenin toplumsal statüsünü gösterir. Türklerdeki toylar ve hükümdar yemekleri bu kapsamda değerlendirilmelidir. Gerek katılımcılara sunulan yiyeceklerin niteliği, ziyafete davet edilen katılımcının sayısı bir toplumsal güç göstergesi olduğu gibi ziyafetin verilme sıklığı da bir güç göstergesidir. 

Bunun gibi ziyafete davet edilmenin simgesel bir anlamı olduğu gibi, davetin reddedilmesi de önemli görülmelidir. Davete katılma konusu Kutadgu Bilig’ de “Ziyafete davet edenler dört zümre olduğu gibi buna icabet eden insanlar da dört zümredir. Bunlardan biri davet edildiği her ziyafete gider ne ikram edilirse yer içer. Lakin kendisi evine başkalarını çağırmaz. Evine kapanıp yemeği kendi başına yer. Biri çağrıldığı ziyafete gider yemeği yer kendi de onu yemeğe davet eder. Biri de kendi ziyafete gitmediği gibi başkalarını da davet etmez. Bu insan ölüdür. Sen onu diriden sayma. Ona katılma onunla birlikte olma. Bir kısmı da davete gitmez fakat kendisi hayvanlar keserek başkalarını ziyafete çağırır. Bunlardan en hayırlısı bu sonuncusudur. Âlim insanların beğendikleri hareket budur.” öğüdüyle değerlendirilmektedir (Yusuf Has Hacip 2006:219)”.

Törensel bir yemekte bireylerin oturacakları yerler ve onlara ikram edilen yiyecekler de simgesel anlam taşımaktadır. Ziyafetlerde davetliler toplumsal konumlarına göre sofraya oturmaktadırlar. Bu farklılaşmalar kültürel anlamda şekillenmektedir. Yöneticinin sağına veya soluna oturma, protokol kuralları ile düzenlenmiştir. Buradaki yerleşme, yöneticinin sağına veya soluna oturttuğu bireylere verdiği değerin bir göstergesidir. Türk kültüründe töre kavramı bu kapsamda değerlendirilmesi gereken önemli bir kavramdır. Töreye göre sofranın saygınlığı en yüksek yerinde, ancak toplumsal konumu itibariyle konuklar içinde en yüksek konumdaki birey oturmaktadır. Bu farklılaşma bazen yaş esasında belirlenirken bazen bireyin toplumdaki yönetici olma konumundan da kaynaklanabilmektedir1. 

Yemekte saygınlık ve güç, katılımcıların hizmet görme miktarı ile ölçülebilir. Saygınlık göstergesi olarak bireyin sofradaki konumlanması da önemlidir. Bir sebze veya et yemeğinin en çok talep edilen kısmı en saygın kişi için ayrılabilir. Yemeğin kısımlarının saygınlığa göre dağıtımı Türklerde görülen bir unsurdur. Sofrada herkesin oturacağı yer belli olup kişinin ifa ettiği görevi ve rütbesi ile birebir alakalı idi. Bu nizam Türk devletlerinde Karahanlılar ve Selçuklu örneklerinde görüleceği üzere töresi olan, tesadüf olmayan bir durumdur. 

Oturulacak yer kadar yemek esnasında yenen yiyecek de statü belirtmekteydi. Şecere-i Terakime’ deki Oğuz Kağan destanında, büyük ziyafetlerde kesilecek koyunun, hangi parçalarının hangi boylar tarafından yenileceği açık olarak belirtilmişti. Boy lar ve Türk kesimleri arasında kavga çıkmaması için, hangi Türk bölüğünün, hangi parçayı yiyeceği, önceden kesin  bir töre olarak ilân edilmişti. Bu düşünce, Türklerde “ülüş veya pay” sisteminin bir görüntüsü idi. Bir koyundaki et payı,  çok daha geniş bir manada, bir devlet ve hukuk anlayışının, başka bir şekilde anlatılışı idi2 (Ögel 2003:335-336, İnan 1998:247-254). Bu anlayış günümüz Kırgız ve Kazak topluluklarında koyunun on iki parçaya bölünmesi, bu bölünmeden elde edilen cilik olarak isimlendirilen koyun parçalarının toplumsal statülere göre yemekte bulunanlara dağıtılması esasındaki paylaşım sistemi olarak halen devam etmektedir3. 

Türklerde yemek yalnızca yenen insanları doyuran bir madde değildir. Yemek topluluk düzeniyle, disiplin ve onurları da kuran bir vasıta, sembol olmuştur. Yoksa herkesin atası soylu ve herkes aynı düzeyde idi. Ancak hizmet ve onurla insanlar arasında bir derecelenme oluyordu (Ögel 1982: 16). Memluklulara ait eserlerde de simat adı verilen sofralarda yenilen etlerin bütün ve kemikli olarak belki de parçalanmadan konulduğu kısımların yiyeceklerin imtiyazlı yerler olduğunu da kaydetmiştir. Memluklular’da sultan sofranın başında yerini alır, emirler, ileri gelenler sağlı sollu rütbelerine göre onun da yanında otururlardı (Çetin 2006:111).

