23 Aralık 2021 Perşembe

Türk Kültür Hayatında Çiçekli Şerbetler Nelerdir?

 Türk Kültür Hayatında Çiçekli Şerbetler Nelerdir?


Türk Kültür Hayatında Çiçekli Şerbetler Nelerdir?
Seher ÇELİK

Giriş
Dünya üzerinde yaşamış olan tüm toplulukların ortaya çıktıkları günden itibaren yeme içme alışkanlıkları değişik özellikleri barındırmıştır. Bu özellikler yerleştikleri bölgeye göre farklılık göstermiş, bunun yanında yerleşilen bölgenin yemek kültürü de benimsenmiştir. Modern Türk mutfağının oluşmasında da yerleşilen bölgenin iklimi, coğrafyası, kültürü ve yaşam tarzı etkili olmuştur. Türklerin göçebe yaşam kültürünü yerleşik yaşam ile harmanlaması da mutfak kültürüne olan katkılar arasındadır.

Modern Türk mutfağının oluşmasında ve gelişmesinde 11.yüzyıla kadar Türk toplumunun geçirmiş olduğu Orta Asya kültürü, devamında İslamiyet’in kabulü ile birlikte Arap toplumlarıyla yaşanan kültürel etkileşim ve gelişmeler, Anadolu’da hüküm sürmüş olan İran, Hitit, Yunan gibi toplumların kültürleri ve hanedanlar arası evliliklerin etkisi olmuştur. Türkler göç ettikleri toplumlardan hem etkilenmiş hem de kendi kültürlerini taşıyarak diğer kültürleri etkilemiştir. Türklerin Anadolu’ya yerleşmesiyle birlikte Anadolu mutfağının şekillenmesi de başlamıştır. İlk olarak Selçuklu Hanedanlığının daha sonra Osmanlı Devleti’nin farklı etnik ve dini kültürleri bir arada barındırması Türk mutfağının gelişmesinde ve zenginleşmesinde önemli faktörlerdir (Şahin, 2008).

Türklerin ilk ana yurdu olan Orta Asya geniş bozkırları, büyük gölleri, nehirleri ve dağları kapsayan çok geniş bir coğrafyadır. Bu coğrafya içerisinde yer alan bazı etkileşimler ise günümüz Türk mutfağının temellenmesindeki faktörleri oluşturmaktadır. Orta Asya mutfağının devamı niteliğinde sayılan Selçuklu ve Osmanlı mutfağı ise yemek kültürünün gelişmesinde büyük bir paya sahiptir.

Bu çalışma içerisinde yer alan Orta Asya, Selçuklu ve Osmanlı dönemi Türk mutfakları araştırmanın asıl konusu olan çiçekli şerbetler bölümünden önce ele alınarak, Türk mutfağının geçirmiş olduğu yemek ve kültür anlayışının aktarılması adına bir girizgâh yapılmış, akabinde Türk kültür hayatındaki şerbet ve şurup ile de bu anlatım zenginleştirilmiştir. Köklü bir kültür geçmişine sahip olan şerbetlerin toplum içerisinde tekrardan yer bulmasını sağlamak adına ise 13 adet çiçekli şerbet tarifi de eklenerek çalışmanın amacına riayet edilmiştir. 

Nihayetinde hazırlanan bu çalışmanın; saha çalışmalarının eklenmesiyle daha geniş bir kazanımın sağlanacağı Bilimsel Projelerle Tarih alanlarına, Belediye destekli eğitimler, Workshoplar, Broşürler, Karekodlar ve Pop-uplar yardımıyla tanıtımlarının yapılıp içecek ağının genişletilmesiyle Gastronomi ve Turizm alanlarına kazandırılması önerilmektedir.

Orta Asya’dan Osmanlı’ya Yemek ve Kültür

Dünya üzerinde var olan tüm topluluklar için bulundukları coğrafi konum her alanda belirleyici bir faktör olmuş ve bu faktör yemek kültürünü de etkilemiştir. Türklerin ilk ana yurdu olan Orta Asya günümüzde Çin, Rusya, Moğolistan, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan, Kırgızistan ve Afganistan’ı içeren, geniş bozkırları, büyük gölleri, nehirleri ve dağları kapsayan çok geniş bir coğrafyadır. 

Orta Asya iklimi sert karasal bir iklime sahiptir ve bu bölgede yaşayanların çoğu atlı göçebe topluluklardır. Buradaki toplulukların ekonomileri at yetiştiriciliğine, hayvancılığa ve ticarete dayanmaktadır. Göçebeliğin bir sonucu olarak da zor yaşam koşullarına dayanıklı, hayvanları idare edebilen sade ve pratik bir yaşam geliştirmişlerdir. Böylesi bir yaşam tarzı Anadolu, İran, Hindistan ve Çin’in fetihlerini kolaylaştıran etmenler olmuştur (Işın, 2019).

Türklerin hüküm sürdüğü Orta Asya’da bilinen ilk Türk devleti Büyük Hun İmparatorluğu’dur. Daha sonraki devletler ise; Göktürk, Kutluk ve Uygur gibi farklı Türk devletleridir. Nüfus artışı, hayvanlar için otlak arazilerinin azalması, kıtlık, hastalık, savaşlar ve yeni yerler bulma umudu gibi nedenler Türklerin bu bölgelerden ayrılmasına ve farklı noktalara yerleşmesine imkân vermiş, böylece kültürlerarası etkileşimi de beraberinde getirerek geniş çaplı bir mutfak kültürü ortaya çıkarmıştır. Günümüzde Türk mutfağının ünlenmesinde ve çeşitlilik göstermesinde de bu faktörler kayda değer niteliktedir (Işın, 2019).

Orta Asya Türk mutfağına dair ilk bilgiler M.Ö. 220 yılında ortaya çıkmış olan Büyük Hun İmparatorluğundan öğrenilmektedir. Hun Devleti’nin av etleri, nadiren at eti, koyun eti, pirinç, darı, arpa, süt, yoğurt ile beslendikleri, kımız ve bira içtikleri bilinmektedir (Mahmud, 2018). Mevsimsel yapılan tarım ise, daha sonraki yüzyıllarda diğer Türk devletleri tarafından artırılmış, bunun yanında çeşitli sebze ve meyveler de tüketilmiştir. Dönem itibariyle İpek Yolu ticareti ve yapılan savaşlar diğer alanlarda etkileşim yarattığı gibi mutfak alanında da karşılıklı bir etkileşim oluşturmuştur. Bunun yanında dini inanışlar ve devletlerarası evlilikler de mutfak kültüründe ayrı bir etken olmuştur (Işın, 2019).

Oğuzların Kınık boyuna mensup, Türk Oğuz kumandanı olan Selçuk Bey tarafından kurulan Büyük Selçuklu Devleti (1040-1157) ise, Orta Asya, Afganistan, Arabistan, Suriye, Irak, İran ve Anadolu’yu kapsayan geniş bir coğrafyaya hâkimdir. Yapılan fetihlerle büyümeye başlayan Selçuklu Devleti, 1071 yılında Doğu Anadolu’da Bizanslılara karşı yaptığı Malazgirt Savaşı’nı kazanmasıyla, Batıya olan akınlarını artırmaya başlamıştır. 1075 yılında bağımsızlığını ilan eden Süleyman Şah, İznik’i başkent yaparak Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurmuştur. Yaşanan gelişmeler yanında Moğolların Anadolu’ya olan hareketleri Selçuklu yönetimini zayıflatmaya başlamıştır. Anadolu’nun birçok yerinde bağımsız Türkmen Beylikleri’nin kurulmasıyla da Anadolu Selçukluları küçülmeye başlamış ve 1308 yılında tarih sahnesinden silinmiştir (Sümer, 2009: 365-385).

Büyük Selçuklu Devletinin 11.yüzyılda bir devlet olarak yerini alması aynı zamanda mutfak kültürünün de başladığının göstergesidir. Selçuklu mutfağı, Orta Asya Türk mutfağının devamı niteliğinde olup, İran, Arap ve Bizans mutfaklarının da izlerini taşımaktadır. Orta Asya Türk mutfağı göçebeliğin bir sonucu olarak çeşitlilik göstermiş ve nihayetinde Selçukluların Anadolu’ya gelmesiyle birlikte de bu çeşitlilik artmıştır. Var olan bölgenin coğrafi koşulları da düşünüldüğünde mutfağa olan katkı zenginleşmektedir. Dönem itibariyle Anadolu Selçuklularının, buğday, arpa, pirinç kurum üzüm, bakliyat, safran, susam yağı yetiştirip bunların ihracatını yaptığı, şeker ve bazı baharatları da ithal ettiği bilinmektedir (Işın, 2019).

Büyük Selçuklularda, beslenmeye yönelik faaliyette bulunan dört kurum görülmektedir: Çaşnigirlik, şarabdârlık, vekîl-i haslık ve hansâlârlık. Çaşnigirler, Selçuklu sarayında sofra hizmetini yürütmektedirler. Bunların başı olan emir çaşnigir, bizzat hükümdârın yemeğinden sorumludur. Hükümdarın bir suikasta uğramasını engellemek amacıyla sofraya konulan yemeği ilk önce kendisi tatmaktadır. Bu yüzden emir çaşnigirler güvenilir kimselerden seçilmektedir. 

Şarabdârlar, emrinde bir grup hizmetiyle birlikte sultanın içeceklerini hazırlamakla mükelleftirler. Bunların hizmetlerini yürüttükleri birime ise şarabhâne denilmektedir. Vekîl-i has, içinde mutfak ve şarabhânenin de bulunduğu birçok birimin üst seviyeli idârecisidir. Hansâlâr ise aşçıbaşılık görevini yürütmektedir (Bilgin, 2004: 21).

Selçuklu mutfağı; göçebeliğin bir sonucu olarak et ve süt ürünleri olan “hayvansal gıdalar” ile yerleşik yaşam kültürünün bir sonucu olan “tarımsal gıdalar” olarak iki ana ögeye temellenmiştir. Orta Asya’da temel tüketim olarak kullanılan at, Selçuklu döneminde binek hayvan olarak kullanılmıştır. Koyun, keçi ve sığırdan elde edilen et ve süt ürünleri sofraların ve mutfağının vazgeçilmezi olmuştur (Şahin, 2008). 

Hayvancılığın Orta Asya’da en önemli gelir ve yaşam kaynağı olmasıyla ve Anadolu’ya göçlerin de artmasıyla birlikte büyük önem kazanmıştır. Haşim Şahin’in şu saptaması ise Türklerin hayvancılığa verdiği önemi açıkça göstermektedir: “Hayvancılık, bu dönemde sadece Selçuklu Türkleri için değil, hemen her Türk devleti için en temel geçim kaynağıydı. Öyle ki bazı Türkmenler, kurdukları devletlere yahut mensubu oldukları boylara, hayatlarının ayrılmaz parçası olan bu hayvanların adlarını vermişlerdir. 

Türkiye Selçuklu Devleti’nin son dönemlerinde Doğu ve Güney-Doğu Anadolu’da kurulan iki Türk devleti Ak-Koyunlu ve Kara-Koyunlu isimlerini taşıyordu. Aynı şekilde bazı Türkmen boyları da Alaca-Koyunlu, Kara-Keçili, Sarı-Keçili, Kara-Tekeli, Kızıl-Keçili isimlerine sahiptir” (Şahin, 2008: 40).

Selçuklu döneminde tüketilen gıdalar ise kuşluk ve akşam vakti olmak üzere iki öğün olarak hazırlanmıştır. Sabah vakti tüketilen gıdalar tok tutan hamur ürünleri ile ilk sırada yer almaktadır. Diğer yandan tüketilen gıdalarda ise var olan ekonomik durum ve statü büyük rol oynamaktadır. 

Saray çevresi daha geniş ve gösterişli bir tüketim sergilerken daha alt kesim olan halk sade bir tüketim sergilemektedir. Selçuklu devletinin hükümdarlarından olan Alâeddin Keykubat, hükümdar olarak Konya’ya geldiğinde, adına verilen ziyafetlerden birisi yemeğin rütbeye göre nasıl şekillendiğini şöyle örneklemektedir:

“Çini ve altun sahanlar, tepsiler içinde elvan niam dane ve müza’fer ve kalliyat ve boraniler ve me’muniye ve halavat-i mümessek ve muaffar ve yahniler ve söğülmeler ve biryanlar ve tavuk ve güvercin ve keklik ve bıldırcın söğülmeleri sedire ve iki kola oğuz resmine göre döeşenip(döşenip) müzeyüzyılen oldu ve kâsat, kımız ve kımeran ve mümessek ve muattar şerbetler oğuz resim ve erkânı üzere yenildi ve içildi” (Oral, 2002: 24).

Orta Asya ve Selçuklu dönemi Türk mutfak kültürü, yemek için kayda değer nitelikte yer almasına rağmen, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinde yer almasıyla birlikte mutfağa olan katkı genişlemektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun, genel itibariyle 1299 yılında Osman Bey tarafından hutbe okutulup bağımsızlığını ilan ettiği bilgisi verilse de Öz Türk geleneklerine bakıldığında bir devletin kuruluşu, egemenliğini Tanrı’dan aldığına inanılan karizmatik bir liderin ortaya çıkışına bağlı olarak kabul edilmiştir. 

Tabii, bu liderin ülkesi vergi ödeyen geniş bir halk kitlesi, yani reayasının mevcudiyetini gerekli kılmaktadır (İnalcık, 2019: 13). Böylesi bir olgu da Osman Bey’in İznik’i kuşatmak için vermiş olduğu Koyunhisar Savaşı’ndaki mücadelesi sonrası gerçekleşmiştir. İnalcık’a göre, Bizans’ın iki büyük üssü olan Bursa ve İznik için yapılan bu mücadele, Osman’ı bölgede karizmatik bir Bey durumuna getirmiş, bu zafer sonrası şöhreti duyulan Osmanlı Devleti’nin kuruluş tarihi ise 27 Temmuz 1302 olarak aktarılmıştır (İnalcık, 2019: 17). 1302 yılında bir Beylik olarak Anadolu’nun kuzeybatısında ortaya çıkan ve daha sonra fetihleri ile imparatorluk haline gelen Osmanlı Devleti, 1923 yılına kadar hüküm sürmüştür.

Osmanlı Sarayında da yemek çok mühim bir konu idi. Haliyle Osmanlı Saray Mutfağı için Matbah-ı Âmire ve Kiler-i Âmire isimli iki teşkilat çok zaruridir. Malzemenin toplandığı kuruma Kiler-i Âmire, malzemeyi toplayan kişiye de Matbah Emini denilmiştir. Matbah Emini; et, ekmek, baharat ve saray mutfağına gereken her şeyi piyasadan toplar, Kiler-i Âmireye getirir ve bu malzeme Kiler-i Âmire’den Matbah’a ve aşçılara nakledilir. Mutfakta çalışanlar saray için şiir yazan yahut minyatür yapan teşkilatlar gibi yaratıcı bir gruptur (İnalcık, 2014: 15).

Matbah-ı Âmire, esasen bir mutfak değil, bünyesinde çeşitli mutfaklar, helvahâne, kiler, fırınlar, çeşitli kârhâneler, mirî mandıra ve simidhâneyi barındıran idarî kurumun adıdır (Bilgin, 2004: 55-56). Matbah-ı Âmire Emâneti’nin kesin kuruluş tarihi bilinmemektedir. Bu yüzden, Fatih dönemi sonlarında var olduğunu gördüğümüz Matbah-ı Âmire Emâneti’nin, Yeni Saray’ın (Topkapı Sarayı) inşasından sonra, muhtemelen de aynı padişahın saray teşkilâtında yaptığı düzenlemeler çerçevesinde tesis edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. 

Matbah-ı Âmire içinde yer alan Helvahâne’ye dair ilk kayıtlara Kanunî dönemi defterlerinde rastlanmakta; 1527-28 tarihli defterde Kilâr-ı Âmire ile birlikte Helvahâne de geçmektedir. Bu durumda, mutfağa bağlı müstakil bir birim olarak Helvahâne’nin 1491-1527 arasında, muhtemelen de 1509 depremi sonrası veya Kanunî saltanatının ilk senelerinde tesis edilmiş olması gerekir (Bilgin, 2004: 24-27). Burada yer alan helvacılar, helvacıbaşı ve bir kalfanın nezâretinde çalışmaktaydılar. Aynı bölümde şerbet, hoşaf ve turşu yüksek miktarda üretildiğinden, helvacılardan bu hizmetleri görenler ayrı grupları oluşturmuşlardır. Şerbetçiler şerbetçibaşı, hoşafçılar hoşafçıbaşı ve turşular da turşucubaşının idaresinde çalışmaktadırlar (Bilgin, 2004: 64-65).

