25 Mayıs 2021 Salı

Tarçının Osmanlı Mutfağındaki Yeri

  


Tarçının Osmanlı Mutfağındaki Yeri


Tatlara Tat Katan Kabuk: Tarçın (Osmanlı Mutfağındaki Yeri)
Osman GÜLDEMİR* 
Nermin IŞIK**

Asırlarca hükmettiği coğrafyadan kültürüne bambaşka değerler katan Osmanlı, mutfak kültüründe de gerek pişirme yöntemlerinin farklılığı, gerekse kullanılan malzemelerin çeşitliliği ve yemekler içersindeki kullanımlarıyla oldukça dikkat çekmektedir.

Çalışmada; defnegillerden, genellikle Asya’nın güneyinde yetişen ve değişik türleri bulunan bir ağacın (cinnamomum), içinde kokulu bir yağ bulunması sebebiyle bahar olarak kullanılan kabuğu olan tarçın, merkeze alınarak Osmanlı yiyecek ve içecek kültürünün değerlendirilmesi amaçlanmıştır.

Literatürde bahar odaklı derlemelerin azlığı önemli görülerek; Osmanlı’da tarçının yeri yazılı kaynaklardan derlenmiştir ve sonuç olarak: kırmızı etlerden, balıklara; çorbalardan pilavlara; şerbetlerden, tatlılara kadar birçok grupta yer alarak, bu esanslı kabuğun Osmanlı halkının yaşamına tat kattığı, olmazsa olmazlardan olduğu belirtilmiştir.

Elde edilen bilgilere yenileri eklenerek, uygulanabilecek tariflerin güncellenmesi, fotoğraflanması ve beslenme açısından değerlendirilmesi gelecek çalışmalara konu olabileceği düşünülmektedir.

Giriş
“...Fülfülün, tarçının, sandalağacının, zencefilin, kişnişin kokuları birbirine karışıp birbirine dolanarak mutfağın heybetli kubbesi altında asılı kalırken, ...”1

İspanyol yazar Laura Esquivel’in2 kitabında, mutfak tasvirinde, evrenin esasını oluşturan dört element; su, hava, toprak ve ateşin ustalıkla işlendiği, buradaki insanların büyük simyacılara ve din insanlarına dönüştüğü kutsal yer olduğu görüşü vardır. Burada ateşin arıtıcı gücünden geçirerek dünyanın dönüştürüldüğü, yemek için hazırlanan besinlerin saatlerce bedenlerimizde kalarak organizmamızı değiştirdiği, canımızı, ruhumuzu beslediği, bize kimlik, dil ve aidiyet kazandırdığını söylemektedir3. 

Evrenin her yerinde bu görüş geçerli olacak ki Orta Asya’dan Anadolu’ya Türkler benzer ananelere, dile ve kimliğe sahiptir. Asırlar boyunca bulundukları coğrafyadan bir şeyler alarak ve üzerine katarak, farklı bir aidiyet farklı bir ruh oluşturmuşlardır. 

Bunun en gözle görülür şekli Osmanlıdır ki hükmettiği geniş topraklardan vücuduna aldığı gıdalar kimliğine de yansımıştır; 

o günün ateşbaz aşçıları büyük din adamları gibi değer bulmuştur. Yeri geldiğinde saray mutfaklarında hazırladıkları envai çeşit yemeklerin ihtişamıyla konuk elçileri, yeri geldiğinde ise bir padişahı dahi habersiz olarak, aşçısıyla meşhur bir konağa çekecek kadar büyüleyebilmiştir4. Seferlerde dahi orduya eşlik eden büyük mutfaklar ordunun vücut işleyişlerini etkilemiş, güce güç katmıştır5.

Çalışmada büyük Osmanlı Devleti’nin, eşsiz mutfak kültürü içinde; tatlılardan et yemeklerine, balıklardan sebze yemeklerine kadar geniş bir kullanım alanı olan “tarçının Osmanlı’daki yeri” hakkındaki bilgilerin ve bazı tariflerin bir araya getirilmesi amaçlanmıştır.

Çeşitli kaynaklardan ulaşılan bilgilerle hazırlanan çalışmada, önce tarçın hakkında genel bilgiler, tarihi kısa geçmişi ve ardından Osmanlı’daki yerine değinilmiştir, son olarak da Osmanlı mutfağında tarçın içeren bazı tariflere yer verilmiştir.

Tatlara Tat Katan Kabuk: Tarçın

Baharatların6 tarihi neredeyse insanlık tarihi kadar eskidir. Yaklaşık 7 bin yıldan beri bilinen baharatlar, diğer ürünlerin hiçbirine benzemeyen, çok uzun, romantik, aynı zamanda savaşlar, fetihler ve güç mücadelesiyle dolu bir tarihe sahiptir.7,8

Genellikle Güney ve Güneydoğu Asya’dan kaynaklanan baharatların ticaretine hâkim olmak her zaman önemli olmuştur. Çin, Hint, İran, Mezopotamya, Mısır, Anadolu, İbranî, Yunan, Roma gibi eski uygarlıklarda baharatın üretimi, ticareti ve kullanımıyla ilgili belgeler günümüze dek ulaşmıştır.9,10

Tarçın11 antik çağdan12 günümüze, uzun süredir bir baharat, tatlandırıcı, tütsü ve tıbbî13 malzeme olarak kullanılmaktadır. Mısır’da mumyaların muhafazasında ve beslenmede kullanılan baharatlar arasında tarçın (kasie) da yer almaktadır. Kuzey Afrika, Orta ve Yakın Doğu mutfaklarında yemeklerde kullanılan koku verici en meşhur baharat tarçındır.14,15,16,17,18

Arap tüccarlar eski Yunan ve Romalılara tarçın temin etmişlerdir ama kesinlikle kaynağını söylememişlerdir. Bununla da kalmayıp tarçın toplamanın çok tehlikeli bir iş olduğu üzerine rivayetler19 uydurmuşlardır. Ancak 12-15. yy. Arap yazarları sırrı açığa vurmuşlar ve 16. yy.da Portekizliler, ardından da 17. yy.da Hollandalılar bu tekele son vermişlerdir. 20,21,22,23 24

Tarçının Osmanlı Mutfağındaki Yeri

Tarçın gıdalarda iki şekilde kullanılır: toz ve kabuk olarak. Toz tarçının kullanımı daha yaygındır ama tarçın kabuklarının kurutulmasıyla oluşan çubuklar da yemeklere pişirilirken eklenir ve ardından çıkarılır.25

Türklerin beslenme alışkanlıklarında geçmişi çok eskilere dayanan26 tarçının kullanım kaydına baktığımızda:

- 14 ve 15. yy.larda Ahmed Bican Efendi’nin Dürr-i Meknûn adlı eserinde şifalı bitkiler dökümünde; İbn-i Şerîf’in Yâdigâr, Şerafettin Sabuncuoğlu’nun Mücerreb-name adlı eserlerinde tıbbî kullanım alanında ve sarayın satın alma listelerinde rastlanmaktadır. Tarçınlı koyun başının sevilen yemekler arasında olduğu bilinmektedir.27,28,29,30. 15. yy.da karabiber kadar yaygın kullanılmayan tarçın zamanla bu baharatla yer değiştirmiştir31.

- 16. yy.da Derviş Nidaî Mehmed Efendi’nin Menafiü’n-nas adlı eserinde32, yine aynı yüzyılda (1594-1595) III. Mehmed’in şehzadelik döneminde Manisa sarayı mutfağı alım kayıtlarında, helva yapımında ve ziyafetlerde tarçın bulunmaktadır.33,34,35.

Ayrıca şenliklerde yapılan çok yüksek maliyetli36 tasvirlerde, yani günümüz gıda dekorlarında karanfil, anason, turunç gibi malzemelerle beraber tarçın da yer almıştır37.

- 17. yy.da pahalı olan tarçın, zencefil ve safran gibi baharatın makul miktarlarda kullanılması, Avrupa’daki kadar olmasa da belirgin bir statü göstergesiydi38. Bu dönemde padişahlara yapılan tavuk çorbasında, Salih Bin Nasrullah’ın Gayetülbeyan Fi tedbiri Bedenil İnsan adlı tıbbi eserinde ve Evliya Çelebi seyahatnamesinde tarçın geçmektedir39,40,41.

- 18. yy.da baharat o kadar değerli ve önemli görülmekteydi ki Avrupalı elçilere hediye olarak esmeramber, kırmız42, sakız, kakule, karanfil, tarçın ve safran hediye olarak verilmekteydi43. Osmanlı mutfağında, yemeklerde uzun dönem karabiber kullanılması ardından, 18. yy.da, neredeyse safran kadar pahalı olan tarçının yumuşak lezzeti ağırlık kazanmıştı. Öyle ki tarçın sadece tatlılarda değil et yemeklerinde de kullanılıyordu44,45. Dönemin saray-ı amire kayıtlarında46, Ömer Şifaî’in El-Cevherü'l-Ferid fî Tıbbi'l-Cedîd adlı eserinde ve yemek tariflerinde tarçın bulunmaktadır47,48.

- Tarçın, sarayda sevilen ve tüketilen bir baharat olmasının yanında Osmanlı halkı da kullanıyordu ki 19. yy.daki Ramazan mânilerinde49 de aşağıdaki gibi yer alıyordu: “...Hind’den gelir cümle bahar
Tarçın karanfil ne ki var...”50

“...Kimyonî ile tarçîni Gümüşîye var pesendim51...”52

Dönemin mutfak defterlerinde ve çeşitli yemek tariflerinde; Yunan Kıralı aşçısının batı Türkiye izlenimleriyle yazdığı ve 1837’de yayımladığı Doğu’da Tatlıcılık adlı eserde, III. Napolyon’un İstanbul’da misafir kaldığı sürece kullanılan malzemeler arasında ve diğer yemek kitaplarında tarçına rastlanmaktadır53,54,55,56,57.

Ayrıca Topkapı Sarayında yapılarak, 21 Mart Nevruz dolayısıyla, saray mensuplarına ve devlet büyüklerine özel kaplar içinde sunulan nevruziye macununun, Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in eşi Hafsa Sultan’ın Manisa’da hastalanması üzerine Merkez Efendi’nin tedavi amacıyla hazırladığı mesir macununun ve Osmanlı’da yapılan diğer macunların; akide şekeri gibi şekerlerin içeriğinde de tarçın bulunmaktaydı58,59,60.

Osmanlı Mutfağında, Tarçın İçeren Bazı Tarifler

Çorbalar

Balık Çorbası: 

İki, üç vukıyye levrek yahut kefal balığı, temizlendikten sonra tuzlanır. Bir vukıyye soğan ince doğranıp, elli altmış dirhem nâne ve maydanoz ince doğranarak, soğan ile bir miktar kavrulur. Üzerine bir vukıyye keskin sirke konulup kaynatılır. Temiz astardan süzüldükten sonra bir tencereye konulur ve üzerine balıklar ilave edilir. Piştikten sonra balıklar çıkarılır, kılçıkları ve üzerindeki zarları çıkarılıp, başları koparıldıktan sonra, tabaklara dizilir. Yüz elli belki iki yüz yumurta sarısı bir kapta çalkalanıp süzülmüş olan suya katılıp, yumurtanın kokusu gidinceye kadar, hafif ateşte pişirilir. Üzerine limon suyu ve beş altı dirhem zaferan unu konulup ateşten indirilerek balıkların üzerine konur. Üzerine çokça döğülmüş tarçın konarak beş on saat, iyice soğuyuncaya kadar, bırakılır.61,62.

Ciğer Çorbası: 
Yeteri kadar kuzu veya koyun ciğeri suda pişirilir. Et suyu yoksa bir baş soğan bir kaşık yağ ile kavrulup üzerine su konur ve gereği gibi pişirildikten sonra, iki üç yumurta sarısı alıştırılır. Yumurta kokusu gidinceye kadar pişirilir. Bir miktar sirke, maydanoz ve nâne ilave edilir. Taslara konulduktan sonra üzerine biber ve tarçın konur. Ekşi olması arzu edilirse, limon veya sirke katılır.63,64

Ekşili Çorba: 
Ekseriya düğünlerde pişirirler. Tarik-i tabhı: Evvelâ koyun etinin yağlıca yerlerinden ufarak kuşbaşı doğrayıp kaç taslık çorba murat olunur ise ol miktar su koyup ocağa vaz’ oluna. Tamam et pareleri piştikte hemen miktar-ı kifaye dakik-i hâssı elekten geçirip bir miktar su ile bulamaç kıvamına getirip ol kaynayan tencerenin içine karıştırarak vaz’ oluna tâ ki top top olmaya. Un kokusu gidinceye kadar tabh olunup ba’dehu ateşten indireler. Sonra hemen birkaç yumurtayı vâfi sirke veyahut limon ile bir kap içinde çalkayıp hafif ateşte bir miktar karıştırarak az koyulunca pişirip ol tencerenin içine mukaddem un bulamacı konulduğu gibi tiz tiz kepçe ile karıştırarak aheste konula. Ba’dehu taslara tevzi birle tarçın ve biber ekip tenavül oluna. Âlâ olur.65

Terhâne: 
Türkçede’de tarhana dedikleridir. Kış günlerinde çorba yaparlar. Piştikten sonra kavrulmuş ekmek, kaymak veya iyi tulum peyniri ile çorba yapıp tereyağıyla kavrulmuş ekmek ile sabahları yerler. Üç türlü olur, birisi bir miktar ufak bulguru bazı baharat ile suda gereği gibi kaynatıp tam kıvamını bulduktan sonra üzerine biraz koruk suyu veya süt döküp yoğururlar. Küçük yumaklar keserler, gerektikçe kaynatıp yerler. Ve bir türlüsü de budur ki dövme denen kaynamış buğdayı yoğurt ile gereği gibi yoğurup hallolduktan sonra tarhun, nane ve maydanoz gibi sebzeler kattıktan sonra küçük küçük yuvarlak kesip kuruturlar. 

Gerektikçe haşlayıp et ile kıyma ile çorba yapıp yerler. Ancak bunların en iyisi semiz bir koyunu kazanda vücudu mahvoluncaya kadar kaynatıp kemiklerini çıkardıktan sonra temiz süzgeçten süzüp o suya yeteri kadar dolma kabağını rendeleyip tekrar halloluncaya kadar kaynatırlar, sonra hamuru katıp bu su ile yoğurduktan sonra gerektiği kadar süt de eklenir, bunu kurutup saklarlar. Yiyecekleri zaman kaymak ilave ederler. Tarçın, biber ve kavrulmuş ekmek koyarak yapılanı en sevdiğim çorbadır.66

Mantı ve Börekler
Kapak ve Tas Böreği (Tencere Böreği): Münasib bir tencereye ya da büyük bir tas ya da büyük bir sahanın kapağını az yağlayub ince açılmış beş on yufka içine koyup ve ince kıyılmış koyun etini bir baş ince doğranmış soğanlı yağda kavurup az dövülmüş büber ve dar-ı çinî ve fıstık ve badem ve kişniş ilâve kavrulmuş etle karıştırup yufkaların üzerine yerleştirip ve kaptan fazla büyük olan yufkaları içine kıvırup bir hoşça örtüle sonra uygun bir sahan ya da bir tepsi ile kapayup altına ve üstüne ılık-hafif kor döşeyip ve bir hoşça kızarınca pişe ve yenile.67

Mantı: Kıymayı tuzlayıp sirkeyle yoğurun. Suyunu çıkarmak için iyice sıkın. Haşlanmış nohudu ezin, içine tarçın katın. Una bir yumurta kırıp, tuz ve su ekleyip hamur ele yapışmayana kadar yoğurun. Hamuru açın, gereken inceliğe geldiğinde 4-5 cm.lik kareler kesin. Her parçaya bir tutam nohut, bir tutam kıyma koyup bohça biçiminde kapatın. Kaynar suya atıp 20 dk kadar pişirin. Sarımsağı ezip, yoğurtla karıştırın ve sumağı ekleyin. Mantıları sudan çıkarıp servis tabağına alın, üstüne yoğurdu dökün.68

Pilavlar
Böğrülce Pilâvı: İki üç baş soğanı ince doğrayup bir kaşık yağla kızartalar ve yeteri kadar böğrülceyi temizledikten sonra tencereye ol soğanla ve et suyu ile koyup ve pişireler. Sonra yeteri kadar yağla haşlayup yiyeler. Ve böğrülce ile pirinci yarı yarıya koyup ve pişirilse hoş olur. Ancak böğrülcenin kokusu olmakla dövülmüş tarçını ve kimyon pilavın üzerine ekilse sağlığa faydalı ve güzel olur.69

Patlıcanlı Pilav: Yeteri kadar soğanı temizledikten sonra doğrayup bir iki kaşık yağla kızarınca kavuralar sonra taze tohumsuz patlıcandan lüzumu miktar alıp ve üzerinde olan incecik kabuğunu soyup sonra ceviz kadar küçük doğrayup kaynar suda haşlayalar. Sonra suyun süzüp kızartılmış yağlı soğanla badıncanları da bir miktar kızartup tencereye yeteri kadar su koyup pirinçle beraber cümlesin tencereye ve bir iki kaşık zeytinyağı ilâve hafif ateşte pişerken birkaç dane sakız ve dar-ı çinî ve büber ve biraz safran koyup pişireler. Sonra sahana boşaltup üzerine az dövülmüş büber eküp yenile. Hoş yiyişli olur.70

Sütlü Pilâv: Elekten süzülmüş yeterince saf sütü tencereye koyup ve kaynamaya yakın olunca yeteri kadar yıkanmış pirinci salub pişirile. Ve sahana boşaltup üzerine dövülmüş bir miktar dar-ı çinî ve şeker eküp yenile be-gayet leziz ve perhiz yemeği olur.71

Deniz Ürünleri

Hamsi Yemeği: 
Önce bu hamsi balığını güzelce temizleyip onar onar kamışa dizerler. Maydanoz, kereviz, soğan ve pırasayı ince kıyıp tarçın ve siyah filfil ile karıştırdıktan sonra pilaki tavasının içine bir kat hamsi, bir kat bundan döşeyip Trabzon’n ölümsüzlük suyuna benzer zeytinyağını üzerine dökerler. Bir saat kadar kuvvetli ateşte pişirdikten sonra yerler ki, doğrusu sevilecek mübarek yemek olur.72