Sosyal Sınıflar ve Yemek
Beslenme alışkanlıkları, ailelerin sosyo-ekonomik durumlarına göre farklılaşmaktadır. Bireylerin ekonomik durumları tüketim düzeylerini ve alışkanlıklarını etkilemektedir. Bu farklılaşma beslenme alışkanlıklarında da görülmekte hangi besinin ne kadar tüketildiği bireylerin işgal ettikleri sosyal sınıflara göre farklılaşmaktadır. Bunun yanı sıra yemeğin pişirilme tarzı veya pişirmede ve sunumda kullanılan enstrümanların da bireylerin sosyal sınıflarıyla ilişkili olduğu açıktır. Toplumların mutfaklarında görülen farklılaşma, aynı toplum içinde de, farklı sosyal sınıflarda ve tabakalarda da görülebilir. 

Bu hiyerarşik olarak bir farklılaşmadır. Elit mutfak nosyonu, müşterek yiyecekler, tabaklar, çatal bıçaklar ve normlara ilişkin uygulamalar ile elit olamayan mutfaktan farklılaşmaktadır. Sınıfın sembolik yönlerinin kontrol ve manipülasyonu sınıfın sınırlarını korumasına yardım etmektedir (McIntosh 1996: 22). Sosyal sınıf üyeliği, bireylerin tutum ve davranışlarını oluşturmada referans noktası işlevini görmektedir. 

Uygun davranış biçimleri için birey, ait olduğu sosyal sınıfın normlarını dikkate alır. Bu normlar etrafında gündelik yaşam şekillenmektedir. Bireylerin sınıfsal konumlarını belirleyen faktörlerin şekillendirdiği sosyal hayat öğrenilmiş davranış biçimleriyle biçimlenmektedir (Odabaşı ve Barış, 2006:310). 

Yoksullar için ekmek tüm toplumlarda başlıca yiyecek olmuştur. Bu ekmek Yunanlıların çoğu için arpa, Romalılar için buğday ekmeğidir. Türk kültürün de ise fakirlik “yiyecek bir somun ekmeği yok” şeklinde ifade bulur. Türk kültüründe sosyal ve ekonomik seviyesi düşük topluluklarda, ekonomik sebeple fırından ekmek alınmaz, yufka ekmek ya da bazlama tarzı köy ekmek çeşitleri ev kadınları tarafından üretilir yapılırdı. Günümüzde ise toplumda gelir seviyesi düşük insanların tükettiği bu tarz ekmekler, “nostalji” adı altında yerel değerlere özlem göstergesi olarak büyük marketlerde satılmakta kentli insanların alış veriş sepetlerinde yerlerini bulmakta, büyük restoranların menülerinde misafirlere ikram edilmektedir. 

Üretilen ekmek biçimi yemek kültürü içerinde anlam değiştirmiştir. Ayrıca Türk kültüründe ekmeğe kutsiyet de atfedilmektedir. Ekmek üzerine yeminler edilmekte (Ekmek Mushaf çarpsın) ya da yerdeki ekmek parçaları (öpülüp alna konularak) özenle toplanmaktadır. 

Dalby (2001:6) yemeğin sınıfsal farkını anlatırken Roma’yı örneklendirir. “Fırında pişiremeyenler buğday ve arpalarıyla lapa ve polenta çeşitleri yapıyorlardı. Kimileri içinse ekmekten, kırlarda toplanan sebzelerle meyvelerden, kabuklu deniz hayvanlarından başka yiyecek hiçbir şey yoktu. Bununla birlikte zenginlerin uzun süreli şölenleri bile ekmekle başlardı. Sepetler içinde hem buğday hem de arpa ekmeği sunulurdu. Ana yemeğin sırayla gelen tabakları belirli bir düzen içinde birbirini izler. Birer parça alması için garson tarafından her davetliye götürülürdü. Davetlilere taze meyve, kabuklu deniz ürünleri, kızarmış kuşlar, son derece lezzetli soslar içinde etli mezeler, kuzu ve oğlak yahnisi verilirdi”

Hindu yemek sisteminde ise yemekler, toplumsal kast sistemine göre şekillenmiştir. Besin kast sistemini belirtmede başlıca rol oynar. Kastlarda yemek yeme ve alma ilişkileri örfi saflık hiyerarşisinde açların karşılıklı yerlerini ifade eder. Üst kastlar alt kastlardan sadece ham (doğal kirlenmemiş) besin alabilir. Alt kast grupları herhangi bir gruptan istedikleri herhangi bir pişmiş yemeği alabilirler. Hindu yemek sistemi pişen yemekleri ikiye ayırır. Paka ve kacha. Paka yemeği ev ehli yemeğidir. Haşlanır ve kirlenmeye karşı çok hassas kabul edilir. 