Osmanlı İmparatorluğu 15. yüzyılın sonuna geldiğinde bugünkü Bulgaristan, Makedonya, Kuzey Yunanistan ve Kuzey Anadolu’nun çoğuna hüküm sürmektedir. Fetihlerle birlikte genişlemeye başlayan Osmanlı İmparatorluğu ülkeler ve şehirlerarası ticareti de yaygınlaştırmıştır. 15. yüzyılda Filibe ve Burgaz’dan gelen pirinç, saray için temel tüketim maddesi içinde yer almıştır. Bu dönemde meyve ve sebze yetiştiriciliğine de önem verilmiş, 1465 yılında Topkapı Sarayı’nda Fatih Sultan Mehmet saray bahçesine, meyve ağacı diktirmiş, saray ve padişahın bahçelerinde de hıyar, turp, havuç, şalgam, asma kabağı ve pazı gibi sebzeler yetiştirilmiştir (Işın, 2019).

Osmanlı Saray mutfağı, Orta Asya ve Selçuklu Türklerinin ana besin maddesi olan eti tüketmek ile birlikte, ete tek ana öğün olarak yer vermemiştir. Osmanlı mutfağı için büyük bir değişimin yaşandığını ve bu değişimin hem etçil hem de otçul olarak dengeli bir mutfak kültürü olduğunu söylemek mümkündür. Batıya bakıldığında et ana unsur, Doğuya bakıldığında, özellikle Hindistan, Çin, Uzakdoğu ve İran mutfağına bakıldığında pirinç ana besin maddesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Buna karşın 15. yüzyılda Osmanlı Saray mutfağının tek bir ana besin ögesi yerine, hemen hemen var olan tüm ürünlerden bir sentez oluşturmuş olduğu görülmektedir. Mutfaklarda özellikle saray erkânı arasında sevilerek tüketilen bir diğer besin grubu ise Boğaz’dan tutulan balıklardır. Alt kesim, özellikle Müslüman halk, çok sevmese de saray ve padişahlar sıklıkla sofralarında yer vermiştir (Bilgin, 2008: 82).

Osmanlı dönemi saray halkının yemek vakitleri sabah kahvaltısının olduğu kuşluk vakti ve akşam yemeğinin yendiği ikindi vakti olmak üzere 2 öğünden oluşmaktadır. Yemek düzeni rütbeye göre düzenlenmiş, oturulan sofra bulgari denilen bir örtü üzerinde gerçekleştirilmiştir. Lüks ve gösterişli sofralar genellikle ziyafetlerde görülmüş, günlük vakitlerde daha sade bir öğün hazırlanmıştır. Sağlık ile olan ilişki de göz önüne alındığında sofranın sadeliği ile örtüşmektedir (Bilgin, 2008). 

Sofrada yenilen yemekler tek kapta yer almakta, herkese ayrı tabaklar verilmemektedir.

Osmanlı İmparatorluğunun klasik olarak adlandırılan dönemi ise (1450-1550) Osmanlı Devleti’nin en geniş sınırlarına ulaştığı dönemlerdir. Bu yüzyıllarda devlet, gerek yapılan siyasi antlaşmalarla gerekse kazanılan topraklarla ciddi kazanımlar elde etmiştir. Bu kazanımlar Osmanlı Devleti’nin en ihtişamlı dönemi yaşamasını da beraberinde getirmiştir. Pek tabii bu kazanımlar mutfakta da kendini göstermiş hem mutfağa alınan ürünler hem de mutfakta hazırlanan yemeklerle de geniş kapsamlı bir mutfak imparatorluğu ortaya çıkmıştır (Bilgin, 2004).

Geç dönem olarak adlandırılan ve tarihi olarak 1700-1923 yıllarına arasına denk düşen dönem ise, Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri ve siyasi açıdan çöküşe sürüklendiği bir dönem olarak bilinmekte fakat mutfak için aynı şeyi söylemek mümkün görünmemektedir. Batı’nın da etkisi ile birlikte mutfak imparatorluğu gelişmeye ve yenileşmeye başlamış, mutfağa yeni kültürler eklenmiştir. Bunlara örnek olarak İngiliz usulü çay ve İtalyan usulü makarnanın 18. yüzyılda Osmanlı mutfağında yerini almış olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır (Işın, 2019: 294). 

Tabii ki Fransız mutfağının da etkisi kendisini göstermiş ve çeşitli yemek kitaplarında yerini almıştır. Aynı zamanda Batı’nın bu etkisi ziyafet sofralarına da yansımış, önemli elçi ve düğün ziyafetleri gibi alanlarda kendini göstermiştir. 31 Aralık 1908 tarihinde, II. Meşrutiyet’in ilanını kutlamak amacıyla Osmanlı mebuslarına Yıldız Sarayı’nda verilen ziyafet menüsü, doğu-batı sentezinin bir yansımasıdır: Yumurtalı bulyon (bouillon), peynirli börek, mayonezli levrek balığı, sebzeli sığır filetosu, soğuk dana ciğer ezmesi, hindi ve keklik kebabı, beyaz salçalı tavuklu pilav, dört kardeş tatlısı, krema ve dondurma (Işın, 2019: 295).

15 ve 16. yüzyıllarda gerçekleşen coğrafi keşiflerle Batı mutfağına giren yeni ürünler, 200 yıllık bir aradan sonra Osmanlı mutfağında da yerini almıştır. Mutfağa giren bu ürünlerde Batının etkisi yadırganamaz niteliktedir. Domates, patates1, biber, kavata2,çikolata, çay, yenibahar, brüksellahanası, brokoli, Frenk maydanozu ve turpu, yerelması, bezelye, ananas, greyfurt, mandalina, Frenk üzümü ve kültür çilek mutfakta yerini alan Batı etkili ürünlerdir. Yavaş yavaş saray mutfağına giren bu ürünler başlangıçta yadırganan türlerdir. 

Fakat daha sonraki süreçlerde halkın mutfağına da girerek sık tüketilen gıdalar arasında yer almıştır. Önceki dönemlerde devam eden et tercihi geç Osmanlı döneminde de yerini korumuştur. Koyun eti hemen hemen tüm etli yemeklerde yer alırken, dana eti Batı etkisi olan yemeklerde tercih edilmiştir. Yemeklere eklenen baharat kültürü ise, değişmeksizin devam etmiş ancak, tarçın (Kâmil, 2016: 119) ve sakıza (Bilgin, 2004: 68) daha fazla ağırlık verildiği görülmüştür.

Türk Kültür Hayatında Şerbet ve Şurup

Şerbet ve şurup tanım olarak farklı şekillerde ifade edilse de en sade şekli ile şekerin suda çözülmesiyle ortaya çıkan mayanın koyusuna şurup, sulusuna da şerbet denilmiştir (Akçiçek, 2002: 745). Çeşitli bitki, çiçek, kök meyve, kabuk veya tohum özlerinin su, şeker, bal veya pekmez ile karıştırılıp sulandırılmasına da şerbet denir. Genel olarak şerbet, içerisine eklenen şeker, bal ve pekmez gibi tatlandırıcılar ile birlikte, farklı bitki ve meyve özlerinin karışımıdır. Şerbetler sade veya karışık olabilir. Basit olanı şekerli sudan başka bir şey değildir. 

Buna şeker şurubu veya şeker şerbeti de denilir (Akçiçek, 2014).

Şurup ise en basit ifade ile şeker ve suyun kaynatılarak koyu hale dönüşmesidir. Şerbetten farkı, kaynatılarak koyu hale getirilmesidir. Şuruplar, içerisindeki meyve ve bitkilere göre isim alırlar. Örneğin; vişne şurubu, kızılcık şurubu, portakal şurubu, menekşe şurubu, erik şurubu gibi. 

Şuruplar uzun süre saklanabildiği için hemen bozulma özelliğine sahip değildir. Şerbetler ise yapıldığı gün içilmesi daha makbul içeceklerdir. Şuruplar istenildiği zaman su ile açılarak şerbet haline getirilebilir. Örneğin menekşe şurubu su ile karıştırılınca menekşe şerbeti olur (Dağdeviren, 2009: 122-131).

Türk toplumu var olduğu günden bugüne büyük bir yeme içme kültürüne sahiptir. İçecek kültürü içerisinde önemli bir yere sahip olan şerbetler ise, Orta Asya Türk toplumlarından Cumhuriyet dönemi Türk toplumuna kadar büyük bir gelişme kaydederek günümüze ulaşmayı başarmıştır. Orta Asya dönemindeki şerbet kültürü, göçebe yaşamın etkisiyle çok fazla çeşitlilik göstermese de Selçuklu dönemi şerbet kültüründe bir ilerleme kaydedilmiş, Osmanlı döneminde de zirve noktasına ulaşılmıştır. 

Bu üç dönem boyunca en sık karşımıza çıkan şerbetler; bal şerbeti, gül şerbeti ve sirkencubindir.3 Özellikle yaz günlerinde serinlemek amacıyla ve genellikle evin hanımı tarafından hazırlanan şerbetler, yemeklerin yanında servis edilmiş, aynı zamanda ramazan, düğün, sünnet, ölüm gibi toplanmaların da geleneksel içeceği haline gelmiştir (Akçiçek, 2014: 90-100).

Kökeninin Doğu Akdeniz’e dayandığı düşünülen şerbet kültürünün, Arap havzasından doğuya yayıldığı anlaşılmaktadır. Muhtemelen Arap seferleri ve ticaret vasıtasıyla İran, Hindistan, Pakistan ve Moğol coğrafyalarında hızlı bir biçimde kabul gören şerbet, Çin’e kadar uzanmıştır (Bilgin, 2012: 49). 

Şerbetin Batıya yayılışı, büyük oranda Osmanlı İmparatorluğu zamanında gerçekleşmiştir. Bu nedenle Batı dünyasında, Osmanlıların kullandığı şerbet kelimesinden türeyen isimlerle anılmıştır. 16. yüzyılda İtalyancaya, Osmanlı topraklarında içilen bir içecek olarak geçen şerbet kelimesi, daha sonra sorbetto adını alarak İtalyan mutfağına bir içecek olarak girmiştir. İtalyanların sorbettosu, Fransızca sorbet ve İspanyolca sorbete kelimelerini türetmiştir. Almanlar tıpkı Fransızlar gibi sorbet, Sırp ve Hırvatlar šérbe, Portekizliler de sorvete demişlerdir. 

Diğer Avrupa ülkelerinde de benzer isimlerle anılan şerbetin Avrupa’da yayılışının oldukça hızlı olduğu anlaşılmaktadır. Bu meyanda 17. yüzyılda Paris ve Londra sokaklarında şerbet satıcılarına rastlamanın olağanüstü bir durum olmadığı belirtilmelidir (Bilgin, 2012: 49). Şerbetlik şekerin 18. yüzyılda Türkiye’den Fransa’ya ihraç edildiği bilgisi, şerbetin yayılımını doğrular niteliktedir (Işın, 2008: 114).

Orta Asya Türklerinin içecek hayatına bakıldığında, içtikleri şarap, meyve suyu ve şıra gibi içeceklere genel olarak çakır veya süçik adını, soğuk olarak içilen içeceklere de soğukluk adını vermiş olduğu görülmektedir. Farsça olarak isimlendirilen fuka4, mîzab5, cüleybin6, gülâp/ cülab7 diğer yandan kımız, ayran, bira, boza, süçik/çakır/şarap/meyve suyu, kızıl süçik8, ugut9, agartgu10, begni11, buhsum12, kumlak13, uhak14, çifşeng çakır15, sirke ve şıra tüketilen içeceklerdir (Genç, 2002).

Türkler 10. yüzyıldan itibaren en sade şekli ile bal ve suyun karışımı olan bal şerbetini tüketmişlerdir. Bunlardan başka çeşitli meyvelerin özleriyle de içeceklerini çeşitlendirilmişlerdir. Türklerin 11. yüzyılda bol olarak yetiştirdikleri üzüm ile elma, armut, şeftali, kayısı, erik, ayva, dut, fıstık ve ceviz gibi meyveleri her zaman bol olarak yedikleri gibi Yusuf Has Hacib’in tarifine uygun olarak, yemeklerden sonra yaş veya kuru yemiş şeklinde yedikleri de anlaşılmaktadır (Genç, 2002: 15-16).

“Yiyecek ve içeceklerden sonra çerez ve yemiş Ver biraz da kuruyemişle simiş16” (Hacib, 2019: 348).

Onlar tatlı meyvelerin sularından elde ettikleri şurup ve şerbetleri, genellikle evlerinin buzluk kısımlarında sakladıkları buzlar ile soğutuyorlar ve bu soğutma işine de süçik üşitmek diyorlardı. Ayrıca, yine şerbet veya şurup yapımında çok kullandıkları ve uhak dedikleri bir meyve suyu daha görüyoruz ki bunun, kayısı sıkılarak elde edildiği kaydedilmektedir. Yine, soğukluk olarak kullanılan bir çeşit ekşi meyve suyuna çifşeng çakır denildiğini de öğreniyoruz (Genç, 2002: 16).

Şerbet kültürünün varlığı Orta Asya Türklerinden Selçuklulara, oradan da daha geniş bir yelpaze ile Osmanlı İmparatorluğu’na aktarılmıştır. Selçuklu döneminde şerbet veya cülab olarak adlandırılan içecekler (şerbetler) hazmı kolay olması sebebiyle öncelikle zengin kesim tarafından yemeklerden sonra tüketilmiştir. Çeşitli meyvelerin sularından tüketildiği bilinen bu içecekler genellikle yemeklerle birlikte tercih edilmemiştir. Sebebi ise sağlık ile ilgili olarak hazmı zorlaştırmasıdır (Trepanier, 2008).

Selçuklu dönemi içecekleri arasında içmek17, çagır 18, su, boza, şüşüş19, bor20, çakır21, komlak22 ve kurut23 yer almaktadır (Çetin, 2008: 35). Bunlar içerisinde en çok dikkatimizi çeken ise şeker şerbeti anlamına gelen “içmek” tir. Diğer taraftan, bu dönemde de tüketilen bal şerbeti, yemeklerin yanında ikram edilse de şifa olarak da kullanılmıştır. Bunun yanında gül suyu, nar, incir ve üzüm şerbetleri de yer almaktadır. Yemek dışında tarçın şerbeti kışın verilmiş, yazın koruk ve bal şerbetleri sunulmuştur. Nar şerbeti verilmesi ise pek kibarlık sayılmıştır (Akçiçek, 2014: 92). Bu şerbetler evde tüketilmesinin yanında şerbetçi dükkânlarında ve sokak satıcılarında da mevcuttur (Şahin, 2008).

Gazoz, kola gibi alkolsüz içkilerin henüz ortaya çıkmadığı, alkollü içkilerin marjinal bulunduğu Osmanlı toplumunda da, şerbetin önemi çok büyüktür. Osmanlı Sarayında şerbet her zaman taze yapılamadığından, uzun süre saklanabilen hazır karışımlar bulundurulmuştur. Bunlar üç türlüdür: Sıvı şuruplar24, macun kıvamındaki çevirmeler ve sert şerbetlik şekerler (Işın, 2008: 111).

“Şeker şurubuna bin bir meyve, çiçek veya baharattan herhangi birinin suyunu veya yağını ilâve ettikten sonra hiç durmadan bir tarafa doğru çevirmeye başlarsanız bir saat sonra “çevirme” denilen macunumsu şekerlemeden elde etmiş olursunuz (Işın, 2008: 121). Rumların kaşık tatlısı ve Türklerin çevirmesi, “lohuk” olarak da biliniyordu. Lohuk, köken itibariyle tıbbî bir ilâçtı. Bol şeker veya balla yapıldığından, zamanla hoş, lezzetli bir şekerleme olarak kılık değiştirmiştir (Işın, 2008: 122). Elde edilen şerbet türü çok yumuşaktır. Şişelerde muhafaza edilir ve kadehlerde içilir. 

Lohuk şerbetler ya kaşıkla yenilir ya da üzerine su dökülerek içilir. Merheme lohuk denildiği için bu şerbete de lohuk şerbet adı verilmiştir. Yerinde bir tabirdir bu, çünkü tamamen merheme benziyor, limon suyu, meyve suları ve bazı sıvı maddelerden elde edilir. Lohuk şerbet, kışın daha yumuşak tutulur, yazın ise ekşime ihtimali fazladır. Çoğunlukla bardaklarda, bazen de porselen kaplarda muhafaza edilen bu şerbet, bütün şark tatlıcılarında bol bulunur” (Unger, 1987: 22).

