11 Nisan 2021 Pazar

Dünyada Aşçılık Tarihi Nedir?


Meğer dünya aşçılık tarihi, ilk olarak Ortadoğu’da yazılmaya başlamış. İlk Arapça yemek kitapları 8’inci yüzyıldan itibaren Bağdat’ta derlenmiş ve uygulamalar, Halep, Kahire, Endülüs gibi Ortaçağ İslam dünyasının büyük şehirlerine yayılmış. Yani Müslüman dünyada ‘yemek tariflerinin kodları’, bugün ne yazık ki bombaların yerle bir ettiği ve büyük bir insanlık dramının yaşandığı Bağdat’ta yazılmış. 10’uncu yüzyılda Bağdat, kozmopolit bir şehirmiş, Arap, Pers, Yunan, Hint, Türk ve hatta Çin ve Afrika kültürlerinin kesişme noktası ve mutfak sanatlarının

Ortaçağ'da İslam Mutfağı Kitap Açıklaması

Sirke ve şeker, kuru meyveler, Hindistan'dan ve Çin'den baharatlar, gül suyu, hurmadan ve kuru üzümden yapılan tatlı şarap...

Tüm bunlar Arap mutfağının altın çağının lezzetleri. Yarı tarih yarı yemek kitabı kimliğiyle keyifli bir mutfak serüveni sunan bu eser, 9. ve 10. Yüzyıllarda Bağdat'taki gösterişli halife saraylarında Pers, Grek-Roma ve Türk aşçılarından esinlenerek geliştirilmiş ve hızla tüm Akdeniz'e yayılmış gastronomik sanatın izini sürüyor. Lilia Zaouali, keyifli bir anlatı eşliğinde İslam'ın canlı mutfak mirasına yeniden hayat vermekte.

Kitap, pişirme araç gereçleri, aromatik çeşniler, yemeklerin sunumu gibi konuları da ele alarak aşçılık sanatının incelikleriyle ilgilenen herkese keyifli bir okuma ve bilgi kaynağı sunuyor.

İkinci bölümdeyse, Ortaçağ İslam mutfağı kaynaklarından alınmış kapsamlı bir orijinal tarifler seçkisi, bu lezzetleri günümüze taşıyan 31 çağdaş tarifle bir araya geliyor. Cevizli ve Narlı Tavuk, Fıstıklı Dana Eti, Bazergan Kuskusu, Taze Kayısılı Kuzu Güveç, Sirke ve Frenk Kimyonlu Ton Balığı, Yumurta Püreli Hurma Dolması gibi yemekler sofralarda yerini almak üzere okuyucuyu bekliyor.

Popüler Meslek Aşçılığın Tarihi İlk Nerede Başlamıştır?
Hayriye MENGÜÇ

Malzeme, hijyen, yazılı reçete… Ortaçağ İslam mutfağının en önemli üç kriteri. Dünya mutfak tarihinin ilk kodları, Orta Doğu topraklarında yazılmış. Tüm dünyaya da buradan yayılmış. Günümüz mutfak kültürü ve tarif bilgisiyle Ortaçağ geleneğinin izini sürmek, aslında bir yeniden yaratım macerası. Denemeye değer…

Thomas Mann’ın Büyülü Dağ romanında nefis bir Doğu-Batı çözümlesi vardır. Terazinin bir kefesine Doğu, diğer kefesine Batı Medeniyeti’ni koyduğunuzda, Doğu daha ağır basar. Terazinin Batı kefesi hafif kaldığı için yukarı kalkar. İnsanlar yukarıda kalan Batı Medeniyeti’ni bu nedenle daha üstün görürler, oysa onu yukarıya kaldıran Doğu Medeniyeti’nin ağırlığıdır. Bu betimlemeyi okuduğumda çok etkilenmiştim, tıpkı Lilia Zaouali’nin Ortaçağ’da İslam Mutfağı kitabını okuduğum zamanki gibi.

Meğer dünya aşçılık tarihi, ilk olarak Ortadoğu’da yazılmaya başlamış. İlk Arapça yemek kitapları 8’inci yüzyıldan itibaren Bağdat’ta derlenmiş ve uygulamalar, Halep, Kahire, Endülüs gibi Ortaçağ İslam dünyasının büyük şehirlerine yayılmış. Yani Müslüman dünyada ‘yemek tariflerinin kodları’, bugün ne yazık ki bombaların yerle bir ettiği ve büyük bir insanlık dramının yaşandığı Bağdat’ta yazılmış. 10’uncu yüzyılda Bağdat, kozmopolit bir şehirmiş, Arap, Pers, Yunan, Hint, Türk ve hatta Çin ve Afrika kültürlerinin kesişme noktası ve mutfak sanatlarının da buluşma yeri olmuş. Günümüze kadar ulaşan birçok tarif, makarna ve pilav da dahil Arapça ya da Pers kökenliymiş.

Paris Jeussieu Üniversitesi’nde Müslüman Dünya’nın Antropolojisi dersleri veren, bilimsel yayınlarının yanı sıra kısa hikayeleri de bulunan yazar Zaouali’nin kitabı, kısa bir tarihçe eşliğinde 174 yemek tarifi veriyor. Ruhun Gıdası Kitaplar tarafından Ocak 2016’da basılan ve Barış Baysal’ın İngilizce’den Türkçe’ye kazandırdığı kitap, 2004 ‘te ilk olarak İtalyanca yayınlanmış, daha sonra İngilizce, Rusça ve Fransızca olarak da basılmış. Kitap üç bölümden oluşuyor. İslam mutfağına malzemeler, teknikler ve terminolojik açıdan genel bir bakış attıktan sonra kitap, ikinci bölümde soğuk mezelerden çorbalara, mandra ürünlerinden kuskus, pilav, omlet ve pastalara kadar geniş bir tarif derlemesi sunuyor. Son bölümde ise Kuzey Afrika Mutfağı’na ait 31 çağdaş tarif anlatılıyor. Bağdat’tan Cordoba’ya, Tunus’tan Palermo’ya ilerleyen İslam mutfağının bu gastronomik rotasını gördükçe; keşke geçen yaz Tunus’a gitmeden önce okumuş olsaydım, bu kitabı diyorum…

Kitabın önsözünü yazan Charles Perry, İslam dünyasının en zengin Ortaçağ yemek kültürüne sahip olduğunu, 1400 öncesi Arapça yemek kitaplarının sayısının dünyadaki tüm diğer dillerdeki yemek kitapları toplamından fazla olduğunu belirtiyor:

“Tarih boyunca birçok kültürde aşçılık, ya ev yemekleri için anne yanında ya da şefler için profesyonel bir mutfakta çıraklık ederek öğrenilmiştir. Ortaçağ Arapları yemek tarifleri yazmaya, onları yemek kitaplarında derlemeye ve bunlara bakarak yemek pişirmeye alışıklardı.”