Yüksek kasttan Hindu evlerinde bazı yemeklere hizmetçiler dokunmazlar. Kacha yemeğinde ise genellikle birbirinden farklı gıda maddeleri kullanılır ve gruplar arasında rahatça takas edilir. Yüksek düzeyde Hint tanrıları için yemekler daha da uzağa konulur. Yemek adakları titiz bir şekilde pişirilir ve yüksek kast rahiplerince özel törenlerde kutsanır. Aynı şekilde bir kimliğe atfedilen yemekten açıkça sakınılır. Yüksek kasttan Hintli, sığır eti yiyenlerin diğer et yiyicilere nazaran aşağı sayıldığı, kirlenme söz ayrımıyla vejetaryen olmayan Hintliden aşağı sayıldığı kirlenme, yiyenlerin diğer et yiyiciler tarafından aşağılayıcı kelimelerle söz eder (Goode: 2005:173–175).

İçeceklerin tüketiminde de hem coğrafi ve sosyal yaygınlığına bağlı olarak hem de sınıfsal ayrım itibariyle içeceğin imajından söz etmek mümkündür. Bu imajın oluşmasında tüketici sınıfın sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel durumu belirleyici olmaktadır. Bunu şarap ve bira örneğinde değerlendirecek olursak şarap Mezopotamya’da nadir bulunan bir içki olmuştur. Şarabı dağlardan ovalara taşımanın maliyeti şarabı biradan en az on kat daha pahalı yapmıştır. Dolayısıyla şarap içmeye yalnızca seçkinlerin gücü yetebilmiştir ve esas kullanımı dinseldir. Nadir bulunurluğu ve yüksek fiyatı, şarabı bulunduğunda da tanrılar tarafından tüketilmeye layık bir içki yapmıştır (Standage 2005: 57). Şarabın ve biranın bu sınıfsal tüketime ilişkin konumu halen devam etmektedir. 

Benzer şekilde çay Avrupa’da 17. yüzyıldan beri keyif maddesi olarak bilinmektedir. 18. yy’ da bile sadece üst tabakalar tarafından tüketilmiştir. Ancak sosyal taklit olgusundan hiçbir tarım ürününün yer almadığı kadar yararlanmıştır. “Kahvaltıda burjuvalar kahve, soylular çay içerler; burjuvalar akşamın erken saatlerinde soğuk, soylular ise geç saatlerinde sıcak yemek yerler. Burjuvalar bira içip iskambil kâğıdı oynarlar, soylular ise şarap içip briç oynarlar. 1930 da saptanan bu durum Almanya’nın zenginler kulübünde hâlâ geçerliliğini korumaktadır” (Reımertz 2003: 31). 

Cinsiyet farklılaşmasının yiyeceklere ve içeceklere de yansıdığı görülmektedir. Türk kültüründe “aslan sütü” olarak adlandırılan anason bitkisinden üretilen rakı, mutfaklarda özel bir yere sahiptir ve erkek içkisidir. Şarap ise kadın içkisi olarak kabul edilmektedir. Burada aynı zamanda içkilerin yanında sunulan yiyecekler de kültürel anlamda şekillenmektedir. Türk kültüründe rakının yanında yer alan mezeler arasında et ürünlerinin çeşitliliği ve şarap sunumunda Fransız kültüründeki peynir çeşitliliğinin sunuma yansıması başlı başına bir kültürel unsurdur.

Yine Türk mutfak kültürüne ait, özellikle doğuşu konar-göçerlere ait olan ayran da önemli içecekler arasındadır. Yabancı dillere de doğrudan aktarılan yoğurttan yapılan ayran içeceği sıcak günlerin serin içecekleri arasındaki yerini alır. Türk kahvesine de değinilebilir. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” atasözü kahvenin öneminin bir göstergesi olarak söylenebilir.

İnanç ve Beslenme
Yiyecekler her zaman tanrılara sunulan adaklar arasında olmuşlardır. Sunum bazen bir isteğin gerçekleşmesi karşısında şükür ifadesi iken bazen de bir talebin iletilmesi sürecinde gerçekleşir. Her iki şekilde gerçekleşen sunuda da tanrıların gücü karşısında acziyetin gösterilmesi söz konusudur. Bu durumda fertlerin veya toplulukların kendileri için en değerli olanı sunması gerekir. Yiyecekler topluluğun en değerli mallarıdır. Maslow’ un ihtiyaçlar hiyerarşisi beslenmenin önemi düşünüldüğünde daha açık anlaşılacaktır.

İlkel topluluklarda hayvan ve bitkilerin yenilebilir olmasına karşın menülerine alınmamış olmasını da antropologlar, tabu inancı ile açıklar. Başka toplumlarda da nelerin yenilip yenilmeyeceğini değişik ölçülerde dinler belirlemiştir. Bu tek tanrılı dinlerde olduğu kadar çok tanrılı dinlerde de söz konusudur. 