“Sert şerbet, şerbet şekeri de denilen şerbetlik şeker ise, şekerci işiydi, evde yapılmazdı. Kaynatılan koyu şeker şurubuna meyve suyu, çiçek yağı, baharat yağı gibi tatlandırıcılar ilâve edilir, kristalizasyonu sağlamak için karıştırılır, sonra tabaka halinde mermere dökülürdü. Sertleşince de baklava şeklinde kesilirdi. Bu şekerden koparılan parçalar sulandırılarak şerbet yapıldığı gibi, şekerleme niyetine de yeniliyordu (Işın, 2008: 111). Konserveleri tam Avrupaî tarzdadır. Adını, hazırlanış tarzından ziyade, biçimdeki farklılıktan alır. Türk, bunu çoğunlukla sandviç şeklinde keser. 

Avrupalı ise, ya uzunlamasına ya da dört köşeli parçalar halinde keser. Onu lohuk şerbetlerden ayıran özellik, sert olmasıdır (Unger, 1987: 25). Bu sertlik nasıl elde edilir? Her şeyden önce limon suyu da dâhil, sıvı unsurlardan oluşan karışımları karıştırmamak suretiyle. Şerbetin sert olmasını engelleyecek ölçüde sıvı karıştırmaktan kaçınılmalıdır. Türk, bu şerbetleri elini dokundurmadan kalaylanmış kazanlarda hazırlar. Bu işi dükkânının önünde yapar” (Unger, 1987: 25).

Hastalıkların beslenme ile olan ilişkisi fark edildikten sonra, antik dönemden günümüze, kimi hastalara, ilaçlar yanında özel yiyecek ve içeceklerin de önerildiği bilinen bir gerçektir (Yıldırım, 2008: 153). Bu doğrultuda şerbet de müshil ilacı yerine kullanılan bir tabir olmuştur. 

Yusuf Has Hacib’in de belirttiği gibi şerbetler içerisindeki bal, yörenin kaynak suyu ve çeşitli bitki, çiçek ve meyvelerin karışımı ile ortaya çıkan bir içecek olmasının yanında, ilaç görevini de üstlenmektedir. Sadece bal bile içerdiği vitamin, kalsiyum, demir, potasyum, fosfor ve magnezyum gibi enzimler sayesinde derde deva olarak bilinmektedir (Hacib, 2019). Örneğin bal ve sirke ile yapılan sirkencübin hem susuzluğu gidermekte hem de hastalıklarda ilaç yerine kullanılmaktadır (Akçiçek, 2014: 92).

“Ağır hastalık geldi yere çaldı
Bu şeye girip yaptı, bunaldı Otacılar gelip nabzına baktılar Hastalığı neymiş deyiverdiler

Biri dedi: Kan tutmuş bunu
Açıp damarını akıtmalı kanı

Biri dedi: Müshil içirmek gerek Kabız olmuş şimdi boşaltmak gerek

Biri gül suyuyla şerbet hazırladı
Biri hazırladığı içkiyi verdi” (Hacib, 2019: 98).

Şerbet serinlemek ya da keyiflenmek amacıyla tüketildiği gibi yorgunluk, baş ağrısı, halsizlik gibi günlük yaşamda sık karşılaşılan rahatsızlıklarda da içilen bir drogdur (Kuzucu, 2008: 243). Özellikle yemeklerin yanında tüketilen şerbetlerin daha çok sağlık yönü ağır basmış ve her bir yemeğin yanında hangi içkinin sağlık için uygun olduğu da belirtilmiştir. İstanbul’da narçiçeği şerbetinin diş etleri ve diş iltihaplarını tedavi ettiği düşünülmüştür. 

Gülhatmi şerbeti ise öksürüğe iyi gelmesi ve göğsü yumuşatması sebebiyle İstanbullular tarafından kullanılmıştır (Tatlı, 2012: 232-240). Demirhindi şerbeti de genellikle susuzluğu giderici özelliğiyle bilinse de kanı temizlediğine de inanılmakta, bunun yanında sindirim sistemini düzenlemede ve bağırsakların düzenlenmesinde yardımcı olmaktadır (Sarıoğlan ve Cevizkaya, 2016: 237-250).

Tablo.1.2. Türk Kültüründeki Şerbet İsimleri

Kız Görme Şerbeti

Lohusa Şerbeti

Nazar Şerbeti

Hamam Şerbeti

Dedeler Şerbeti

Gebe Şerbeti

Büyü Şerbeti

Göz Şerbeti

Yılan Şerbeti

Akrep Şerbeti

Sıçan Şerbeti

Barıştık Şerbeti

Zıkkım Kökü Şerbeti

Düğün Şerbeti

Maya Şerbeti

Ölü Şerbeti

Meryem Ana Şerbeti

Kızamık Şerbeti

Takım Şerbeti

Sünnet Şerbeti

Ecel Şerbeti

Sebil Şerbeti

Fatma Ana Şerbeti

Şer Şerbeti

Söz Şerbeti

Kesmik Şerbeti

Efsunlu Şerbeti


Yat da Geber Şerbeti


Kaynak: (Akçiçek, 2014).
Yukarıda yer alan isimler şerbetin şifa kaynağı olmasının yanında, geçmişte şerbet kültürünün ne kadar yoğun yaşandığının bir göstergesidir. Dahası hemen hemen her olay için şerbet dağıtmak gelenek haline gelmiş, hatta sıradanlaşmıştır (Akçiçek, 2002). Düğün, nişan ve söz kesme merasimlerinde geleneksel hale gelen şerbet ikramı; ağız tatlılığı, evliliğin güzel ve hayırlı olması için hazırlanan geleneksel bir kültürdür. 

Bu süreçte şerbetin konulduğu kap ve bardaklar özenle hazırlanır, gelen konuklara ikram edilir. Şerbeti içen misafirler de evlenecek olan çiftlere güzel dileklerde bulunur (Akçiçek, 2002). Bu geleneklerden pek çoğu günümüze de aktarılmıştır. Örneğin Ermenek Karaman yöresinde gelinin, damat evine girmeden önce kayınvalidesi tarafından hazırlanan şerbet kâsesini ayağıyla kapının önünde dökmesi ve gelinin başına şeker ve para atılması geleneği halen devam etmektedir.

Günümüzden bir asır geri dönsek sokakta bardakları şangırdatan “buz gibi bu....z, otuz iki dişe birden hemen çaldırıyor” diye bağıran, sırtında sebili ile dolaşıp çocuklarla hoş sohbet eden şerbetçilerle karşılaşmak mümkündür (Akçiçek, 2014). Sadece sokaklarda değil, düğünlerde, nişanlarda, bayramlarda, hastalık durumlarında, yemeklerde ve daha birçok durumda içilen şerbet yaşamın her alanına girmiştir. Mevsiminde toplanan taze meyve, çiçek ve bitkiler ile hazırlanan, içerisine bal, pekmez veya şeker eklenerek tatlandırılan bu içecek, döneminde hem şifa kaynağı hem de bir kültürdür.

Ayşe Fahriye’nin Ev Kadını eserinde yer alan gazlı şerbetler (Fahriye, 2018: 164), 19.yüzyıl için yavaş yavaş şerbet içeriğinin, değişim ve dönüşümüne bir örnek olarak verilse de tam manasıyla şerbet kültürünün zedelendiğini ve yok olduğunu söylemek mümkün değildir. Fakat 1960’lı yıllarda meşrubat sanayinin kurulması ve gelişmesi ile yerini sağlık açısından tehlike arz eden gazlı içeceklere bırakması değişim ve dönüşümün en belirgin örneğidir (Akçiçek, 2014: 91). Sokaklarda satılan şerbetler ise, günümüzde yok denecek kadar azdır.

Şerbet Tarifleri

Çalışma konusunun belirlenmesi aşamasında birebir uzman görüşlerinin alınmasıyla Türk kültüründeki var olan şerbetlerin toplum içerisine yeniden kazandırılmasına karar verilerek hazırlanan bu çalışma da yaklaşık olarak kırk adet tarih ve yemek kitabından yararlanılarak birincil ve ikincil kaynak tarama yöntemine, Türk mutfağında yer alan çiçekli şerbetlerin neler olduğunun tespiti için tarihsel yönteme ve son olarak da neden sonuç ilişkisinin kurulması için bulguların yorumlanması yöntemlerine başvurulmuştur. Elde edilen kaynakların mevcudiyeti doğrultusunda 13 adet çiçekli şerbet tarifi de eklenerek çalışmanın tamamlanması sağlanmıştır.

Akasya Şerbeti Malzemeler:

• 10 kilogram salkım olarak akasya çiçeği
• 2,5 kilogram yerli süzme akasya balı
• 15 litre su
• 6 adet limon

Yapılışı: Akasyaları salkım olarak genişçe bir küpün içine koyup bal ve limonu ilave edip tahta kaşık ile iyice yediriniz. Küpün üzerine suyunuzu döküp iyice birbirleri ile özleştirip, küpün ağzını dallı akasya çiçekleri ve yaprakları ile güzelce kapatınız. Yaklaşık iki gün serin bir yerde bekletiniz. Şerbetinizi bir güzel karıştırdıktan sonra hem suyunu hem de çiçeklerinin keyfini çıkartabilirsiniz (Dağdeviren, 2015: 45).

Amber Çiçeği Şerbeti Malzemeler:
• 500 gram amber çiçeği
• 2,5 kilogram toz şeker

Yapılışı: Amber çiçeklerinin yaprakları çıkarıldıktan sonra dövülmüş ve ince elekten birkaç defa geçirilmiş tozşekerle amber çiçekleri yoğrula yoğrula şeker rengini alınca, elekten geçirip çiçekler ayrılacağından şekeri kapaklı kâselere sıkı sıkı bastırıp ağızlarını kapatınız. Gerektiği zaman şerbet yapıp içebilirsiniz. Ekşi olması isteniyorsa limon suyu ilavesi güzel bir tat verecektir25 (Fahriye, 2018: 163).

Fil (Bahar) Çiçeği Şerbeti Malzemeler:
• 500 gram Fil (bahar) çiçeği
• 2,5 kilogram toz şeker

Yapılışı: Fil çiçeğinin yapraklarını çıkardıktan sonra dövülmüş ve ince elekten birkaç defa geçirilmiş tozşekerle fil çiçeklerini yoğrula yoğrula şeker rengini alınca, elekten geçirip çiçekler ayrılacağından şekeri kapaklı kâselere sıkı sıkı basılıp ağızlarını kapatınız. Gerektiği zaman şerbet yapıp içebilirsiniz. Ekşi olması isteniyorsa limon suyu ilavesiyle güzel bir tat verilecektir26 (Fahriye, 2018: 163).

Fulya Şerbeti Malzemeler:
• 500 gram fulya
• 2,5 kilogram toz şeker

Yapılışı: Fulya çiçeğinin yapraklarını çıkardıktan sonra dövülmüş ve ince elekten birkaç defa geçirilmiş tozşekerle fulya çiçeklerini yoğrula yoğrula şeker rengini alınca, elekten geçirilip çiçekler ayrılacağından şekeri kapaklı kâselere sıkı sıkı basılıp ağızlarını kapatınız. Gerektiği zaman şerbet yapıp içebilirsiniz. Ekşi olması isteniyorsa limon suyu ilavesiyle güzel bir tat verilecektir27 (Fahriye, 2018: 163).

Gül Şerbeti Malzemeler
• 1 kilogram pembe gül (güneş yüzü değmeden toplanmış)
• 2 kilogram toz şeker
• 3 adet limon
• 5 litre su

Yapılışı: Güllerin sap kısımlarını kopartınız, uçlarındaki beyazlıklarını el yordamı ile ayıklayınız ve bol soğuk suda iyice yıkayınız. Yıkarken gülleri kesinlikle örselemeyiniz. Bu işlemden sonra çekirdekleri alınmış limonları kabukları ile birlikte gül yapraklarıyla yoğurunuz. Karışımın üzerini kapatıp, bir gün bekletiniz. Ardından şekeri güllere ilave edip tekrar yoğurunuz. 

Bir gün de bu şekilde gül, şeker ve limonlar birbirine karışsınlar. Ertesi gün yaklaşık beş litre su ile karıştırınız ve malzemeleri birbirine iyice yedirip tülbentten geçiriniz. Yaklaşık üç defa süzme işlemini yapıp soğutunuz ve hemen o gün içiniz28 (Dağdeviren, 2009: 46), (Samancı, 2008: 391), (Halıcı, 2007: 194), (Halıcı, Türk Mutfağı, 2009: 291), (Halıcı, 2014: 327), (Halıcı, 2016: 51), (Fahriye, 2018: 163), (Tosun, 2016: 165).

Güllü Elma Şerbeti Malzemeler
• 4 tane elma
• 200 gram gül yaprağı
• 2 tane limon
• 2 litre su
• 250 gram bal

Yapılışı: Bir gün önceden gül yapraklarıyla ince halka şeklinde doğranmış limonları bir kabın içerisinde balı da ekleyerek on dakika güzelce karıştırarak köfte yoğurur gibi yoğurunuz. Yine bir gece önceden elmaları dörde bölüp çekirdek kısımlarını çıkartarak suyla beraber tencereye ekleyiniz ve ağzı kapalı olarak yarım saat pişiriniz. Ertesi gün elmaları sudan çıkartıp gül karışımının içerisine ekleyiniz ve beş dakika ezerek yoğurunuz Elmalardan çıkarttığınız suyu kaynar hale getirip yapmış olduğunuz karışımın üzerine dökünüz ve hepsini güzelce karıştırınız. Su soğuduktan sonra bir şişeye süzünüz. Bir gün güneş gören yerde ağzı kapalı olarak bekletiniz ve sonra soğutup içiniz (Dağdeviren, 2017: 57).

İğde Çiçeği Şerbeti Malzemeler:
• 500 gram iğde çiçeği
• 2,5 kilogram toz şeker

Yapılışı: İğde çiçeğinin yapraklarını çıkardıktan sonra dövülmüş ve ince elekten birkaç defa geçirilmiş tozşekerle iğde çiçeklerini yoğrula yoğrula şeker rengini alınca, yani sarılaşmaya başlayınca elekten geçirilip çiçekler ayrılacağından şekeri kapaklı kâselere sıkı sıkı basılıp ağızlarını kapatınız. Gerektiği zaman şerbet yapıp içiniz. Ekşi olması isteniyorsa limon suyu ilavesiyle güzel bir tat verilecektir29 (Fahriye, 2018: 163).

Menekşe Şerbeti Malzemeler:
• 500 gram menekşe
• 2,5 kilogram toz şeker

Yapılışı: Menekşeleri mevsiminde, sabahleyin güneş görmeden toplayıp çiçeğinin yapraklarını koparınız, mümkünse yapraklarının beyaz kısmını kesip ayrınız. Menekşe yapraklarını şekerle birlikte bir kaba koyup, şeker menekşe yapraklarıyla aynı rengi alana kadar iyice yoğurup kavanozlara doldurunuz. Kavanozların ağızlarını hava geçirmeyecek şekilde kapatıp kaldırınız. İstediğiniz zaman, özellikle yaz günlerinde bir bardak soğuk suda 2-3 çay kaşığı koyusunu eriterek kullanılabilirsiniz. Çok hoş ve serinletici bir içecektir. Arzu edilirse menekşe şerbetine, süzülmüş limon suyu karıştırılınca daha hoş ve ekşi olacaktır30 (Efendi, 2005: 203), (Fahriye, 2018: 162), (Kâmil, 2016: 146), (Tosun, 2016: 165).

Nergis Şerbeti Malzemeler:
• 2 demet yabani nergis çiçeği
• 1 kahve fincanı elma sirkesi
• 1 su bardağı süzme yerli bal
• 2 litre kaynamış su
• 2 gram tuz
• 10 gram kabuğu soyulmuş badem

Yapılışı: Nergis çiçeklerini, bademi ve tuzu bir havana koyunuz ve havaneliyle 5 dakika dövünüz. Sıcak suyun içerisine sirke ve balı ilave edip iyice eritiniz. Üzerine havanda dövdüğünüz malzemeleri de ekleyerek karıştırınız. Ağzı kapalı olarak üç gece üç gün bekletip sonra suyu tekrar karıştırınız. Tülbentten şerbeti süzüp şifa niyetine içebilirsiniz (Dağdeviren, 2017: 63).