Bu alışkanlıklarının temeli ise Pers uygarlığına dayanıyormuş. Pers aristokratları, gözde tariflerini kişisel yemek kitaplarına not ederlermiş. Bağdat da bu geleneği izlemiş. Bilinen en eski Arapça yemek kitabı ‘Kitab al-tabikh’; 10’uncu yüzyılda, 8’inci ve 9’uncu yüzyıl halifelerinin ve saray mensuplarının tarif koleksiyonlarından derlenmiş.

Mutfaktan çıkmazlarmış

9’uncu yüzyılda Bağdat yakınlarındaki Rusafa kraliyet sarayında prens ve cariyeleri, mutfak sanatları tutkusuyla bir araya gelerek zamanların çoğunu fırınların önünde geçirirmiş. İyi aşçı olan cariye, kıymetliymiş. 747’de Şam’daki Emevileri indirerek iktidara gelmiş Abbasi hanedanından olan birçok Bağdat halifesi de aşçılıkla fazla ilgilenir, bazı yemeklerin hazırlanmasına bizzat iştirak edermiş. Halifeler, Yunan tıp okullarında eğitim görmüş Hıristiyan hekimler tutar ve bu hekimler,ilaç reçetesi gibi insanlara yiyecek reçeteleri hazırlarmış. Bu neden Arap dünyasının titizlikle hazırlanmış tarifleri, özünde çok güvenilik tıbbi bilgiler içeriyormuş.

12’nci yüzyılda  Avrupalılar Latincesi olmayan kitapları, özellikle de felsefe ve tıp eserlerini okuyabilmek için Arapça öğrenmeye başlamışlar. Kısa sürede bu tarifler derlenmiş. 14’üncü yüzyıldan itibaren ise tarifler, Latince’ye sonra da Almanca’ya çevrilmiş. 10’uncu yüzyıldan sadece bir kitap, 11’inci ve 12’inci yüzyıldan hiç, 13’üncü yüzyıldan ise 5 kitap kalmış. Tüm bu kitaplar Arapça derlenmiş, 10’uncu ve 13’üncü yüzyıl arasında hiçbir yemek kitabı Persçe, Yunanca ya da Latince yazılmamış. Bu arada kitapları genelde erkekler yazmış. Çok az istisna dışında pişirenler, yorum yapanlar, yazanlar büyük oranda erkekmiş. Kitaplarda anlatılan hikayeler tamamen tüketici ve aşçı erkekler arasındaki karşılaşmalardan ibaretmiş.

Sirke, Babil Tabletleri’nde bile varmış

Kitap, eski dönemlerin beslenme takıntıları ve fobileri, mutfak geleneklerini aktarması açısından dikkat çekici. Bilgiler okuru yormadan merak uyandırarak anlatılıyor. Antik dönem mutfak mirası olan tatlı ekşi yemeklerin mucidi araştırılıyor, yemek pişirirken sirke kullanımının izleri sürülüyor. Bu konudaki ilk imânın M.Ö. 1700-1600 civarında Eski Babil dönemine ait bir çiviyazısı tablette bulunan bir tarife dayandığı anlatılıyor. 2 bin yıldan daha fazla bir zaman sonra Roma yemeklerinde baharat, sirke ve bal gibi zıt çeşnilerin kullanımı, Ortaçağ İslam mutfağının da kendine özgü niteliği haline gelmiş. Arap mutfağındaki peygamber geleneği, İslam’ın ilk günlerindeki Arap yemekleri, İslam’ın getirdiği yeni yemek normları ve Kur’an yasakları da kitapta anlatılıyor.

Mutfak tarihimizde Dünyada Aşçılık Tarihi Nedir dediğimizde ilk. karşımıza çıkanlardan biride Yemeğe meyve ile başlanırmış
Bir yemeğin başarısı herşeyden önce kap kacağın ve gıdaların düzgün temizlenmesine bağlıdır. Bu gerçekle hijyen, Ortaçağ dönemi yazarlarının en başta gelen meselesiymiş. Ayrıca aromalı malzemeler, Ortaçağ İslam mutfağının özüymüş. Tuzlama ve salamura yoluyla koruma yaygınmış. Baharat karışımlarının yanı sıra mayalı çeşniler-soslar önemliymiş.Yemekler alçak, ahşap bir masada ya da yere serilmiş bir örtüyle servis edilir; soğuk, sıcak, ana yemek, meze, sos ve sirke hepsi bir kerede masaya getirilir, küçük kaselerde servis edilirmiş. 

Abbasiler yemeğe meyveyle özellikle de hurmayla başlar, soğuk tuzlu yemeklere geçer, sıcak yemekler sirke ya da tuzlu su içinde korunmuş sebzelerle birlikte sunulurmuş. Kasenin dibi ekmekle sıyrılır, yemeğin sonunda tatlı ve şıralar ikram edilirmiş. Endülüslü yazar Ibn Razin, yemeğe; tharid, makarna, dana ve koyun gibi yağlı etler, kuru etler, balık, fırınlanmış tohumlar gibi ağır yemeklerle başlanmasını, sonra sebzeye geçilmesini önerirmiş. Tüm çok tuzlu yemekler “midenin ortasına gelmeliymiş” ve tatlılar, ham meyve ve tatlı içecekler en son tüketilmeliymiş.

Abbasi döneminde görgü kuralları, yemekten önce ve sonra özel sabunlar ve tozlarla özenle yıkanması gereken ellerin temizliği konusunda çok sıkıymış. Kemikler gürültü çıkarılarak emilmez, çğnenmiş et tabağa geri bırakılmazmış. Meyveleri direkt ısırmak yerine, istenilen miktarda bıçakla kesmek, ellerin meyveyle kirletilmemesi esasmış. Yemeğin sonunda ise dişler bir kürdanla temizlenir ve misk, sandal, heribar, karangil, tarçın vs kötü nefes kokularını önlemek için emilirmiş.

Kitap, bazı mutfak ritüellerinin gerçekten kadim bilgiler olduğunu ve Ortaçağ’dan bu yana yapılageldiğini anlama fırsatı veriyor okuyana. Verilen tarifler ise ‘geride kalmış bir çağın orijinal tadlarını’ yeniden yaratma hevesi yarattığı için çok kıymetli. Çok eskilere dayanan bu mutfak mirasını günümüz malzemeleriyle yeniden var etmek, yeni tad arayışındaki yemek tutkunları için heyecan verici olmalı.

Akdeniz Üniversitesi Akdeniz Uygarlıkları Araştırma Enstitüsünden Sn. "Durmuş YILDIZ" Ortaçağ’da İslam Mutfağı adlı eser için aşağıdaki çalışması yazmıştır.

Orjinalinde L’islam a Tavola. Al Medioevo a Oggi olarak İtalyanca yazılmış olan kitap Medivial Cuisine of the Islamic World: A Concise History with 174 Recipes olarak 2007’de İngilizce’ye çevrilmiş ve Barış Baysal tarafından da dilimize kazandırılmıştır. Charles Perry’nin Önsöz’ü (7-14) ile başlayan kitap, Ortaçağ Arap aşçılığı ve diğer çeşitli yazılarla derlenen yazmaları tercüme eden ve düzenleyen modern bilim adamlarının eserini de konu alıp Ortaçağ Arap aşçılığının kaynakları üzerine kurularak 3 ana bölümden oluşmaktadır.