Tarak Külbastısı: 
Tarak temizlenip, ayrılıp, bir tarafında kalan lübbüne (etine) biraz tuz ve zeytinyağı konup, ıskarada güzelce kızartıldıktan sonra alınır. Biraz tarçın ve limon sıkılıp, sıcak iken yenir.73

Yağsız Uskumru Pilâkisi: 
Tarik-i tabhı: Miktar-ı vâfi uskumru tedarik edip ba’de’t- tathir bir tencerenin içine bir kat maydanoz ve bir kat balık ve bir miktar dövülmüş masteki yani sakız yine bu usul üzere tekmil olunca. Ba’dehu tuz ve biber ve tarçın koyup bir miktar dahi su ile aheste ateşte tamam piştikte tabaklara tevzi ve limon sıkıp tenavül buyrula.74

Tavuk
Kırma Tavuk Kebabı: Birkaç tane tavuk temizlendikten ve yirmi dört sat geçtikten sonra, her birisi ortadan yarılır, bütün kemikleri çıkarılır, keskin bir bıçak ile irice kıyma şeklinde doğrar gibi yapılıp, lâkin birbirinden ayırmadan kesilir. Yeteri kadar tuz, tarçın, biber ve fincan soğan suyu konup, bir saat kadar bırakılır. Sonra düzgünce şişe geçirilip, önce gayet hafif ateşte devamlı çevrilip, tavuk yeleği ile pişinceye kadar taze tereyağı sürülür.75,76,77

Kırmızı Et

Hurma Kebabı: 
Kıymalık kuzu ya da koyun etinden lüzumu kadar köfte gibi kıyup sonra tuz ve büber ve dar-ıçinî ve kakule ve nane ve maydanoz ve yeteri kadar ince doğranmış soğan katup et ile hepsini karıştırup ve gereği gibi yoğurup sonra iç yağını dolmalık asma yaprağı kadar parçalayup yukarıda sözü edilen yoğurulmuş etten hurma kadar ya da daha farklıca güzelce sarup sonra şişe dizüp hafif kor ateşinde yavaş ve ağır çevrile yağ eriyüb damladıkca altına bir küçük tepsi bırakıp ve damlayan yağı tavuk kanadı ile kebaplara sürüle öylece pişince çok güzel ve iyi yiyişli olur.78

Kasap Kebabı: 
Koyun kıymalığından alup gereği gibi kıyıp ve ciğerlerin dahi kıyup sonra bir miktar simidin içini el ile ufaklayup yeteri kadar büber ve tuz ve dar-ı çinî ve anason ve nane ve maydanoz ve yeteri kadar yumurtayı kırup bunların hepsini kıymalar ile bir hoşça karıştırup yoğuralar. Sonra, bir bütün yıkanmış iç yağını ol yoğrulmuş kıymayı sarup bohça idüp bir kenarlı sahana ya da güvece koyula ve pişirile ve istenirse pişirdikten sonra yumurtayı terbiye yapup üzerine dökeler ve kıymalara bir miktar pirinç dahi eklenirse hoş olur.79

Kıyma Büryanı: 
Semizce koyun etinden yeterli ölçüde keskin bıçakla âdet olmuştan fazla inice kıyup derince sahana koyup ve birkaç tane maydanoz kökü doğrayup etin üstüne yayup ve yeteri kadar tuz ve büber ve dar-ı çinî ve dane sakız ilâve sonra çokça su koyup kor üzerinde pişirile sonra indirüp tekrar dar-ı çinî ve büber ve az limon suyu ilâvesiyle yenile lezzetli ve sindirimi hafif olup perhiz yemeği olduğuna şüphe yoktur.80

Medfune: 
Küçük kuşbaşı doğranmış ve tuzlanmış eti yağda çevirin, sıcak su, tarçın, öğütülmüş kişniş ekleyip pişirin. Kıymaya ezilmiş nohut, tarçın, öğütülmüş kişniş, tuz koyup az yağla yumuşatın. Patlıcanların içini boşaltıp birkaç dakika tuzlu suda bırakın, hazırladığınız içle doldurun, pişen etlerin üstüne yerleştirin. Kişniş, tarçın ve safranı et suyuyla incelttikten sonra tencereye ilave edin. Pişmeye bırakın. Piştikten sonra üzerine gülsuyu serpin. Servis tabağına alıp, tencerenin dibindeki etleri patlıcanların üzerine boşaltın, servis yapmadan önce dinlendirin.81

Susuz Köfte: 
Be-gayet ince kıyılmış koyun etini tuz, büber, kakule, dar-ı çinî ile karıştırup yoğurup yuvarlak âdetâ köfte yapup ve bir tencerenin içine bir miktar su koyalar. Ve köfteleri bir tasın içine koyup ve tası tencere içine koyup ve tencerenin kapağını kapayup etrafına yaş astar sarup hafif ateşte âheste âheste pişirile yahut tasın içine su koyup tencerenin içine koyup ve köfteleri tencerenin içine tasın etrafına dizip ve kapağın kapayup etrafına yine yaş astar sarup pişirile.82

Süt Kebabı: Yeteri kadar kuzu veya koyun etini doğrayıp, tuz ve biber koyup, bir iki saat bekletilir. Sonra tencereye konulup, üzeri örtülünceye kadar hâlis süt konur. Köpüğü gelip gereği gibi kaynayınca, tencere indirilip etler çıkarılıp soğutulur. Daha sonra şişelere geçirilip, orta halli ateş üzerinde, çevrilmeğe başlanır. Çevrilirken, ateş kenarında hazır bulunan sıcak sütten, tavuk yeleği ile, zaman zaman sürülür ve damlaması arttıkça azar azar 
Sebzeler

Badıncandan Halep Dolması: 
Patlıcanın sapların kesip ve atup ve dibinden kapaklık keserek saklanıp ve ince bıçakla tohumların çıkarup ve bir miktarın kıyma yapup ve patlıcanları tuzlu suya koyup ve yeterli ölçüde ince doğranmış soğan ve büber ve dar-ı çinî ve kakule ve nane ve safran ve temizlenmiş pirinç bu cümlesin kıyılmış et ile karıştırup gereği gibi karıştırıp sonra patlıcanları sıkıca dolup pişince boş yeri kalmaya sonra kapaklarını yerleştirip ve tencerenin dibini yağlı kemikler ilâve üzerine patlıcanların kapaklı tarafı birinin kapaksız tarafına gelerek bir hoşça istif edüp ve tencerenin üzeri örtülünce ekşili özenlice su koyup hafif ateşte yağlıca suyu kalınca pişirile ve ekşi nar ve koruk dahi olur.86

Ispanak Kalyesi: K
üçük kuşbaşı doğranmış koyun etini tuz, karabiber, dövülmüş kişniş, tarçın, kimyon ve dövülmüş sakız ile pişirin. Kıymanın içine ete eklediğiniz baharattan yeterince katıp, fındık büyüklüğünde köfteler hazırlayın. Ispanakları hafifçe dövün. Tencereye köftelerle birlikte pişmeye bırakın. Hepsi piştikten sonra sarımsağı ezin, kimyon, biraz tuz ilâve edip ateşi söndürün, kişniş ve tarçın ekleyin.87

Kabak Kalyesi: 
Yeteri kadar semiz koyun etinden doğrayup kıyalar ve yarısı kadar soğanı ince kıyup ve yeteri kadar dövülmüş toz biber ve dar-ı çinî ve tuz ile eti ve soğanı cümlesin karıştırup sonra taze dolma kabağının içine izâle ve kabuğunu iyice soyup ve kabağı uygun bir biçimde doğrayup yıkayalar ve bir münasib tencereye kabağın kökleri var ise dizüb sonra birkat kabak ve bir kat karışmış etten koyup tamam oldukta astardan süzülmüş koruk suyuyla bir miktar sade su koyup ve kabakların üzeri örtülünce sonra kapayup kor üstünde pişmeye yaklaşınca üzüm vakti ise nısıf kıyye üzüm suyu, değil ise iki kaşık bal ya da pekmez konula. Ve bir baş sarımsak az su ile dövüp ve süzüp ol suyu dahi koyup ve bir miktar kuru nane dahi koyup kararınca pişince sahana koyula ve tekrar kuru nane üzerine serpilerek yenile.88

Kabak Keşkülü: Küçük kuşbaşı etleri yağda kavurun, maydanoz ile soğanları ilave edip pişirin. Et piştikten sonra soğanları çıkarın, soyulmuş ve kesilmiş kabakla haşlanmış ve hafif ezilmiş nohudu ekleyin. Tuz, karabiber, tarçın, zencefil ve öğütülmüş karanfili ilave edin. Kabağın pişmesine yakın cezeriyeyi ekleyin, ateşten indirin, dinlendirin.89
Pazı Buranisi: Eti küçük kuşbaşı doğrayıp tuz ilave ederek yağda kavurun. Az sıcak su ile soğanları bütün ekleyin. Etler pişince soğanları çıkarın. Pancarın yapraklarını, saplarını ve pazıyı yıkayıp doğradıktan sonra tencereye koyun. Kişniş, kimyon, damla sakızı, tarçınla birlikte pişirin. Sebze piştikten sonra, ateşi söndürün, yoğurdu karıştırıp, dinlenmeye bırakın.90

Meyveler (Tatlı ve Tuzlu)

Erik Dolması: 
İki üç kıyye erik kurusu akşamdan suya konup ertesi gün çıkarılır. Bir buçuk kıyye şeker yahut bal, yarısı kadar su ile ateşe konup eriğin çekirdeklerini çıkardıktan sonra birlikte kaynatılır. Kıvama gelince kevgir ile çıkarılır. Sonra ağartılmış ve gereği gibi döğülmüş yeterince tarçın ve badem içi birlikte eriğin içine doldurulur. Yayılmadan üç parmakla sıkılıp sırasiyle tabaklara dizilir. Ekşi olduğu için yenmesi çok güzel olur. Artık yenir. Âfiyet olsun. Hurma dolması aynen erik dolması gibidir.92

Kavun Tolması (Dolması): Yeteri kadar kıymalık et, iki baş soğan ile bir kaşık sâdeyağda kavrulur bir fincan pirinç, yeteri kadar tuz, biber, tarçın, badem, fıstık ve kişniş ilave edilip, cümlesi bir yere karıştırılır. Uygun bir kavun sap tarafından kesilip, çekirdekleri ve içinin bir kısmı çıkarılarak, hazırlanan iç ile doldurulur. Kesilen kısım, iki üç çöp ile raptedilip, uygun bir güveç veya sahanda güzelce pişirilir. Balkabağından dahi yapılır.93,94

Tatlılar

Badem Kurabiyesi: 
Ağartılmış badem bir kıyye mermer havanda hamîr gibi olunca dövülüp sonra taze dört yumurtanın akını katup tekrar bir hoşça döğüp sonra tepsiye bir kâğıt koyup ve arzu edildiği kadar ol hamîrden koparup yuvarlayup azıcık bastırup ve kâğıdın üzerine nizamlıca düzerler. Ve tamam olunca üzerine bir kat kâğıt dahi örtüp uçların altında olan kâğıdın ucuyla kıvırup bir hoşça birbirine bağlayalar. Sonra furunda yarım saat miktarı durmakla pişip ve çıkarup kâseye koyup ve korunup istedikçe gönül rahatlı ile yenile. Ve dövülmüş tarçını ve karanfil ve sakız eklense kokusu lâtif ve sindirimi kolay ve dayanıklı ve şehvete yararlı olur. 

Ve limon yahud ağaç kavunu kabuğundan altı yedi dirhem kadar az miskle ve bir iki fincan gül suyu yahud çiçek suyu eklense çok güzel olur. Ve gül suyu pembe renk olması matlûb ise kestirilmiş kırmızdan bir iki fincan eklene. Yumurtanın akını koymayup yalnız şeker ile badem olsa dahi olur.95

Cevizli: 
6 yumurta sarısı iyice çırpılır, üzerine şeker eklenip karıştırılır. Ceviz ve iyice dövülmüş tarçınla karanfil ilave edilir. Yumurta akları da çırpılıp hazırlanan karışıma eklenir. Arzu edilirse yumurta aklarını karıştırmadan önce biraz un eklenir. Kendi ölçüsüne uygun bir tavaya yerleştirilir ve çok düşük ısıda, fırında pişirilir.96

Kabak Böreği: 
Çok az tuzla bir hamur hazırlar, tepsi büyüklüğünde 10 adet ince yufka açarız. Tepsiyi yağlar, her bir yufkayı tepsiye serdikten sonra üzerini yağlayarak beşini üst üste sereriz. 1 kilo kabak rendeler, biraz tuz, 3 yumurta, bir bardak süt, iki kahve fincanı irmik, bir büyük çay bardağı dövülmüş şeker, biraz da tarçın veya vanilya karıştırarak yufkaların üzerine yerleştiririz. Kalan yufkaları da aralarını yağlayarak üst üste sereriz. Baklava şeklinde keser, üzerine yağ sürer, fırına veririz. 20-30 dakikada pişer.97

Kalıp Şekeri: 
Yeterince kitre98, akşamdan suya konur. Ertesi günü bir iki kıyye şeker elenip sonra hamur yoğurur gibi kitreden azar azar katarak yoğrulur ve bir miktar ağartılmış ve döğülmüş badem içi ve bir miktar döğülmüş tarçın ve karanfil de karıştırılarak iç yapılır. Sonra yoğrulmuş şeker hamurundan kalıbın hacmi kadar önce bir yufka kalıba yayılır. Sonra daha evvel yapılan içten içine koyulduktan sonra üzerine bir yufka açıp döşeyip kalıp ile basılır.99
Luâp100: İki üç kıyye ayva dilimleyip temiz pak yıkadıktan sonra bir tencere dolusu su ile hamur gibi oluncaya kadar kaynatılır. Sonra kevgir ile alınıp temiz bir astar içine konarak sıkılır. 

Çıkan suyun içine yeterince şeker katılıp ateşe konur. Sonra kepçe ile karıştırılarak kıvama gelinceye kadar pişirilir. Ancak kıvama geldiğini anlamak için kaşık ucuyla baş parmağın tırnağı üzerine yahut bir fincan dolusu su içine damlatılır. Eğer yayılmayıp top top durursa artık kıvama gelmiş demektir. Durmayıp ateşten alınır. Bir buçuk saat kadar kepçe ile döğülür. Şöyle ki sünmesi ve döğülürken iplik iplik olması kesilir. Ondan sonra bir miktar göbek miski ve bir miktar kurs, karanfil ve tarçın katılır. Sonra karıştırılır. Ondan sonra hokkalara konur.101

Mamlet: 
8 kilo kırmızı ve sarı havuç yıkanır, sapları kesilir, bol suda iyice pişirilir. Makineyle çekilir veya elekten geçirilir. 4-5 kilo şeker çok az suda eritilip havuç ezmesine katılır ve iyice katılaşana kadar pişirilir. Üzerine biraz tarçın veya gülsuyu ilave edilir. Çok lezzetli ve ekonomik bir reçeldir.102

Muhallebi: 
75 gram pirinci, yarım litre suda eriyene kadar pişiririz, sık dokunmuş tülbentten geçiririz. 225 gram pirinç ununu 2 litre saf süte katıp eritir, süzülmüş pirinç suyuyla karıştırırız. 400 gram şeker ilave eder, kısık ateşte tahta bir kaşıkla sürekli karıştırarak pişiririz, ta ki muhallebi kaşığın üzerinden akıp gitmeyen bir kıvama gelene kadar. Uygun kaselere doldurup soğuturuz. Üzerine tarçın serperiz.103

Patula104,105: 
İki ölçü un ve bir nişasta ölçüp gayet katı olarak yarım saat kadar yoğrulur; bir pekmez tavası içinde ceste ceste su vererek el ile döğülür ve içine yirmi kadar yumurta akı karıştırılır. Sonra yine döğülür. Sulanıp döküme gelince kırılmış yumurta sarılarıyla bir miktar sade yağ karıştırılıp saç onunla yağlanır. Sonra güllaç döker gibi dökülür. Ancak adı geçen saç kömür ateşiyle kızdırılır ve yufka pişince etrafı bıçak ile çizilip alınır. Bu işlem tamamlanınca üç yufkada bir döğülmüş badem içi saçılır. Bu hâl üzerine yapılır ve her bir badem içi saçmada gül suyu ve tarçın saçılır. İki parmak derinliğinde olunca dört köşe olarak kesilir. Sonra bir kenarlı tepsiye, yayılmaksızın yan yana sırasıyle dizilir. Sonra yeterince şeker ve içine iki üç kaşık sadeyağ koyup kefini aldıktan sonra haşlanır. Ancak şeker yahut bala, yufkalar yumuşak olsun diye azıcık su da konur.106

Reşîdiyye Helvası: 
Eritilmiş bir ölçü sadeyağ tencereye konur. Bir ölçü nişasta, iki ölçü su ile güzelce ezilip yağın içine dökülür. İki ölçü bal veya şeker dahi birbirine karıştırılır. Uygun dereceye gelinceye kadar; mesela hurdelendiği zaman, nişastanın kokusu gidinceye kadar karıştırılır. Güzelce pişirilir. Sonra tabaklara konulup üzerine tarçın, karanfil ve gülsuyu konur.107,108

Revani: 1⁄2 okka tereyağı 1⁄2 okka şekerle karıştırılır. Karıştırılırken 20 yumurta sarısı ilâve edilir. En son olarak da 60 dirhem siyah kuru üzüm, 3 dirhem tarçın ve 1⁄2 okka un eklenir. Ardından 20 yumurta akı eklenir ve kızartılır. Soğuduktan sonra sandviç şeklinde kesilir.109

Saray Hümayunundan Çıkmış Yumurtalı Şeker Karışımı (Diğer Şekli): Yumurtanın bir tanesini usulüyle delüp beyazını akıtup sarısını alakoyalar. Dövülmüş karanfil ve dar-ı çinî ikisinden yarım dirhem sarının içine koyup ve bir hilâl ile gereği gibi karıştırup sonra ısıcak külde ısıtalar. Sabah ve akşam üç iken içeler. Göğsü yumuşatır ve kuvvetlidir ve ses açıcıdır. Kullanılan maddeler yerine yeterli ölçüde saf anber veya iki üç baharat dövülmüş olarak konsa latifler olup rahatlatıcıdır.110

Senbûse: 
Şekerle bademi gül suyu ile karıştırıp hamur haline getirin. Yufka yaprağını kıvırıp muska börek yapmak üzere bant şeklinde kesin. Her bandın ucuna karışımdan bir tutam koyup üçgen biçiminde sarın. Tavaya yağ koyup ısıtın, güçlü ateşte kızartın. Şekerle şurup hazırlayın. Kızarmış börekleri şuruba batırın. Üstüne tarçın serpip servis yapın.111

Taş Ekmeği: 
Yeterince un lokma hamuru gibi hamur edilip bir miktar ekşitilir. Sonra kepçe ile saç üzerine dökülür; altı kızarınca alınır. Sonra ağartılmış ve döğülmüş badem içiyle karıştırılmış tarçın, yukarıda zikredilen ekmek tabağa kat kat konulduğunda her bir katına saçılır. Ondan sonra dört parçaya bölünür ve yeterince şeker yahut bal şerbet edilip haşlar olarak üzerine verilir. Ancak tabağın üstünde üç katının arasına kaymak döşenerek üzeri de kaymakla örtülür. Ondan sonra şeker, tarçın ve badem saçıp yenir.112

Torba Yoğurdu: Kesilmiş süt küçük torbalara doldurulur. Suyu süzdürülür. Geride kalan yoğurda şeker ve tarçın karıştırılır.113

Şerbetler

Tarçın Yağı ile Yapılan Şerbet: 
Takriben 3⁄4 okka şeker kaynatılır, kıvamına gelmeden ocaktan kaldırılır. Derhal likör bardağının 1⁄4’ü veya 1⁄2’si kadar limon suyu ilâve edilir. Sonra kazan soğuk suyun altında soğutulur, içine şeker konulur ve kıvamına ulaşıncaya kadar karıştırılır, birkaç damla tarçın yağı eklenir. Sıvılaştırmak için saf su ilave edilir.114

Turşu ve Diğerleri

Balık Turşusu: 
Lüfer balığından yeteri kadar kuralına göre temizledikten sonra doğrayup ve tuzlayup gayette temiz zeytinyağında pişireler. Ve on dirhem dar-ı çinî ve kakule ve karanfil bir bir dövüldükten sonra ince elekten geçirüp ve defne ve büberiyye ve mersin yaprakları bulunur ise yahut limon ve turunç yapraklarından bulunup ve yeteri kadar sarımsağı dane dane ayırup her birini fıstık gibi üçer parça ideler. 