Şıkık (Gelincik Çiçeği) Şerbeti Malzemeler:
• 100 adet gelincik çiçeği
• 1 adet limon
• 2 litre su
• 250 gram zahter (kekik) balı

Yapılışı: Gelincik çiçeğinin yapraklarını cam bir kavanoza koyunuz. Üzerine limonun kabuğunu ve limon suyunu ilave ediniz. Suyunu da ekleyip ağzını iyice kapatınız. Güneş gören bir yerde yaklaşık bir hafta bekletiniz. Son olarak balı da ilave edip üç gün daha güneş gören yerde bekletiniz. Soğutarak servis edebilirsiniz (Dağdeviren, 2013: 56).

Yasemin Şerbeti. Malzemeler:
• 500 gram yasemin çiçeği
• 2,5 kilogram toz şeker

Yapılışı: Yasemin çiçeğinin yapraklarını çıkardıktan sonra dövülmüş ve ince elekten birkaç defa geçirilmiş tozşekerle yasemin çiçeklerini yoğrula yoğrula şeker rengini alınca, elekten geçirip çiçekler ayrılacağından şekeri kapaklı kâselere sıkı sıkı basıp ağızlarını kapatınız. Gerektiği zaman su ile açarak şerbet yapıp içiniz. Ekşi olması isteniyorsa limon suyu ilavesiyle güzel bir tat verilecektir31 (Fahriye, 2018: 163).

Yediveren Şerbeti Malzemeler:
• 300 gram yediveren gül çiçeğinin yaprakları (uç kısımlarındaki beyaz kısım kesilmiş olarak)
• 500 gram toz şeker
• 3 litre su
• 2 adet limon suyu

Yapılışı: Haziran ayında dağlarda çıkarılan bu gülün yapraklarını şeker ile karıştırınız, bir saat birbirleri ile özleşmesini bekleyiniz. Bu sırada limon sularını katıp, yirmi dakika daha bekleyip sonra elinizle köfte yoğurur gibi yoğurunuz. Bu işlemden sonra bir saat daha bekletip, ardından su ilave ediniz, hepsini iyice karıştırıp, üç defa süzünüz, soğuk olarak bekletmeden içebilirsiniz (Dağdeviren, 2009: 129-130).

Zambak Şerbeti Malzemeler:
• 500 gram zambak
• 2,5 kilogram toz şeker

Yapılışı: Zambak çiçeğinin yapraklarını çıkardıktan sonra dövülmüş ve ince elekten birkaç defa geçirilmiş toz şekerle zambak çiçeklerini yoğrula yoğrula şeker rengini alınca, elekten geçirip çiçekler ayrılacağından şekeri kapaklı kâselere sıkı sıkı basıp ağızlarını kapatınız. Gerektiği zaman şerbet yapılıp içebilirsiniz. Ekşi olması isteniyorsa limon suyu ilavesiyle güzel bir tat verilecektir32 (Fahriye, 2018: 163).

Türk Kültür Hayatında Çiçekli Şerbetler Nelerdir?

Sonuç
Türk toplumu var olduğu günden bugüne büyük bir yeme içme kültürüne sahiptir. İçecek kültürü içerisinde önemli bir yere sahip olan şerbet ise Orta Asya Türk toplumlarından Cumhuriyet dönemi Türk toplumuna kadar büyük bir gelişme kaydederek günümüze ulaşmayı başarmıştır. Orta Asya dönemindeki şerbet kültürü, göçebe yaşamın etkisiyle çok fazla çeşitlilik göstermese de Selçuklu dönemi şerbet kültüründe bir ilerleme kaydedilmiş, Osmanlı döneminde de zirve noktasına ulaşılmıştır. Çiçekli şerbetler olarak konu kısıtlamasına gidildiğinde ise, bu şerbetlerin ne kadar az olduğu görülmektedir. Diğer yandan yararlanılan kaynaklarda tam tariflerin yer almaması araştırmayı zorlaştıran etmenler içerisindedir.

Araştırması yapılarak incelenen bu çalışma, kültür içerisindeki bazı olay ve olguların aynı zamanda yemek ile de bütünleşmiş olduğunu yukarıda yer alan tablodan bize göstermektedir. Bu tabloda yer alan şerbet isimleri o günkü yaşanılan olaya göre isimlendirilmiştir. Örneğin lohusa, düğün, nazar, sünnet şerbetleri gibi. Toplumun bel kemiği olan kültür hem kendi içerisinde hem de çevresiyle birlikte bir etkileşim içerisindedir. Bu kültür içerisine yerleşen şerbet ise, Orta Asya’dan bugüne gelen bir mirasın tam manasıyla ne yazık ki korunamadığını şu anki dönemdeki eksikliğiyle göstermektedir. 

Bu alanda yapılan akademik çalışmaların eksikliği de bunu doğrular niteliktedir. Asıl gaye ise; böylesi köklü bir kültür geçmişinin tekrardan hatırlanıp toplum içerisinde yer bulmasını sağlamaktır. Nihayetinde hazırlanan bu çalışmanın; saha çalışmalarının eklenmesiyle daha geniş bir kazanımın sağlanacağı Bilimsel Projelerle Tarih alanlarına, Belediye destekli eğitimler, Workshoplar, Broşürler, Karekodlar ve Pop-uplar yardımıyla tanıtımlarının yapılıp içecek ağının genişletilmesiyle Gastronomi ve Turizm alanlarına kazandırılması önerilmektedir.

KAYNAKÇA
Akçiçek, E. (2002). Dünden Bugüne Şerbetçiliğimiz. M. Koz içinde, Yemek Kitabı Tarih-Halkbilim-Edebiyat. İstanbul: Kitabevi Yayınları.
Akçiçek, E. (2014). Türk Kültüründe Şerbet. Yemek ve Kültür Dergisi(37).
Bilgin, A. (2004). Osmanlı Saray Mutfağı. İstanbul: Kitabevi Yayınları.
Bilgin, A. (2008). Klasik Dönem Osmanlı Saray Mutfağı. A. Bilgin, & Ö. Samancı içinde, Türk Mutfağı. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı.
Bilgin, A. (2012). Osmanlılarda Şerbet Kültürü ve Tatlıhane-i Amire’de Üretilen Şerbetler. Yemek ve Kültür Dergisi(29).
Çetin, A. (2008). Karahanlı-Şeçuklu-Memlûk Çizgisinde Türk Mutfağı. A. Bilgin,
& Ö. Samancı içinde, Türk Mutfağı. Ankara: T.C. Kültür ve Turizim Bakanlığı Yayınları. Dağdeviren, M. (2009). Şerbet, Şurup ve Hısım, Akrabaları. Yemek ve Kültür Dergisi(15).
Dağdeviren, M. (2009). Unutulmuş Halk Yemeklerinden Yedi Tarif. Yemek ve Kültür Dergisi(17).
Dağdeviren, M. (2009). Unutulmuş Halk Yemeklerinden Yedi Tarif. Yemek ve Kültür Dergisi(15).
Dağdeviren, M. (2013). Unutulmuş Halk Yemeklerinden Yedi Tarif. Yemek ve Kültür Dergisi(32).
Dağdeviren, M. (2015). Unutulmuş Halk Yemeklerinden Yedi Tarif. Yemek ve Kültür Dergisi(40).
Dağdeviren, M. (2017). Unutulmuş Halk Yemeklerinden Yedi Tarif. Yemek ve Kültür Dergisi(48).
Dağdeviren, M. (2017). Unutulmuş Halk Yemeklerinden Yedi Tarif. Yemek ve Kültür Dergisi(47).
Efendi, T. (2005). Osmanlı Mutfağı. (A. İ. Aktürk, Çev.) İstanbul: Dönence Basım ve Yayın Hizmetleri.
Fahriye, A. (2018). Ev Kadını 1883. (T. Kut, Çev.) İstanbul : Çiya Yayınları.
Genç, R. (2002). XI. Yüzyılda Türk Mutfağı. M. Koz içinde, Yemek Kitabı Tarih-Halk bilim-Edebiyat. İstanbul: Kitabevi Yayınları.
Hacib, Y. H. (2019). Kutadgu Bilig. (A. Çakan, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Halıcı, N. (2007). Mevlevi Mutfağı. İstanbul : Metro Kültür Yayınları.
Halıcı, N. (2009). Türk Mutfağı. İstanbul: Oğlak Yayınları.
Halıcı, N. (2014). Geçmişin İzleriyle Sille Mutfağı. Konya: Selçuklu Belediyesi KültürYayınları.
Halıcı, N. (2016). Zaman İçinde 4. Ankara: Gürler Matbaacılık.
İnalcık, H. (2014). Sempozyum Açılış Konuşması. A. Avcı, S. Erkoç, & E. Otman içinde, Yemekte Tarih Var Yemek Kültürü ve Tarihçiliği. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
İnalcık, H. (2019). Devlet-i Aliyye Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar I. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
Işın, P. M. (2008). Gülbeşeker Türk Tatlıları Tarihi. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Işın, P. M. (2019). Avcılıktan Gurmeliğe Yemeğin Kültürel Tarihi. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Kâmil, M. (2016). Melceü’t-Tabbahin (Aşçıların Sığınağı) 1844. (G. Taşkın, Çev.) İstanbul: Çiya Yayınları.
Kuzucu, K. (2008). Osmanlı İçecek Kültüründe Yeni Bir Tat Olarak Çay. A. Bilgin, & Ö. Samancı içinde, Türk Mutfağı. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Mahmud, K. (2018). Divanü Lügat-it Türk (Cilt 1). (B. Atalay, Çev.) Ankara: Türk
Dil Kurumu Yayınları.
Oral, M. Z. (2002). Selçuklu Devri Yemekleri ve Ekmekleri. M. S. Koz içinde, Yemek Kitabı Tarih-Halkbilim-Edebiyat. İstanbul: Kİtabevi Yayınları.
Samancı, Ö. (2008). Günümüze Uyarlanmış Osmanlı Yemek Tarifleri. A. Bilgin, & Ö. Samancı içinde, Türk Mutfağı. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Sarıoğlan, M., & Cevizkaya, G. (2016). Türk Mutfak Kültürü: Şerbetler. Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi.
Sümer, F. (2009). Türklerin İslami Devirde Kurdukları En Büyük Hanedanlardan Biri (1040-1308), Selçuklular. TDV İslam Ansiklopedisi (Cilt 36). içinde İstanbul: TDV İslam Araştırmaları Merkezi.
Şahin, H. (2008). Türkiye Selçukluları ve Beylikler Dönemi Mutfağı. A. Bilgin, & Ö. Samancı içinde, Türk Mutfağı. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı.
Talas, M. (2005). Tarihi Süreçte Türk Beslenme Kültürü ve Mehmet Eröz’e Göre Türk Yemekleri. Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi.
Tatlı, N. (2012). İstanbul’un Yüzleri Serisi 53: İstanbul’un Yüz Lezzeti. İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş.
Tosun, M. N. (2016). Aşçıbaşı Bir Osmanlı Subayının Yemek Kitabı. (P. M. Işın, Çev.) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Trepanier, N. (2008). 14. Yüzyıl Anadolusunda Yemek Kültürü. A. Bilgin, & Ö. Samancı içinde, Türk Mutfağı. Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakalığı Yayınları.
Unger, F. (1987). Doğu’da Tatlıcılık. Konya: Konya Kültür ve Turizm Derneği.
Yıldırım, N. (2008). 14. ve 15. Yüzyıl Tıp Yazmalarında Hastalıklara Tavsiye Edilen Çorbalar, Aşlar ve Tatlılar. A. Bilgin, & Ö. Samancı . içinde Ankara: T.C. Kültür ve Turizm Bakalığı Yayınları.

1 Mehmet Kamil yer elmasına benzetir.
2 Dışı domates, içi biber benzeri bir sebze.
3 Sirke ve balın karışımı ile elde edilen aynı zamanda; sirkencübin, sirkencebin, sirkengübin gibi farklı isimler alan bir şerbet türüdür.
4 Arpa suyu.
5 Sofra suyu.
6 Bal şerbeti.
7 Farsça Gülâp Arap şivesinde Cülab olmuştur. Türkçe gülsuyu demektir. Gül suyu ile yapılan şeker şerbetine gülâp yahut cülap derler.
8 Kırmızı şarap.
9 Hamurdan elde edilen şarap.
10 Buğdaydan elde edilen şarap.
11 Bir tür bozaya benzeyen ve buğday, darı ve arpadan elde edilen içecek.
12 Darıdan elde edilen ve bir tür biraya benzeyen içecek.
13 Kumlak bitkisinin bal ile karıştırılmasıyla elde edilen şarap.
14 Kayısı suyundan elde edilen meyve suyu/içecek. Kaşgarlı Mahmud bu içeceği “Uxak” olarak yazmaktadır.
15 Ekşi meyve suyu.
16 Simiş: Semirten, yiyecek, tatlı.
17 Eritilmiş şeker şerbeti. 18 Şarap.
19 Kuru üzüm şarabı.
20 Şarap.
21 Şarap.
22 Balın içine muhtelif maddeler konularak yapılan içecek.
23 Kurut, süzme yoğurt veya yayıkta çalkalanan yoğurttan, tereyağı çıkarıldıktan sonra kalan yayık ayranının kaynatılarak oluşturulan çökeltiden yani çökelekten yapılır.
24 En sade şekli ile; şeker ve suyun kaynatılmasıyla elde edilen koyu kıvamlı sıvı. Bu sıvılar içerisine eklenen meyve, bitki ve çiçek özleri ile genişletilebilir.
25 Ayşe Fahriye, Amber Çiçeği Şerbeti için kesin bir gramaj kullanmamıştır. Hazırlanan bu tarifin gramajı yararlanılan kaynaklardan derlenerek oluşturulmuştur.
26 Ayşe Fahriye, Fil Çiçeği Şerbeti için kesin bir gramaj kullanmamıştır. Hazırlanan bu tarifin gramajı yararlanılan kaynaklardan derlenerek oluşturulmuştur.
27 Ayşe Fahriye, Fulya Şerbeti için kesin bir gramaj kullanmamıştır. Hazırlanan bu tarifin gramajı yararlanılan kaynaklardan derlenerek oluşturulmuştur.
29 Ayşe Fahriye, İğde Çiçeği Şerbeti için kesin bir gramaj kullanmamıştır. Hazırlanan bu tarifin gramajı yararlanılan kaynaklardan derlenerek oluşturulmuştur.
30 Menekşe Şerbeti dört farklı kaynaktan derlenerek hazırlanmıştır.
32 Ayşe Fahriye, Zambak Şerbeti için kesin bir gramaj kullanmamıştır. Hazırlanan bu tarifin gramajı yararlanılan kaynaklardan derlenerek oluşturulmuştur.

Has aşçıbaşı Ahmet ÖZDEMİR olarak kaynak gördüğüm:
Sn. Seher ÇELİK 'e ilgili "Türk Kültür Hayatında Çiçekli Şerbetler Nelerdir" isimli akademik çalışmaları için yürekten teşekkür eder mesleki yaşamlarında başarılar dilerim. Profesyonel mutfaklarda ve gastronomi ve aşçılık camiasında ihtiyacı olanlar tarafından mutlaka örnek olarak dikkate alınacaktır.

Mevlevihanenin Kalbi Matbâh-ı Şerif: Önemi Ve Mekânsal Özellikleri

 Mevlevihanenin Kalbi Matbâh-ı Şerif: Önemi Ve Mekânsal Özellikleri


Mevlevihanenin Kalbi Matbâh-ı Şerif: Önemi Ve Mekânsal Özellikleri
İrem ÇAFA
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Gastronomi ve Mutfak Sanatları Anabilim Dalı, Konya, Türkiye.
Dr. Öğr. Üyesi Yılmaz SEÇİM
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Turizm Fakültesi, Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü, Konya, Türkiye.
Dr. Öğr. Üyesi Ayşe Büşra MADENCİ
Necmettin Erbakan Üniversitesi, Turizm Fakültesi, Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü, Konya, Türkiye.