Kültürel Geçmiş ve Mutfak Bağlamı (15-60) isimli ilk bölüm kendi içeri­sinde iki alt başlık altında incelenmektedir. İlki, Dünya Mutfaklarının Kesişme Noktaları’nda (17-51) X. yüzyıldan kalma Abbasi Bağdatı’ndan XIII. yüzyıldaki Halep’e, Bağdat’a ve Cordoba’ya kadar tarih boyunca uzanan orijinal Arapça baskıları doğrudan çiziyor. Hepsi saraylı ve aristokratlar tarafından yazılmış, yemek tarifleri ve mutfak prosedürleri dışında edebi fıkralar, şiirler, önemli ziyafetlerin tasvirleri ve sağlık-hijyen üzerine söylemler içeren çevrelerinin zenginliğini yansıtıyorlardı. 

Bu ilgi çekici ve bilgilendirici kitapta Zaouali, mut­fak yazıları için bir bağlantı sağlamak adına tarihsel anlatıları örgütleyerek tıp metinleri gibi tamamlayıcı materyal sunmaktadır. Yemek tarifelerinin tarihsel ve kültürel geçmişi, mutfak geçmişi kaynakları, yemek tarifleri ve çevrelerinin ana kitaplarının yazarları ve dini kaynaklardan alınan kurallar ve etkiler hakkında geniş kapsamlı bilgiler yer almaktadır. Ardından çeşitli tarihsel geç­miş­lerden gelen mutfak etkileri hakkında bilgi edinerek Antik Dönem, Arabis­tan çöl ve vahaları, İran saray mutfağı, Türk işgalleri ve İspanya da dâhil olmak üzere çeşitli fethedilen topraklardaki kültürel karakterlerin etkileşimleri sıra­lanır.

Bölümle ilgili can alıcı nokta sözcükler ile terimlerin sürekliliği ya da yok ol­masıdır. Kitapta iki tür yemek olan sikbaj ve tharid ise Ortaçağ mutfağında ön plana çıkmaktadır. Bir Pers dilinde bir kelime olan sikbaj, sirke ve şekerde veya balda pişirilen etleri farklı versiyonlarda düzenlenirdi. Peygamber Efen­dimizin en sevdiği söylenen tharid, öğütülmüş ekmek üzerine dökülen bir et suyundan oluşan özünde Arap yemeğidir. Yine, bu yemekler, kaliteli etler, baharatlar, yağlar, fındıklar, peynirler ve benzerleri ile sarayda pişirme konu­larında çok gelişmiş varyasyonlara sahipti. Sikbaj terimi Arapça ve Farsça uzun süredir varlığını sürdürüyor ve belki geçmişin sert zevklerini bıraktığını gösteriyor. 

Yeni Dünya’daki gibi, İtalya ve İspanya’da escabache ve türevleri­nin sikbaj‘dan türemiş oldukları düşünülür ve tipik olarak (aynı zamanda zeytinlere ve nadiren de keklik gibi) soğuk yenilen salamura ya da marine edi­len balık çeşitlerini gösterir. Basit ve genel olan tharid, pek çok biçimde ve farklı isimler altında devam ediyor. Anadolu’da lavaş üzerine suyunda haşlan­mış kuzu eti olan tirit, Arap Dünyası’nda ise farklı isimler almaktadır: Mısır’da ve Levant Bölgesi’nde yaygın olan ise galeta unu içirir ve et suyu içinde yer alır, sıklıkla koyun ve kuzunun ayağı veya işkembesinden yapılır. Çoğunlukla ekmeğe yoğurt, pirinç ve bazen de sirke eklenir. Irak’ta pirinç ve yoğurt olan­dan yapılana tashrib adı verilir; bir çeşit ekmek ıslatmadır. Kelimeler ve mal­ze­meler çeşitli yollarla birbirini isimler değişse de sürekli takip eder.

İkinci ve son alt başlık olan Malzemeler, Teknikler ve Terminoloji’de (51-60) kap kaçak olarak altın ve gümüş malzemenin yer aldığı; ama İslam’da ya­sak olduğu için killi kaplar (1 kez) sırlı kaplar (5 kez) kullanılmış, metal/söğüt ağacı/hasır şiş, bakır kâse/huni, bileyici, kevgir ve balta gibi malzemeler de mevcut olmuştur. Ayrıca mayalı çeşniler ve baharat karışımlarından da sıkça bahsedilerek yemeklerin ahşap masa ya da yere serilmiş örtü üzerinde yen­diğinin altı da çizilmiştir. Pişirme yöntemi olarak ‘bir kaynatım’, ‘iki kaynatım’ ya da ‘gerekli miktarda’ ifadeleri kullanılarak terimler ve ölçüler ifade edilmiş­tir.

Kitabın ana ve ikinci bölümü Ortaçağ Geleneği (61-128), soğuk mezeler (9 adet), ekmek ve et suyu (5 adet), tatlı ve ekşi yemekler (14 adet), rostolar, köfteler ve sosisler (11 adet), kırmızı et-kümes hayvanları (9 adet), balıklar (23 adet), peynir ve diğer mandıra ürünleri (10 adet), çorbalar (7 adet), ma­karna (9 adet), kuskus (5 adet), pilav-omlet (11 adet), soslar (6 adet), hamur işleri (14 adet) ve fermente edilmiş çeşniler ile şarap (10 adet) türüne göre sınıflandırılan tariflerden oluşmaktadır.

Son bölüm ise, yazarın ortaçağ gelenekleriyle bir miktar sürekliliğe sahip olduğuna inandığı Çağdaş Kuzey Afrika Mutfağı’ndan (131-160) gelen tarif­leri içermektedir. İçerikler, yöntemler, modern aşçılığında Yeni Dünya ürün­le­rinin yaygınlığı, ortaçağ mutfağının temelinde yer alan birçok malzemenin unutulması ve terk edilmesi (özellikle murri, çürümüş tanelerden yapılmış bir çeşnidir, görünüşe göre soya sosunu andırıyor) ve baharat, sirke ve şekerin güçlü lezzetlerinin azalması süreklilik sağlamadığı gerçeğini göstermektedir. Bölüm, Ortaçağ tarifleri kısa önsözlerle okuyucuya sunularak bunların mo­dern mutfakta hazırlanmasının mümkün olduğunu ve modern bir lokanta için sevindirici olacağını önermektedir. Ayrıca baharatların sayısı ve çeşitliliği ile tavsiye edilen sirke miktarı açısından atalarının sınırlı türleri oldukları görülür.