Ve yeteri kadar kuş üzümü ve çam fıstığı ve siyah büberi temüzleyüb hazırlana sonra toprak tencereye evvelâ yapraklarından birkat ve sâniyen balıklardan ve onların üzerine dövülmüş eczadau eküp sonra üzüm ve fıstık ve büber tamam olunca o yolla koyup ve düzenlene ve bir saat önce suda ıslanmış safrandan yeteri kadar suyundan ve bir iki kaşık saf baldan ve yeteri kadar sirkeye bırakıp azıcık kaynatup sonra yukarıda anılan balıkların üzerine çıkınca ol sirkeden koyup ve pâk münasib bir taşla bastırup kapayalar. 

İki üç gün içersinde yemeye başlana. Kış günlerinde bir aydan fazla durur ve yaz mevsiminde 15-20 gün durur, bozulmaz belki daha ziyade güzellik gösterir lâtif turşudur. Ancak uzun zaman bekletmek ve saklamak elde değildir. Zira kokar bozulur.115

Kaide-i Lâhmi Beyânı (Et Hazırlama Usulü Açıklaması): 
Yaz günlerinde bir gün evvel ve kış günlerinde iki gün önce kesilen etten olmağla gayette geyrek ve lâtif olur. Mümkün olmaz ise bari evvelce tedarik ve ber-kaide doğrayub tuz ve büber koyub sıkıca şişe geçirüb sarup ve örtüp beş-altı saat terk ola ve bu kebabda kimyon ve dar-ıçinî dahi lâzımdır. Ancak üzeri sarılmalı olduğundan başka tekrar sürüldüğünden dolayı gayette yumuşak olmağla lâtif olup yenilmesinin ağırlığından hoş değildir. Sürülmese gayette gevrek ve lâtif olur.116

Paça Suyunun Dondurması: Semizce koyunun ayaklarından beş on ya da daha fazla lüzumu kadar alup âdetince temizledikten sonra tencereye koyup ve üzerine su doldurup kemikler ve sinirler başka başka etten ayrılınca kaynatup sonra indirüp kemikleri ve etleri tamamen tencereden alınup kalan suyu temiz astardan süzüp temiz tabağa yahut sahana boşaltalar. 

Kış mevsimi ise soğuğun tesirinden donar ve soğuk olmayan günlerde sahanı kar üzerine sıkıca yerleştirmekle donar. Sonra keskin bıçakla baklava şeklinde kesüp her bir parçayı usuliyle parelenmeden kaldırup altında ve üstünde donmuş olan yağları tavuk yeleği ile yavaş yavaş giderüp tabağa birer birer nizamlıca yerleştirip ve üzerine limon sıkup yenile güzel ve meşhur yemeklerdendir. Ve dövülmüş dar-ı çinî üzerine ekilse hazma yardımcı olur ve yemeğe güzellik verir.117

Sonuç ve Öneriler
Yapılan derlemeden anlaşıldığı üzere 15. yy.dan 19. yy.a kadar, tarçın yeme-içme kültürünün birçok alanında yer almıştır. Saraydan, halk mutfağına kadar girmiş; gıdalara tat ve koku katmıştır. Yeri gelmiş elçilere hediye edilmiş, yeri gelmiş padişah yemeklerinde bulunmuştur. 

Şenliklerde hazırlanan gıda heykellerinin yapımında veya tıbbî karışımlarda bu kara kabuktan yararlanılmıştır. Bu tatlıkabuğun tadına doyamamış olmalılar ki çorbalardan şerbetlere, tatlılardan tuzlulara, deniz ürünlerinden kırmızı etlere kadar girmediği yemek grubu neredeyse olmamıştır.

Sonuç olarak darçın; kokusuyla, tadıyla Osmanlı mutfağında köklü bir yer edinmiştir. Ve halen günümüz Türk mutfağında temel baharatlardandır.

Yakın gelecekte Türkiye’nin Test Mutfağı kurulması;

Bu ve benzeri derleme çalışmalarından elde edilen bilgilerle, bu mutfakta (mutfaklarda) günümüz alışkanlıkları, ekipmanları, ekonomik durumu ve sağlık göz önünde bulundurarak; güncellemeler, uyarlamalar ve uygulamalar yapılması;
Fotoğraflanması, video kayıtlarının tutulması ve besin ögesi açısından değerlendirilmesi;

Bir Türk Mutfak Kültürü Arşivi oluşturulması ve ilgili tüm materyallerin burada bir araya getirilmesi;

Alan araştırmacılarının koordineli çalışmalarına olanak sağlayacak çeşitli platformlar oluşturulması önerilmektedir.

Açıklamalar:

1 Özlem Kumrular, Sultan’ın Mutfağı, İstanbul, 2010, s. 57.
2 Laura Esquivel, Saklı Lezzetler Mutfağa Felsefi Bir Yaklaşım (Çeviren: Olcay Öztunalı), İstanbul, 2010, s. 15.
3 Benzer bir görüşü Claudia Roden “Yemek güçtür. Kimliğin ve ideolojinin bir yansımasıdır.” diyerek sunmaktadır. Brillat Savarin’in meşhur “Bana ne yediğini söyle, sana ne olduğunu söyleyeyim.” sözü de durumun bir başka özetidir.
4 Nevin Halıcı, Türk Mutfağı, İstanbul, 2009, s. 21-23.
5 Harper Pennington şu sözüyle bu durumu açıklamaktadır: “Bir milletin gücü aşçıların ellerindedir. İnsanları iyi beslersen, iyi çalışacaklar, iyi savaşacaklardır”.
6 Baharat: Yiyecek ve içeceklere hoş koku ve tat vermek için kullanılan tarçın, karanfil, zencefil, karabiber vb. maddeler, bahar (Akalın vd., 2009: 183).
7 Atilla Akgül, Baharat Bilimi ve Teknolojisi, Ankara, 1993, s. 1.
8 Andrew Dalby, Tehlikeli Tatlar Tarih Boyunca Baharat (Çeviren: Nazlı Pişkin), İstanbul, 2004, s. II, 53, 56.
9 Akgül, Baharat Bilimi... s. 1.
10 Dalby, Tehlikeli Tatlar... s. II, 53, 56.
11 Tarçın; defnegillerden (Lauraceae), genellikle Güney ve Güneydoğu Asya’da yetişen ve değişik türleri bulunan bir ağaçtır (Cinnamomum) ve bu ağacın, içinde kokulu yağ bulunması dolayısıyla bahar gibi kullanılan kabuğuna da tarçın denilmektedir (Bülbül, 2009: 200; Akalın vd., 2009: 1907). Tarçın elde edilen onlarca Cinnamomum türü mevcuttur, bazıları şunlardır: Cinnamomum aromaticum (Cassia), Cinnamomum burmannii (Endonezya tarçını), Cinnamomum camphora (Camphor Laurel), Cinnamomum citriodorum (Malabar tarçını), Cinnamomum japonicum (C. Pedunculatum, Japon tarçını), Cinnamomum kanehirae (Tayvan-Çin tarçını), Cinnamomum loureiroi (Saygon tarçını), Cinnamomum mercadoi (Kalingag ağacı), Cinnamomum verum (Seylan tarçını, gerçek tarçın), Cinnamomum virens (Doğu Avusturalya, kırmızı kabuklu) (Food-info, 2011; Wikipedia, 2011). Kelime olarak kökeni Farsçadır: dârçin (Kanar, 2005: 185). Darcın, darçın gibi söyleyiş farklılıkları; karakabuk, karakat, karakıllı, tatlıkabuk, tatlıkabık gibi farklı isimleri bulunmaktadır. (Aksoy vd., 2009: 1369, 2646, 3846). Ağacın ince dalları, genç sürgünleri kesilip özel olarak bekletilir. Dış kabuk ayrılıp iç kabukları kurutulur. İç içe konularak rulo gibi kıvrılır ve çubuk tarçın elde edilir. Güzel bir kokuya ve aromatik tatlı bir lezzete sahiptir. Bileşiminde %10’a kadar uçucu yağ, şeker, steroller ve tanen bulunur. (Grieve, 1971: 202; Gürmen, 2000: 20; Teuscher, 2006:119).
12 Çin tarçının kökeni neredeyse 5000 yıl öncesine dayanır. Dönemin Çin imparatoru Shen Nung için kullanılan baharatlar arasında bulunmaktadır. Ayrıca İncil ve eski Sanskrit metinlerinde sık sık geçmektedir. (Teuscher, 2006:120).
13 Tarçın çayının mide bulantısını azaltma, sindirimi canlandırma, gaz söktürücü, kabızlığı önleyici, yorgunluğu alıcı, tip I ve II alerjik reaksiyonları engelleyici, rahatlatıcı ve afrodizyak gibi etkileri vardır. Ayrıca ülser engelleyici özelliği de bilinmektedir. Sıcak suya birkaç damla tarçın yağı damlatılarak yapılan hoş karışımın teneffüs edilmesi burun tıkanıklıklarını açmaktadır. Ayrıca doğal bir antiseptiktir, antioksidandır, kan şekeri, trigliserit ve total kolesterol seviyelerini düşürdüğü, kardiyovasküler hastalıklara bağlı risklerin azalmasını sağladığı bilinmektedir. (Grieve, 1971: 202; Boxer, 1999: 20; Heine, 2004: 55; Başan, 2005:160; Özer vd., 2010: 1022; Özcan ve Arslan, 2010: 183; Gürson ve Özçelikay, t.y.: 172, 174).
14 Akgül, Baharat Bilimi... s. 1.
15 Arabella Boxer, Lezzetli Baharatlar Kitabı (Çeviren: Özge Akın), İstanbul, 1999, s. 6.
16 Dalby, Tehlikeli Tatlar... s. 56.
17 Peter Heine, Food Culture in the Near East, Middle East, and North Africa, London, 2004, s. 55.
18 Alan Davidson, The Oxford Companion to Food, New York, 2006, s. 187.
19 Tarçının çok zehirli yılanların bulunduğu bir vadide yetiştiğini, elde etmenin çok zor olduğunu hikâyelemişlerdir (Davidson, 2006: 187).
20 M. A. Grieve, Modern Herbal, New York, 1971, s. 202.
21 Dalby, Tehlikeli Tatlar... s. 57.
22 Ghillie Başan, The Middle Eastern Kitchen, Singapore, 2005, s. 160.
23 Davidson, The Oxford... s. 187.
24 Eberhard Teuscher, Medicinal Spices, Germany, 2006, s. 120.
25 Heine, Food Culture... s. 55.
26 Ayrıca tatlandırıcı olarak en fazla Tarçın tüketen mutfaklardan birisi Türk mutfağıdır (Boxer, 1999: 20).
27 Stefanos Yerasimos, Sultan Sofraları 15. ve 16. Yüzyılda Osmanlı Saray Mutfağı, İstanbul, 2002, s. 16.
28 Deniz Gürsoy, Tarihin Süzgecinde Mutfak Kültürümüz, İstanbul, 2004, s. 113, 115.
29 Necdet Sakaoğlu, “Eski Mutfak Kültürümüzün Kaynakları” (Editöler: Suraiya Faroqhi, Christoph K. Neumann), Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, (2006), s. 37, 38.
30 Oğuzhan Gürson ve Gülbin Özçelikay, “Tarçın’ın Tarih Boyunca ve Günümüzdeki Kullanımı”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, 18 (t.y.), s. 176, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/23/120.pdf, Erişim Tarihi: 06.09.2010.
31 Christoph K. Neumann, “18. Yüzyıl Osmanlı Saray Mutfağında Baharat” (Editöler: Suraiya Faroqhi, Christoph K. Neumann), Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, (2006), s. 158.
32 Sakaoğlu, “Eski Mutfak...”, s. 38, 39.
33 Selma Özkoçak, The Urban Development of Ottoman Istanbul in the Sixteenth Century, Unpublished Doctorate Thesis, London, 1997, s. 83, 84.
34 Yerasimos, Sultan Sofraları..., s. 43.
35 Feridun M. Emecen, “Şehzadenin Mutfağı” (Editöler: Suraiya Faroqhi, Christoph K. Neumann), Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, (2006), s. 112, 118, 130, 131, 139.
36 “...gibi malzeme 100 kantar olup toplam değeri 199.266 akçadır. Sükkercilere, sükker nakşeden nakkaşların ve sükker işleyen Yahudilerin emeği karşılığı olarak 73.739 akça ve sükker nakşi için araç ve giderlerine 48.309 akça harcanmıştır. Genel toplam 366.437 akça gösterilmiştir. Havai fişeklere harcanan yüzbin akçaya göre bu çok fazladır...” (And, 1982: 94).
37 Metin And, Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları, Ankara, 1982, s. 93, 94.
38 Hedda Reindl Kiel, “Cennet Taamları” (Editöler: Suraiya Faroqhi, Christoph K. Neumann), Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, (2006), s.73.
39 Evliya Çelebi, Seyahatname (Hazırlayan: M. Emre Karaörs), İstanbul 1992, s. 56.
40 Kiel, “Cennet Taamları”, s. 61.
41 Gürson ve Özçelikay, “Tarçın’ın Tarih...”, s. 176, 177.
42 kırmız (Arapça): 1. Kırmızı. 2. Kırmız böceğinden çıkarılan boya. (Kanar, 2005: 400).
43 Neumann, “18. Yüzyıl...”, s. 156, 161.
44 Suraiya Faroqhi, “Giriş” (Editöler: Suraiya Faroqhi, Christoph K. Neumann), Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, (2006), s. 23.
45 Neumann, “18. Yüzyıl...”, s. 156.
46 Neumann, “18. Yüzyıl...”, s. 155-158.
47 Nejat Sefercioğlu, (Hazırlayan), Türk Yemekleri (XVIII. Yüzyıla Ait Yazma Bir Yemek Risâlesi), Ankara 1985. 48 Esin Kâhya, “Ömer Şifaî”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, 4 (1993), s. 186, 187.
49 Âmil Çelebioğlu’nun derlemiş olduğu 1826 yılı Ramazan mânileri.
50 Âmil Çelebioğlu, Ramazan-Name, Tercüman 1001 Temel Eser 22: t.y. s. 109.
51 pesend (Farsça): 1. beğenen. 2. beğenme. (Kanar, 2005: 571).
52 Çelebioğlu, Ramazan-Name, s. 149.
53 Günay Kut, (Hazırlayan), Et-Terkibât Fî Tabhi’l-Hulviyyât (Tatlı Pişirme Tarifleri), Ankara 1986, s. 24-27.
54 Feyzi Halıcı, (Hazırlayan), Ali Eşref Dede’nin Yemek Risalesi, Ankara 1992.
55 İlknur Haydaroğlu, “Osmanlı Saray Mutfağından Notlar”, Tarih Araştırmaları Dergisi, 22/ 34 (2003), s. 7.
56 Özge Samancı, “19. Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı Elitinin Yeme-İçme Alışkanlıkları” (Editöler: Suraiya Faroqhi, Christoph K. Neumann), Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, (2006), s.191, 192.
57 Friedrich Unger, Doğu’da Tatlıcılık, (Hazırlayan: Feyzi Halıcı), Konya (t.y.), s. 23, 32, 34.
58 Hülya S Yar, Osmanlı Sarayında Mutfak Kültürü ve Sofra Gelenekleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2008, s. 9.
59 Elif F. Üçok, Gonca Susyal ve Ersel Obuz, “Manisa’da Satılan Farklı Markalardaki Mesir Macunlarının Fiziksel ve Kimyasal Özelliklerinin Karşılaştırılması”, II. Geleneksel Gıdalar Sempozyumu Van (27-29 Mayıs 2009), 2009), s.346.
60 Nilüfer Gökçe ve Mevlut Yaprak, “Edirne’ nin İki Geleneksel Lezzeti: Devâ-i Misk ve Badem Ezmesi”, 1. Uluslararası “Adriyatik’ten Kafkaslar’a Geleneksel Gıdalar” Sempozyumu. (15–17 Nisan 2010), (2010), s. 1080, 1081.
61 Sefercioğlu, Türk Yemekleri... , s. 1, 2.
62 Halıcı, Ali Eşref..., s. 1,2.
63 Sefercioğlu, Türk Yemekleri... , s. 3, 4.
64 Halıcı, Ali Eşref..., s. 3.
65 Mehmet Kâmil, Melceü’t-Tabbâhîn (Aşçıların Sığınağı), (Hazırlayan: Cüneyt Kut), İstanbul 1997, s. 23.
66 Ahmed Cavid, Tercüme-i Kenzü’l-İştihâ (Hazırlayanlar: Seyit Ali Kahraman, Priscilla Mary Işın), İstanbul: 2006, s. 25.
67 Halıcı, Ali Eşref..., s. 47.
68 Yerasimos, Sultan Sofraları..., s. 122.
Ekim 2010), Bilecik: Bilecik Şeyh Edebalı Üniversitesi Yayınları, s. 311-334.
69 Halıcı, Ali Eşref..., s. 66, 67.
70 Halıcı, Ali Eşref..., s. 68.
71 Halıcı, Ali Eşref..., s. 67.
72 Çelebi, Seyahatname, s. 56.
73 Sefercioğlu, Türk Yemekleri... , s. 48. 74 Kâmil, Melceü’t-Tabbâhîn...,s. 40.
75 Sefercioğlu, Türk Yemekleri... , s. 39. 76 Halıcı, Ali Eşref..., s. 5,6.
77 Kâmil, Melceü’t-Tabbâhîn...,s. 24.
78 Halıcı, Ali Eşref..., s. 7.
79 Halıcı, Ali Eşref..., s. 9.
80 Halıcı, Ali Eşref..., s. 57, 58.
81 Yerasimos, Sultan Sofraları..., s. 90. 82 Halıcı, Ali Eşref..., s. 57.
83 Sefercioğlu, Türk Yemekleri... , s. 37, 38. 84 Halıcı, Ali Eşref..., s. 5.
85 Kâmil, Melceü’t-Tabbâhîn...,s. 24.
86 Halıcı, Ali Eşref..., s. 54.
87 Yerasimos, Sultan Sofraları..., s. 76.
88 Halıcı, Ali Eşref..., s. 59.
89 Yerasimos, Sultan Sofraları..., s. 110, 111. 90 Yerasimos, Sultan Sofraları..., s. 68.
91 Yerasimos, Sultan Sofraları..., s. 100. 92 Kut, Et-Terkibât Fî..., s. 25.
93 Sefercioğlu, Türk Yemekleri... , s. 53. 94 Halıcı, Ali Eşref..., s. 53.
95 Halıcı, Ali Eşref..., s. 38.
96 Boğos Piranyan, Aşçının Kitabı, İstanbul 2008, s. 116.
97 Piranyan, Aşçının Kitabı, s. 74, 75.
98 Kitre: Gevenden çıkarılan bir tür zamk, kestere (Akalın vd., 2009: 1190).
99 Kut, Et-Terkibât Fî..., s. 26.
100 Lu’âb (Arapça): Kestirme şeker ile yapılan tatlı (Kanar, 2005: 422)
101 Kut, Et-Terkibât Fî..., s. 25, 26.
102 Piranyan, Aşçının Kitabı, s. 101-102.
103 Piranyan, Aşçının Kitabı, s. 80.
104 Ali Eşref Dede’nin Yemek Risalesi’nde de ufak değişikliklerle “meşhur petûle” olarak geçmektedir (Halıcı, 1992: 49).
105 Patula (pâtûle): Tezpişti derler helva türünden, Yenişehirlilere özgüdür. Tatlılardan yemesi hoş bir yiyecektir (Cavid, 2006: 22, 97).
106 Kut, Et-Terkibât Fî..., s. 23, 24.
107 Sefercioğlu, Türk Yemekleri... , s. 25. 108 Halıcı, Ali Eşref..., s. 22, 23.
109 Unger, Doğu’da Tatlıcılık, s. 34.
110 Halıcı, Ali Eşref..., s. 35.
111 Yerasimos, Sultan Sofraları..., s. 132. 112 Kut, Et-Terkibât Fî..., s. 25.
114 Unger, Doğu’da Tatlıcılık, s. 22,23. 115 Halıcı, Ali Eşref..., s. 45.
116 Halıcı, Ali Eşref..., s. 6.
117 Halıcı, Ali Eşref..., s. 64, 65.
113 Unger, Doğu’da Tatlıcılık, s. 34.