Giriş

Toplumların beslenme alışkanlıkları günümüze gelene kadar halkın dini görüşü, adetleri, gelenekleri ve coğrafi özellikleri gibi etkenlere bağlı olarak farklılıklar göstermektedir. Bu faktörlere göre de toplumların birbirlerinden farklı mutfak kültürleri ve yapıları ortaya çıkmaktadır (Ceylan ve Yaman, 2018:2173). Mutfak kültürü oluşumunda en büyük etkenlerden biri olan din unsuru özellikle Türk mutfak kültürüne bakıldığında önemli bir konumdadır. Mutfak yapısında din faktörünün etkileri yeri geldiğinde coğrafi özelliklerin ve iklim şartlarının önüne geçmektedir. İslamiyet’le birlikte gelen dini kurallar, helal ve haram kavramları Türk mutfağındaki beslenme alışkanlıklarına yön vermektedir (Közleme, 2012:1-3).

En eski mutfak kültürlerinden biri kabul edilen Türk mutfak kültürü, tarih öncesi dönem, Orta Asya, Selçuklu, Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet Dönemi’nden etkilenerek gelişmiş bir mutfak yapısına sahiptir (Büyükipekçi, 2019:1). Türk mutfak kültürünün bir parçası olan Mevlevi mutfağı da özellikle İç Anadolu Bölgesinde 13. yüzyıldan günümüze halen özelliklerini yansıtmakta olup Mevlevilik döneminde mutfağa ne kadar önem verildiğini gözler önüne sermektedir. Mevlevi kültürünün temeli Mevlana Hazretleri’nin öğretilerine dayanmaktadır. Verilen eğitimin mutfakta başlamasıyla birlikte Mevlevilik anlayışı, geniş adap ve mutfak kuralları çerçevesinde oluşturulmuştur (Ertaş, Bulut Solak ve Kılınç, 2017: 53-54).

Mutfak, mimarlık tarihi boyunca yemek pişirilen mekân ve evin en önemli bölümü olarak ele alınıp inşa edilmiştir. Mekânsal açıdan bakıldığında ise mutfak, toplumlarda sadece yemek yenilen bir alan değil aynı zamanda oturma ve sohbet edilebilen yer olarak da görülmektedir. Ancak dergâh mutfaklarının farklı işlevleri de bulunmaktadır. Örneğin; Mevlevihanelerde mutfak bu özelliklerinin dışında bir eğitim alanı olarak kullanılmıştır (Odabaşı, 2001; 11-12).

Mevlevilik anlayışının icra yeri olan Mevlevihaneler, amacı insanı olgunlaştırıp pişirmek, onlara yol göstermek, nefis terbiyesi vermek olan eğitim yeridir. Mevlevihanelerde önemli bir yere sahip olan Matbâh-ı Şerif (mutfak) de, derviş adaylarının Allah yolunda ilk tasavvuf eğitimlerini aldıkları çilehanedir. Dervişlere verilen bu eğitimden sorumlu kişi ise Ateşbâz-ı Veli yani Aşçı Dede’dir. Eğitim veren aşçı dede olmasının yanı sıra Ateşbâz-ı Veli’nin ilk görevi mutfağın idaresi, giderleri, muhasebesi ve bütün sorumluluğunu üstlenmektir (Aksoy, Akbulut ve İflazoğlu, 2016:97).

Dervişlerin 1001 günlük çilelerini doldurdukları Mevlevi dergâhlarının en önemli bölümü olan Matbah-ı Şerif; ocaklar, saka postu, somathane ve sema talim yeri olarak dört bölüme ayrılmaktadır (Azsöz, 2016; 34). Mevlevi dergâhlarında kullanılan araç gereçlere bakıldığında ise lokma, kahve, pilav gibi yiyeceklere önem verildiği görülmektedir. Aynı zamanda yemek kültürleri, sofra adapları ve neler tükettikleri hakkında bilgi sahibi olmak mümkündür (Tekin, 2014:58). Mevlevilik döneminde ve dergâhlarda kullanılan kap kacaklar diğer mutfak araç gereçleri günümüzde modernize edilmiş halleriyle halen kullanılmakta olup Mevlevi kültürünün izleri özellikle İç Anadolu Mutfağının her alanında karşımıza çıkmaktadır.

Yöntem
Yapılmış olan derleme çalışmasının amacı, Mevlevilikte tasavvuf eğitimin ana merkezi olan ve mevlevihanelerin kalbi sayılan Matbah-ı Şerif’in mekânsal yapısını analiz etmek, ayrıca Mevleviler’in sembolik anlamlar yüklediği ve törenler eşliğinde pişirdikleri yemekleri, bu yemeklerin yapımında kurulan sofralarda kullanılan araç gereçleri ve taşıdıkları anlamları irdelemektir. Bu amaçlar doğrultusunda, günümüze kadar yapılan çalışmaların ve dokümanların bir kısmı içerik analizi yöntemiyle incelenmiş olup betimsel ve tarihsel araştırma deseni çerçevesinde Mevlevi mutfak kültürü hakkında nitel bir kaynak oluşturması hedeflenmiştir.

Bulgular

Mevlânâ ve Mevlevilik

Düşünce anlayışı ve eserleriyle Anadolu Türkleri’nin kültür oluşumunda ve dini yaşantılarında büyük izler bırakan Mevlânâ Celâleddin Rûmi, 13. yüzyılda yaşamış olup bulunduğu dönemi aşan düşünce yapısı ile evrenselleşmiş bir Türk-İslam âlimidir (Çelik, 2002:21). Mevlana Celâleddin Muhammed, 30 Eylül 1207 yılında Belh’te doğmuştur. Mevlana Hazretlerinin asıl adı Muhammed’tir. İslam âleminde kişiye duyulan saygıyı belirtmek için kullanılan “efendimiz” anlamına gelen “Mevlânâ” ismi layık görülmüş ve Mevlana Celaleddin Muhammed ömrü boyunca bu isimle anılmıştır. 

Mevlânâ Hazretleri, yaklaşık 5 yaşındayken ailesi ile birlikte Belh’ten ayrılıp Hicaz’a, oradan da Anadolu topraklarına gelmiştir. Şam üzerinden Karaman’a geldikten sonra bütün İslam âleminde tanınmış olan babası BahâeddinVeled, 1228 yılında o zamanın Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat’tan davet almış ve daveti geri çevirmeyip Konya’ya yerleşmiştir. Mevlânâ Hazretleri’nin doğduğu toprak Belh olsa da, hayatı boyunca Konya’da yaşamış ve Konya kültürünü benimsemiştir (Küçükbezirci, 2013; 21).

Mevlânâ Hazretleri’nin babası Bahâeddin Veled, Konya’ya geldiği günden itibaren başta Sultan Alâeddin olmak üzere zamanın ileri gelenleri ve halk tarafından verdiği vaazlar ve dersler sayesinde büyük ilgi, saygı ve sevgi görmüştür. Ancak, etrafında bulunan insanları tasavvufi bilgileriyle aydınlatan ve onlara yol gösteren Bahâeddin Veled, 24 Şubat 1231 yılında vefat etmiştir. Bu üzücü olaydan sonra babasının vasiyeti ve halkın ısrarcı olmasıyla Mevlânâ Hazretleri, babası Bahâeddin Veled yerine ders vermeye başlamıştır. Kaynaklara ve rivayetlere bakıldığında ise yüzlerce öğrencisi ve onun izinden yürüyen binlerce müridi olduğu bilinmektedir (Tasavvuf, 2007; 323).

Mevlânâ Hazretleri İplikçi Medresesi’nde vaazlar vermeye devam ederken 15 Kasım 1244 tarihinde Şems-i Tebrizi ile tanışmış ve birlikte kendilerini Hakk’a vererek günlerce, gecelerce süren derin sohbetlere dalmıştır. İlahi aşk ile dolu bu zamanlar, 1248 yılında Şems’in gidişiyle son bulmuştur. Bazı kaynaklar Şems’in kaybolduğunu ve bir daha Mevlânâ Hazretleri’nin onu bulamadığını söylese de, bazı kaynaklar da onun aniden öldüğünü belirtmektedir. 

Mevlânâ Hazretleri, Şems’in gidişinin ardından uzun yıllar inzivaya çekilmesine rağmen sonra ki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsâmeddin Çelebi ile birlikte ilim dolu ilahi yolculuğuna devam etmiştir. Kaleme aldığı en büyük eseri olan Mesnevi’yi bu dönemde yazmış olup, yaşamı boyunca kaleme aldığı Divân-ı Kebir, Rubayyîat, Mecâlis-i Seb’a ve FihiMaFih’i toplumlara miras bırakmıştır. Hayatını ve yaşadıklarını “Hamdım, piştim, yandım.” sözleriyle anlatan Mevlânâ Hazretleri, deva bulunamayan bir hastalığa yakalanmış ve tüm çabaların çaresiz kalmasıyla 17 Aralık 1273 Pazar günü ölmüştür. 

Mevlânâ Hazretleri yaşamı boyunca Allah’a kavuşacağı günü beklemiş ve ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul etmiştir. Bu sebeple ardında kalanlara ölüm gününün “düğün günü” anlamına gelen “Şeb-îArus” adıyla anılmasını ve arkasından ağıtlar yakılmamasını vasiyet etmiştir (Antoloji.com, Kültür ve Sanat, 2004; Tasavvuf, 2007; 325).

Mevlânâ Hazretleri’nin ölümünden sonra, onun öğretilerine uyan herkes dostu Hüsâmeddin Çelebi’nin etrafında toplanmıştır. Ölüm gününe kadar bu öğretiler doğrultusunda devam eden Hüsâmeddin Çelebi’nin ardından ise, Mevlânâ Hazretleri’nin oğlu Sultan Veled onun yerini almıştır (Kara, 2006:9). Mevlânâ Hazretleri Mevlevilik kültürünün düşünce yapısını oluşturmuş ve temellerini atmış olsa da bu topluluğun kuruluşu oğlu Sultan Veled tarafından 13. yüzyılın sonlarında gerçekleştirilmiştir (Arapoğlu, 2010:2). 

Mevlânâ türbesini yaptıran ve böylece Mevlânâ Hazretleri’nin yolunda ilerleyen kişilerin etrafında toplanmasını sağlayan Sultan Veled, Mevlevilik tarikatının kuruluşunu bu sayede başlatmıştır. Toplumun ileri gelenleri ve idarecileriyle iyi ilişkiler içerisinde olduğu için o dönemde kurulmuş olan vakıflar ve dernekler de türbelerin yapım aşamalarında maddi ve manevi yardımları ile destek olmuştur. Mevlevilik anlayışını Konya dışına taşımak ve Anadolu topraklarına yaymak isteyen Sultan Veled, tarikatın adetlerini, kurallarını ve törenlerini inceleyerek sabit bir hal alması için çalışmış, aynı zamanda Amasya, Kırşehir ve Erzincan’a halifeler göndererek Mevlevi tekkeleri yaptırmıştır (Küçük, 2000:25).

İlerleyen zamanlarda Mevlevilik anlayışı genişleyerek Sivas, Tokat, Bayburt, Erzurum, Tebriz, Kastamonu, Denizli, Kütahya, Birgi (İzmir’in Ödemiş ilçesinde bir köy) gibi farklı Beyliklerin yönetimi altında olan şehirlere taşınmış ve bu bölgelere zaviyeler açılmıştır. Sultan Veled’in yapmış olduğu bu hamlelerle Mevlevilik, 14. yüzyıl Anadolu topraklarında büyük bir kesimin tanıdığı, bildiği ve dâhil olmak istediği bir “yol” halini almıştır (Kara, 2006:9). Sultan Veled ve onun oğlu olan Ulu Arif Çelebi döneminde Mevlevilik kültürünün kuralları ve kılık kıyafetleri de tespit edilmiştir. 15. yüzyılın ilk yarısında tam anlamıyla oluşturulan Mevlevilik, değişmez kurallarıyla kurulmuş ve yayılmıştır. Konya’da kurulan dergâhtan yürütülen merkeze bağlı yönetim anlayışı sayesinde yayılışı boyunca çizgisini korumuş ve kendi içinde farklı kollara ayrılmadan, siyasi olaylara karışmadan, sosyal düzeni bozmadan yayılmaya devam etmiştir (Tanrıkorur, 2000:61-63).

Mevleviliğin özellikle 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı sultanlarından ve önemli devlet adamlarından ilgi görmeye başlamasıyla seçkin kimseler tarafından da kabul gören bir tasavvuf kültürü olduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzyılda Mevlevilik, köylere kadar yayılmış ve Anadolu’da halkı sadece Mevlevilerden oluşan köyler kurulmaya başlanmıştır. 16. yüzyılın sonlarına doğru ve 17. yüzyıl boyunca Mevlevilik kültürü gittikçe büyümüş, beyler, paşalar ve vezirler tarafından desteklenmiş, yüksek mevkilerde bulunanların sağladığı imkânlarla varlığını devam ettirmiştir. Genel anlamda Mevlevilik, Osmanlı Devleti’nin modernleşme hareketlerinin yapıldığı 18. yüzyılın son dönemleri ve 19. yüzyıl boyunca devlet ve toplum yapısında önemli bir tasavvuf anlayışı olarak görülmüştür. (Bölükbaşı, 2011:20).

Mevlevilik anlayışının genel sistemine ve yapısına bakıldığında; Mevlevi dergâhlarında “postnişin” (başta olan, post’a oturan kişi) olmak babadan oğluna geçmiş, oğlu yoksa da dergâhta ileri gelen bir dervişe bu görev verilmiştir. Ancak bu karar alınırken merkez dergâh olan Konya’daki Çelebi Efendi’nin onayına ihtiyaç duyulmuştur. Ayrıca Mevlevilik diğer tarikatlarla kıyaslandığında bu tasavvufi yola yönelenlerin o tarikatların üyelerine göre sayılarının daha az olduğu görülmektedir. Bunun sebebi olarak da kuruluşundan itibaren benimsemiş olduğu tasavvufi kültürün ve kuralların daha seçkin kesime hitap etmesi olduğu düşünülmektedir. Mevlevilik, aynı zamanda halkın her daim yanında durmuş ve yardıma ihtiyaç duyan herkese sorgusuz yardımda bulunan bir tarikat olmuştur (Haksever, 2007:145).

1925 yılında tekke ve zaviyeler kapatılmış olsa da, Mevlana Türbesi “Asâr-ı Atika Müzesi” (Eski Eserler Müzesi) adı altında 1926’da çıkarılan kanuna göre halkın ziyaretine açılmıştır. Halen yapılmakta olan ve Mevlânâ Hazretleri’nin ölüm yıldönümünde düzenlenen törenler ilk olarak 1946 yılında Konya’da ve Ankara’da küçük çaplı bir konferans ile başlamıştır. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra yasaklanan sema ayinleri 17 Aralık 1954’te Konya ve İstanbul’da yapılan sema gösterisi ile yeniden başlamıştır. Mevlânâ Hazretleri’nin ölüm günü olan bu tarihte sema gösterilerinin ve konferansların düzenlendiği anma törenleriyle her sene ölüm yıldönümü kutlanmaktadır (Tanrıkorur, 2000:66). 

Mevlevihaneler ve Özellikleri

Mevlevihaneler, “Mevlevilerin evi” anlamına gelir ve Mevlevilik kültürünün icra yerleridir. Kuruluşlarından itibaren Mevlevihanelerde Mevlânâ Hazretleri’nin hayatı anlatılmış, fikir ve düşünceleri yansıtılmış, onun yolunda ilerlemek isteyenlere Mesnevisi okutulup öğretilmiştir. Bir terbiye ve eğitim ocağı olarak görülen Mevlevihanelerin temel amacı, insanı maddi ve manevi olgunluğa eriştirmek olmuştur (Mermer, 2014:1249).

Tanınmaya başladığı ilk dönemde Mevlevilik, merkezi Konya olan ve çevresinde bulunan Kütahya, Amasya gibi şehirlerin köy ve kasabalarında kurulmuş bir inanç merkezi olmuştur. Osmanlı Devleti’nin hâkimiyet alanını genişletmesiyle, Mevlevilik anlayışının inanç merkezleri de köyler ve kasabalarla sınırlı kalmayıp şehir merkezlerinde de kurulmaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü süre boyunca Anadolu, Balkanlar, Ortadoğu, Arabistan ve Afrika’nın kuzey bölgesine kadar giden geniş alanlara yayılmıştır (Mermer, 2014:1248). Mevlevilik, kuruluşundan itibaren ilerleme hareketlerine devam etmiş ve90 civarı tarikat merkezi kurulmuştur. Tarikat merkezlerinin kuruldukları yerlere bakıldığı zaman, çoğunlukla yaşanılan dönem için ticari merkez olarak bilinen ve bu merkezlere bağlı yollar üzerindeki şehirlere kuruldukları görülmektedir (Arapoğlu, 2010:4).