Bu çalışmada antikçağdan günümüze kadar yapılan yiyeceklerin çeşitli isim­ler kullanılsa da aslında ufak değişikliklerle her bir kültürü etkileyerek kul­la­nılması ve bunu antik kaynak, Arapça eserler de dahil olmak üzere çeşitli kay­naklar baz alınarak oluşturulduğu anlaşılmaktadır. Tarihsel anlatılar, anek­dotlar, geçmiş inanç ve zihniyetlerin yeniden yaratılması ve açıklamalı ta­rifler, Ortaçağ İslam Dünyası mutfağında açık ve anlaşılır bir üslupla sunul­maktadır. Ortaçağ Arap mutfağıyla ilgili literatüre değerli bir katkısı olan eser, Kitapta Geçen Terimler (161-166), Yemek Tarifleri Dizini (167-172) ve Genel Dizin (173-192) bölümleri ile son bulmaktadır.

Ortaçağ İslam Dünyasında Tüketici Grupları, Moda Ve Yönelimler Üzerine Bir Taslak...
Ahmet Nurullah ÖZDAL*

Özet
Günümüzde olduğu gibi Ortaçağ’da da toplum hiçbir şekilde homojen bir yapıya sahip değildir. Gelir seviyesi, sosyo-ekonomik faktörler, kültür
seviyesi, yaşam tarzı ve davranış biçimlerine göre insanlar çeşitli pazar bölümlemelerine ayrılabilirler. Bu insanlar kendi aralarında göçebeler- köylüler-şehirliler şeklinde, kadınlar-erkekler-çocuklar şeklinde, resmi kurumlar ve sivil tüketiciler şeklinde ya da üst-orta-alt sınıflar, köleler şeklinde alt gruplar halinde ele alınabilirler. 

Akıllı tüccarlar, bu şekilde içlerinde bulundukları toplumun nabzını tutabilmişlerdir. Belirli istekleri olan bu alt-gruplardan gelen talepleri değerlendirmesini bilmişler ve buna yönelik 123 tedarikçi çözümler geliştirerek zenginliklerini arttırmışlardır.

Harcama alışkanlıklarını etkileyen göç, kriz gibi olağanüstü durumlar söz konusu olabilir. Bunun yanında, farklı biçimlerde kendini gösteren moda akımları da Ortaçağ insanına yabancı olmayan olgulardır.

Giriş
Asırlar öncesine ait ve birbirlerinden farklı, değişken dinamiklere sahip çok geniş bir coğrafyanın halklarını ayrıntılı biçimde müşteri segmentasyonlarına ayırmak mümkün olamayacağı gibi böyle bir gayrete girmek de birçok sakıncaları beraberinde getirecektir. Yine de, kaynaklar incelendiğinde genel hatlarıyla bazı tüketici gruplarını betimlemek mümkün olabilmektedir. Bunlardan köylüler ve göçebeler, daha çok pazar yerleri ve ilgili çarşılar vasıtasıyla mutfak eşyası, kap-kacak, giysiler, saban ve kürek benzeri çiftçi araç-gereçleri gereksinimlerini temin ediyorlardı. Ortaçağ’da kadınlar, yanlarında bir erkek olmaksızın çarşıya ancak ev eşyası, süs eşyası, kumaş, kişisel bakım ürünleri satın almak ya da hamama vs. gitmek üzere çıkarlardı. 

Mesela parfüm mağazaları, kadınların içeride uzun süre vakit geçirdikleri dükkânlardandı.1 Bazen kadınların, örneğin ses çıkaran topuklu124 ayakkabılarla dışarı çıkmaları hoş karşılanmayabilirdi.2 Yine de Şiraz’da bir kadın, eğer örtülüyse ve ayaklarında mest, yüzünde de peçe var ise serbest bir şekilde alışverişe çıkabiliyor ve elinde yelpazesiyle vaaz dinlemek üzere mescide gidebiliyordu.3 Hatta daha tutucu olmasını bekleyebileceğimiz Mekkeli kadınlar, paralarını cömertçe güzel esanslar için harcamaktaydılar.4 

İbnu’l-Fakîh, Yemame bölgesinin kadınlarının da parfümden anladıklarını, güzel kokular süründüklerini ve bunun onlar için bir alamet-i farika olduğunu söyler.5 Türk kadınları da bu anlamda gayet özgürdüler. 1334 yılı Altınorda Hanlığı’nı ziyaret eden İbn Battuta, günümüz Kafkasya’sında Burgo- Madzhary’e karşılık gelen Macar şehri hakkında şunları söyler:

“... Pazar esnafının eşlerine gelince, bunların da durumu diğerleri gibidir. Bu kadınlardan birini, atların çektiği harikulade bir arabada gördüm. Etrafında eteklerini tutan birkaç cariye vardı. Kadının başında mücevherlerle donatılmış ve ön tarafında tavus kuşu tüyünden sorgucu bulunan bir hotoz vardı. Arabanın pencereleri açıktı. Zaten Türk kadınları yüzleri açık dolaşıyorlar. Bir başka kadını da aynı şekilde gördüm. Yanındaki köleleriyle pazara süt, yoğurt getirip satıyor, karşılığında parfüm satın alıyordu... 

Öyle olur ki bazen kadınlara erkekleriyle beraber rastlarsınız ve adamı kadının hizmetkârı zannedebilirsiniz. Çünkü kadının bu alımlı, bakımlı, süslü haline karşılık kocasının üzerinde koyun postundan bir kürk ile başında külah bulunur.”6

Gençler de aynı şekilde çarşı ve bedestenler vasıtasıyla giyim, kişisel bakım ve süs eşyası satın alabilirlerdi. Yemenli gençlerin cenbiyelere7 olan düşkünlükleri bilinmektedir. Mekkeli gençler, zarif, çok temiz ve genelde beyaz elbiseler giymekte, güzel kokular sürünmekte, gözlerine sürme çekmekte ve dişlerini misvakla fırçalamaktadırlar.8 Bağdatlı geçler de giyim- kuşamlarına ihtimam göstermekte, özel günlerinde misk ve amber sürünmekte, erkek olmalarına rağmen saç ve sakallarını boyamakta da herhangi bir beis görmemektedirler.9 

Çarşılarda çocuklara yönelik oyuncaklar satan dükkânlar da bulunmaktadır. Hatta bazı fıkıh ve ahlak kitapları, çocuklar için üretilen, insan veya hayvan suretli oyuncakların namaz kılınan mekânlarda bulundurulmaması gerektiğini hatırlatırlar. Kahire’de, yalnızca çocuklara hitap eden, şekerlemelerin birçok türünü farklı renklerde ve şekillendirilmiş versiyonlarla satışa sunan dükkânlar bulunmaktadır.10

Hükümdarlık sarayları ile üst düzey resmi görevlilere ait köşk, kasır ve konaklar, her türden lüks eşya ve mücevherat satın alımları yaptıkları gibi yüklü mutfak giderlerine de sahiptiler.11 Saraylar bu satın alımları büyük tüccarlarla doğrudan yaptıkları gibi belirli işletmelerle sözleşmeli alımlar da gerçekleştirmekteydiler. İbn Haldun, hanedanlıkların ve resmi kurumların yeryüzündeki en büyük pazarlar olduğunu, bir grup olarak en büyük tüketici kitlesini oluşturduklarını söylemektedir. 