Kaynakça
Akalın, H. Ş. Toparlı, R. Gözaydın, N. Zülfikar, H. Argunşah, M. Demir, N. Aksu, B. T. ve Gültekin, B. Türkçe Sözlük (10. Baskı), Ankara 2009.
Akgül, Atilla, Baharat Bilimi ve Teknolojisi, Ankara 1993.
Aksoy, Ö. A. Vardarlı, E. Ülkütaşır, Ş. Ünver, A. Cankoçak, G. A. Sarıbaş, O. ve Dilçin, C., Türkiye’de Halk Ağzından Derleme Sözlüğü I-VI Cilt (Birleştirilmiş tıpkıbasım), Ankara 2009.
And, Metin, Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları, Ankara 1982.
Başan, Ghillie, The Middle Eastern Kitchen, Singapore 2005.
Boxer, Arabella, Lezzetli Baharatlar Kitabı (Çeviren: Özge Akın), İstanbul 1999.
Bülbül, Esat, Doğadan Bize..., İstanbul 2009.
Cavid, Ahmed, Tercüme-i Kenzü’l-İştihâ (Hazırlayanlar: Seyit Ali Kahraman, Priscilla Mary
Işın), İstanbul: 2006.
Çelebi, Evliya, Seyahatname (Hazırlayan: M. Emre Karaörs), İstanbul 1992.
Çelebioğlu, Âmil, Ramazan-Name, Tercüman 1001 Temel Eser 22: t.y.
Dalby, Andrew, Tehlikeli Tatlar Tarih Boyunca Baharat (Çeviren: Nazlı Pişkin), İstanbul 2004. Davidson, Alan, The Oxford Companion to Food, New York 2006.
Emecen, Feridun M., “Şehzadenin Mutfağı” (Editöler: Suraiya Faroqhi, Christoph K.
Neumann), Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, (2006), s. 111-149.
Esquivel, Laura, Saklı Lezzetler Mutfağa Felsefi Bir Yaklaşım (Çeviren: Olcay Öztunalı), İstanbul 2010.
Faroqhi, Suraiya, “Giriş” (Editöler: Suraiya Faroqhi, Christoph K. Neumann), Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, (2006), s. 7-33.
Food-info, “Tarçın (Cinnamomum zeylanicum)”, Food-Info.net> Gıda ürünleri > Şifalı otlar ve baharatlar. http://www.food-info.net/tr/products/spices/cinnamon.htm, Erişim Tarihi: 21.07.2011.
Gökçe, Nilüfer ve Yaprak, Mevlut, “Edirne’ nin İki Geleneksel Lezzeti: Devâ-i Misk ve Badem Ezmesi”, 1. Uluslararası “Adriyatik’ten Kafkaslar’a Geleneksel Gıdalar” Sempozyumu. (15–17 Nisan 2010), (2010), s. 1079-1083.
Grieve, M., A Modern Herbal. New York 1971.
Gürmen, Ülker, Yemek Pişirme Teknikleri ve Uygulaması 3, İstanbul 2000.
Gürson, Oğuzhan ve Özçelikay, Gülbin, “Tarçın’ın Tarih Boyunca ve Günümüzdeki
Kullanımı”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, 18 (t.y.), s. 171-183. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/19/23/120.pdf, Erişim Tarihi: 06.09.2010.
Gürsoy, Deniz, Tarihin Süzgecinde Mutfak Kültürümüz, İstanbul 2004.
Halıcı, Feyzi (Hazırlayan), Ali Eşref Dede’nin Yemek Risalesi, Ankara 1992.
Halıcı, Nevin, Türk Mutfağı, İstanbul 2009.
Haydaroğlu, İlknur, “Osmanlı Saray Mutfağından Notlar”, Tarih Araştırmaları Dergisi, 22/ 34
(2003), s. 1-9.
Heine, Peter, Food Culture in the Near East, Middle East, and North Africa. London 2004. Kâhya, Esin, “Ömer Şifaî”, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama
Merkezi Dergisi, 4 (1993), s. 171-1924.
Kâmil, Mehmet, Melceü’t-Tabbâhîn (Aşçıların Sığınağı), (Hazırlayan: Cüneyt Kut), İstanbul
1997.
Kanar, Mehmet, Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, İstanbul 2005.
Kiel, Hedda Reindl, “Cennet Taamları” (Editöler: Suraiya Faroqhi, Christoph K. Neumann),
Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, (2006), s. 55-111.
Kut, Günay (Hazırlayan), Et-Terkibât Fî Tabhi’l-Hulviyyât (Tatlı Pişirme Tarifleri), Ankara 1986.
Neumann, Christoph K., “18. Yüzyıl Osmanlı Saray Mutfağında Baharat” (Editöler: Suraiya Faroqhi, Christoph K. Neumann), Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, (2006), s. 149-185.
Özcan, M. Musa ve Arslan, Derya, “Antioxidant effects of essential oils of rosemary, clove and cinnamon on hazelnut and poppy oils”, 5th Central European Congress on Food (19-22 May 2010), (2010), s. 183.
Özer, Emir A. Erginkaya, Zerrin ve Ünal, Emel, “Geleneksel Bir İçecek: Kaynar” 1. Uluslar arası “Adriyatik’ten Kafkaslar’a Geleneksel Gıdalar” Sempozyumu (15–17 Nisan 2010), (2010), s. 1021-1023.
Özkoçak, Selma, The Urban Development of Ottoman Istanbul in the Sixteenth Century, Unpublished Doctorate Thesis, London 1997.
Piranyan, Boğos, Aşçının Kitabı, İstanbul 2008.
Sakaoğlu, Necdet, “Eski Mutfak Kültürümüzün Kaynakları” (Editöler: Suraiya Faroqhi, Christoph K. Neumann), Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, (2006), s. 33-45.
Samancı, Özge, “19. Yüzyılın İkinci Yarısında Osmanlı Elitinin Yeme-İçme Alışkanlıkları” (Editöler: Suraiya Faroqhi, Christoph K. Neumann), Soframız Nur Hanemiz Mamur Osmanlı Maddi Kültüründe Yemek ve Barınak, (2006), s. 185-209.
Sefercioğlu, Nejat (Hazırlayan), Türk Yemekleri (XVIII. Yüzyıla Ait Yazma Bir Yemek Risâlesi), Ankara 1985.
Teuscher, Eberhard, Medicinal Spices, Germany 2006.
Unger, Friedrich, Doğu’da Tatlıcılık, (Hazırlayan: Feyzi Halıcı), Konya (t.y.).
Üçok, Elif F. Susyal, Gonca ve Obuz, Ersel, “Manisa’da Satılan Farklı Markalardaki Mesir
Macunlarının Fiziksel ve Kimyasal Özelliklerinin Karşılaştırılması”, II. Geleneksel Gıdalar Sempozyumu Van (27-29 Mayıs 2009), 2009), s. 346-348.
Wikipedia, “Cinnamomum”, From Wikipedia, the free encyclopedia. http://en.wikipedia.org/wiki/Cinnamomum, Erişim Tarihi: 21.07.2011.
Yar, Hülya S, Osmanlı Sarayında Mutfak Kültürü ve Sofra Gelenekleri, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2008.
Yerasimos, Stefanos, Sultan Sofraları 15. ve 16. Yüzyılda Osmanlı Saray Mutfağı, İstanbul 2002.

25 Nisan 2021 Pazar

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

 Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri     

Fazilet KOÇYİĞİT *

Tüm dünyada değişim rüzgârlarının estiği XVIII. Yüzyılda Osmanlı mimarisinde de değişimlerin yaşandığı görülmektedir. Bu yüzyılda Osmanlı mimarisinde sivil mimariye önem verilmiş ve mimaride çeşmeler önemli bir yer teşkil etmiştir. Çeşmeler, üslupsal özellikleri ile Osmanlı sanatında yaşanan değişiklikleri gözlemlememize olanak sağlamaktadır. Özellikle meydan çeşmeleri hacimsel ve üslupsal olarak geçirdiği değişimlerle dikkatleri üzerine çekmektedir. 

Meydan çeşmeleri adından da anlaşılacağı üzere halkın su ihtiyacını karşılamak üzere meydanlara inşa edilen çeşmelerdir. Sadece fonksiyonel amaçlarla inşa edilmeyen meydan çeşmeleri sosyal bir değişimin de habercisi olmuşlardır. Bu bağlamda meydan çeşmelerinin en çarpıcı örneklerini devletin başkenti olan İstanbul’da görmek bir tesadüf değildir. Buna ek olarak Osmanlı şehirlerinde meydanların plansız, tesadüfî oluşumu bu çeşmelerin konumlanması açısından da önem arz etmektedir. Bu makalede XVIII. Yüzyılda yaşanan değişimin mimarideki temsilcileri olan meydan çeşmelerinden örnekler verilerek Osmanlı mimarisinde meydan çeşmelerinin oluşumu mercek altına alınmaya çalışılmıştır. 

I- ÇEŞME MİMARİSİNİN TİPOLOJİSİ
Çeşmeler Osmanlı Mimarisinin önemli yapılarından olup hayır amacıyla vakfedilen yapıların başında gelmektedir. Çoğu zaman bir külliyenin bünyesinde yer alan çeşmelerin, küçük boyutlu ve diğer hayır yapılarına oranla daha az masraflı olmaları bu yapıların hayrat olarak seçilmesinde etkin rol oynamıştır. 

Suyun evlere kadar ulaştırılamadığı dönemlerde mahalle çeşmeleri büyük önem kazanmış ve çeşmeler fonksiyonlarının yanı sıra biçimsel özelliklerine göre de ayrışmıştır. Çeşmeler, konumları ve şekilleri temel alınarak araştırmacılar tarafından farklı şekillerde sınıflandırılmıştır. Tanışık çeşmeleri; meydan çeşmeleri, köşe başı çeşmeleri, sokak çeşmeleri, sebilli çeşmeler ve abidevi çeşmeler olarak ayırmıştır (Tanışık, 1943, s.5). Arseven; mahalle çeşmeleri, cami çeşmeleri, şadırvan çeşmeleri, oda çeşmeleri, musluklar ve abidevi çeşmeler Şekilinde sınıflandırmıştır (Arseven, 1983, s.388). 

Örcün Barışta ise çeşmeleri; mimariyle bağlantılı, mimariyle bağlantısız ve namazgâh çeşmeleri olmak üzere üç temel başlık altında toplamıştır. Mimariyle bağlantılı çeşmeleri, yapı içi, yapı dışı ve çeşme olarak üç bölüme ayırmıştır. Örcün Barışta’nın tipolojisinde yapı içi çeşmeleri, konut, hamam, cami; yapı dışı çeşmeleri, avlu, dış duvar, portal; çeşme ise, hazire, bahçe, çayır, sokak ve meydan olarak alt başlıklara ayrılmıştır. 

Çeşme tipolojisi konusunda kapsamlı çalışmalar yapan araştırmacılardan biri de Semavi Eyice’dir. Semavi Eyice’nin yapmış olduğu tipolojide çeşmeler; cami şadırvanlarından farklı bir tür olarak anılan şadırvan çeşmeleri, sütun çeşmeleri, duvar (cephe) çeşmeleri, meydan ve iskele çeşmeleri olmak üzere dört başlık altında toplanmıştır (Eyice, 1993, C.VIII, s.279). 

II- İSTANBUL MEYDAN ÇEŞMELERİ
Meydan çeşmeleri adından da anlaşılacağı üzere halkın su ihtiyacını karşılamak üzere meydanlara inşa edilen çeşmelerdir. Sadece fonksiyonel amaçlarla inşa edilmeyen meydan çeşmeleri sosyal bir değişimin de habercisi olmuşlardır. Bu bağlamda meydan çeşmelerinin en çarpıcı örneklerini devletin başkenti olan İstanbul’da görmek bir tesadüf değildir. 

A  - HALİL CEVKAN (ÇEVGÂN) MEYDAN ÇEŞMESİ: 

Genellikle çok yüzlü olan meydan çeşmelerinin erken örnekleri XVI. yüzyıla kadar inmektedir. XVI. yüzyıla ait bir meydan çeşmesi örneği; İstanbul Kumkapı’da M.1590 yılında inşa edilmiş olan Halil Cevkan (Çevgân) Meydan Çeşmesi’dir. Eser, Halil Cevkan tarafından vakfedilmiştir. Kesme taş malzeme ile üç yüzlü yapılan bu çeşmenin altı beyitlik kitabesi Şair Fedâyi İsmail Bey’e aittir (Talasoğlu, 1994, C.III, s.512). Kitabe, çeşmenin orta kısmında kemerin hemen altına yerleştirilmiştir. Kitabenin tarih mısrası şu şekildedir:

“Bu Fedayi dedi tarihin anın Ayni Hesan Halili Cevkân” 999 (M.1590) (Tanışık, 1943, s.44).

Çeşmenin her bir yüzü klasik üslupta sivri kemerli yapılmıştır. Bu kemerler yığma taş ayaklar üzerine oturmaktadır. Ayna taşlarının iki yanında birer adet su tası bulunmaktadır. 
Çeşmenin üzeri taş malzeme ile yapılmış eğimli bir çatıyla örtülmüştür. 

B  - EMİNÖNÜ GÜZELCE MAHMUD PAŞA ÇEŞMESİ: 

XVII. yüzyıl meydan çeşmelerine ise Eminönü Güzelce Mahmud Paşa Çeşmesi’ni (H.1014/M.1605) örnek verebiliriz. Eser, I. Ahmed devrinin vezirlerinden olan ve yakışıklı olduğu için “Güzelce” lakabıyla anılan Mahmud Paşa tarafından yaptırılmıştır. Eserin üzerinde onarım ve inşa olmak üzere iki kitabe bulunmaktadır. Eserin Şair Bülbüli tarafından yazılan inşa kitabesinin tarih beyti şu şekildedir:

“Bülbül-i gördü çu esasını dedi tarih / Yapdı hak yoluna bu çeşmeyi Mahmud Paşa” (H.1014 / M.1605) (Talasoğlu, 1994, s.11).

Çeşmenin onarım kitabesi ise şu şekildedir:

“Devr-i adlinde Han Osman’ın / Oldu nice harabe âbâdan Mısrî Osman Ağa dahi lillah / Saldı bu ayne âb-ı Hayri ayan Yeni tarh ile ola hoş tarih / Be ne âlâ yerinde çeşme revan” (H.1031 / M.1622) (Talasoğlu, 1994, s.11). 