İnsanı ölümsüz yapan “yaşam ekmeği”nin Ortadoğu’da eskiden beri var olan bir inanç olduğu görülür. Yaşam ya da ölümsüzlük ekmeği Gılgamış Destanı’ na kadar uzanır. Gılgamış, destanda ölümsüz olmayı istemiştir. Tanrıların önünde ölümsüzlük sınavından geçtiği gün, onu uyanık tutsun diye yedi kutsal ekmek yapar. Yunanlılar, büyük bir olasılıkla Babillilerden esinlenerek ölümsüzlük ekmeğine “ambrosia” derlerdi. Museviler de Babil’ de esir tutulurken çivi yazılı tabletlerden yaşam ekmeğini öğrenmişlerdi. İnsan, tanrılarla yarışmak ve ölümsüz olmak istiyordu. Ama bu arzunun ardında kendini tanrıların öfkesinden koruma güdüsü yatıyordu. Gerek bol ürün alındığında gerekse kıtlık döneminde adak sunmak gerekiyordu. Biri şükür için biri de af dilemek için. 

İnsan doğaya hükmedemediği sürece özellikle doğa tanrılarından hep çekinecekti. Ortadoğu’da ekmeğin kutsallığına geçmeden önce, tarımın, özellikle buğdayın yüceltildiği, kısaca ekmeğe tapılan bir döneme değinilmelidir. Yunan mitolojisinde bereket ve tarım tanrıçası Demeter’e adanan Eleusis Tapınağı’nın etkisi denizlerin ötesine yayılacaktı. Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında bile Eleusis, Demeter kültürü, kilise için ciddi bir rakip sayılacaktı. Çok tanrılı Hellenler, tarımı, özellikle ekmeği yücelttiler ve sonunda Eleusis Ekmek Tapınağı’nı yarattılar; insan ve doğa arasında kutsal bağ öylesine güçlüydü ki harman sonrasında çiftçi adam ve eşi toprağın yeniden ürün vermesi dileğiyle toprak üzerine yan yana uzanırdı. Buğday insanın özüdür diyenler haksız değildi (Ünsal 2003: 82–83).

Semavi dinlerde ise yiyeceklerle ilgili kuralların en geniş biçimde uygulanmasına Musevilik’ te rastlanır. Musevilerin din kitapları yenmesine müsaade edilen ve yenmesi yasaklanan yiyecekleri açıkça belirtmiştir. Kaşrut denilen bu yasalar daha da ötesine geçmiş, yiyeceklerin nasıl ve hangi koşullar altında hazırlanabileceğini de ayrıntılarıyla belirtmiştir4. Leviler 11 bölüm “Eti Yenen ve Yenmeyen Hayvanlar (Yasa 14:3–21)” şeklinde düzenlenmiş, burada hangi hayvanların yenilip yenilmeyeceği “Kutsal olun, çünkü ben kutsalım. “Kirli olanı temizden, eti yeneni eti yenmeyenden ayırt edebilmeniz için hayvanlar, kuşlar, suda küme halinde yaşayan bütün canlılar ve küçük kara hayvanlarıyla ilgili yasa budur.” şeklinde açıkça ifade edilmiştir5. 

Museviliğe göre bir etin yenilebilmesi için yenilmesi serbest olan hayvanların kesiminin şehita adı verilen özel bir kesim tekniği ile bu işin eğitimini almış hahamdan sertifikalı, kişiler tarafından kesilmesi gerekir. Sadece şehita kurallarına uygun olarak kesilmesi yetmez. Museviliğe göre etli ile sütlü gıdaların aynı anda yenilmesi, aynı kaplarda pişirilmesi yasaktır. Hafif sütlü gıdaların yenmesinden sonra ağız çalkalanıp, masa örtüsü ve kap kacak değiştirildikten sonra etli yiyecek yenebilir ama tam tersi mümkün değildir. 

Yahudilerde süt ve süt ürünleri ile etli yiyecekler “yavru olan kuzunun etini yerken annesinin sütünü aynı anda tüketmiş gibi olursunuz” inancının gereği olarak etli bir yiyecek yedikten sonra Sefarad Yahudilerinde altı saat, Aşkenaz Yahudilerinde ise üç saat geçmeden sütlü bir yiyecek veya türevi yenilemez. Ayrıca etli yiyeceklerin piştiği ve kullanıldığı mutfak ve yemek gereçleri de ayrı olmalıdır.

Yahudilik’ ten sonra gelen Hıristiyanlık’ ta ise yasalar giderek önemini yitirmiş ayrıntıların çoğu yeni din tarafından yok sayılmıştır. Musevilik’ te kesin bir tabu olan domuz eti Hıristiyanlık’ ta tabu olmaktan çıkmıştır (Şavkay 2000: 11). İslamiyet’te de Musevi şeriatının bazı kurallarının kabul edildiği bilinir. Domuz eti yasağı bunlardan biridir bu kapsamda Müslümanlar da helal et bulamadıklarında kaşer ibaresi bulunan ürünleri alıp tüketirler. 