O, aynı zamanda bu büyük hacimli harcamanın ekonomiye canlılık ve hareket kazandırdığını belirtir.12 Bu tüketici grubuna hitap eden ürünler arasında mutfak gereksinimleri ve erzak, tırazhane ürünleri, yapı malzemeleri vb. bulunmaktaydı. Kâğıt ve benzeri kırtasiye malzemesinin en mühim müşteri kitlesini de resmi ofisler teşkil ediyordu.13 Resmi makamların veya vakıf benzeri kuruluşların görevlendirdiği mimar ve mühendisler de bu grupta değerlendirilebilir. Onlar da inşaat / yapı malzemesi veya işçi kiralama işlerini doğrudan sözleşmeli satın alımlar vasıtasıyla hallediyorlardı.

Savaşçılar, ihtiyaçları olan silah, gıda ve gündelik kullanım eşyasını ordu pazarları vasıtasıyla temin etmekteydiler. Hastaneler, farmakolojik bitki ve baharatlar, ilaçlar, alkol benzeri tıbbi malzemeye gereksinim duymaktaydılar. Bu ihtiyaçlar bazen aktar dükkânlarından satınalım yoluyla bazen de tedarikçi tüccarlar aracılığıyla karşılanıyordu. Mir’âtü’z-Zamân adlı eserde, Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey döneminde Bimâristânu’l-Adûdî (Adûdî Hastanesi) için satın alımı yapılan malzemelerin bir listesi verilmiştir. 

Bu malzemeler arasında, yatak, yorgan, nevresim takımları, toz şeker, kesme şeker, badem, kayısı, saklama küpleri (yiyecek ve ilaçlar için ayrı formlarda), Çin işi kaplar (tıbbi bitki köklerini saklamak üzere), Kabil ve Hint menşeli kara helile, demirhindi, zencefil, öd ağacı, misk, amber, ravend-i çinî, tiryâk- ı fârukî, hasta giysileri, mendiller, farklı ebatlarda yemek kazanları, çömlek ve tencereler, tıbbi araçlar, kefen bezi ve tabutlar bulunmaktadır.14

Medrese öğrencileri, âlimler, kitap okumaya ve felsefeye ilgi duyanlar, kısacası ilim erbabı, ihtiyaç duydukları kitap, kalem, kâğıt, hokka- divit takımı, mürekkep gibi nesneleri çarşıların sahaflar ve varakçılar / kırtasiyeciler kısımlarından temin edebiliyorlardı.15 Bu tarz sahafçılar çarşıları, aynı zamanda ilim, edebiyat meraklısı münevverlerin buluşup çeşitli entelektüel sohbetler ya da şiir dinletisi benzeri etkinlikler düzenledikleri mekânlardı. 

Esasında kültürün pahalı olduğu16 bir devirden bahsettiğimize göre, Ortaçağ’da kitaplarla ve ilimle iştigal eden bu kesimi de lüks harcama yapan bir alt-grup olarak görmeye temayül edebiliriz. Ancak Dımaşkî, bu gruptakilerin büyük kısmının –filozoflar ve âlimler– yoksul bir konumda bulunmalarına rağmen varını yoğunu kitaplara harcayan ʽsadık müşterilerʼ olduklarını söyler.17 Bu ilginç bir bilgidir ve kitap satın alma işini ʽzenginlere ait pahalı bir hobiʼ mertebesinden, bahsedilen ürüne daha çok ihtiyaç duyan tanımlanmamış bir bağımlılık türünün müptelalarınca icra edilen konuma yükseltir. Yine de dönemin zengin kitap koleksiyonerleri yok değildir.

Endülüs Emevî halifelerinden el-Hakem II (961-976), kitaplar satın almaları için uzak ülkelere özel görevli tüccarlar gönderiyor ve bu iş için de onlara yüklü miktarlarda paralar veriyordu.18 Suriye bölgesinde de Benî Ammar (Ammaroğulları Ailesi)’ın kitap tutkusu biliniyordu. Onların, tüm memleketlerdeki kitapları satın alma vazifesini ifa eden sayısız adamları vardı. 

Bu uğurda muazzam servetleri feda etmişlerdi ve neticede Trablus’taki Dâru’l-İlm’in kütüphanesinde 3.000.000 kitabın toplanmasını büyük ölçüde sağlamışlardı.19 Bu kitap tedarikçisi ajan-tüccarlara cavvâl denilmekteydi. 127 Özellikle 10. ve 11. yüzyıl İslam dünyasında bir tür kitap-mania (kitap çılgınlığı) yaşandı. Kitap ticaretinin altın çağını yaşadığı bu dönemlerde nadir ve güzel nüshaların peşinde koşan, müzayedeleri takip eden bir kitapseverler kalabalığı vardı.20 Bu ticaretin yoğunlaştığı şehirlerden birisi Kurtuba idi ve Endülüs’te şu şekilde bir kanaat oluşmuştu:

“Eğer İşbiliyye’de bir âlim ölse ve kitapları satılmak istense, o kitaplar Kurtuba’ya taşınır, Kurtuba’da bir şarkıcı ölse ve müzik aletleri satılmak istense, o aletler İşbiliyye’ye taşınır”21
Bağdat’taki Sûku’l-Kütüb (Kitap Çarşısı), yaklaşık yüz dükkâna sahipti.22 12. yüzyılda Fas’ın Marakeş şehrinde de sahaflar, ciltçiler ve kâtiplerin toplanmış olduğu ve her iki yakasında ellişerden toplam yüz adet sahaf ve kütüphanenin bulunduğu bir kültür sokağı vardı.23 

Makrîzî Kahire’deki Sûku’l-Kutûbiyyîn (Kitapçılar Çarşısı)’den bahsettiği gibi İbn Battuta da Şam’daki Emeviyye Camii’nin civarında bulunan ve kâğıt, kitap, kırtasiye malzemelerinin satıldığı, kitap meraklılarının uğrak yeri olan varraklar ve kitapçılar çarşısından bahseder. Bir başka yazar olan İbnu’l-Mubarrad da Şam’ın her biri bir uğraşıya ayrılmış yüz elli çarşısını anlatırken bu kitapçılar çarşısını zikretmektedir.24 

İbnü’n-Nedîm, bu şekilde ünlenmiş kitap tüccarlarından birisiydi ve eseri el-Fihrist de aslında çok farklı konuları ihtiva eden 60.000’in üzerinde kitabın adını, tanıtımlarını içeren bir nevi katalogdu. İbn Surah (öl. 1211) ise Kahire’nin en önemli kitapçısıydı, nadir kitapları koleksiyonculara satıyordu ve haftada yalnızca iki gün –pazartesi ve Çarşamba günleri– müşteri kabul ediyordu.25 Konu felsefeyle alâkalı olunca, bazen kitap satışlarına kısıtlama da getirilebiliyordu. 