Kitabeden de anlaşılacağı üzere eser, M.1622 yılında Babüssaade Ağası Mısrî Osman Ağa 

H.1172 yılında III. Mustafa ve bilinmeyen bir tarihte Sultan Abdülmecit döneminde de onartılmıştır (Talasoğlu, 1994, s.11). 

Şekil 1. Güzelce Mahmud Paşa Çeşmesi Genel Görünüş ve Ön Cephesi

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

Üç yüzlü bir meydan çeşmesi olan bu eserin üst kısmı sekiz sıra tuğla malzeme ile örülmüş ve yine tuğla malzeme ile saçak yapılmıştır. Eserin üç yüzünde yer alan çeşmeler klasik üslupta sivri kemerli yapılmış ancak inşa kitabesinin yer aldığı asıl çeşme zeminden hafif taşırılarak vurgulanmıştır. Asıl çeşmenin bulunduğu cephenin en üst kısmında bir rozet içerisinde Sultan Abdülmecit'in tuğrası yer almaktadır.

Şekil 2. Güzelce Mahmud Paşa Çeşmesi Yan Cepheleri

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

Dört yandan bezemesiz silmelerle çerçeve içerisine alınan bu çeşmenin kemerinin he-men üzerine kitabesi yerleştirilmiştir. Kilit taşında küçük bir gülbezek motifinin yer aldığı bu sivri kemer yanlarda bulunan yığma taş ayaklarla taşınmaktadır. Çeşmenin ayna taşının üst kısmı iki kademeli kon-sol şeklinde tasarlanmıştır. Ayna taşının iki yanında ise birer adet kaş kemerli tas yuvası bulunmaktadır. Yanlarda yer alan diğer iki çeşme birbirinin benzeridir. Sivri kemerli ve son derece sade olan bu çeşm-eler duvarın içine gömülüdür. Kemerlerin kilit taşına birer adet gülbezek motifi işlenmiştir.  

Şekil 3. Güzelce Mahmud Paşa Çeşmesi Sultan Abdulmecid’in Tuğrası

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

C - EDİRNEKAPI MUSTAFA AĞA MEYDAN ÇEŞMESİ: 

XVII. yüzyıl meydan çeşmelerine diğer bir örnek olarak Edirnekapı Mustafa Ağa Meydan Çeşmesi’ni gösterebiliriz. İstanbul’un Fatih ilçesinde bulunan bu eser, üzerinde yer alan kitabeye göre Edirne Sarayı ağalarından Mustafa Ağa tarafından H.1092 / M.1681 yılında inşa ettirilmiştir (Karakaya, 1994, C.V, s.559).

Şekil 4. Mustafa Ağa Meydan Çeşmesi Ön Cephe Görünüşü ve Kitabesi

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri     Şekil 5. Mustafa Ağa Meydan Çeşmes Ayna Taşı


Kesme taş malzeme ile inşa edilmiş olan eser, tek yüzlü bir meydan çeşmesidir. Eserin üzeri dört yöne eğimli kırma bir çatı ile örtülüdür. Klasik üslupta sivri kemerli yapılan çeşme cepheden hafif taşırılarak vurgulanmıştır.

Üç yandan bezemesiz silmelerle çevrili olan eserin kitabesi, iki sütun ve iki satır Şekilinde düzenlenmiş olup yazılar kartuş içerisine alınmıştır. Çeşme nişinin üzerini örten kemerin hemen üzerine yerleştirilen kitabede;

“Sahib-ül hayrat Ağa-yı Saray-ı Edirne / Mustafa Ağa’ya rahmet ide rabb-ı  kâinât

Nûş iden der bu eser-i eşk-nümâ tarihini / Çeşme-i pâk-ı musaffâ bi-bedel mâ-i hayat” sene 1092 yazılıdır (Karakuş, Kızıltoprak, 2008, 266). 

Kitabenin iki yanına birer adet gülbezek motifi işlenmiştir. Çeşme nişinin üzerini örten sivri kemerin kilit taşı üzerinde de bir adet gülbezek motifi bulunmaktadır. Çeşmenin kemeri yanlarda bulunan yığma ayaklar tarafından taşınmaktadır. Çeşme nişinin iç kısmı kemerin ayaklara oturduğu hizada iki sıra bezemesiz düz silme ile iki bölüme ayrılmıştır.

Eserin ayna taşı üzerine sepetkulpu kemer motifi kabartma tekniğiyle işlenmiş olup bu kemer motifinin hemen alt orta kısmına bir adet gülbezek motifi yapılmıştır. Ayna taşının iki yanında selvi ağacı motifleri yer almaktadır. En üstünde ise kıvrık dallar ve çiçeklerle bezenmiş bir bordür bulunmaktadır. Ayna taşının iki yanında birer adet kaş kemerli tas yuvası yer almaktadır. 

Şekil 6. Mustafa Ağa Meydan Çeşmes Arka Cephe Görünüşü

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

D - III. AHMED MEYDAN ÇEŞMESİ: 

XVIII. yüzyılda inşa edilmiş meydan çeşmelerinin en çarpıcı örneği; Bab-ı Hûmayun önünde yer alan III. Ahmed Meydan Çeşmesi’dir. Eserin bulunduğu yerde önceden Perayton isimli bir Bizans çeşmesi bulunmaktaydı (Ödekan, 1995, C.I, s.116). Çeşmenin üzerindeki kitabeden anlaşıldığına göre; çeşme, Sadrazam Damad İbrahim Paşa’nın tavsiyesi ile H.1141 (M.1729) yılında III. Ahmed tarafından inşa ettirilmiştir. Çeşmenin mimarının kim olduğu bilinmemekle birlikte pek çok yerde eserin, III. Ahmed Dönemi Hassa Baş Mimarı Kayserili Mehmed Ağa tarafından inşa edildiği kayıtlıdır. Ancak bu iddiayı destekleyen kayıtlar bulunmamaktadır. 

Yalnızca kısa bir arşiv kaydında Mehmed Ağa’nın çeşmenin alem ve şebekelerinin yaldızlanması işini üstlendiği bildirilmektedir (Eyice, 1992, C.II, s.38). Dört cepheli bir meydan çeşmesi olan III. Ahmed Çeşmesi, dikdörtgen bir plan üzerine oturmaktadır ve çeşmenin dört köşesinde birer adet dairevi formda sebil bulunmaktadır. Bu sebiller vasıtasıyla çeşmenin köşeleri pahlanarak estetik bir görüntü elde edilmiştir. Çeşmenin merkezinde sekizgen prizma gövdeli bir su deposu vardır. Deponun üzeri geniş ahşap saçakları olan kurşun kaplama bir çatı ile örtülmüştür. Çatının tam ortasında ve sebillere denk gelen dört köşesinde birer adet yüksek kasnaklı yalancı kubbe vardır. Kubbelerin her birinin üzerinde altın yaldıza boyanmış ve tunç malzemeden yapılmış alemler bulunmaktadır. 

Bu kubbeler ve alemler yapıyı oldukça yüksek ve ihtişamlı göstermektedir. Yapının dikey kütlesini yatay düzlemde keserek daha yumuşak bir görüntü sağlayan geniş ahşap saçak oldukça bezemeli yapılmış ve saçak yüzeyi, çeşme ile sebiller üzerinde farklı motiflerle bezenmiştir. Ancak bu motifler orijinal olmayıp çatıda yapılan onarımlar sonrasında tasvir edilmişlerdir.

Şekil 7. III. Ahmed Meydan Çeşmesi Genel Görünüş

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

Şekil 8. III. Ahmed Meydan Çeşmesi Sebil Ve Sebil Etekleri

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

Çeşmenin köşelerine yarım daire formunda inşa edilmiş sebillerin etek kısımları hurma ağacı gövdesine benzeyen sütunlarla üç bölüme ayrılmıştır. Bu sütunların üzerinde sebili boydan boya çevreleyen bir mukarnas frizi yeralır. Sebil etekleri her cephede farklı olmak üzere vazo 

Şekil 9. III. Ahmed Meydan Çeşmes Detay Görüntüler

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

Eserin dört cephesinde birer adet klasik üslupta sivri kemerli çeşme bulunmaktadır. Bu çeşmelerin sivri kemerli ve renkli taşlarla almaşık şekilde yapılmış olması klasik etkiyi sürdürmesi açısından önemli bir özelliktir. Eserin kuzey cephesinde yer alan çeşmenin ayna taşına vazo içinde çiçek motifleri betimlenmiştir. Bu motiflerden ortada yer alanları perspektif yardımıyla üç boyutlu gösterilen bir sehpa üzerine konumlandırılmıştır.  Buna ek olarak; oldukça bezemeli olan eserde rumi, palmet, lotus, kıvrık dallar, çintemani ve çeşitli çiçek motifleri gibi klasik dönem süsleme öğelerinin kullanılması da dikkat çekicidir. Eser, aşırı derecede bezenmiş olması ile de tüm dikkatleri üzerine çekmektedir.

E - EMETULLAH GÜLNUŞ VALİDE SULTAN ÇEŞMESİ: 

Şekil 10. Emetullah Gülnuş Valde Sultan Çeşmes Genel Görünüş ve Detay Görüntüler

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

XVIII. yüzyılın diğer bir önemli örneği ise; Üsküdar İskele Meydanı’nda yer alan Emetullah Gülnuş Valide Sultan Çeşmesi’dir.  Eser, Sultan III. Ahmed’in emriyle H.1141 (M.1729) yılında, Sultan III. Ahmed’in annesi Rabia Emetullah Gülnuş Valide Sultan’ın hayratı olarak Sadrazam Damad İbrahim Paşa tarafından yaptırılmıştır (Eyice, 1955,s.39). Dört cepheli bir meydan çeşmesi olan Emetullah Gülnuş Valide Sultan Çeşmesi, kare bir plan üzerine oturmaktadır ve eserin dört cephesinin ortalarına gelecek şekilde birer adet çeşme ve çeşmenin pahlanmış olan köşelerine de birer adet suluk yerleştirilmiştir. 

Köşelerdeki bu suluklar sayesinde çeşmenin keskin hatları yumuşatılmış ve estetik bir görünüm elde edilmiştir. Her bir suluk nişinin üzeri dokuz dilimli istiridye kabuğu Şekilinde tasarlanmış yuvarlak bir kemer ile kapatılmıştır. Çeşme nişlerinin üzeri ise klasik üslupta sivri kemerli yapılmıştır. Dönemin çarpıcı örneklerinden biri olan bu eserde de klasik dönem etkilerinin devam ettirildiği görülmektedir. Eserde; rumi, palmet, kıvrık dallar, çeşitli çiçek motifleri ve mukarnas gibi süsleme öğelerinin de kullanılmış olması bu etkiyi kuvvetlendirmektedir. 

F - TOPHANE MEYDAN ÇEŞMESİ:

XVIII. yüzyıl meydan çeşmelerinden olan Tophane Meydan Çeşmesi, Kılıç Ali Paşa Camii, Nusretiye Camii ve rıhtımın da yer aldığı Tophane Meydanına H.1145 (M.1732) yılında Sultan I. Mahmud’un emriyle yaptırılmıştır (Cezar, 2002:262). Eser inşa ettirilmeden önce meydanda bulunan dükkânlar yıktırılarak çeşmenin etrafında bir açıklık meydana getirilmiştir (Talasoğlu, 1994, s.37). Dört yüzlü, kare planlı bir meydan çeşmesi olan eser, mermer malzeme ile inşa edilmiştir. Eser M.1837 yılında onarım görmüş ve bu onarımlarda çeşmenin üst örtüsü tamamen değiştirilmiştir. 

M. 1956-1957 yıllarında yapılan onarımlarda ise İstanbul Sular İdaresi tarafından malzemeye uygun şekilde çeşmenin saçak ve kubbeleri yeniden yapılmıştır (Karakuş, Kızıltoprak, 2008, s.203). Eser oldukça bezemeli olup adeta boş bir yüzey bırakılmamıştır. 

Çeşmenin geniş saçaklarının altında rumilerden oluşan bir korniş ve mukarnaslı bir silme vardır. Bu silmenin altında yer alan bordürün üzerine kabartma tekniğiyle yuvarlak kemerler içerisinde “kâse içinde meyve” motifleri işlenmiştir. Bu bordür yapının dört cephesini de dolanmaktadır. Eserin iki satırlık kitabesi bu bordürden sonra gelmekte ve yapıyı çevrelemektedir. 

Kitabe kuşağından sonra yapının köşeleri pahlanarak üst kısımlara mukarnaslı sarkıtlar yapılmıştır. Bu sarkıtların altında ise istiridye dilimleriyle doldurulmuş yuvarlak kemerli nişler yer almaktadır. Pahlanan bu köşelerle yapının kütleselliği kırılarak esere hareket kazandırılmıştır. Eserin dört cephesinde de birer adet sivri kemerli çeşme ve çeşmelerin iki yanında birer adet mukarnas kavsaralı mihrabiyeler bulunmaktadır. Çeşmelerin kemer köşeleri rumi ve palmetlerle elde edilmiş grift bezemelerle bezenmiştir. Çeşmelerin ayna taşları üzerine dalgalı kaş kemer motifi işlenmiş olup bu kemerin hemen alt orta kısmına birer adet gülbezek motifi yapılmıştır. Bunun iki yanında da birer adet selvi ağacı motifleri bulunmaktadır. Ayna taşının iki yanına altta vazo içinde çiçek, üstte ise kâse içinde meyve motifleri tasvir edilmiştir. 

Şekil 11. Tophane Meydan Çeşmesi Genel Görünüş ve Detay Görüntüleri

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

G – AZAPKAPI SALİHA SULTAN ÇEŞMESİ: 

XVIII. yüzyıl meydan çeşmelerinin diğer bir örneği de Azapkapı Saliha Sultan Çeşmesi’dir. Galata’da Sokullu Mehmed Paşa Camii’nin arkasında bulunan eser, I. Mahmud’un annesi Saliha sultan tarafından H. 1145 (M.1732) yılında yaptırılmıştır (Barışta, 1995, s.70). Çeşme şehrin hareketli bir noktasında küçük bir meydana inşa edilmiştir ve bu meydan daha sonraları “Çeşme Meydanı” ismiyle anılmıştır (Talasoğlu, 1994, s.44).

Şekil 12. Azapkapı Salha Sultan Çeşmes Genel Görünüş

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

İhtişamlı bir görüntüye sahip olan eserin üzeri; geniş saçaklı ve üzerinde yüksek kasnaklı yalancı kubbelerin yer aldığı bir üst örtüyle kapatılmıştır. Düzgün geometrik bir plan arz etmeyen eserin iki yanında birer adet çeşme ve bunların ortasında geometriyi bozan daire planlı bir sebil yer almaktadır. Sebilin gövdesi, sebil eteği üzerinde yükselen mukarnas başlıklı sütunlarla beş parçaya bölünerek cepheye hareketlilik kazandırılmıştır. Sebil cephesini bölen her bir parçanın üzerinde ise dörder satırlık inşa kitabeleri yer almaktadır. Sebilin iki yanında yer alan çeşmeler klasik üslupta sivri kemerli inşa edilmişlerdir. 

Prizmatik dikdörtgen formunda olan bu çeşmeler benzer şekillerde bezenmiş olup aşırı derecede süsleme öğesi içermektedirler. Çeşmelerin etrafını her iki yandan burmalı sütuncelerle sınırlandırılmıştır. Çeşme nişlerinin üzerini örten kemerler bezenmiştir.  Çeşme nişlerinin iç kısmı, üzengi taşı hizasında bir sıra mukarnas dişi frizi ile iki bölüme ayrılmıştır. Çeşmelerin ayna taşlarına altlı ve üstlü olmak üzere bir sehpa üzerine konumlandırılmış vazo içinde çiçek motifleri tasvir edilmiştir. Bu motiflerin ortasında ise altın yaldıza boyanmış birer adet kabara bulunmaktadır.

Şekil 13. Azapkapı Salha Sultan Çeşmes Detay Görüntüler

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

H - BEZMİ ALEM VALİDE SULTAN ÇEŞMESİ: 

XIX. yüzyıl çeşmelerinden olan Bezmi Alem Valide Sultan Çeşmesi, H.1255 (M.1839) yılında Sultan Abdülmecid tarafından annesi Bezmi Alem Valide Sultan için inşa ettirilmiştir. Eser, Beşiktaş / Maçka’da yer almaktadır. Mermer malzemeden yapılmış dört yüzlü bu meydan çeşmesi 1985 yılında T.B.M.M. Milli Saraylar Daire Başkanlığı tarafından onartılmıştır (Talasoğlu, 1994, s.74). Eserin beş satır, iki sütun Şekilinde düzenlenmiş olan kitabeleri şu şekildedir:

“Bezmiâlem Valide Sultan-ı âli-şandır / Himmetiye hâmemiz hem-zîb-i unvan eyledi
Gördü alem bahr-i gamda teşne –dil kalmıştı çün / Çâr ceybinden o âli bezl-i ihsan eyledi
Sarf idüp zerrin nukuudun hasbeten li-‘llah heman / Mahz-ı cûdundan târâvet-yâb-ıatşan eyledi
Han Mecid’in mader-i ser-tâc-ı yektâgevheri / Pür fütûh rûh-i Mahmud Hanı şâdân eyledi
Şükriya tarihini al gel sadâ-yı âbdan / Lûleden bû Kevser âbı geldi ceryan eyledi
Cenab-ı Valide Sultandır elhak menba-ı eltaf / İder sirab-ı ihsan dehri elbet ol kerem-mu’tad
Cihanın âbı rûyu hazret-i Abdülmecid Han’a / Dua aldırmağ içün eyledi bu çeşmeyi bünyâd
İlâhi mâder-i feyz-averiyle ol şehinşahi / Zülal-i ömr-ü ikbal ile sirâb eyle hem kıl şâd
Mücevher tam iki tarih bir beyt içre bak çıkdî /O şâhın çâkeri Ziver bu nazmı idecek inşad Revan kılsun Şeh-i afaka cûy-i nusretin Sûbhan / Bu semti Valide Sultan kıldı âb ile dil-şad” (Talasoğlu, 1994, s.74-75). 