Kur’an-ı Kerim’ de yenilecek hayvanlar “Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına boğazlanan, boğulmuş, (taş, ağaç vb. ile) vurulup öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş (hayvanlar ile) canavarların yediği hayvanlar -ölmeden yetişip kes tikleriniz müstesna- dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanmış hayvanlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı. 

Bunlar yoldan çıkmaktır. Bugün kâfirler, sizin dininizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim. Kim, gönülden günaha yönelmiş olmamak üzere açlık halinde dara düşerse (haram etlerden yiyebilir). Çünkü Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir”6 şeklinde belirtilmiştir. 

Dinlerin bazı yiyeceklere özel önem vermesinin yanı sıra bazılarına yasaklar getirmesi, farklı kültürel kimliklerin oluşmasında bazen farklı grupların birbirine yakınlık ve antipati duymasına yol açar. Hiç et yemeyen Hintli, et yemenin helal olduğu İslam dinine mensup birinden kendini ayırır. Aynı Müslüman, et yeme konusunda Hıristiyan ile aynı noktada buluşurken, domuz yememek konusunda Musevilere yakınlık duyar (Hatemi 1996:126). Aynı dinin farklı mezheplere mensup bireyleri arasında da yenilebilecek ve yenilemeyecek yiyecekler konusunda dinin temeliyle çelişmeyecek farkları görmek mümkündür. Bu durum mezhep mensuplarının yaşadığı coğrafya ve beslenme alışkanlıkları ile açıklanabilir. 

İslam mezhepleri arasında deniz ürünlerinin tüketimine yönelik Hanefiler ile Şafiler ve Malikiler arasındaki ayrım bu esasta düşünülebilir. Sadece farklı mezheplerde görülmeyen bu durum aynı mezhepte yer alan farklı İslam toplumları için de geçerlidir. Aynı mezhep mensupları içinde bir topluluk için yiyecek olan bir hayvan, kültürel süreçlerin etkisiyle başka bir toplulukta besin olarak düşünülmektedir. Orta Asya coğrafyasında atın ve at sütünden elde edilen kımızın besin olarak tüketilmesi bunun tipik bir örneğidir.

Bu kapsamda Japonların ve Çinlilerin yemek kültüründen de söz etmek mümkün. Çinlilerin inançları gereği bıçak ve kesici alet kullanmamaları, tavuk veya kırmızı eti çok fazla haşlamadan besinin ruhuna zarar vermeden haşlayıp tüketmeleri kültürleri gereğidir7. 

Kültür Aktarımı Sürecinde Yemek
Parsons, ailenin fonksiyonlarını, sosyalleşme ve diğer statü ve rollerde olduğu gibi aile fertlerinin motivasyonsal enerjisini korumak ve sürdürmek olarak ifade etmektedir. Söz konusu olan, ailenin dayanışmasının güçlendirilmesi ve sürdürülmesi ise, aile üyelerinin ailevi, dinsel ve toplumsal ritüellere katılmaları ile mümkündür. Modern toplumda aileyi desteklemek ve bağlılık, aileyi oluşturan fertleri duygusal anlamda desteklemekle olmakta ve ailedeki dayanışmayı tesis etmektedir.

Burada önemli aile ritüellerinden birini akşam yemeği oluşturmaktadır. Yılda birçok kere aileler önemli dini ve topluluksal günlerde düzenledikleri büyük yemeklerle -Müslümanlarda iftar sofraları, Hıristiyanlarda şükran günü yemekleri gibi-günlük aktiviteyi güçlendirmektedirler. Akşam yemeğinin aile içindeki ikinci fonksiyonu da sosyalizasyona katkıda bulunmasıdır. 

Sosyalleşme ve sosyal müeyyidelerle aile üyelerine diğer insanlarla iletişim kurma, uygun değerlerin kabul edileceğini öğretilir. Bu anlamda yemek masası bir sosyalizasyon forumudur. Modern toplumda hayatın erken yaşlarında okul sistemi sosyalizasyonun formel uygulamalarına başlamaktır. Hâlâ evde çocuklarının temel sosyal ve kişisel becerilerinin sağlanması fonksiyonu için ailelere gereksinim duyulmaktadır Bunlar dil kullanımı, otoritelerle ilişkiler ve bedensel aktiviteleri yönlendirmeyi içerir (McIntosh 1996: 64).