9. yüzyılın sonlarında Halîfe Mu’temid, seyyar oyuncuları ve sokak falcılarını kaldırımları işgal etmekten men ettiği gibi kitap satıcılarını da felsefeye ve dini münazaralara dair eserler satmayacaklarına dair yemin ettirmişti.26 Özellikle nadir kitap satışları, ya pazarlık usulü –yani satıcının verdiği üst rakamı alıcı adaylarının ufak ufak indirmeye çalıştıkları yöntem– ya da açık arttırma usulü –yani satıcının verdiği ilk fiyatın alıcılar tarafından tedrici olarak yükselttikleri yöntem– ile gerçekleşmekteydi.27

Aslında her anlamda koleksiyonerler, satın alımlarını açık arttırma usulüyle gerçekleştirmekteydiler. Müzayede, bazen bir antikacının dükkânında düzenlenebilirdi ve halka şeklinde oturan konuklar, münadinin yüksek sesle tanıtımını yaptığı obje için tekliflerini sunarlardı. Bu nesne, bir kitap, antika bir eser, henüz kesimi yapılmamış nadir bulunur bir değerli taş olabilirdi. Hatta bu nesneler, vefat etmiş bir büyük zatın gündelik eşyası da olabilirdi.28 Zevk ve hobi sahipleri de bu grupta değerlendirilmesi gereken müşterilerdir. 

Mısır’da antik objeler, mumyalar, hatta içi pamukla doldurulmuş Afrika’nın egzotik hayvanlarını29 zevkle sergileyen böyle koleksiyonerler vardı. Zengin bir av tutkunu, şahsına ait bir mini hayvanat bahçesi oluşturabilirdi ve buradaki her bir hayvan için yüksek meblağlar ödeyeceği aşikârdı. 

Üsame İbn Münkız’ın babası böyle bir zevk tutkunuydu ve onun cins atları, avcı doğan ve şahin kuşları (Karadeniz’in kuzeyinden ve Doğu Anadolu’dan getiriliyordu), içgüdüsel olarak kuş avına yatkın zağar cinsi tazıları (Anadolu’dan getiriliyordu), ceylan avında kullanılan sarı renkli hamaviyye cinsi köpekleri (Suriye’nin Hama kenti menşeli), sulûkî cinsi köpekleri, çalılıklarda kuş yakalamak üzere eğitilmiş gelinciği ve yine av için yetiştirilmiş çita ve leoparları vardı. Bu uğurda doğan, çita, tazı terbiyecileri, ahır görevlileri çalıştırmaktaydı.30-129

Dervişler, sûfîler ve bunların bağlı oldukları dergâhlar, tekkeler de burada zikredilmeye değer bir potansiyele sahip olan ve bu potansiyelinin 13. yüzyıldan itibaren yükselen bir ivme yakaladığını bildiğimiz bir diğer tüketici gruptu. Normalde bir tekkenin mutfak vs. giderleri, bağlı bulunduğu vakfın satın alımlarıyla veya hayırseverlerin ayni yardımlarıyla karşılanmaktaydı. 

Bir de derviş ve müritlerin, hatta şairlerin yahut sıradan halkın tiryakilik seviyesinde tükettikleri bazı ürünler de vardı. Bu ürünlerden biri olan çay hakkında ilk bilgileri 9. yüzyıldan itibaren Güney Çin’den dönen Müslüman seyyahlar vermeye başlamıştı. Mazaherî, Ahbâru Atâr isimli bir kitapta 13. yüzyılda mühürlü paketler içerisinde Çin’den İran’a getirilen çaydan bahsedildiğini söyler.31 Çay, daha çok İpek Yolu vasıtasıyla Müslüman ülkelere naklediliyordu ve Orta Asya’nın tekkelerinde sevilerek tüketilen, misafirlere ikram edilen bir sıcak içecek haline gelecekti. 

Nakşîbendiyye Tarikatı’nın kurucusu Şeyh Muhammed Bahâuddîn’e atfedilen bir söz, “– Çay, Nakşîlerin çorbasıdır” şeklindeydi. Çayın Arap dünyası tekkelerindeki karşılığı ise kahveydi. Ortaya çıkış efsanelerinden birisinde Etiyopyalı keçi çobanından bahsedilse de kahve, sıcak olarak servis edilen içecek formatını Yemen’de kazanmıştı. Uyarıcı etkileri kısa sürede fark edildi ve dervişlerin gece uyanık kalıp daha fazla ibadet edebilmek için tükettikleri bir ürün haline geldi.32 Mısır ve Arabistan’da yaygınlaşması ise 14. yüzyılın sonlarından itibaren oldu. Anadolu ve Suriye bölgelerindeki bazı tekkelerde ve hatta halk arasında da yaygın biçimde kullanılan diğer maddeler arasında ise esrar ile afyon da bulunuyordu.33

Doğulu Hıristiyanlar, dini ritüelleri gereği bazı ürünlerin en büyük talipleriydiler. Mesela onların kilisede mum yakma gelenekleri, kendilerini doğal olarak bu ürünün tüketicileri yapıyordu. Kahire’deki Sûku’l- Kammâhîn, özellikle yüklü miktarda mum satışının gerçekleştiği, Hıristiyanların Vaftiz bayramlarında kalabalıklaşan bir çarşıydı.34 Aynı şekilde, günlükle kutsama âdeti nedeniyle manastır ve kiliseler, Umman’dan tüm dünyaya gönderilen günlüğün en önemli alıcı gruplarından biri haline geliyorlardı. Manastırlardan da öte, bir kaynak, 13. yüzyıl ortalarında Ermenilerin her akşam evlerini günlükle tütsüleyerek kötülükleri kovduklarını, onlarda böyle bir ananenin yaygın olduğunu söylemektedir.35

Müşteri gruplarının belirlenmesinde kuşakların, moda ve trendlerin de önemli bir yeri vardır. Ortaçağ, düşünüldüğü gibi zamanın ilerlemediği durağan bir dönem değildir. Giyim tarzındaki değişimler bazen saray çevresinden halka yansıma şeklinde36 yahut bir bölgeye yeni göç edenler sayesinde benimsenen bir moda akımı şeklinde olabiliyordu. Mesela Kuzey Afrika kökenlilerin –Berberiler– 10. yüzyılda yoğun biçimde İspanya’ya göç etmeleriyle birlikte Endülüs Müslümanları arasında yünlü elbise giyimi yaygınlaşmıştı.37 

Yaşanılan siyasi gelişmeler ya da ekonominin durumu da modaya yansıyabiliyordu. Irak Selçuklu sultanı Arslan Şah (1160 sonları - 1176)’tan bahseden kaynaklar, onun döneminde Irak bölgesinde pahalı, değerli elbiselerin (libâsâ-yı fâhir), renkli giysilerin (kisvethâ-yı mulevven), Kuzey Çin işi (hıtâyî) kumaşların ve ağır altın işlemeli giyeceklerin kıymet ve revaç kazandığını söylerler.38 Horasan ve Irak çevresinde 1161 yılının bolluk içerisinde geçtiği ve bu tarihten itibaren on yıldan uzun bir süre bölgede kayda değer bir pahalılığa rastlanmadığı39 dikkate alınırsa eğer, bu vaka iyi bir ekonominin modadaki yansımasını göstermesi açısından güzel bir örnektir. 