Şekil 14. Bezmi Alem Valide Sultan Çeşmesi Genel Görünüş

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

Üzeri düz damla örtülü olan eserin bezemesiz silmelerle hareketlendirilmiş dar bir saçağı bulunmaktadır. Saçağın hemen altında yer alan bordürün üzeri kabartma tekniğiyle yapılmış bitkisel motiflerle bezenmiştir. Altın yaldıza boyanmış olan bu motiflerin ortasında yer alan madalyonun üzerinde Sultan Abdülmecid’in tuğrası bulunmaktadır. Dört cepheyi de dolanan bu bordür köşelerde dekoratif dilimli, onun yanında ise gövdesi yivlendirilmiş sütuncelerle taşınmaktadır. 

Bu sütuncelerin arasına da eserin kitabeleri yerleştirilmiştir. Kitabelerin hemen altında yer alan ayna taşları ise iki sıra düz silme ile çerçeve içerisine alınmıştır. Ayna taşının üzerine kabartma tekniğinde çelenk ve çapraz şekilde yerleştirilmiş silah motifleri yapılmıştır. Çeşmelerin, göbek kısmından hafif kavis yapan dikdörtgen formunda yalakları bulunmaktadır. Eser, bezeme öğeleri ile Ampir üslup özelliklerini taşımaktadır.

Şekil 15. Bezm Alem Valde Sultan Çeşmes Ön Cephe Görünüşü

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

I - II. ABDÜLHAMİT ÇEŞMESİ: 

Sultan II. Abdülhamit’in H.1319 (M.1901) yılında yaptırmış olduğu II. Abdülhamit Çeşmesi, XIX. yüzyıl çeşmeleri için güzel bir örnektir. Beşiktaş İlçesi, Maçka Silahhanesi’nin karşısında yer alan eser, İtalyan Mimar Raimondo d’Aronco’nun eseridir. Eser, 1957 yılında yapılan yol genişletme çalışmaları esnasında asıl yeri olan Tophane Nusretiye Camii önünden taşınarak bugünkü yerine nakledilmiştir (Demirsar, 1994, C.I, s.43). Tamamen mermer malzemeden inşa edilmiş olan bu dört yüzlü küçük meydan çeşmesinin, dört yüzünde de Talik hatla yazılmış kitabesi yer almaktadır. 

Üsküdarlı Ahmet Tâlât tarafından yazılan kitabe şu şekildedir:
“Sayesinde ol şehinşah-ı mu’alla meşrebin / Teşnegâna böyle dil-cû çeşmeler oldı bedid
Âb-ı şerbetin içüb birle Didim târihini / Eyledi bu çeşmeyi bünyâd Han Abdülhamid” (Talasoğlu, 
1994, s.86). 

Şekil 16. II. Abdülhamt Çeşmes Genel Görünüş

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

Dikdörtgen bir plana sahip olan eserin üzeri iki katlı bir çatı ile örtülmüş olup, çatının da üzerinde kule görünümlü bir yalancı kubbe yer almaktadır. Geniş saçaklı çeşmenin dört köşesine birer adet sütun yerleştirilmiştir. Sütunlarla saçak arasında kalan yüzeyde eserin kitabeleri bulunmaktadır.  Kitabeler kıvrımlar yapan kenger yaprakları ile çerçeve içerisine alınmıştır. Kitabelerden sonra çeşme bezemesiz, iç ve dış bükey silmelerle çevrelenmiştir. Eserin geniş yüzeylerinde yer alan çeşmelerinin üst kısmı bu silmelerden sonra tamamen boşaltılmış olup, bu boş çerçevenin üst iki köşesine de volütlü konsollar yapılmıştır. 

Çeşmenin ayna taşının tacı korint yaprakları, S ve C kıvrımları yapan bitkisel motiflerle grift bir şekilde bezenmiştir. Bu tacın orta kısmında ise bir adet vazo içinde çiçek motifi bulunmaktadır. Tacı, yanlarda yer alan gövdesi yivlendirilmiş iki adet dekoratif sütunce taşımaktadır. Bu sütuncelerin yanlarında da birer adet suluk bulunmaktadır. Çeşmenin yalağı dalgalı olup üzeri silme ve kıvrımlar yapan bitkisel motifler bordürüyle bezenmiştir. Tüm bu bezeme öğeleri ile eser Barok Dönem özellikleri göstermektedir.

Şekil 17. II. Abdülhamit Çeşmesi Detay Görüntüsü

Osmanlı Mimarisinde Meydan Çeşmeleri

III - DEĞERLENDİRME VE SONUÇ 

Osmanlı Devleti, bir İslam ülkesi olması sebebiyle kültürel ve fiziksel oluşumları açısından Avrupa ülkelerinden farklılıklar göstermiştir. Kendi inanış ve ihtiyaçları doğrultusunda bu kendine özgülüğü yüzyıllarca sürdüren Osmanlı Devleti’nin özellikle yaşadığı ekonomik sıkıntılar nedeniyle XVIII. yüzyılda Batı’da yaşanan gelişmelere karşı bir farkındalık oluşturduğu görülmektedir. Ancak XVIII. yüzyıl sadece Osmanlı Devleti’nin değil tüm dünyanın değişim rüzgârına kapıldığı bir yüzyıldır. 

Bu yüzyılda tüm dünyada sivil mimariye ciddi bir dönüşün yaşandığı, köşk, saray, kasır gibi mimari yapıların inşasının arttığı, bahçe ve meydan düzenlemelerinde yeni uygulamaların yapıldığı gözlenmektedir. Bu bahçe ve meydan uygulamalarının en belirleyici elemanları ise çeşme ve havuzlar olmuştur. 

 Su mimarisinin sivil mimaride yoğun bir şekilde kullanıldığı bu yüzyılda su sadece biyolojik bir ihtiyaç olarak görülmemiş, kendisine giydirildiği mimarinin büyüklüğü, malzemesi, bezeme zenginliği ve kitabe metinleri ile baninin kişiliğini yücelten birer temsil anıtları olmuştur. XVIII. yüzyılda eski bünyelerine oranla heybetli, ancak diğer mimari yapılara oranla küçük olan ve kentin sokaklarında sergilenen çeşmeler, baninin tanınması ve itibarı için çok işlevsel yapılar olarak Osmanlı Mimarisi’nde geniş bir yer tutmuştur.
  
Meydan çeşmesi yapılması geleneği Osmanlı Mimarisinde XVIII. yüzyıldan önce de bulunmaktaydı. Ancak Osmanlı Devleti’nde meydan olarak değerlendirilen alanlar, Avrupa kentlerinin meydanları gibi düşünülmemelidir. Çünkü XIX. yüzyıla kadar Türk kentlerinde planlanmış bir meydan anlayışı oluşmamıştır. 

Bu durumun başlıca nedenleri arasında Osmanlı Devleti’nde törenlerin büyük bir kısmının Topkapı Sarayı avlusunda yapılmasının da etkisi bulunmaktadır. Buna ek olarak sergi gibi toplumsal aktivitelerde cami avlularının kullanılması da Avrupa meydanlarına benzer bir meydan oluşumunu gereksiz kılmıştır. Ancak XVI. yüzyılda Fatma Sultan’ın düğün töreninde hazırlanan nahılların geçişini yapabilmek için bazı evlerin saçaklarının yıkılması, düzenlenmiş bir meydana duyulan ihtiyacı gözler önüne sermektedir. 

 Osmanlı şehirlerinde, sokağın biraz genişlemesi veya birkaç yolun birleşmesiyle oluşan alanlar meydan olarak değerlendirilmiştir (Seçkin, 2011, s.46). Rastlantısal olarak oluşan bu açıklıklar çeşme, pazar yeri gibi ihtiyaçlar doğrultusunda kullanılarak meydan kavramının fonksiyonel kısmı tamamlanmış ve etrafında sosyal bir hayat oluşumuna zemin hazırlamıştır. Böylece fiziksel olarak kendiliğinden oluşmuş bu meydanlara yapılan çeşmeler, meydan çeşmesi ismini alırken, etrafında sosyal bir hareketlenmeyi sağlayan çeşmeler de bulundukları meydanlara, çeşme meydanı ismini vererek birbirlerini bütünlemişlerdir. 

Ancak bu mekânlar etrafında oluşan alanlar, meydan tanımı için yeterli değildir. Bu nedenle bu alanların sosyal alan olarak değerlendirilmesi daha uygun olacaktır. Fiziksel oluşumunu tam anlamıyla tamamlamayan bu alanlara inşa edilen meydan çeşmelerinin de XVIII. yüzyıldan önce fonksiyonel yönleriyle ön plana çıktıkları görülmektedir. Hatta Maltepe Feyzullah Efendi Çeşmesi örneğinde olduğu gibi XVIII. yüzyıl da dahi işlevselliği ile ön plana çıkan çeşmelerin mevcut olduğu, meydan çeşmesi kavramının Avrupa’da olduğu gibi bir temsil, bir kent aksesuarı olarak görülmediği gözlenmektedir. Ancak bu halk kalabalığı arasında ticaret yaptığı gravürlerden anlaşılmaktadır. 

Bunun yanı sıra De La giderek bir tür sosyalleşme ritüeli gerçekleştirmekteydiler (Hamadeh, 2010, s.170). Bu bağlamda meydan çeşmeleri sosyal hareketlenmenin zeminini hazırlayan odak noktaları olmakla birlikte, bu çeşmelerin bulunduğu alanlar etrafında yer alan yapılarla organize bir şekilde düşünülerek planlanmamıştır. Osmanlı mimarisinde meydan çeşmeleri planlanmış bir meydanın elemanı olmadığı gibi bazı durumlarda kendi bünyesiyle çevresinde yine planlanmamış ancak olağan bir şekilde gelişen meydanların oluşumuna olanak sağlamıştır.  

Bütün bu rastlantısallıklara rağmen Osmanlı Devleti’nde meydan çeşmelerinin XVIII. yüzyıldan itibaren daha hacimli ve yoğun bezemeli yapıldığı gözlenmektedir. Ayrıca oldukça geniş tutulan saçaklarla çeşmelere heybetli bir görünüm kazandırılarak bu anıtlara kent ortasına inşa edilmiş birer köşk izlenimi kazandırılmaya çalışılmıştır. XVIII. yüzyıl ve devamında inşa edilen meydan çeşmelerinin, Osmanlı çeşme mimarisine getirmiş olduğu en dikkati çeken yeniliği ise hacimsel büyüme ve yoğun bir bezeme programıdır. XIX. yüzyılda ise meydan çeşmesi kavramının diğer yüzyıllara oranla daha anlaşılır bir boyuta geldiği görülmekle birlikte, II. Abdülhamit’in çabalarına rağmen tasarlanmış bir meydan oluşturulamadığından Osmanlı Devleti’nde meydan çeşmesi kavramı hep bir yönüyle eksik kalmıştır.

KAYNAKLAR
ARSEVEN, C. Esat, “Çeşme”, Sanat Ansiklopedisi, C.I., İstanbul, 1983, s.388.
BARIŞTA, Örcün, İstanbul Çeşmeleri, Azapkapı Saliha Sultan Çeşmesi, Ankara, 1995.
BOYSAN, Burak, BİLGİN, İhsan, “Meydanların Varoluş ve Yokoluş Nedenleri”, İnsan, Çevre, Kent, s.73.
CEZAR, Mustafa, (2002). Osmanlı Başkenti İstanbul, İstanbul, 1996
DEMİRSAR, Belgin, “Abdülhamid II. Çeşmesi”, ”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C:I., İstanbul, 1994, s.43. 
EYİCE, Semavi, “Ahmed III Çeşmesi”, İslam Ansiklopedisi, C.II., İstanbul, 1992, s.38-39. 
EYİCE, Semavi, “Ahmed III Çeşmesi (Üsküdar)”, İslam Ansiklopedisi, C.II., İstanbul, 1992, s.39-40. 
EYİCE, Semavi, “Çeşme”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.VIII, İstanbul, 1993, s.277-287.
HAMADEH, Shirine, Şehr-i Sefa 18. Yüzyılda İstanbul, İstanbul, 2010.
KARAKAYA, Enis, “Mustafa Ağa Meydan Çeşmesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C:V., İstanbul, 1994,  s.559.
KARAKUŞ, Rahmi, KIZILTOPRAK, Süleyman, vd. İstanbul Tarihi Çeşmeler Külliyatı, C:I-II-III., İstanbul, 2008, s.266.
KUBAN, Doğan, “Aksaray”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C:I., İstanbul, 1994, s.161-162.
KUBAN, Doğan, “Beyazıt”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C:II., İstanbul, 1994, s.237-238.
KUBAN, Doğan, “Eminönü”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C:III., İstanbul, 1994, s.160.
KUBAN, Doğan, “Laleli”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C:V., İstanbul, 1994, s.188.
KUBAN, Doğan, “Meydanlar”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C:V., İstanbul,1994, s.432-434.
KUBAN, Doğan, Bir Kent Tarihi (Bizantion, Konstantinopolis, İstanbul), İstanbul, 2000.
KUBAN, Doğan, Kent ve Mimarlık Üzerine İstanbul Yazıları. İstanbul, 2010.
ÖDEKAN, Ayla, “Ahmed III. Meydan Çeşmesi”, İstanbul Ansiklopedisi, C.I., İstanbul, 1995, s.116-117. SEÇKİN, Y. Çağatay, “Ondokuzuncu Yüzyıl Öncesi Anadolu Türklerinde Kamu Yaşamı ve Açık Mekânlar”, Restorasyon Konservasyon Çalışmaları, (Nisan, Mayıs, Haziran 2011), S.9, 2011, s.38-48. TALASOĞLU, A., İstanbul’un Meydan Çeşmeleri, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul, 1994.
TALASOĞLU, Alin, “Halil Çevgan Çeşmesi”, İstanbul Ansiklopedisi, C:III, İstanbul, 1994, s.512.
TANIŞIK, H. İbrahim, İstanbul Çeşmeleri, C: I-II., İstanbul, 1943.
TAŞÇI, Hasan, Kent Meydanı ile Kent Kimliği İlişkisi – Üsküdar Meydanı Örneği, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul: Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, 2012.
YÜNGÜL, Naci,Üsküdar III. Ahmed Çeşmesi, İstanbul, 1955.

 Restoran Konsept Tasarımı ve Danışmanlığı, Örnek Restoranlar, Restoran Menüleri, Menü Çeşitleri, Menü Planlaması, Menü Analizi, Menü Yönetimi

Has Aşçıbaşı Ahmet Özdemir Olarak Yurt İçinde Ve Yurt Dışında İhtiyac Duyan Kişi Ve Kurumlara;
Yiyecek ve içecek alanlarında restoran ve konaklama ve işletmelerine belirtilen konularda Osmanlı ve Türk mutfağı, Osmanlı saray mutfağı, Eski İstanbul mutfağı, Anadolu halk mutfağı, Akdeniz mutfağı, menü planlama, konsept belirleme, mesleki eğitim alanlarında uluslararası konumda;

Yiyecek ve içecek danışmanlığımutfak danışmanlığıişletmeci körlüğüYeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?, Kesin Başarı İçin Restoran Danışmanlığı Almalımıyım?, Menü DanışmanlığıRestoran YönetimiGastronomi Danışmanlığıkonsept danışmalığıŞehrin En İyi Restoranlarına Nasıl Sahip Olabilirim? Restoran projeleriYeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular?, Kalıcı Bir Restoran Sahibi Olabilmek İçin Dikkat !!! Gastronomi sektöründe Restoran Konsept Tasarımı ve DanışmanlığıÖrnek RestoranlarRestoran MenüleriMenü ÇeşitleriMenü PlanlamasıMenü AnaliziMenü Yönetimi konularında mesleki eğitim ve danışmanlık hizmetleri vermekteyim. İlgili projeler için mesleki bilgilerime ihtiyac duyan kişi ve kurumlar Türkiye saati ile sabah 10:00 ila aksam 22:00 saatleri arasında tarafım ile İLETİŞİM bilgilerimden bağlantıya geçebilirler...


24 Nisan 2021 Cumartesi

Matbah-ı Âmire Nedir?

 Matbah-ı Âmire Nedir?

Prof.Dr. Arif BİLGİN

Arapça tabh (pişirmek) fiilinin ism-i mekânı olan matbah kelimesi “pişirme işleminin yapıldığı yer” anlamına gelir. Âmire ise resmî bir sıfatı belirler. Böylece tabir Osmanlı saray teşkilâtında önemli bir kurumun adı olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamda ilk saray mutfağının Bursa’daki ikametgâh mahallinde tesis edildiği anlaşılmaktaysa da buna ait bilgiler günümüze ulaşmamıştır. Ancak diğer pâyitaht merkezi olan Edirne’deki sarayın, İstanbul’un başşehir olmasından sonra da padişahlar tarafından sık sık kullanılması buradaki mutfaklar hakkında bilgi edinilmesini mümkün kılmıştır. 

Edirne Sarayı’ndaki matbah-ı âmire Sarây-ı Cedîd’dekine (Topkapı Sarayı) benzer bir şekilde teşkilâtlandırılmıştır. İstanbul’un fethinden sonra Topkapı Sarayı inşa edilirken mutfaklar ikinci avlunun sağ tarafında kurulmuş ve bu alanı tamamen kaplamıştır. Mutfaklar Fâtih Sultan Mehmed döneminde dört kubbeli olarak tesis edilmiş, ancak zamanla bazı değişikliklere uğramıştır. 

Bilinen ilk değişiklik Kanûnî Sultan Süleyman döneminde olmuş, mutfaklar yapılan tâdilâtla genişletilmiştir. Saray mutfaklarındaki fizikî değişmede etkili olan en önemli olay Haziran 1574’te mutfakların tamamen harap olmasına sebep olan yangındır. Yangının ardından mutfaklar Mimar Sinan tarafından genişletilerek yeniden inşa edilmiştir (Selânikî, I, 90). Alay Meydanı’ndan mutfaklar bölümüne üç kapıdan girilmektedir. Bunlardan birincisi kilâr-ı âmire, ikincisi has matbah, üçüncüsü helvahâne kapısıdır. Kiler kapısından girişte sağ tarafta vekilharç dairesi bulunuyordu. 