Mevlevilik anlayışının en önemli unsuru ve Mevleviliğe gönül vermiş dervişlerin buluşma noktası olan Mevlevihaneler, kapasite ve işlev açısından “asitâne” ve “zâviye” olarak ikiye ayrılmaktadır. Dervişlerin çile çıkardıkları, 1001 günlük eğitim gördükleri ve “dede” unvanını aldıkları Mevlevihanelere “asitâne” veya “astâne” denilmektedir (Tanrıkorur, 2000:69).

Kelime anlamına ve köküne bakıldığında Farsça’da “kapı eşiği, kapının dibi, eşik yanı” anlamında kullanılan “astân” kelimesinden türetilmiş olan asitâne, Osmanlı Devleti döneminde faaliyetini sürdürmüş tarikatların veya onlara bağlı tarikat kollarının merkezi konumunda bulunan tekkelerin genel ismi olarak kullanılmıştır. Mevlevilik anlayışındaki asitânelere bakıldığında diğer tarikatlardan farklı olarak, 1001 günlük çilenin çıkartıldığı, zaviyelere göre daha geniş yapılmış ve dervişlere verilen eğitim için tasarlanmış dergâhlardır. Asitânelerde “matbah terbiyesi” denilen bir eğitim uygulanmıştır. Verilen bu eğitimle halkın her sınıfından 25 yaşını geçmemiş, ailesinin rızasını almış, askerlik görevini yapmış, hiç evlenmemiş, kronik ya da bulaşıcı bir hastalığı bulunmayan, akıl sağlığı yerinde kişiler, “Matbâh-ı Şerif” denilen bölümde “çilekeş can” adını alarak yetiştirilmiştir (Küçük, 2000:34).

Asitânelerden daha küçük Mevlevi tekkelerine de “hücre, küçük oda” anlamına gelen “zâviye” adı verilmiştir. Zâviyeler yapısı ve işlevi açısından asitânelerden küçük oldukları için zaviyelerde bulunan dervişler de Mevlevi tarikatı içinde mevki açısından asitânelerdeki dervişlere göre daha aşağıda sayıldığı gibi zaviyelerde yapılan hizmetler de çile çıkartmak olarak sayılmamıştır. Mevlevi tarikatına mensup kişiler tarafından zâviye, içinde çile çıkarılmasa da sema eden, ney üfleyen, kudüm (iki davuldan oluşan vurmalı çalgı) çalan, ayin okuyan dervişlerin yaşadığı, bunların yanında seyahat eden ve oradan geçmekte olan dervişlerin konaklayabildiği mekânlar olarak görülmüştür (Azsöz, 2016:33).

Mevleviliğin merkezi olarak görülen Konya’da bulunan ve “Asitâne-i Aliyye” denilen Mevlânâ Dergâhı haricinde, özel sayılabilecek asitâneler de vardır. Bunlar Galata, Yenikapı, Beşiktaş/Bahariye, Kasımpaşa, Afyonkarahisar, Manisa, Halep, Bursa, Eskişehir, Kahire ve Gelibolu Mevlevihaneleri olarak kaynaklarda yer almaktadır. Bu Mevlevi asitânelerinin haricinde köylerde, kasabalarda ve şehirlerde pek çok zaviyenin de açıldığı bilinmektedir. Çeşitli kaynaklarda farklı sayılar verilse de, Bağdat’tan Bingazi’ye, Mekke’den Mostar’a kadar genişlemiş ve faaliyet göstermiş olan yaklaşık 99 adet mevlevihanenin varlığını gösteren belgelere ulaşmak mümkündür (Kara, 2006: 11; Küçük, 2000; 38).

Asitâne ve zâviyelerin kuruluşları incelendiğinde ise ilk kurulan mevlevihanelerin yapım masrafları ve gelir giderleri o dergâhı kuran dervişler ve yapımı için toplanan yardımlar ile sağlanmıştır. Mevlevihanelerin her bölgeye açılmaya başlamasıyla yapılan masraflar, Osmanlı Devleti’nin bünyesinde bulunan vakıflar ve devletin kendisi tarafından karşılanmaya başlanmıştır. Osmanlı devletinin ileri gelenleri Mevlevilik kültürünün halk üzerinde büyük etkisi olduğunu görmeye başladıkça, Mevlevihanelere araziler bağışlayarak maddi destekte bulunmuşlardır. Mevlevi dergâhlarının varlığını sürdürmesi için en önemli gelir kaynaklarından biri de halk tarafından türbeye bağışlanan adaklar(nezir) olmuştur. 

Dergâha mensup ve tarikata dost kişiler, kutsal günler ve bayramlarda halı, seccade, kesilen kurbanın derisi, yağ gibi bazı yiyecekleri ve malzemeleri dergâhta kullanılması için bağışlamışlardır. Ayrıca Mevlevi dergâhlarına üye olan idareciler de zarar görmüş asitâne ve zaviyelerin bakımını yaptırarak dergâhların ayakta kalmasına katkı sağlamışlardır. Kaynaklarda mevlevihanelerin gelirleri içinde gösterilen su değirmenleri ve dükkânlar gibi küçük sanayi işletmeleri de dergâhların kalkınmasında önemli bir etken olmuştur (Erdoğdu, 1996: 45; Mermer, 2014: 1249).

Mevlevihanelerde gündelik yaşamsal faaliyetleri sürdürebilmek için yapılan ibadet, eğitim, barınma gibi işler bir bütün halinde ele alınmış ve genellikle aynı birim içinde çözülmüştür. Ayrıca Mevlevihaneler içinde ziyaret, beslenme, temizlenme ve ulaşım gibi ihtiyaçları giderebilmek amacıyla farklı birimler de oluşturulmuştur. Semahane, mescit, Matbâh-ı Şerif, Meydân-ı Şerif, somathane, türbe, harem, selamlık ve dedegan hücreleri gibi birbiriyle bağlantılı olan bölümler mevlevihanelerin yerleşim planındaki ana hatlarını oluşturmaktadır. Külliye niteliğinde olan mevlevihanelerde ayrıca, tasavvufi hayatla bağlantısı olmayan ama halkın ihtiyaçlarını karşılamak için yapılan çeşme, sebil, muvakkithane (güneşe göre namaz vakitlerinin ayarlandığı yer) ve kütüphane gibi bölümlerde yer almıştır (Pala Azsöz, 2018:110).

Diğer bölümler haricinde Mevlevihanelerin kalbi olarak görülen mekân ise “Matbâh-ı Şerif” olarak adlandırılan mutfak bölümüdür. Mevleviliğe “çiğ” olarak giren “çilekeş can”, bu bölümde nefsini kırarak pişip olgunlaşır ve bir dervişe dönüşür. Mevleviliğe girmek isteyen kişinin eğitiminin (çilesinin) başladığı ilk mekân olan Matbâh-ı Şerif, 18 farklı hizmetten oluşan 1001 günlük çilenin merkezi konumundadır. Bu 18 hizmet şöyledir; Kazancı Dede, Halife Dede, Dışarı Meydancısı, Çamaşırcı, Ab-rizci (su döken), Şerbetçi, Bulaşıkçı, Dolapçı, Pazarcı, Somatçı, İçeri Meydancısı, Tahmisci, Yatakçı, Dışarı Kandilcisi, Süpürgeci, Çerağcı ve Ayakçı (Hacıgökmen, 2017; 1665). Verilen bu eğitimin ve Matbâh-ı Şerif’in başındaki kişi ise “Ateşbâz-ı Veli” adı verilen Aşçı Dede, diğer adıyla “Sertabbah’tır”. 

Ayrıca Matbâh-ı Şerif’te “Ateşbâz-ı Veli Ocağı” adı verilen özel ve büyük bir ocak bulunmaktadır. Bu büyük ocak,mevlevihanenin kutsal bir sembolü olarak görülmüş ve Mevlânâ Hazretleri döneminde dervişlerin yemeklerini pişirmiş ve keramet sahibi olduğu düşünülen1285 yılında vefat ettiği bilinen Matbâh-ı Şerif’in piri olarak anılan İzzeddin oğlu Şemseddin Yusuf Ateşbâz’ın makamına ithaf edilmiştir (Tanrıkorur, 2000:74-75).

Ateşbâz-ı Veli ve Makamı

Asıl adı “Yusuf Bin İzzeddin” olan Ateşbâz-ı Veli’nin doğum yeri ve doğum tarihi net olarak belirtilmemekle birlikte, 1285 yılında vefat ettiği bilinmektedir. Ateşbâz-ı Veli’nin Mevlana Hazretleri’nin babası Bahâeddin Veled ile birlikte Horasan’dan Konya’ya geldiği kabul edilmektedir. Ömrü boyunca Hz. Mevlânâ ve oğlu Sultan Veled’e hizmet etmiştir. Ateşbâz, Farsçada “ateşle oynayan, onunla meşgul olan kişi” anlamına gelmekte olup Ateşbâz-ı Veli hayatı boyunca bu isimle anılmıştır (Tanrıkorur, 2000:68).

Ateşbâz-ı Veli, Mevleviliğe gönül vermiş acemi dervişlerin ilk öğretmeni ve daimi hocası olmuştur. Eğitim işleriyle ilgilenmesinin yanında, asıl görevi ve sorumluluğu matbah işleridir. Matbahta aşçılıkla beraber, tüm dergâhın muhasebesinden de sorumlu tutulmaktadır.

Matbah ve dergâh işleri,görev ve sorumluluklarının yanı sıra Ateşbâz-ı Veli de diğer dervişler gibi mevlevihanede nefsini terbiye ederek Allah’a ulaşma yolundaki çilekeş bir derviştir (Aksoy, Akbulut ve İflazoğlu, 2016: 98; Büyükipekçi, 2019:29).

Mevlevilik kültüründe çilekeş canların eğitimi öncelikli tutulduğu için eğitimden sorumlu olan Ateşbâz-ı Veli ve makamı en başta gelmektedir. Bu sebeple, Mevlevihane içinde çile çeken acemi bir dervişle ilgili kararlarda söz sahibi ateşbaz makamında bulunan kişi olmuştur. Matbah bölümü Mevlevi dergâhın kalbini oluşturmaktadır. Matbâh-ı Şerif o kadar değerli tutulmuştur ki Mevlevi hanelerde “Ateşbâz-ı Veli Ocağı” adı verilen özel bir ocak bulunmaktadır. Ateşbâz-ı Veli’ye olan saygıdan ve verilen değerin göstergesi olarak bu özel ocağın üstünde “Ya Hazret-i Ateşbâz-ı Veli” yazısı bulunmaktadır. 

Ateşbâz-ı Veli ocağında, özel günlerde “Ateşbâz-ı Veli Kazanı” denilen bir kazanda aş pişirilir ve özenle yıkanıp bezlere sarılarak muhafaza edildiği yere kaldırılmıştır. Mevlevihanede ona karşı duyulan saygının göstergesi olarak matbahta Ateşbâz-ı Veli postu bulunmakta olup, matbahın her sabah açılışında ve yemek faslından sonra dervişlerce çekilen gülbankta (hep bir ağızdan okunan dua) Ateşbaz-ı Veli’nin adı geçirilmiştir (Hacıgökmen, 2017: 164).

Matbâh-ı Şerif’in Mevlevihanelerdeki Yeri ve Önemi

Matbâh-ı Şerif, Mevlevi kültüründe mevlevihanelerin en değerli bölümü olarak sayılmaktadır. Mutfağın önünden geçerken selama durma âdeti de, Mevlevi kültüründeki önemini ve Matbâh-ı Şerif’e ne kadar saygı duyulduğunu göstermektedir. Gösterilen saygının gereği olarak Matbâh-ı Şerif’te yüksek sesle konuşulmaz, gürültü yapılmaz ve asla gülünmez. “Matbah” kelime anlamı olarak yemek pişirilen yer, mutfak anlamına gelmesine rağmen Mevlevi kültüründe mecazi anlamında kullanılmaktadır. Mutfak bölümünün asıl görevi yemek pişirmek, yemek yemek olsa da Mevlevi kültüründe Mevleviliğe yeni giren dervişlerin 1001 günlük çilelerini tamamladıkları, manevi olarak piştiği, olgunlaşıp derviş olduğu yerdir (Büyükipekçi, 2019:28). Mevlevi kültüründe çileye giren derviş adayları ne olursa olsun Matbâh-ı Şerif’in dışında kalamazlar, uyuyamazlardı. Eğer mutfak dışında kalırlarsa çileleri kırılmış sayılıp çileye en baştan başlamak zorunda kalırlardı (Demirci, 2007:111).

Mevlevihanelerdeki mutfak bölümü sadece yemek yapılan bir bölüm değil, dervişliğe ilk adım atacak olan acemilerin tasavvuf öğretileri doğrultusunda ilerledikleri, sema edilen, yemek yenilen, sohbetler edilen, çilekeşlerin yatıp kalktıkları ve yeri geldiğinde vefat eden dervişlerin cenazelerinin yıkandığı, barınma, beslenme ve tüm yaşamsal faaliyetlerin bir arada gerçekleştirildiği alan olarak görülmektedir. Ayrıca burada suyun olması ve ısıtılma imkânının bulunması nedeniyle, Matbâh-ı Şerif aynı zamanda “Gasil-hâne” (cenazenin yıkanıldığı yer) olarak da kullanılmıştır. Matbah içinde ısıtılan su Meydân-ı Şerif’e taşınmış ve bu bölümde cenaze yıkanmıştır (Azsöz, 2016:36).

Matbâh-ı Şerif bir çilehanedir ve Mevlevi kültürüne göre de çile mutfakta başlar. Mevleviliğe yeni adım atmış dervişler girdikleri çileyle kendilerini benliklerinden ve bencilliklerinden arındırarak 1001 günün sonunda Allah’a erişmeyi hedeflemişlerdir. Çilenin mutfakta başlamasının sebebi ise, nasıl ham bir yiyecek ocakta pişerek yeni şeklini ve kıvamını alıyorsa, acemi dervişlerinde tıpkı bir kazan dolusu yemek gibi Mevlevi ocağında pişip olgunlaşması ve yeni bir şekle bürünmesi beklenmektedir. Mevlevilikte mecaz kullanılarak yemeğin pişmesiyle bir dervişin olgunlaşması benzetilmiş ve Mevlevi kültüründe bu olgu zamanla bir ritüele dönüşmüştür (Aksoy, Akbulut ve İflazoğlu, 2016:97).

Mevlevihanelerde Matbâh-ı Şerif içerisinde acemi dervişlerin eğitiminden sorumlu tutulan kişi ise aşçı dededir. Baş aşçı görevi gören aşçı dedelerin en başında gelen kişi Ateşbâz-ı Veli’dir. Ateşbâz-ı Veli, Mevlana zamanında yaşamış ve çile için gelen tasavvuf yolundaki derviş adaylarını eğitmekle görevlendirilmiştir. Ateşbâz-ı Veli’nin vefatından sonra ise aşçı dede makamına titizlikle seçilen kişiler tarafından bu görev, Mevlevilikte en önemli görev olarak yerine getirilmeye devam etmiştir (Aksoy, Akbulut ve İflazoğlu, 2016:97).

Matbâh-ı Şerif’in Mekânsal Yapısı

Mevlevihanelerdeki Matbâh-ı Şerif, AteşbâzıVeli makamı da denilen ocaklar, somathane, saka postu ve acemi dervişlerin sema talimlerinin yapıldığı alanla beraber dört temel bölümden meydana gelmektedir. Matbahta ek olarak çilekeş canlar odası ve kiler bölümünün de yer aldığı bilinmektedir. Ayrıca, özel amaçlar için kullanılabilecek şerbethane, bulaşıklık, kahve ocağı, fırın, harem mutfağı, kiler, ahır ve
kümes gibi farklı bölümlerin Matbah-ı Şerif’e bağlı bulunduğu da kaynaklarda belirtilmektedir (Ürekli, 2010:34).

Matbahın girişinde yemeklerin piştiği ve ocakların yer aldığı Ateşbâz-ı Veli makamı yani mutfak bölümü bulunmaktadır. Ayrıca bu bölümde dervişlerin çileye başladıkları andan itibaren 3 gün boyunca Allah’a ulaşma yolunda sabır göstererek bekledikleri “saka postu” da yer almaktadır. Bu alana saka postu adı verilmesinin nedeni ise, acemi dervişlerin 1001 günlük çile yolunda hakikate erişmenin verdiği susuzluğunu gidermek ve kendinden sonra gelen, Allah’a olan aşklarının ateşiyle yanan yeni derviş adaylarına su verecek olmasını mecazi şekilde anlatmasıdır (Yıldız ve Özkan, 2017:51).