Zaten vakayı zikreden kaynaklar, kendi dönemindeki güçlü maliye ve iktisadi rahatlık ortamı nedeniyle Arslan Şah’ın olumsuz özelliklerini bile –aşırı lüks merakı, savurganlık, fazla yumuşak huyluluk, mali kayıtları tutmadaki gevşeklik vs.– süslü cümleler yardımıyla maharetle maskelemişlerdi. Bunun tersi bir durum, yani kötü ekonominin giyim tarzında meydana getirdiği tersine değişiklikler hakkında da 15. yy. başları Mısır’ından bir örnek bulunuyor. Eliyahu Ashtor, Makrîzî’nin el-Mevâizu ve’l-İʽtibâr isimli eserinden bir pasajı referans göstererek bu dönemde üst tabakadan insanların Avrupa işi yünlü kumaşlar (el-kûhî) giymeye başladıklarını söyler ve bu veriyi kendi istediği biçimde bükerek, üzerine bir makale inşa eder.40 

Ashtor bu makalelerinde Mısır –genel olarak İslam dünyası– tekstil endüstrisini Batı Avrupa’nınkiyle karşılaştırırken, neden böyle davrandığına dair kuşkulanmamızı gerektirecek derecede zorlama bir sonuca varır. Batı Avrupa’daki tekstil endüstrisinin büyüme eğilimine girerken İslam tekstil endüstrisinin gerilediğini iddia eder. Oysa gerçek tanımlama, İslam tekstil endüstrisi olgunluk dönemindeyken –gerileme değil– Batı Avrupa’daki bu endüstri büyüme değil olsa olsa emekleme aşamasındaydı, şeklinde olmalıdır. 

Vakada bahsedilen Mısır’daki Frenk imalatı elbise giyme modası, kesinlikle Avrupa elbiselerinin kalitelerinin arttığının işareti değildir. Aksine, Mısır’daki korkunç veba salgını nedeniyle artan işçi maliyetleri tekstil fiyatlarını tırmandırmış, bir de bunun üzerine gelen ekonomik kriz halkın satınalım gücünü olumsuz etkilemiştir. Bu yüzden de insanlar –geçici bir dönem için– çok kaliteli ve pahalı olan İslam dünyası üretimi gösterişli tekstil ürünlerini almaktan içtinap etmişler, bunun yerine işçiliksiz, kaba dokunmuş, üretiminde en adi kumaş boyalarının kullanıldığı, eskiden yalnızca çok fakir insanların giymek için tercih ettikleri bu İtalya’dan ithal, ucuz elbiselere yönelmişlerdir.

Toplumun farklı katmanları arasında, dönemlere göre farklılaşan giyim alışkanlıklarına her dönem rastlanmaktaydı. Sözgelimi 10. yüzyıldan itibaren tüm Yakındoğu ve Ortadoğu’da görülen taylesan (ince kumaştan mamul kapüşonlu yelek) modası neredeyse tüm ilmiye sınıfını etkisi altına almıştı. Sicistan ve Merv’de yalnızca üst düzey şahsiyetlerin tercih ettikleri taylesanı41 Şiraz ve Bağdat’ta ilmiye ve kalemiye erbabından olan hemen herkes giymekteydi.42 1000’li yılların başından itibaren sönmeye başlayan bu moda, sonraki birkaç yüzyıl boyunca sadece yargı mensupları arasında sürdürülecekti. 10. yüzyılda Batı İran’ın saygın insanları ve bürokratları arasında durra (bir tür cüppe) giyme modası kendini gösterdi.43 Renk seçimi hususunda da farklı unsurlar rol oynamaktaydı. 

Abbasîlerdeki siyah renk takıntısı, bir dini-siyasi tercih meselesiydi.44 Bir yörede daha çok üretilen tekstil boyası da o bölgedeki insanların renk tercihini belirleyebiliyordu. Mesela çivitin bol bulunduğu Kirman ve Horasan’da mavi renk; versin anavatanı olan Yemen’de sarı renk; kırmız böceğinin bir habitatına sahip olan Endülüs’te kırmızı renk giysiler revaçtaydı. Endülüs’te aynı zamanda safran üretimi ve tafl (sarı çamur) da bol miktarda bulunuyordu ve böylece sarı renk elbiseler de bu ülkede ikinci derecede revaç buluyordu.

Sonuç
Ortaçağ İslam dünyası kendine has bir toplumsal devinime sahiptir. Toplumsal çeşitliliğin ticaret jargonundaki karşılığı, her biri farklı gelirlere sahip olan müşteri segmentleridir. Tüccarlara düşen, farklı grupların ihtiyaçlarını iyi okuyabilmek ve bu doğrultuda bir ticaret yönteminde karar kılmak olmalıdır. Mesela köylüler, göçebeler, alt ve orta sınıf şehirliler söz konusu olduğunda, işe yarar ürünleri makul fiyatlarla satışa sunup sürümden kazanmak daha akıllıcadır. 

Hareket halindeki ordunun mensuplarına satış yapabilmek için seyyar ordu pazarlarına katılım gerekir. Resmi kurumlar ve saray ile ticaret yapmanın yolu sözleşmelerden, tanınırlılıktan ve ticari açıdan güvenilir bir imaja sahip olmaktan geçer. Çok zenginlere satış yapabilmek içinse yine güvenilirlik ve tanınırlılık öğelerinin yanında, onlara kendilerini özel hissettirecek nadir bulunur arzu nesneleri bulup bu müşterilerin karşısına çıkarmak becerisi ehemmiyet kazanır.