Hemen karşısındaki bugün arşiv ve depo olarak kullanılan binalar kiler ve yağhâne, yağhânenin yanında bulunan iki katlı bina Aşçılar Camii idi. Bunun hemen yanında mutfaklar vardı. Bunlar on kubbe ve on konik külâhla örtülüdür. Mutfakların sonunda Şekerciler Mescidi de denilen Helvahâne Mescidi yer alıyordu. Osmanlı devlet saraylarının beslenme işini yürütmekle görevli olan bu teşekkül, özellikle Topkapı Sarayı’ndaki matbah-ı âmire çerçevesinde içinde çeşitli matbahlar, helvahâne, kiler, fırınlar ve diğer kârhâneleri de barındıran idarî kurum haline gelmiştir.

Matbah-ı Has. Saray halkının yemeklerinin yapıldığı mutfakların en önemlisidir. Kaynaklarda sadece padişahın yemeklerinin pişirildiği mutfak olarak tanımlanan matbah-ı hassın hesaplarına bakıldığında tüketilen mal miktarının fazlalığı, bu mutfağın sorumluluk alanının sadece padişah yemeğinin yapılmasıyla sınırlı olmadığını ortaya koymaktadır. Tayinat defterlerinden edinilen bilgilere göre haseki sultan ve odalıklar da yemeklerini bu mutfaktan almaktaydı (BA, D.BŞM, dosya 1/56). Padişahın yemeği matbah-ı has içinde “kuşhâne” ismindeki bir bölümde pişirilirdi. 

Dolayısıyla kuşhâne sarayda en kaliteli malzemenin kullanıldığı ve en iyi yemeklerin yapıldığı yer, buna paralel olarak matbah-ı has da en iyi mutfaktı. Matbah-ı has aşçıları ve kalfaları XVI. yüzyıl sonunda yirmi bir kişi iken XVII. yüzyılın ilk yarısında bu sayı yirmi beşe çıkmıştır. Matbah-ı has aşçılığına diğer mutfaklarda çalışıp mesleğinde belli bir olgunluğa erişenler tayin edilirdi.

Matbah-ı Ağayân. Hakkında yeterli bilgi bulunmayan bu mutfakta saray ağalarının yemekleri pişirilirdi. Burada XVI. yüzyılın ikinci yarısı başlarında altı aşçı, yedi kalfa çalışırken yüzyılın sonunda on üç aşçı, yirmi kalfa görev yapmaktaydı. XVII. yüzyılda aşçı ve kalfaların sayısı düşmüştür. Ağalar mutfağından yemek alanların dışında müstakil mutfaklara sahip ağalar da bulunmaktaydı. 

Bunlardan matbah-ı Dârüssaâde veya kızlarağası mutfağı, Dârüssaâde ağası ile birlikte haremde hizmet eden harem ağalarına ve kethüdâ kadına mahsustu (BA, D.BŞM, dosya 1/56). Ancak bu mutfak haremdeki bütün personele yemek vermezdi. Haremde ağaların dışında kalanların yemekleri hareme ait başka bir mutfaktan gelmiş olmalıdır. Kapıağası mutfağı da denilen matbah-ı ağa-i Bâbüssaâde’de adı geçen ağa ve maiyetinin yemekleri pişirilirdi. Bu mutfağın ayrıca divan memurlarına yemek vermekle de yükümlü olduğu bilinmektedir. Kilercibaşı, hazinedarbaşı ve saray ağası mutfaklarında ise ait oldukları ağalara ve maiyetlerine yemek çıkardı (Kömürciyan, s. 113).

Matbah-ı Âmire Nedir?Matbah-ı âmirenin 1014-1015 (1605-1606) tarihine ait bir yıllık muhasebesinin ilk sayfası (BA, KK, Matbah-ı Âmire, nr. 7273)

Matbah-ı Gılmân-ı Enderûn. Saraydaki iç oğlanlarının yemeklerinin pişirildiği yerdir. XVI. yüzyılın ikinci yarısı başlarında bu mutfakta çalışan aşçı sayısı sekizdir. Yüzyılın sonunda on bire çıkan bu sayı, XVII. yüzyılın ilk yıllarında yirmi ikiye ulaşmışsa da yüzyıl ortalarına doğru tekrar XVI. yüzyıl sonundaki seviyeye inmiştir.

Matbah-ı Dîvân. Divanda görev yapan paşaların ve çeşitli rütbedeki görevlilerin yiyecek ihtiyacını karşılamakla yükümlü mutfaktır. XVI. yüzyılın ikinci yarısında bir aşçıyla hizmet gören bu mutfakta yüzyılın sonunda ve XVII. yüzyıl başlarında sekiz aşçı çalışmaktaydı. Ancak bu sayı XVII. yüzyıl ortalarına doğru üçe düşmüştür.

Helvahâne. Matbah-ı âmireye bağlı mutfaklardan sonra önemli bir kuruluş da helvahânedir. Saray içinde has mutfağın yanında bulunan helvahânede çeşitli şerbetler, reçeller, helvalar, macunlar, turşular, ilâçlar, esanslar ve kokulu sabunlar yapılırdı. Helvahânede menekşe, gül, nilüfer, karabaş, demirhindi gibi çiçeklerin yanında dut, unnâb, ayva, dinarî ve vişne gibi meyvelerin de şerbetleri yapılmaktaydı. Helvahânenin içinde bir bölüm oluşturan reçelhânede yapılan reçeller ise çok çeşitliydi. Günümüzde yapılan elma, ayva, armut, kiraz, turunç, muşmula, kızılcık, şeftali gibi meyve reçelleriyle birlikte kavun, karpuz, çağla badem, unnâb, hurbâze, kabak, patlıcan, ağaç kavunu, ceviz ve limondan da reçeller imal edilmekteydi. 

Helvaların en meşhuru ve büyük miktarda tüketileni zülbâye helvasıydı. Diğer helvalar baş, zerd ve kestane helvasıyla helva-i halkaçini idi (BA, KK, Matbah-ı Âmire, nr. 7279, s. 2-3; Helvahane Defteri, s. 16). Helvahânenin önemli bir fonksiyonu da çeşitli hastalıklar için ilâç yapılmasıydı. Buralarda ilâç özelliği de olan macunlar yapılır, bunlar saray personeline ve ihtiyacı olanlara dağıtılırdı. XVI. yüzyılın ikinci yarısı başlarında on sekiz helvacının görev yaptığı birimde yüzyıl sonlarında on helvacı ve kırk dokuz-elli şâkird çalışmaktaydı. Helvahâne çalışanlarının sayısı XVII. yüzyılın ilk yarısında seksen beş ile doksan arasında değişmiştir. Helvahâneyle ilişkisi olan aşşabların XVI. yüzyılın sonunda yirmi olan sayısı XVII. yüzyılın ilk yarısı sonlarına doğru otuza ulaşmıştır.

Kilâr-ı Âmire. Saray mutfakları için gelen besin maddeleri biri Bîrûn’da, diğeri Enderun’da bulunan kilerlerde depolanırdı. Daha küçük olan doğrudan kilercibaşının nezaretindeki iç kilerde değerli olan şeker ve baharat saklanırdı. Mutfakların yanında yer alan dış kiler, kiler ağası tarafından yönetilirdi. Kilerin masrafları matbah-ı âmire idaresi tarafından görülür, çalışanları hademe-i matbah-ı âmire arasında yer alırdı. Kiler ağasının maiyetinde kethüdâ, masraf kâtibi, kiler çavuşu ve vekilharç bulunurdu. Ayrıca vezzân, hoca, pûşîde, mâkiyân (tavuk) kâtibi ve sebze kâtibi kiler görevlilerinin önde gelenleridir. XVI. yüzyılın son yıllarında 200 kilerci ve altmış dört şâkirdin sayısında XVII. yüzyıl başlarında yarı yarıya bir düşüş olmuştur. 

Ancak asrın ilk yarısı ortalarında kilerci ve şâkird sayısında önemli oranda artış görülmektedir ki kilerciler 175, şâkirdler altmış dört kişi olmuştur. Kilercilerin büyük bir kısmı kilâr-ı âmire dışında taşrada kilere erzak teminiyle uğraşırdı. Kilerciler maaşlarını erzak sağlayacakları bölge kadısının vereceği hüccet aracılığıyla uygun bir mukataadan alırlardı. Gittikleri yerde belli bir yetkiye sahip olan bu görevliler kadı ve eğer varsa harc-ı hâssa eminine karşı sorumlu idiler. Mübâyaa sürecinde bu iki görevli kilerciye yardım ederdi. Kilerciler, üreticiden ve pazarlardan alımını yaptıkları erzakın parasını yakın mukataalardan tahsil ederek öderlerdi.

Fırınlar. Saray halkının temel gıda maddesi olan ekmek ihtiyacı has ve harcî fırınlardan karşılanırdı. Her iki fırın Bâb-ı Hümâyun ile Orta Kapı arasında sağ tarafta bulunurdu. Has fırında başta padişah olmak üzere üst rütbeli devlet görevlileriyle hânedana mensup kimseler için ekmek yapılırdı. Bu fırında en iyi malzeme ve en kaliteli buğday kullanılırdı. Harcî fırında has ekmeğin yanında biraz daha düşük kalitede olan fodula ekmeği pişirilirdi. Genellikle alt seviyeli memurların yiyeceği olan harcî ekmek yüksek rütbeli görevlilere de verilirdi. 

Temel ekmek çeşitleri bu ikisi olmakla birlikte saray fırınlarında nân-ı pide, nân-ı pîç, nân-ı mîrâhûrî, nân-ı girde, nân-ı imâm gibi diğer ekmekler ve çeşitli boğaça, börek ve simitler de yapılmaktaydı. Saray fırınlarında pişirilen ekmeklerin gramajında zaman içinde değişmeler olmuştur. XV. yüzyıl sonlarında 500 gramın üzerinde olan has ve harcî ekmeğin ağırlığı XVI. yüzyıl başlarından itibaren 500 gramın altına düşmüştür. Has fırının başında serhabbâzîn-i simid (serhabbâzîn-i hâssa) adlı fırın işlerine ve personeline nezaret eden bir ekmekçibaşı vardı. 

Matbah-ı Âmire Nedir?1052-1053 (1642-1643) tarihli matbah muhasebe defterinden helvahâne için pazardan alınan malların cins ve miktarını gösteren bölüm (BA, MAD, nr. 2063, s. 16-17)

Harcî fırının idarecileri ise serhabbâzîn-i fodula unvanlı iki ekmekçibaşıydı. XVI. yüzyıl sonunda has fırında yedi ekmekçi, altı pişirici, hamurcu, elekçi ve otuz sekiz şâkird bulunurken harcî fırında altı ekmekçi, yirmi üç pişirici, on bir hamurcu, yedi elekçi ve yetmiş iki şâkird çalışıyordu. XVII. yüzyılın ilk yarısında has fırın ekmekçileri dört-yedi, pişiricileri altı, hamurcuları beş-altı, elekçileri dört-altı, şâkirdleri kırk bir-kırk dört kişi arasında değişmiştir. 

Buna karşılık harcî fırın ekmekçileri iki-üç, pişiricileri on altı-yirmi bir, hamurcuları on üç-on beş, elekçileri altı-sekiz, şâkirdleri ise altmış-seksen dokuz kişiden müteşekkildi. Has fırının un ve buğday ihtiyacı tamamına yakın bir oranda Bursa’dan karşılanırdı. Bursa sarayında has buğday ve has un tedariki için simidgerân-ı Bursa adıyla bir görevli grubu teşkil edilmişti. Bunların başında bulunan simitçibaşı (uncubaşı) aynı zamanda Bursa sarayının âmiriydi (BA, KK, Dîvân-ı Hümâyun, nr. 71, s. 698).

Diğer Kârhâneler. Matbah-ı âmireye bağlı diğer kârhâneler yaptıkları işlere ve çalışanlarına göre adlandırılmıştır. Bunların önde geleni kassâbîn kârhânesidir. Bu kuruluşta Osmanlı sarayında en fazla tüketilen besin maddelerinden olan etler korunur ve pişirilmeye hazır duruma gelinceye kadar bunlara çeşitli işlemler uygulanırdı. Saray mutfağının koyun ihtiyacı koyun emini tarafından karşılanırdı. Bu kuruluşta kasapbaşı idaresinde görev yapan kasaplar, koyun emininin yönetiminde İstanbul’a gelen ve saraya tahsis edilen koyunların kestirilerek sarayda gerekli yerlere ulaştırılmasıyla yükümlüydü. 

Şehir içinde koyun kesimi yasaklanmış olmasına rağmen imtiyazlı bir kurum olan mutfağın ihtiyacı koyunların şehir içinde kesilmesine izin verilirdi. XVI. yüzyılın ikinci yarısı başlarında matbah-ı âmireye bağlı sadece bir kasabın varlığı tesbit edilmekle birlikte yüzyıl sonunda kârhânede yirmi iki kasap çalışmaktaydı. XVII. yüzyıl başlarında ise saray mutfağına bağlı kırk üç kasap görev yapıyordu.

Mastgerân kârhânesi saray halkının süt ürünleri ihtiyacını karşılamakla yükümlüydü. Kârhâne Sultan Ahmed Camii altında Çatladıkapı yolundaydı (Evliya Çelebi, I, 558). Yoğurtçubaşının nezaretinde çalışan mastgerân kârhânesi personeli mutfaklar için gerekli olan süt, yoğurt, kaymak ve tereyağı gibi ürünlerin saraya getirtilmesi ve saklanması ile görevliydiler. Sarayın süt ürünleri ihtiyacının büyük miktarı devlete ait mandıralardan karşılanırdı. Mastgerân kârhânesinde çalışan yoğurtçular 1566’da iki kişi iken bu sayı XVI. yüzyılın sonunda on dörde çıkmış, XVII. yüzyılın ilk yarısında da grubun sayısında dikkate değer bir değişme olmamıştır.

Saray mutfağı için alınan sebzelerin saklanması ve dağıtımıyla ilgili işlerin takip edildiği yer sebzehânedir. Sebzeler dayanıksız besin maddeleri olduğu için İstanbul’un Anadolu ve Rumeli yakasında saraya yakın köylerden temin edilirdi. Bu köylerdeki çiftçiler ürettikleri sebzeleri sebzehâneye teslim ederler, her hafta salı günleri saraya gelip paralarını alırlardı. Sebzecibaşının idaresinde olan kuruluşta XVI. yüzyılın ikinci yarısında üç, yüzyıl sonunda yirmi, XVII. yüzyılın ilk yarısında ise on beş-on altı sebzeci çalışmaktaydı.

Osmanlı sarayında büyük miktarda tüketilen et sıralamasında koyun etini tavuk eti takip etmektedir. Tavukların Osmanlı sarayı içinde mutfaklara dağılmasına kadar olan süreçteki bütün işler tavukçular (mâkiyâniyân) tarafından takip edilirdi. Hasbahçe’de kurulmuş olan mâkiyân kârhânesinin idarecisi tavukçubaşıydı (sermâkiyân). XVII. yüzyılın ilk yarısında her gün 400-450 tavuğun elden geçirildiği mâkiyân kârhânesinde Kanûnî Sultan Süleyman’ın son yıllarında (1520-1566) bir kişi çalışmaktayken XVI. yüzyıl sonunda bu sayı on dokuza yükselmiş, XVII. yüzyılın ilk yarısında küçük değişikliklerle hemen aynı seviyede kalmıştır.

Bütün saray personeline, misafirlere ve bazan da yeniçerilere yemek veren matbah-ı âmirede çeşitli kaplar kullanılmaktaydı. Önemli kimselerin sofralarında yer alan porselen veya değerli madenlerden yapılmış tabaklar uzun süre kullanılabilirdi. Ancak çoğu personelin yemeklerinin piştiği kazan ve karavanalarla yemek koyulan sahanlar bakırdandı ve bunların belli aralıklarla kalaylanması gerekiyordu. Bakır kap kacakların kalaylanma işlemi matbah-ı âmireye bağlı bir kuruluş olan kal‘gerân kârhânesinde yapılırdı. Kalaycıbaşının idaresinde olan bu atölyede XVI. yüzyıl sonunda çalışan kalaycıların on yedi kişi olması, kalaylama işleminin yoğunluğunu ve sarayda kullanılan bakır malzemenin bolluğunu göstermektedir. Kalaycıların XVII. yüzyılın ilk yarısında sayısı yirmi iki idi.

Matbah-ı Âmire Nedir?Muharrem 1013 (Haziran 1604) tarihinde kilâr-i âmire için Mısır’dan irsâliye olarak gönderilen malların cins, miktar ve yüklendikleri gemileri gösteren defter (BA, MAD, nr. 4442, s. 8)


Saray halkının su ihtiyacı mutfak sakaları tarafından karşılanırdı. Sakalar saray içindeki sakahânede istihdam edilirdi (BA, KK, Ruûs, nr. 260, s. 162). Mutfak sakalarından başka divan sakaları da vardı ki bunlar divandaki görevlilerin ve divana gelen misafirlerin su ihtiyacını karşılamakla yükümlüydüler. Ancak bunlar matbah-ı âmireye bağlı değillerdi. Sakabaşı önceleri aynı zamanda kar ve buz işlerine de bakmaktaydı; ileriki tarihlerde kar ve buz işlerini yönetmek üzere karcıbaşılık ve buzcubaşılık teşkil edilmiştir. Mutfak sakalarının XVI. yüzyıl sonundaki sayısı on yedi iken XVII. yüzyılın ikinci yarısında yirmi ikiye kadar çıkmıştır.

Matbah-ı Âmire Emaneti malî bakımdan Başmuhasebe Kalemi’ne bağlıydı. Dolayısıyla defterdarın denetim alanına giren müessesenin ihtiyaçları başdefterdara bildirilir, onun emriyle gerekli hükümler bu kalemden yazılırdı. Nakit ihtiyaçları dış hazineden (hazîne-i âmire) veya hazine gelirinin sağlandığı mukataa vb. işletmelerden mahsûben karşılanırdı. Bu durum XIX. yüzyılın ortalarına kadar devam etmiştir. 26 Nisan 1838 tarihinde yapılan düzenlemeyle Matbah-ı Âmire Emaneti müdürlük haline getirilmiş ve darphâneye bağlanmıştır. Matbah-ı Âmire Müdürlüğü Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte ortadan kalkmıştır.