Yemek zamanı aile fertlerinin sosyal etkileşimi, aile aktivitelerinin koordi nasyonunun sağlanması, üyeler arasında bilgilerin paylaşıldığı, bireylerin şekillendiği rutin bir içeriğe sahiptir. Yemek, aile için sistem olarak ilave fonksiyonlara sahiptir. Yemek aileler için yaşamı sürdürme fonksiyonu yanında statü farklılaşması ve işbölümünün sürdürülmesini sağlamaktadır. Bu, yaşa, cinsiyete ve ekonomik sorumluluklara dayalı farklılıkları içermektedir. Yemeğin paylaşımsal farklılıkları, tarım toplumu, çitçi aile ve endüstriyel düzenlemelerde oldukça çoktur. 

Erkek, ailenin tarımsal aktivitelerinden büyük oranda sorumludur ve erkeğin yemekten ilk önce alma ve en iyi kısmı alma hakkına razı olunmuştur. Ancak Afrika toplumunda kadın tarımda emek gücünü daha çok kullanmaktadır ve erkekler ister istemez onlara öncelik sağlamaktadırlar. Modern toplumlarda ise, bütün aile fertleri hep beraber yerler ve tüm aile üyeleri için yeterli yiyeceğin olmasıyla ilgilenirler, erkeklerin yiyecek tercihlerindeki belirleyicilikleri devam etmektedir (McIntosh 1996:65).

Sonuç
Yemek sadece besini oluşturan kimyasal maddeler ve organizmanın canlılığını sürdürmesi için taşıdığı önem esasında değerlendirilecek bir durum değildir. Temininden tüketimine kadar yemekle ilgili oluşumlar insanların topluluksal davranışını dolayısıyla kültürü önemli bir konu haline getirmiştir. İnsan birliktelikleri kurumsallaşmış davranış örüntüleriyle şekillenen oluşumlardır. Bu oluşumlar gerek dinsel gerekse dinsel olmayan ritüelleri de kapsamaktadır. Tüm bu ritüeller içinde gerek günlük hayatın düzenlenmesinde gerekse din temelli davranışların günlük hayat üzerine etkisinde yemek temelli seremoniler önemli bir yer tutmaktadır. Bu seremoni ve ritüeller bir topluluğu diğerlerinden ayıran temel davranış örüntüleridir. 

Bu kapsamda belirli dinsel, ulusal veya özel günlerde düzenlenen yemeklerin de bireylerin toplumsal konumlarına uygun olması gerekmektedir. Bu belirlenmişlik sadece yemek malzemesinin seçiminde değil, malzemenin pişirilme biçiminde, sunulmasında hatta konukların oturma biçimlerinde de oldukça önemlidir. Yemek tarzımızdan tutun da beslenme alışkanlığımıza kadar yemekle ilişkili pek çok durum sosyalleşme sürecinde şekillenmiştir. Aynı şekilde sosyalleşme sürecimizde yemek masasının hiç yadsınamayacak yeri vardır. Bireyler sosyal statü ve rollerini bu masada öğrenirler. Dinsel değerler bu masada aktarılır.

Tarihçiler Fatih Sultan Mehmet’in yakın çevresindeki bilginlerle temasının çok iyi olduğunu ifade etmektedirler. Bilginlerle sık sık görüştüğü, beraber yemek yemeyi sevdiği ifade edilir. Zamanın iki büyük bilgini Molla Hüsrev ile Molla Gürani arasındaki anlaşmazlık bu kapsamda değerlendirilir. Hikaye şöyle anlatılır: “Fatih ulemaya büyük bir ziyafet verecekti ve hocalarından Molla Gürani’ yi sağında, Molla Hüsrev’i solunda oturtmak istiyordu. Bu durum Molla Hüsrev’ in ağırına gitti. “Benim soluna oturmam gayreti ilmiyeye manidir” diyerek küstü ve İstanbul’u terk ederek Bursa’ya gitti” (Şavkay 2000:25). Örnekte açıkça görüleceği gibi sofra düzeni simgesel bir protokol kuralıdır. Yemek, toplumdaki simgesel anlamları ile aynı zamanda sosyolojinin konusudur.

Gerek yemek masasında oturmamız gerekse, yemek paylaşımımız toplumsal simgeler esasında sosyalleşme sürecindeki kazanımlarımızdır. Bu kazanımlarımız toplumların kültürel kimliğinin önemli bir göstergesidir. Kruvasan Fransız toplumunun, kebap Arap toplumunun, hamurlu tatlılar Türk toplumunun, fast food Amerikan toplumunun, pizza İtalyan toplumun ulusal kimliği ile özdeşleşmiştir. Özbek için samsa ve Uy gurlar için Türkistan pilavı toplukların etnik kimliklerinin bir göstergesidir. Bu sadece yemek türleriyle sınırlı değildir. Yemekleri tüketim sırası da bu kapsamda değerlendirilebilir. Türkler çorbayı tüm yemeklerin başlangıcında tüketirken, Avrupa mutfağında börek başlangıç yemeğidir ve önemsiz bir kültürel unsur olarak düşünülmemelidir (Kösoğlu, 1992: 48). 