Ateşbâz-ı Veli makamından yani ocak bölümünden basamaklarla çıkılan, “somathane” adı verilen yemek yeme alanı bulunmaktadır. Yer sofrası olarak bilinen somat, Matbâh-ı Şerif’te yemek yemek için kullanılmıştır. Yemekler ocak bölümünde pişince Kazancı Dede (Aşçı Dede’nin yardımcısı) niyaz eşliğinde gülbang çeker ve yuvarlak tahtadan sofra hazırlanırdı (Yıldız ve Özkan, 2017:51).

Mevlevi kültüründe dervişlerin somatı hazırlarken ve yemek yeme esnasında birçok kurala uyması gerekmektedir. Mevlevilerin sofra kurallarındaki en önemli unsurlardan biri kaşıkların duruş biçimleridir. Yemek yenilecek kaşıklar sofraya yüzleri solda ve yere kapalı, sapları sağa doğru olacak şekilde yerleştirilirdi. Mevlevilikte bu duruma, kaşık için “niyazda” olduğu söylenirdi. Kaşıkta kalabilecek yemek artığının görülmemesi için kaşıklar sofraya bu şekilde konulmaktaydı. Kaşıkların yüzleri yukarı bakacak ve açıkta kalacak şekilde sofraya yerleştirilmesine de kaşık için “şükürde” ifadesi kullanılmıştır. 

Yemeğe başlamadan önce dervişlere su servisi yapacak canlar, su testisini ve bardakları hazırlayıp sofranın başında beklerdi (Ertaş, Bulut Solak ve Kılınç, 2017:56). Somathanede ortaya kurulan sofranın üzerine “dolaylı havlu” denilen bir sofra bezi serilirdi. Bu sofra bezi sofradan yere kadar 1 karış uzunlukta ve dervişlerin dizlerini örtebileceği şekilde açılmakta olup, sofranın etrafına da dervişlerin oturması için postlar yerleştirildi. Kurulan sofranın ardından diğer canları çağırmakla sorumlu derviş ilk olarak şeyhin kapısında, daha sonra diğer dervişlerin bulunduğu bölümde “Hu! Somat’a sala.” şeklinde bağırıp herkesi sofra etrafına toplardı (Pala Azsöz, 2018:103).

Dervişler sofranın etrafına oturduktan sonra herkesin önüne bir tutum tuz konulurdu. Verilen tuza sağ ellerinin şahadet parmağının ucuyla önce diline sonra da tuza değdirerek tadarlar, bu şekilde kendilerini yemeğe hazırlamış ve ağızlarını temizlemiş olurlardı. Sofraya gelen yemek ortadan ve tek bir kaptan yenirdi. Her derviş sadece kendi önünden yemek yerdi ve bu şekilde kimsenin hakkına girmeden karnını doyururdu. Ayrıca Mevlevi kültüründe yemek yedim denmez, onun yerine “lokma ettim” tabiri kullanılırdı. 

Bir ağız dolusu (yudum) suya “cur’a”, ağzı dolduracak kadar olan bir yudum yemeğe de “lokma” denilmiştir. Yemek boyunca dervişler hiç konuşmaz, gülmez ve bir şey isteyeceklerse canlarla göz teması kurarak sorumlu olan cana isteklerini bildirirlerdi. Sofrada yemek yemekte olan bir derviş eğer su isterse, sofranın başında hazırda bekleyen can suyu dervişe verir ve diğer dervişler kaşıklarını bırakarak suyunu içene kadar onu beklerlerdi. 

Dervişlerin karnı doysa bile sofradan kalkmaz, diğer dervişlerin yemeklerini bitirmesini sessizce beklerlerdi. Son olarak yemeğe başlamadan önce yapılan tuzla ağzı temizleme âdeti tekrarlanır ve yemek sona ererdi (Ertaş, Bulut Solak ve Kılınç, 2017:56). Yemek yeme faslı bittiğinde ise dua edip gülbank çekerek dervişler ayağa kalkar, matbahta sofradan sorumlu dede ve görevli canlar haricinde kimse kalmadığında sofra yerden kaldırılırdı (Pala Azsöz, 2018:103).

Yemek dışında kahvaltı, sohbet eşliğinde yenen çerez gibi durumlarda kullanılan “Elif-i Somat” denilen, Arapça’daki elif harfine benzetilen ve ince uzunlamasına meşinden yapılma yer sofrası kurulurdu. Yemek faslı bittikten sonra da katlanıp kaldırılırdı. Bu sofra haricinde dervişlerin erzak alışverişine giderken yanlarına aldığı ya da uzun yola çıkan dervişin yanında götürdüğü yiyeceği koyduğu cepli deriden yapılma bez parçasına da “Elif-i Somat” denildiği bilinmektedir (Tanrıkorur, 2000:85).

Dervişlerin sema talimlerini yaptıkları bölüm ise, giriş kısmından 4-5 basamak kadar yüksekte ve ahşaptan yapılmış ayrı bir kısımdır. Sema talimlerinin yapıldığı bu meşk yerinde belirli aralıklarla pirinçten yapılma düzgünce çakılmış çiviler bulunmaktadır. Dervişler zemine çakılı olan bu çiviyi başparmağıyla diğer parmağının arasına yerleştirerek sema eğitimlerini almışlardır. Dervişlerin yaptıkları bu sema talimlerine “çark atma” denilmektedir. 

Tasavvufi eğitime gönüllü olarak giren acemi dervişler 1001 günlük çileleri boyunca matbah dışına çıkamadıkları için, devamlı olarak kaldıkları “çilekeş canlar odası” da matbah kısmında yer almaktadır. İlk inşa edilen Mevlevihanelerde çilekeş canların avluyu ve gelip geçenleri seyredebilmeleri için çilekeş canlar odası, Matbâh-ı Şerif’in daha yüksekte bulunan “galeri” adı verilen bölümünde bulunmaktadır (Yıldız ve Özkan, 2017:51).

Mevlevihanelerde ayrıca “Meydân-ı Şerif” bulunmaktadır. Dervişlerin her sabah toplandığı bu mekânda kapının kenarında ayrı bir bölümde “Kahve Ocağı” yer almaktadır. Kahve içme âdeti, Mevlevi geleneklerinde önemli bir yer tutmaktadır. Kahvaltıdan sonra Meydân-ı Şerif’te toplanan dervişlerin yaptıkları bu sohbetli toplantılara her daim çay veya kahve eşlik etmiştir. Ayrıca bu bölümde misafir kabulü, meşk, sema gösterisi gibi faaliyetlerle birlikte içilen çay ve kahveler, “Kahve Köçeği” adı verilen derviş tarafından kahve ocağı bölümünde hazırlanıp dervişlere ikram edilmiştir (Pala Azsöz, 2018:104-105; Tanrıkorur, 2000:95).

Aynı zamanda harem halkı için ayrı bir “Harem Mutfağı” da mevlevihanelerde yer almaktadır. Sadece harem halkına hizmet eden harem mutfağı, mevlevihane içinde ana mutfaktan oldukça küçük ve genellikle ana mutfağın bitişiğine konumlandırılmıştır. Harem halkı bu mutfakta ana mutfak bölümünden gelen yemekleri ısıtıp tüketmiştir. 

Ayrıca reçel, şerbet, şurup, çeşitli tatlılar ve ufak çaplı yemeklerde bu bölümde yapılmıştır (Pala Azsöz, 2018:102). Harem mutfağında hazırlanan şerbetler, ayrıca farklı bir bölüm olan şerbethanelerde de hazırlanmaktaydı ve bazı kaynaklarda mevlevihaneler içinde “Şerbethane” adı altında ayrı bir bölümün bulunduğu da belirtilmiştir. Özel günler için düzenlenen toplantılarda dağıtılacak olan şerbetler bu bölümde hazırlanır, depolanır ve gelen misafirlere dağıtılırdı. Ancak daha küçük mevlevihanelerde şerbet hazırlamak için özel bir bölümün yer almadığı ve bu ihtiyacın mutfak ya da kahve ocağında giderildiği görülmektedir. 

“Şerbet” kelimesine bakıldığında ise, eski Türk kültüründe alkolsüz, şekerli içeceklerin hepsine bu ismin verildiği ve gelen misafire ikram edilen içeceklerin başında geldiği bilinmektedir (Tanrıkorur, 2000:98).

Ayrıca mevlevihanelerde özel amaçlar için kullanılan farklı bölümler de yer almaktadır. Bu durum mevlevihanenin büyüklüğüne göre değişiklik göstermektedir. Örneğin; matbah bölümünün alt kısmında lokma kazanının bulunduğu bodruma “kazanlık” denilmiştir. Bu alan ayrıca, edep dışı davranışta bulunmuş dervişlerin cezalandırılması için kullanılmış ve hapishane görevi de görmüştür. Başka bir Mevlevi tabiri de “kuzuluktur”. Matbah-ı Şerif’in duvarlarındaki küçük bölmelere verilen isimdir ve bu alanda su tası, peşkir gibi sofrada kullanılacak malzemeler tutulmuştur. Diğer mutfak araç gereçlerinin muhafaza edildiği bölüme de “kazan yatağı” adı verilmiştir (Yıldız, 2017: 66-6768).

Matbâh-ı Şerif’in tamamlayıcısı olarak görülen bir başka alan da mevlevihanenin tüm erzakının muhafaza edildiği ve depolandığı “kiler” bölümüdür. Onun haricinde, mutfağa dâhil olacak şekilde konumlandırılmış “fırın” olarak adlandırılan mevlevihanede bulunanların tüketeceği ekmeklerin piştiği bölüm de bulunmaktadır. Mevlevihanelerin büyük bir kısmında bostan, sebze ve meyve bahçesi bulunduğu gibi etinden, sütünden ve yumurtasından faydalanılmak üzere bakılan hayvanlar için ahır ve kümes gibi mekânların yer aldığı da bilinmektedir. Genellikle büyük bahçenin “arka bahçe” denilen ve göze batmayan bölümünde ahır ve kümeslerin bulunduğu görülmektedir. 

Ayrıca Mevlevi kültüründe bazı mevlevihanelerde mutfağa balık girmediği ve pislik yediği için tarikat mensupları tarafından tavuğu yemenin de makbul sayılmadığı görülmüştür. Tekkede yemek için alınan tavukların da tekkenin kümesinden, alındıktan sonra en az üç gün temiz yem ile beslenip tüketildiği bilinmektedir (Tanrıkorur, 2000:97-99).

Matbâh-ı Şerif’te Yapılan Sembolik Yiyecekler ve Kullanılan Araç Gereçler

Tekke mutfaklarının geneline ve Mevlevi mutfağına bakıldığında, kullanılan bazı eşyaların ve yiyeceklerin, mutasavvıflar için değerli görüldükleri ve bunlara çeşitli anlamlar yükledikleri anlaşılmaktadır. Mevlevihanelerde tüketilen pek çok yiyeceğin ve yemek yapımında ihtiyaç duyulan araç gereçlerin belirlenmiş ritüellere dayandırılarak kullanılması bunların tarikat mensupları tarafından birer simge olarak değerlendirildiğini göstermektedir (Gündüzöz, 2017:1218-1222).

İnsan hayatının temel içeceği olan suyu temsil eden çorba, toprağı temsil eden et ve sebzeler, ateşi temsil eden pilav ve börek, gelecek nesilleri temsil eden pastırmalı yumurta ve aşkların en büyüğü olan Allah aşkını temsil eden kaymaklı güllaç, mevlevihanelerin mutfaklarında belirli günlerde ve törenlerle pişen yemeklerden bazılarıdır (Aksoy, Akbulut ve İflazoğlu, 2016: 101; Tosun, 2004:128).

Mevlevilikte dervişler, “az ye, az uyu ve az konuş” felsefesini benimseyip her hareketlerinde nefis terbiyelerini vurgulamışlardır. Açlık ve az yemek yemek, dervişlerin nefislerini terbiye ettikleri süreçte önemli unsurlardan biri olarak görülmüştür. Bu görüş doğrultusunda Allah’a ulaşmanın mutluluğuna, maddi karın tokluğu ile değil, ibadetle gelecek olan manevi doygunluk ile ulaşacaklarına inanmışlardır. 

Dervişlerin, Allah yolunda yaptıkları ibadetlerin tamamlayıcısı olarak gördükleri yemek yeme faaliyetlerini ve pişirme aşamalarını sembolik anlamlar yükleyerek kutsallaştırdıkları ve dualar eşliğinde ve toplu olarak oturulan sofralarının adeta tören niteliğinde olduğu görülmektedir (Ceylan ve Yaman, 2018:2174). Mevlevi mutfak adabında yenilen yemeğin, kurulan sofranın yüceliğine hakaret etmemek ve nimeti verenin Allah olduğunu düşünerek hareket etmek de sofranın kurallarından sayılmıştır (Gündüzöz, 2017:1228).

Mutfak bölümünde günlük yemeklerin yanı sıra, özel günlerde törenler eşliğinde lokma ve aşure gibi Mevlevi kültüründe manevi değeri yüksek olan yemekler de pişirilmiştir. Ritüele dayalı pişirilen ve sembolik anlamlar yüklenen yiyeceklerin başında lokma gelmektedir. Bir matbah canı çilesini tamamladığında, cuma ve pazartesi geceleri pirinç, et, soğan, nohut, kişniş ve fıstık kullanılarak yapılan “lokma” adı verilen özel bir pilav pişirilirdi. Pişirme esnasında lokma için özel olarak matbahta bulundurulan, içinde lokma haricinde yemek pişirilmeyen ve özenle sarılıp saklanan “lokma kazanı” kullanılmaktaydı. 

Eskimesi istenmeyen ve her zaman gümüş gibi parlak olan lokma kazanı, onun için ayrılmış özel dolapta muhafaza edilirdi. Matbâh-ı Şerif’te lokma pişirilirken kapı kilitlenir ve mutfakta lokmayı pişirmeden sorumlu dervişler haricindeki kimse bulundurulmazdı. Matbahta bulunan dervişler, lokmanın piştiği süre boyunca niyazda beklerlerdi. Bu özel tören için Mevleviler, “lokma basmak” tabirini kullanmışlardır (Tosun, 2004:128).

Mevlevihanelerde kullanılan kazan, kurulan sofraların ve misafire yapılan ikramların değeri bakımından, İslami gelenekler içinde cömertliğin bir sembolü sayılmakla birlikte, eski Türk kültürlerinden günümüze ulaşan ve pek çok sembolik anlam içeren figür olmuştur. Eski Türk kültüründe demirin kutsal sayılmasıyla birlikte kazan, yeniden doğma ve ateşe hükmetme gibi inanç faktörleriyle birlikte toplu yemeklerin sembolü olarak görülmektedir. 

Kazan, cömertliğin ve misafirperverliğin simgesi olarak görülmüş ve her dönemde dini merasimlerin merkezinde yer almıştır. Halk arasında dergâhın kazanında pişen yemeğin bereketli olduğu ve bu yemekten yiyen kişinin, o yemeğin bereketinden, manevi güzelliğinden faydalanacağı düşünülmekteydi. Geleneklerine bağlı olan Mevlevilik kültüründe “kurban kesmek” yerine “kazan kaynatmak” tabirinin kullanılması da kazana verilen önemi göstermektedir (Gündüzöz, 2017: 1232-1234).

Matbâh-ı Şerif’te, Muharrem ayının 10 gecesi boyunca dualar ve törenler eşliğinde Kerbela şehitlerinin ruhları için Aşure pişirilirdi. Aşure, saatlerce özel kıyafetler giymiş dervişler tarafından sessizce ve dönüşümlü şekilde karıştırılarak pişirilirdi. Pişirme sırasında aşureyi “mablak” adı verilen özel tahtayla karıştıran dervişler ilk olarak kendilerine bakacak şekilde elif harfi çizerler, karıştırmaya devam ederken Arap harfleriyle “Allah” yazarlardı (Tosun, 2004:131-132). 

Ertesi sabah ise gece merasimle pişen aşure kazanla Meydân-ı Şerif’e çıkartılır ve elinde kabıyla gelen herkese, okullara, cezaevlerine, halkın her kesimine şifalı olarak görülen bu aşureden dağıtılırdı. Öğle yemeği zamanında Meydan-ı Şerif’e herkesin oturabileceği somatlar kurulur, çevredeki bütün tarikatların dervişleri dualar ve zikir eşliğinde aşureyi yiyerek bir araya gelmiş olurlardı. Böylece tarikatlar arasındaki birlik ve beraberlik güçlenerek devam ederdi (Tanrıkorur, 2000:86).