İdarî Personel. Matbah-ı âmire hâcegân rütbesinde olan bir emin tarafından yönetilirdi. Emin kurumun gelir ve giderlerine nezaret etmek, mutfakların erzak ihtiyacının karşılanmasını ve erzakın dağıtımını sağlamak ve yıl sonunda müessesenin hesabını çıkarmakla yükümlüydü. Eminler bazan in‘âm ve sadaka verilmesi gibi farklı işlerle de görevlendirilirdi. Eminlerin mutfak personelinin idaresiyle ilgili yetkileri olmasına rağmen tayinler için arz verme yetkisi kilercibaşıya aitti ve bu usul Fâtih Sultan Mehmed zamanında (1451-1481) kanunlaşmıştı (Özcan, sy. 33 [1982], s. 34). 

Eminler arasındaki hiyerarşide mutfak emininin yeri son sıradadır. Padişah sefere çıktığında emin de onunla birlikte maiyetiyle gider, görevini seyyar mutfakların kurulduğu ordugâhta devam ettirirdi. Bu durumda İstanbul’da bir vekili kalırdı. Mutfak eminleri padişahların av organizasyonlarında da yer alırdı. Matbah-ı âmirenin idarî personeli arasında kethüdâ, kâtipler ve mutfak kilercisi eminin yardımcılarıydı. Kethüdâ mutfağa girip çıkan erzakı kontrol eder, mutfak personeli arasında çıkan ihtilâfları çözerdi. Biri büyük, diğeri küçük iki masraf kâtibi mutfak için dışarıdan yapılan alımların defterini tutardı. Büyük kâtip aynı zamanda mutfak personelinin mevâcibini teslim alır, dağıtımına yardım ederdi. Mutfak kilercisi kilerden çıkan erzakın muhasebesini tutardı.

Osmanlı sarayında çeşitli kurumlarda olduğu gibi mutfaklarda çalışan personel de acemi oğlanı kökenliydi ve ocak sistemine göre teşkilâtlanmıştı. Her grup bölükbaşıların nezaretinde olan bölüklere ayrılmıştı. Personel her yıl birer takım giyecek hakkına sahipti. Maaşları ve giyecekleri Piyade Mukabelesi Kalemi’nde tutulan defterlere göre dağıtılırdı. Personelin maaş ve giyecekleri ağa rütbesiyle mutfak birliklerinin başına getirilen aşçıbaşı tarafından tevzi edilirdi. Saray mutfaklarında çalışan personel mevcudu Kanûnî Sultan Süleyman’ın son yıllarında 629’la sınırlı iken saray nüfusunun artmasına paralel olarak bu sayı XVII. yüzyıl ortalarında 1300’lere ulaşmıştır.

İâşe. Osmanlı sarayının iâşesi, İstanbul piyasasından ve İstanbul dışındaki bölgelerden olmak üzere iki şekilde karşılanırdı. İstanbul içindeki alımlar pazarlardan veya kapanlardan yapılırdı. İstanbul dışından gerçekleşen alımların bir kısmı, görevlendirilen memurlar vasıtasıyla doğrudan üreticiden veya o bölgedeki pazarlardan, bir kısmı da özellikle XVII. yüzyıldan itibaren ocaklık şeklinde olmuştur. Taşradaki muayyen bir üretim birimi mutfağa ocaklık tayin edildiği gibi özellikle mukataa ve cizye gelirleri olmak üzere herhangi bir düzenli kamu geliri de ocaklık haline getirilebilirdi. Bu uygulamadan, devletin ocaklık sistemini taşradan yapılacak alımlar için hazır malî kaynak sağlamak amacıyla oluşturduğu anlaşılmaktadır. Hükümdar ve ailesinin yaşadığı Osmanlı sarayının iâşesine konu olan malların yüksek kalitede ve seçkin olması gerekirdi. Gerek İstanbul piyasasında gerekse taşradan yapılan alımlarda öncelik hakkı matbah-ı âmire için alım yapan memura aitti.

Zamanın nakliye şartlarının elverişsizliği yüzünden iâşeye konu olan malların genellikle deniz ulaşımına uygun bölgelerden getirilmesi tercih edilirdi. Az sayıda mal uzun mesafelerden karayoluyla nakledilirdi. Osmanlı saray mutfağında en önemli tüketim maddesi olan buğday Bursa, Karadeniz’in batı kıyıları, Tuna yalıları, Yunanistan ve Eflak-Boğdan’dan, yetersizlik durumunda ise Anadolu şehirlerinden sağlanırdı. Sarayda tüketilen pirincin çoğu irsâliye olarak Mısır’dan, geri kalan kısmı ocaklık haline getirilen Filibe ve Drama’dan elde edilirdi. Kalite olarak Mısır pirinci kırmızı olan diğer ikisinden daha üstündü. Saray mutfaklarında çeşitli yağlar kullanılırdı. Tüketimi diğerlerinden fazla olan sade yağ hemen tamamen Kefe’den ocaklık olarak sağlanırdı. Zeytinyağı ise Ege bölgesinden, İzmir ve Midilli ile birlikte Yunanistan’daki bazı şehirlerden getirilirdi.

Matbah-ı Âmire Nedir?İzmir’den alınıp Yanaki Reis’in gemisine yüklenen meyvelerin cins, miktar ve konulduğu kapları belirten İzmir Kadılığı tarafından verilmiş hüccet (BA, MAD, nr. 3097, s. 13)

XX. yüzyıla kadar lüks tüketim malları arasında geçen, Yeniçağ’larda halkın çok azının kullanabildiği şeker sarayın vazgeçilmez besin maddelerindendi. Helvahâne mâmullerinde geniş bir kullanım alanı bulan şeker, XVII. yüzyılda sarayda kahve içiminin yaygınlaşmasıyla birlikte seçkinlerin kahveleri için de tahsis edilmeye başlanmıştır. Mısır irsâliyesi içinde önemli bir yekün tutan şekerin az bir kısmı Kıbrıs’tan ocaklık olarak karşılanırdı.

Osmanlı sarayında koyun ve tavuk eti tercih edilir, sığır ve diğer hayvanların eti pek kullanılmazdı. Sığır etinin hemen tamamı pastırmada kullanılırdı. Deniz ürünlerinden balık ise az miktarda bir tüketim payına sahipti. XVI. yüzyılın ilk yarısında yıllık 20.000 civarında koyun/kuzu tüketiminin yapıldığı sarayda bu sayı XVII. yüzyılın ilk yarısında 100.000’e ulaşmıştır. Aynı dönemde tüketilen tavuk/piliç miktarı ise 150.000 civarındaydı. Koyunlar Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinden temin edilmekteydi. Eflak ve Boğdan’ın kıvırcık koyunları sarayda fazlaca talep gören cinslerdi. Rumeli’deki birçok Balkan şehri ve Anadolu’nun doğusundaki bazı şehirler saray mutfağının et ihtiyacının önemli bir kısmının karşılandığı yerlerdi. Tavuklar ise Hudâvendigâr, Tekirdağ, Gelibolu ve Bolu başta olmak üzere Anadolu ve Rumeli’deki çeşitli vilâyetlerden sağlanırdı. Yumurta İstanbul’a yakın olan ve ocaklık haline getirilen İzmit’ten toplanırdı.

Dayanıksız besin maddeleri olan meyve ve sebzeler ulaşım şartları dolayısıyla İstanbul’dan ve çevre köy ve kasabalardan, Marmara sahillerindeki kazalardan temin edilirdi. Ancak Amasya’nın kokulu elması ve Mardin’in eriği mesafenin uzak olmasına rağmen saraya getirilirdi. Kuru meyvelerden çeşitli üzümler, incirler, zerdali, kayısı, çağla badem, fıstık, armut ve nar Ege bölgesinden sağlanırdı. Her yıl görevlendirilen bir memur ihtiyaç duyulan miktarda kuru meyveyi üreticiden veya pazardan satın alır, deniz yoluyla saraya ulaştırırdı.

Baharat Mısır’dan irsâliyesi içinde saraya yollanırdı. Ancak küçük miktarlarda da olsa Anadolu’nun bazı bölgelerinden temin edilenleri de vardı. Safranbolu’dan gelen demirhindi ve safran, Limni’nin tîn-i mahtûmu kayda değer örneklerdir. Mısır’dan gelen baharat karabiber, tarçın, cevz-i bevvâ, zencefil, nişadır, cevz-i hindî, sinâmeki, hıyarşenbih, besbâse, demirhindi ve kurtuma ağırlıklıydı. Saray mutfaklarında iki çeşit tuz tüketilirdi. Kalitelisi ve rağbet edileni Eflak’tan gelirdi, diğer çeşidi ise Koçhisar tuzuydu ve Bursa’dan temin edilirdi. 

Soğutucu olarak genellikle kar ve buz kullanılırdı. Bunların her ikisi de haftalık olarak Bursa’nın dağlarından ve göllerinden sağlanırdı. XV. yüzyılın sonlarında 1,2-1,5 milyon akçe harcamanın yapıldığı saray mutfağında XVI. yüzyılın ikinci yarısında 4,5-5 milyon akçelik bir gider söz konusu olmuştur. Bu miktar zamanla artmıştır. Büyük artışların XVI. yüzyıl sonundaki fiyat artışlarından sonra gerçekleştiği görülmektedir. Nitekim daha XVII. yüzyıl başlarında saray mutfağının bir yıllık gideri 17, 1019-1020 (1610-1611) yıllarında 21, 1024-1025’te (1615-1616) 32 milyona, XVII. yüzyılın ikinci yarısında 46 milyona ulaşmıştır. Matbah-ı âmire harcamalarının kamu harcamaları içindeki payının da zamanla arttığı görülmektedir. XVI. yüzyılın ikinci yarısının başlarında mutfak giderlerinin kamu giderleri içindeki payı % 2,11 iken 1070-1071 (1660-1661) yıllarında bu pay % 6,86’ya çıkmıştır.

BİBLİYOGRAFYA
BA, KK, Matbah-ı Âmire, nr. 7094, tür.yer.; nr. 7104, vr. 1b; nr. 7273, s. 2, 3, 14; nr. 7274, tür.yer.; nr. 7279, s. 2-3, 5-6; nr. 7288, s. 118; nr. 7299, tür.yer.; nr. 7381, s. 1 vd.; BA, KK, Ruûs, nr. 208, s. 25, 161, 193; nr. 209, s. 38, 60; nr. 210, s. 79; nr. 258, s. 37, 62; nr. 260, s. 92, 162; BA, KK, Büyük Rûznâmçe, nr. 1656, s. 33; nr. 2587, s. 21; BA, KK, Dîvân-ı Hümâyun, nr. 63, s. 29; nr. 67, s. 604; nr. 71, s. 108, 681, 698; BA, MD, nr. 2, s. 210; nr. 6, s. 491; nr. 7, s. 270; nr. 14, s. 218; nr. 19, s. 2; nr. 25, s. 50, 71; nr. 43, s. 225; nr. 52, s. 56; nr. 62, s. 215; nr. 73, s. 132, 151; BA, MAD, nr. 236, tür.yer.; nr. 478, s. 1; nr. 1079; nr. 1792, tür.yer.; nr. 1815, s. 154; nr. 2063, s. 16-17; nr. 2448, s. 66 vd.; nr. 2950, s. 16; nr. 3110, s. 82; nr. 3097, s. 13; nr. 4087, s. 33; nr. 4442, s. 8; nr. 4745, s. 2; nr. 4907, s. 17; nr. 6196, s. 1-23; nr. 6278, tür.yer.; nr. 7238, tür.yer.; nr. 7336, s. 42; nr. 7357, tür.yer.; nr. 7534, s. 407, 678, 1048; nr. 15951, tür.yer., nr. 22249, s. 167-179, 202-203, 239-240; BA, D.BŞM, nr. 136, s. 1-4; nr. 2321, s. 12; nr. 2326, s. 3; BA, D.BŞM, Matbah-ı Âmire, nr. 10509, s. 10-11; nr. 10511, s. 18; nr. 10518, s. 8-9; nr. 10524, s. 19; nr. 10525, s. 5-6; nr. 10527, tür.yer.; nr. 10534, s. 2-3; nr. 10549, s.9, 13; nr. 10552, s. 6-8; nr. 10555, s. 8-11; BA, A.RSK, nr. 1457, s. 8-9; BA, D.BŞM, dosya 1/56; BA, D.KRZ, nr. 33119, tür.yer.; BA, Bâb-ı Defterî Evâmir-i Mâliye Kalemi, nr. 26279, s. 18; BA, Ali Emîrî - Murad IV, nr. 146, 693; BA, İbnülemin-Saray, nr. 423; BA, İbnülemin-Hatt-ı Hümâyûn, nr. 210; BA, İbnülemin-Tevcîhat, nr. 717; İstanbul Müftülüğü Üsküdar Şer‘iyye Sicilleri, nr. 142, vr. 56a; Âlî Mustafa, Mevâidü’n-nefâis fî kavâidi’l-mecâlis (nşr. Mehmet Şeker), Ankara 1997, s. 277, 336; Selânikî, Târih (İpşirli), I, 90, 313, 386-387; II, 465, 845; Ayn Ali, Risâle-i Vazîfehorân, s. 93; Hezârfen Hüseyin Efendi, Telhîsü’l-beyân fî Kavânîn-i Âl-i Osmân (nşr. Sevim İlgürel), Ankara 1998, tür.yer.; Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 115, 540, 558-559, 568; Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi: XVII. Asırda İstanbul (trc. H. D. Andreasyan), İstanbul 1988, s. 12, 113; Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekayiât (haz. Abdülkadir Özcan), Ankara 1995, s. 59, 60, 290, 363, 503, 524, 687, 750; Çeşmîzâde, Târih (nşr. Bekir Kütükoğlu), İstanbul 1993, s. 13, 20, 42, 80; Vâsıf, Târih (İlgürel), s. 86, 210, 329, 378; Ahmed Refik [Altınay], Hicrî On Birinci Asırda İstanbul Hayatı: 1000-1100 (İstanbul 1931), İstanbul 1988, s. 16; a.mlf., Hicrî On İkinci Asırda İstanbul Hayatı: 1100-1200, İstanbul 1988, s. 17, 154; a.mlf., On Altıncı Asırda İstanbul Hayatı: 1553-1591, İstanbul 1988, s. 114; İzzet Kumbaracızâde, Hekimbaşı Odası, İlk Eczane, Başlala Kulesi, İstanbul 1933, s. 19; Uzunçarşılı, Saray Teşkilâtı, s. 313-315, 379-384; P. G. İnciciyan, XVIII. Asırda İstanbul (trc. H. D. Andreasyan), İstanbul 1976, s. 30; R. Murphey, “Provisioning Istanbul: The State and Subsistence in the Early Modern Middle East”, Food and Foodways, [baskı yeri yok] 1988, II, 218; A. Greenwood, Istanbul’s Meat Provisioning: A Study of the Celebkeşan System, Chicago 1988, s. 8-9, 13-14, 20, 22; Feridun M. Emecen, “XVI. Asrın İkinci Yarısında İstanbul ve Sarayın İâşesi İçin Batı Anadolu’dan Yapılan Sevkiyât”, Tarih Boyunca İstanbul Semineri, Bildiriler, İstanbul 1989, s. 205-206; a.mlf., “Fodula”, DİA, XIII, 167-170; Gülru Necipoğlu, Architecture, Ceremonial and Power: The Topkapi Palace in the Fifteenth and Sixteenth Centuries, New York 1991, s. 69-71; Helvahane Defteri ve Topkapı Sarayında Eczacılık (haz. Arslan Terzioğlu), İstanbul 1992, tür.yer.; R. Withers, Büyük Efendi’nin Sarayı (trc. Cahit Kayra), İstanbul 1996, s. 101 vd.; Ömer Lûtfi Barkan, “H. 933-934 (M. 1527-1528) Malî Yılına Ait Bütçe Örneği”, İFM, XV/1-4 (1955), s. 316; a.mlf., “1070-1071 (1660-1661) Tarihli Osmanlı Bütçesi ve Bir Mukayese”, a.e., XVII/1-4 (1960), s. 334-336; a.mlf., “H. 974-975 (1567-1568) Malî Yılına Ait Bir Bütçe Örneği”, a.e., XIX/1-4 (1960), s. 330-332; a.mlf., “İstanbul Saraylarına Ait Muhasebe Defterleri”, TTK Belgeler, IX/13 (1979), tür.yer.; Abdülkadir Özcan, “Fâtih’in Teşkilât Kanunnâmesi ve Nizam-ı Âlem İçin Kardeş Katli Meselesi”, TD, sy. 33 (1982), s. 34, 43; Gülcan Kongoz, “Topkapı Sarayı Mutfakları”, TT, III/15 (1985), s. 166-168; Pakalın, II, 416-420; Halil İnalcık, “Ma?bak_h_”, EI2 (İng.), VI, 809-810; Erhan Afyoncu, “Defter-i Hâkanî”, DİA, IX, 93.

Restoran Konsept Tasarımı ve Danışmanlığı, Örnek Restoranlar, Restoran Menüleri, Menü Çeşitleri, Menü Planlaması, Menü Analizi, Menü Yönetimi

Has Aşçıbaşı Ahmet Özdemir Olarak Yurt İçinde Ve Yurt Dışında İhtiyac Duyan Kişi Ve Kurumlara;
Yiyecek ve içecek alanlarında restoran ve konaklama ve işletmelerine belirtilen konularda Osmanlı ve Türk mutfağı, Osmanlı saray mutfağı, Eski İstanbul mutfağı, Anadolu halk mutfağı, Akdeniz mutfağı, menü planlama, konsept belirleme, mesleki eğitim alanlarında uluslararası konumda;

Yiyecek ve içecek danışmanlığımutfak danışmanlığıişletmeci körlüğüYeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?, Kesin Başarı İçin Restoran Danışmanlığı Almalımıyım?, Menü DanışmanlığıRestoran YönetimiGastronomi Danışmanlığıkonsept danışmalığıŞehrin En İyi Restoranlarına Nasıl Sahip Olabilirim? Restoran projeleriYeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular?, Kalıcı Bir Restoran Sahibi Olabilmek İçin Dikkat !!! Gastronomi sektöründe Restoran Konsept Tasarımı ve DanışmanlığıÖrnek RestoranlarRestoran MenüleriMenü ÇeşitleriMenü PlanlamasıMenü AnaliziMenü Yönetimi konularında mesleki eğitim ve danışmanlık hizmetleri vermekteyim. İlgili projeler için mesleki bilgilerime ihtiyac duyan kişi ve kurumlar Türkiye saati ile sabah 10:00 ila aksam 22:00 saatleri arasında tarafım ile İLETİŞİM bilgilerimden bağlantıya geçebilirler...


Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...