NOTLAR
1-Çadırda oturma düzeni için DULKADİR, H. 
İçel’de Son Yörükler Sarıkeçililer. İçel Valiliği Yayınları. İçel, 1997, KUTLU, M., “Doğu Anadolu Göçer Topluluklarında Kara Çadır”, III.Milletler Arası Türk Folklor Kongresi Bildirileri. V.Cilt. Kültür ve Turizm Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesi Yayınları. Ankara, 1987, BEŞİRLİ, H. “Sarıkeçili Yörüklerinde Çadır”, Son Konar-Göçerlerin Sosyo-Kültürel Yapısı , ed. M.C.Özönder, E.Aksoy ve G. Köktürk , Hacettepe Üniversitesi Yayınları, Ankara, 2005, s.59-72, incelenebilir.
2-Türklerde siyasal alanda kabilelerin ve mensuplarının diğer kabile fertleri ile olan etkileşim sürecinde konumlarını belirleyen kurallar orun ve ülüş meselesi şeklinde tartışılmaktadır. Bu konuda Abdulkadir İnan , Orun ve Ülüş Meselesi, Makaleler ve İncelemeler, Türk Tarih Kurumu 1.Cilt Ankara, 1998 sayfa 247-254, Bahaeddin Öğel Türk Mitolojisi Türk Tarih Kurumu Ankara, 2003, Cilt 1, s. 217 ayrıntılı bilgi edinilebilir.
3-Kuzeydeki ve güneydeki Kırgızlarda etin tahsis edilmesi merasimlerinde etin “saygınlık derecelendirilmesinde” farklılık görülmektedir. Kuzeydeki Sarıbağış ve Solto kabilelerinde etin en saygıdeğer kısmı başıdır. Buna karşılık kuzeydekilerin de saygı duymadığı böbrekler, etin diğer leziz kısımlarına eşdeğer sayılmaktadır. Kuyruksokumu kemiği, etin parçaları arasında en saygın yeri ifade etmektedir. Issık göl çevresinde ise en saygıdeğer misafire koyunun butu (can baş) verilmektedir. Bu konuda bakınız. S.M. Abramzon “Kırgızlarda Yemek Kültürü”, çev. Hüsamettin Yıldırım, Türk Mutfak Kültürü Üzerine Araştırmalar, Yayına Hazırlayan: Kamil Toygar, Türk Halk Kültürünü Araştırma 
Vakfı Yayınları, Ankara.1997,s19-23 
4-Yahudilerin yemek kültürü ile ilgili olarak David Kraemer (2007), Jewish Eating And Identıty Through the Ages, Routledge, London incelenebilir.
5-Bu konuda daha geniş bilgi almak ve Leviler 11 bölümün tamamına ulaşmak için http://kutsalkitap.info/tr-lev11.html bağlantısını kullanabilirsiniz.
6-Maide Suresi 3. Ayet
7-Bu konu ile ilgili olarak Belge Murat (2008), Tarih Boyunca Yemek Kültürü, İstanbul, İletişim Yayınları s. 32 den yararlanılabilir.

KAYNAKLAR
Dalby. Andrew; Sally Grainger (2001), Antik Çağ Yemekleri ve Yemek Kültürü, çev: Betül Avunç, İstanbul, Homer Kitabevi. 
Çetin, Altan (2006), “Memluk Devletinde Yemek Kültürüne Genel Bir Bakış”, Milli Folklor, Geleneksel Yayıncılık Yıl 18. sayı.72. s-107-117.
Haviland, William (2002), Kültürel Antropoloji. Çev. Hüsamettin İnaç, Seda Çiftçi. Kaknüs Yayınları, İstanbul.
Hatemi, Hüsrev (1996) “Beslenme İle Kültür İlişkisi”, Sanat Dünyamız, Yapı Kredi Yayınları. İstanbul, sayı:60–61 s.125–129.
Goode, Judith (2005), “Yemek”, Çev. Fatih Mormenekşe, Milli Folklor, Geleneksel Yayıncılık, Yıl: 17. sayı 67.s.172- 177.
İbn-i Haldun (1988), Mukaddime, Yayına Hazırlayan: Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul.
İnan, Abdulkadir (1998), Makaleler ve İncelemeler, cilt 2.Türk Tarih Kurumu, Ankara.
Kottak, Condrad Phıllıp (2008). Antropoloji. Çev. Serpil Altuntek, Balkı Aydın Şafak, Dilek Erdal vd. Ütopya Yayınları, Ankara.
Kösoğlu, Nevzat (1992), “Milli Kültür ve Çorba”, Milli Kültür ve Kimlik, Ötüken Yayınları, İstanbul. 
McIntosh, Alex (1996), Sociologies of Food And Nutrition, Plenum Press, New York.
Odabaşı, Yavuz ve Gülfidan Barış (2006), Tüketici Davranışı, 6.Baskı, (MediaCat) Kapital Medya Hizmetleri A.Ş, İstanbul.
Ögel, Bahaeddin(2003), Türk Mitolojisi, Türk Tarih Kurumu, Ankara.
Ögel, Bahaeddin(1982), “Türk Mutfağının Gelişmesi ve Türk Tarihi Gelenekleri”, Türk Mutfağı Sempozyumu Bildirileri, Kültür Turizm Bakanlığı, Milli Folklor Araştırma Dairesi Yayınları, Ankara s.15–18
Reımertz, Stephan (2003), Çayın Kültür Tarihi, Çev. Mustafa Tüzel, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara.
Standage, Tom (2005), Altı Bardakta Dünya Tarihi, Çev. Ahmet Fethi, Merkez Kitapları, İstanbul.
Şavkay, Tuğrul (2000), Osmanlı Mutfağı, Şekerbank Yayınları, İstanbul.
Tezcan, Mahmut (2000), Türk Yemek Antropolojisi, T.C.Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara.
Wells, Calvin, (1984). Sosyal Antropoloji Açısından İnsan ve Dünyası, Çev. Bozkurt Güvenç, Remzi Kitabevi, İstanbul.