Dergâhların mutfaklarında çorba içmek önemli bir yere sahiptir. “Tekkeyi bekleyen çorbayı içer” sözü de verilen önemi göstermektedir. Tasavvuf kültürünün gerekliliklerinden biri olan çile döneminde yemek çeşitlerini azaltma geleneği ile birlikte çorba, yeri geldiğinde tek başına tüketilen bir yemek olmuştur. Mevlevilerin mutfak kültürüne özgü olduğu bilinen düğün ve bamya çorbası, Mevlevi sofralarından eksik edilmeyen, neredeyse her akşam pişirilen yemekler arasında gösterilmektedir (Tosun, 2004: 127; Ceylan ve Yaman, 2018: 2176).

Mevlânâ Hazretleri, Mesnevi ve Divân-ı Kebir eserlerinde kebap, ciğer kebabı gibi birçok et yemeğinden ve bu yemeklerin öneminden bahsetmiştir. Mevlevihanelerin mutfaklarında, buğdaydan ve gerdan etinden saatlerce dövülerek yapılan “herise (keşkek)”nin, özellikle tasavvuf kültüründe önemli bir sembol olduğu belirtilmiştir. Uzunsüre dövülerek et ve buğdayın eriyip iç içe geçmesiyle pişen heriseyi, Allah ve tasavvuf aşkıyla pişmiş, benliğini bırakarak tek vücut olmuş dervişlere benzeten Mevlânâ Hazretleri onları “Herkes heriseye dönmüştür. 

Hiçbiri öbüründen farklı değildir, ama bu birliği de birlikte gark olmayan bilmez de, fark etmez de...” şeklinde ifade etmiştir. Dergâh mutfaklarında çeşitliliği ile birlikte, kutsal kabul edilen ve değer verilen bir diğer yiyecek de ekmektir. Mevlânâ Hazretleri, ekmeğin insan üzerindeki etkilerini ve ekmeğe verilen önemi vurgularken “Ekmek sofrada durduğu sürece cansızdır, fakat insan vücudunda neşeli ruh kesilir. Sofrada duran o ekmeğin can olması imkânsızdır, fakat can, selsebil suyuyla o olmayacak şeyi yapar, ekmeği ruh haline getirir.” ifadesini kullanmıştır (Ceylan ve Yaman, 2018:2176).

Mevlevihanelerde sıklıkla tüketilen içeceklerden olan şerbetler, Mevlevilik’te önemli bir yere sahiptir. Mevlevi kültüründe gerçekleştirilen törenlerden önce ve sonra dervişlere şerbetler ikram edilmiştir. Farklı yerlerden gelen misafir dervişlerin sohbetlerinden sonra, özellikle gül şerbetinin ikram edildiği ve önemli şerbetlerden biri olduğu, günümüzde de hala özel günlerde tüketildiği bilinmektedir. Gül şerbetinin haricinde sirke ve balla yapılan “Sirkencübin” de mevlevihanelerde tüketilen önemli diğer içecekler arasında yer almaktadır (Tosun, 2004: 132; Ertaş, Bulut Solak ve Kılınç, 2017:62).

Selçuklu döneminde faaliyet göstermiş olan Mevleviliğin mutfakta kullanmış olduğu araç gereçlere bakıldığında ise kaşık, kalbur, kepçe, çanak, çömlek, tencere, güveç, kâse, sürahi ve kadeh gibi malzemeler dikkat çekmektedir. Sultan Veled, mutfak araç gereçlerinden biri olan kâselerin, dergâhlardaki dervişlerin birbirlerinden ayrı olarak yedikleri yemekler için kullanıldığından da bahsetmiştir (Akpınar, 2016:93). Ayrıca Mevlevi mutfağında yemek pişirirken, ısıyı her bölüme eşit dağıtan bakır kaplar kullanılmıştır. Yemek yerken ve her çeşit yemeği pişirirken karıştırmak için de tahta kaşık tercih edilmiştir. Yağ ve unun kavrulmasını gerektiren helva, çorba gibi yemekleri hazırlarken dibi yuvarlak bakır tencereler kullanıldığı da bilinmektedir (Büyükipekçi, 2019; 33).

Tekin’in (2017) Yenikapı Mevlevihanesi’nin araç gereçlerini incelediği çalışmasına bakıldığında, Mevlevi dergâhında kullanılmış eşyalar hakkında bilgi sahibi olmak mümkündür. Mevlevihanelerde bulunan somathane bölümünde dergâhtaki bütün dervişlerin yemeklerini ortak sahandan yedikleri bilinmektedir. Kullanılan araç gereçler arasında bulunan ayaklı sahanın ortadan yemek yemeyi kolaylaştırdığı ve bu amaçla kullanıldığı düşünülmektedir. Ayrıca listede görülen 8 adet dede sahanının bulunması da, dervişler ve dedeler için ayrı yemek kaplarının kullanıldığını göstermektedir.

Tablo 1. Yenikapı Mevlevihanesi’nde Kullanılan Araç Gereçler

Kazan 1
Dede Sahanı 8
Leşkeri Sahanı 3
Pilav Sahanı 2
Leşkeri 5
Ayaklı Sahan 9
Hoşaf Sahanı 2
Çorba Tası 4
Vasat Sini 2
Kebir Kahve İbriği 1
Vasat ve Sagır Kahve İbrik 3
Kahve Seti 2
ZencirKefce 1
Kantar 1
Satır 1
Kebap Şişi 4
Sagır Sac Ocak 2

Kaynak: (Tekin, 2017; 58-59).

Mevleviler’in sabah namazının ve akşam yemeğinin ardından içtikleri kahve, onlar için önemli bir içecek olmuştur. Yenikapı Mevlevihanesi’nde kullanılan büyük kahve ibriği, 3 adet küçük kahve ibriği ve 2 adet kahve setinin bulunması da, dervişlerin kahveye verdikleri önemi vurgulamaktadır. Mevlevihanede kullanılmış olan 2 adet hoşaf sahanı da gösteriyor ki Mevleviler, bir sahana adını verecek kadar hoşafa önem vermişlerdir. Ete ve et ile yapılan yemeklere saygı duyan Mevleviler’in kullandıkları kebap şişleri de dergâhta kebap yapıldığının kanıtı olarak gösterilebilir (Tekin, 2017: 58).

SONUÇ

Özünü Mevlana Hazretlerinden almış, Sultan Veled ile kurulmuş ve Ulu Arif Çelebi ile Anadolu topraklarına yayılmış olan Mevlevilik, yedi asır boyunca yayıldığı topraklarda varlığını sürdürmüş bir tarikattır. Mevleviliğin ulaştığı her bölgede tarikatın yapısı olan mevlevihanelerin kurulması sağlanmıştır. Mevlevihaneler yapısal olarak incelendiğinde yaşamsal fonksiyonları gerçekleştirirken ibadet, eğitim, barınma gibi ihtiyaçların bir bütün olarak ele alındığı ve çoğunlukla aynı birim içinde çözüldüğü görülmektedir. 

Semahane, mescid, Matbâh-ı Şerif, Meydân-ı Şerif, somathane, türbe, harem, selamlık, dedegan hücreleri gibi birçok bölümden oluşan mevlevihanelerin en önemli bölümü ve kalbi olarak nitelendirilen bölümü ise Matbah-ı Şerif yani mutfak bölümüdür. Bu kadar önemli görülmesinin sebebi ise Mevlevilik kültürüne girmek isteyen bir canın bu yolda ilk adımlarını matbah bölümünde atmasıdır. Mutfak bölümü her ne kadar sadece yemek pişirilen alan olarak görülse de, Mevleviliğe girmeye karar vermiş çilekeş canların 1001 günlük çilelerini tamamladıkları tıpkı bir yemek gibi piştikleri bir çilehanedir.

Matbah bölümünün kutsal sayılması ile birlikte aşçılık mesleği de Mevlana zamanında en çok itibar gören meslek haline gelmiş ve ruhani bir makam olarak değerlendirilmiştir. Adına türbe yaptırılan dünyadaki ilk ve tek aşçının Mevlana döneminde yaşamış ve Mevlana Hazretleri’ne hizmet etmiş Ateşbâz-ı Veli olması da verilen önemi göstermektedir. Mevlevihane içinde en önemli bölüm matbah olduğu gibi en önemli kişi de ateşbaz-ı veli ve bulunduğu makamdır.

Yemek yeme faaliyeti Mevleviler için sıradan bir eylem değildir. Çoğunlukla ibadetlerin tamamlayıcısı olarak kabul edildiği için törensel nitelik taşır. Mevlevilikte sofraya bir arada oturulması, gülbanklar eşliğinde ve simgesel hareketlerle sofranın kutsallaştırılması zamanla gelenekselleşmiştir. Dini unsurların vücut bulduğu bazı yiyecekler ve araç gereçler onlar için önemli görülmüş ve törenler eşliğinde yemeklerini pişirmişlerdir. 

Mevlevihanelerde tüketilen pek çok yiyeceğin ve yemek yapımında ihtiyaç duyulan araç gereçlerin belirlenmiş ritüellere dayandırılarak kullanılması bunların tarikat mensupları tarafından birer simge olarak değerlendirildiğini göstermektedir. Suyu temsil eden çorba, toprağı temsil eden et ve sebze, ateşi temsil eden pilav ve börek, gelecek nesilleri temsil eden pastırmalı yumurta, Allah aşkını temsil eden güllaç, törenlerle pişen lokma, aşure ve herise bu özel yemeklerdendir.

Törenler eşliğinde pişen yemekler haricinde mutfakta sembolik anlamlar yüklenen birçok araç gereç de bulunmaktadır. Kaynaklarda sıkça yer almasa da aşure pişerken kullanılan mablak, yemek yerken kullanılan tahta kaşıklar, yemek pişirme sırasında kullanılan bakır tencereler, sofraya koyulan sahanlar, lokma pişirilirken kullanılan özel gümüş kazan, kepçe, çanak, çömlek, tencere, güveç, kâse, sürahi, kadeh ve kahve ibriği gibi birçok araç gerecin matbahta özel amaçlarla kullanıldığı görülmektedir. Mevlevilik kültürünün asırlar öncesine dayanması ve günümüze ulaşan kaynakların yetersizliği ile matbahta kullanılmış olan sembolik anlamlar yüklenmiş araç gereçlerin sadece bir kısmına ulaşılabilmiştir.

KAYNAKÇA
Akpınar, A. (2016). Mevlevi Kaynaklarına Göre Selçuklu Türkiye’sinde Sosyal ve Kültürel Hayat (Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul.
Aksoy, M., Akbulut, A.B. ve İflazoğlu, N. (2016). Mevlevilikte Mutfak Kültürü ve Ateşbâz-ı Veli Makamı, Journal of Tourism and Gastronomy Studies 4(1): 96-103.
Antoloji.com Kültür ve Sanat, (2004). Mevlânâ Celaleddin Rumi, Şiirler, https://img. antoloji.com/i/sair/pdf/9/mevlana_celaleddin_rumi_1799_77370.pdf, (Erişim Tarihi: 27.04.2020).
Arapoğlu, M. (2010). Üsküdar Mevlevihanesi’nin Tarihsel Gelişimi ve Yeniden Değerlendirilmesi (Yüksek Lisans Tezi), Haliç Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul.
Azsöz, G. (2016). Mevlevihanelerde Matbâh-ı Şerif, Toros Üniversitesi İİSBF Sosyal Bilimler Dergisi, 3(5): 31-44.
Bölükbaşı, A. (2011). Türkiye’de Popüler Kültür Alanı Olarak Tasavvuf: Mevlânâ ve Mevlevilik Örneği (Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul. Büyükipekçi, B. (2019). Gastronomi Turizmi Açısından Mevlevi Mutfağının Konya Tu-
rizmine Katkısı (Yüksek Lisans Tezi), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya.
Ceylan, F. ve Yaman, M. (2018). Ritüele Dönüşen Mutfak: Mevlevi Mutfağı, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 7(3): 2172-2179.
Çelik, C. (2002). Mevlana’nın Fikirlerinin Türklerin Dini Hayatına Etkileri, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1(12): 21-38.
Demirci, M. (2007). Bir Eğitim Aracı Olarak Mevlevi Çilesi, Marife Dergisi, 7(3): 105-122.
Erdoğdu, A. (1996). Konya Mevlevi Dergâhı’nın Kaynakları ve İdaresi Üzerine Düşünceler ve Belgeler, Türk Tarih Kurumu, 17(21): 41-71.
Ertaş, M., Bulut Solak, B. ve Kılınç, C.Ç. (2017). Konya’da Mevlevi Mutfağı Yiyeceklerinin Gastronomi Turizminde Canlandırması, Gazi Üniversitesi Turizm Fakültesi
Dergisi, 1 (2017): 52-70.
Gündüzöz, G. (2017). Anadolu Derviş Sofrasında Hoca AhmedYesevi’nin İzleri
Derviş Lokmasının Menkıbevi Referansları, Cumhuriyet İlahiyat Dergisi, 21(2): 12171247.
Hacıgökmen, M.A. (2017). Ateşbâz-ı Veli ve Mevlevilikteki Önemi, Uluslararası Turizm ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2: 161-167.
Haksever, A.C. (2007). Çorum’da Mevlevilik: Tarihi Süreci ve Son Temsilcileri, Tasavvufİlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 8(9): 143-164.
Kara, M. (2006). Doğumunun 800. Yılında Mevlânâ ve Mevlevilik, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 15(1): 1-22.
Közleme, O. (2012). Türk Mutfak Kültürü ve Din (Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Küçük, S. (2000). XIX. Asırda Mevlevilik ve Mevleviler (Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Küçükbezirci, Y. (2013). Mevlânâ’nın Hoşgörü Felsefesi ve İletişim, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 30: 12-25.
Mermer, A. (2014). Osmanlı Kültür ve Edebiyatına Kaynaklık Eden Bir İnanç Merkezi: Mevlevilik, 12. Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi, 30 Ağustos 06 Eylül, 1247-1254.
Odabaşı, A. S. (2001). Konya Mutfak Kültürü. Konya Ticaret Odası Yayınları, Konya.
Pala Azsöz, G. (2018). Mevlevihanelerde Mekânsal Örgütlenme, Kırklareli University Journal of Engineering and Science, 4(1): 91-111.
Tanrıkorur, Ş.B. (2000). Türkiye Mevlevihanelerinin Mimari Özellikleri (Doktora Tezi), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya.
Tasavvuf, (2007). Yrd. Doç. Dr. Sezai Küçük ile Söyleşi, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 8 (Mevlana’ya Armağan Sayısı): 323-350, Ankara.
Tekin, Ö. (2014). Yenikapı Mevlevihanesi (Konya Mevlânâ Müzesi Arşivi 165 Nolu Zarf Işığında) (Yüksek Lisans Tezi), Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Tosun, N. (2004). Tasavvuf Kültüründe Tekke Yemekleri, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 5(12): 123-135.
Ürekli, B. (2010). Samsun Mevlevihanesi (Konya Mevlânâ Müzesi Arşivi’ndeki Belgelere Göre) (Yüksek Lisans Tezi), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya.
Yıldız, İ. (2017). Mevlevi Kültürü Mutfak Terimleri Üzerine Adbilimsel Bir Çalışma (Yüksek Lisans Tezi), Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Gaziantep.
Yıldız, İ. ve Özkan, A. (2017). Türk Tasavvuf Öğretisi Olarak Mevlevilikte Manevi Eğitim, Uluslararası Türk Kültür Coğrafyasında Sosyal Bilimler Dergisi (TURKSOSBİLDER), 02(01): 48-55.

Has aşçıbaşı Ahmet ÖZDEMİR olarak kaynak gördüğüm:
Sn. İrem ÇAFA, Dr. Öğr. Üyesi Yılmaz SEÇİM ve Dr. Öğr. Üyesi Ayşe Büşra MADENCİ' ye ilgili "Mevlevihanenin Kalbi Matbâh-ı Şerif" isimli akademik çalışmaları için yürekten teşekkür eder mesleki yaşamlarında başarılar dilerim. Profesyonel mutfaklarda ve gastronomi ve aşçılık camiasında ihtiyacı olanlar tarafından mutlaka örnek olarak dikkate alınacaktır.

Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...