Yurt İçinde Ve Yurt Dışında İhtiyac Duyan Kişi Ve Kurumlara;
Yiyecek ve içecek alanlarında restoran ve konaklama ve işletmelerine belirtilen konularda Osmanlı ve Türk mutfağı, Osmanlı saray mutfağı, Anadolu mutfağı, Akdeniz mutfağı, menü planlama, konsept belirleme, mesleki eğitim alanlarında uluslararası konumda has aşçıbaşı Ahmet Özdemir olarak;

Yiyecek ve içecek danışmanlığımutfak danışmanlığıişletmeci körlüğüYeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?, Kesin Başarı İçin Restoran Danışmanlığı Almalımıyım?, Menü DanışmanlığıRestoran Yönetimi, Şehrin En İyi Restoranlarına Nasıl Sahip Olabilirim?, Yeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular?, Kalıcı Bir Restoran Sahibi Olabilmek İçin Dikkat !!! konularında mesleki eğitim ve danışmanlık hizmetleri vermekteyim. İlgili projeler için mesleki bilgilerime ihtiyac duyan kişi ve kurumlar Türkiye saati ile sabah 10:00 ila aksam 22:00 saatleri arasında tarafım ile İLETİŞİM bilgilerimden bağlantıya geçebilirler...


6 Ekim 2020 Salı

Bolu Unesco “Yaratıcı Şehirler Ağı'na” Girebilecekmi?


Bolu Unesco “Yaratıcı Şehirler Ağı'na” Girebilecekmi?

Bolu Platformu'ndan Dünya çapında iki proje      
Bolu’yu doğal ve beşeri güzellikleri ile tanıtarak “marka şehir” yapmak için proje geliştiren Bolu Platformu, aynı zamanda UNESCO “Yaratıcı Şehirler Ağı” üyeliği ve “Türkiye Aşçılar Başşehri” unvanını almak için çalışmalara başladı.

Bolu Platformu Turizm Kurulu tarafından Bolu’yu doğal, beşeri ve tarihi ile Türkiye ve dünya ölçeğinde tanıtarak “marka şehir” yapmak için proje geliştirildi.

Bolu’nun UNESCO “Yaratıcı Şehirler Ağı” üyeliği için çalışmalara başlayan Bolu Platformu, aşçılık kültürü ve Bolu’da üretilen ürünleri yaratıcılık ile birleştirerek tanıma imkânı sunmak, uluslararası etkinlikler yapmak ve Bolu’nun “Türkiye Aşçılar Başşehri” unvanını almak için de başka bir projenin hazırlıklarını yapıyor.

Bolu Platformu tarafından önümüzdeki günlerde söz konusu iki proje için üst düzey görüşmeler gerçekleşeceği bildirildi.

Bolu Gastronomi Haberlerinden yer alan Valilik, Belediye Ve Kurumlar İle Birlikte Yürütülecek

Konutla ilgili Bolu Platformu tarafından yapılan açıklamada, “Türk mutfağında ve aşçılıkta ülkemizi uluslararası üst düzey temsil eden ve bu proje fikrini sunan Prof. Dr. Sn. Arif Bilgin ile Akademisyen Şef Sn. şef Aydın Demir’e ve çalışmalarımıza katkılarından dolayı Bolu Gastronomi Derneği ile Yeniçağa Profesyonel Aşçılar Derneği’ne teşekkür ediyoruz. 

Proje olgunlaştıktan sonra Bolu Valiliği, Bolu Belediyesi, İl Turizm ve Kültür Müdürlüğü, BAİBÜ ve Bolu Ticaret Odası gibi kurumlarımızı bilgilendirerek, birlikte çalışma önerisi ile destek istenecek” ifadelerine yer verildi.

Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...