1 Mustafa Hizmetli, Endülüs’te Hisbe Teşkilatı, Ankara, 2011, s. 186.
2 Hizmetli, Endülüs’te Hisbe Teşkilatı, s. 113.
3 İbn Battuta, Tuhfetü’n-Nuzzâr, çev. A. Sait Aykut, Seyahatname I-II, İstanbul, 2004, I, s. 284.
4 İbn Battuta, Tuhfetü’n-Nuzzâr, I, s. 214.
5 İbnü’l-Fakih, Kitâbü’l-Büldân, thk. Yusuf Hâdi, Beirut (Ȃlemü’l-Kütüb), 1996, s. 39.
6 İbn Battuta, Tuhfetü’n-Nuzzâr, I, s. 472-473.
7 Yemen’e özgü, enli, kıvrımı diğer hançerlere nazaran çok daha belirgin olan geleneksel, süslü hançer. Bazılarının sap kısımları gergedan boynuzundan imal edilirdi.
8 İbn Battuta, Tuhfetü’n-Nuzzâr, I, s. 214.
9 Tenûhî, Neşvâru’l-Muhâdara, thk. Abbûd eş-Şalecî, Beyrut (Dâru’s-Sadr), 1971-73, I, s. 294; III, s. 36.
10 Abdulhalık Bakır, Ortaçağ İslam Dünyasında Itriyat, Gıda, İlaç Üretimi ve Tağşişi, Ankara, 2000, s. 240.
11 Mesela Maveraünnehir’deki şehir zanaatkârlarının nadir bulunan siyah tilki derisi kullanarak ürettikleri kaftanlar, 10. yüzyılın tüm Müslüman hükümdarları için buradan dört bir tarafa gönderiliyordu. Hatta tanesi 100 Dinar veya biraz daha üstü fiyatlarla satılan bu kürkün yaka kısmına şerit olarak eklendiği, bahsi geçen kaftana sahip olmayan bir hükümdarlar düşünülemezdi, Mesudî, Murûcu’z-Zeheb, çev. Ahsen
Batur, İstanbul, 2005, s. 73; Bakır, Abdulhalık, “Ortaçağ İslam Dünyasında Deri, Tahta ve Kağıt Sanayi”, Belleten, C: LXV. S. 75-160, Ankara, Nisan – 2001, s. 88. 12 İbn Haldun, Mukaddime I-II, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul, 2009, I, s. 548.
13 Eliyahu Ashtor, “Geç Ortaçağlarda Yakındoğu Şeker Endüstrisi Teknolojisinin Gerileyişine Bir Örnek”, çev. Abdulhalık Bakır - Pınar Koçoğlu (Ülgen), (Ortaçağ Tarihi Metinlerine Dair Çeviriler – 1 içerisinde), Ankara, 2008, s. 818.
14 Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân fî Târihi’l-Ayân, ilgili bölümleri çev. Ali Sevim, Makaleler - 2 içerisinde, Ankara, 2005, s. 48.
15 H. İbrahim Hasan, Tarihü’d-Devleti’l-Fâtımiyye, Kahire (Mektebetu’n-Nehdati’l- Mısriyye), 1981, s. 590.
16 Carlo M. Cipolla, Akdeniz Dünyasında Para, Fiyatlar ve Medeniyet, çev. Ali İhsan Karacan, İstanbul, 1993, s. 69.
17 Ebu’l-Fazl ed-Dımaşkî, el-İşâre ilâ Mehâsini’t-Ticâre, çev. Abdulhalık Bakır, “Ticaretin Güzelliklerine İşaret”, (Ortaçağ Tarihi Metinlerine Dair Çeviriler – 1 içerisinde), Ankara, 2008, s. 525.
18 Abdulaziz Sâlim, “İslam Çağında Kurtuba”, çev. Abdulhalık Bakır, (Ortaçağ Tarihi Metinlerine Dair Çeviriler - 2 içerisinde), Ankara, 2008, s. 315.
19 Claude Cahen, Haçlı Seferleri Zamanında Doğu ve Batı, çev. Mustafa Daş, İstanbul, 2010, s. 327.
20 Ali Mazaherî, Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, çev. Bahriye Üçok, İstanbul, 1972, s. 191.
21 Bu bilgi muhtemelen 12. yüzyıl veya sonrasına ait olmalıdır ve Ebu’l-Fazl et-Tifaşî tarafından nakledilmektedir, Sâlim, “İslam Çağında Kurtuba”, s. 312.
22 G. Le Strange, Baghdad, During the Abbasid Caliphate, London (Oxford University Press), 1924, s. 92.
23 1001 İcat: Dünyamızda İslam Mirası, ed. Salim T. S. al-Hassanî, çev. Salih Tahir, İstanbul, 2010, s. 219.
24 Mazaherî, Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, s. 118.
25 Mazaherî, Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, s. 190.
26 Bar Hebraeus Abu’l-Farac, Abu’l-Farac Tarihi, çev. Ömer Rıza Doğrul, Ankara, 1999, I, s. 243.
27 Johannes Pedersen, İslam Dünyasında Kitabın Tarihi, çev. Macit Karagözoğlu, İstanbul, 2012, s. 58-59.
28 Suriyeli meşhur bir âlim zat olan Şeyh Ebu Ömer’in 20 Eylül 1210’da vefatından sonra elbiseleri çok pahalı fiyatlarla satılmıştı, İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, haz. Mehmet Keskin, İstanbul, 1994, XIII, s. 156. Nureddîn Zengî’nin daha önceden Musul’da bir tasavvuf büyüğüne hediye etmiş olduğu bir sırma sarık, Bağdat’taki bir mezatta 600-700 Dinara satılmış, muhtemelen İran’daki başka bir açık arttırmada bu kez 1000 Dinara alıcı bulmuştu, İbn Ebu’l-Vefa, Îkâzu’l-Gâfîl, haz. Mustafa Eğilmez, (Basılmamış Doktora Tezi), Niğde Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı, Niğde, 1998.
29 İçi doldurulmuş bir zebranın sergilenmesine dair anlatı için bkz. Ebu Hamîd Gırnatî, Tuhfetu’l-Elbâb, haz. Fatih Sabuncu, Gırnatî Seyahatnamesi, İstanbul, 2011, s. 149. 30 Üsâme İbn Münkız, Kitâbü’l-İʼtibâr, çev. Yusuf Ziya Cömert, İbretler Kitabı, İstanbul, 1992, s. 257, 269-270.
31 Mazaherî, Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, s. 111.
32 Tom Standage, Altı Bardakta Dünya Tarihi, çev. Ahmet Fethi, İstanbul, 2009, s. 120.
33 İbn Battuta, Anadolu’da uyuşturucu madde kullanımının hayli yaygın olduğunu söyler. Suriye’de, aynı tarihlerde vefat eden iki ünlü şairden birisi –Şems Muhammed b. Afif– esrar kullanımını yererken, diğeri –İbn Sâhib– ise esrara methiyeler düzmekteydi. Yeren şair hakkında bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, XIII, s. 524. Esrarı öven şair ve ona ait şiirlerden bir potpuri için bkz. İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n- Nihâye, XIII, s. 522-523. O, bir şiirinde şöyle diyordu: “ – Esrarın mahmurluğunda aradığım manalar vardır.”
34 Makrîzî, el-Mevâizu ve’l-İʽtibâr bi Zikri’l-Hıtati ve’l-Ȃsâr, Kahire, 1270, II, s. 96. 35 Ruysbroeckli Willem, Mengü Han’ın Sarayına Yolculuk (1253 - 1255), çev. Zülal Kılıç, İstanbul, 2010, s. 278. Aynı sayfada bulunan ilgili dipnotun açıklamasında, Ermenilerin her gün olmasa da her Cumartesi günü evlerini tütsülediklerini söyleyenlere dair malumat bulunmaktadır.
36 Mesela Abbasî halifesi Mehdî’nin kızı Uleyye, esasında alın kısmında bulunan bir yara izini saklamak niyetiyle özel bir mücevherli takı tasarlatmış ve bunu kullanmıştı. Ancak onun bu hareketi halk arasında yeni bir moda başlatmış oldu, Tenûhî, Neşvâru’l-Muhâdara, I, s. 195.
37 Mehmet Özdemir, Endülüs Müslümanları: Kültür ve Medeniyet, Ankara, 2013, s. 60.
38 Râvendî, Râhâtü’s-Sudûr, çev. Ahmet Ateş, Ankara, 1960, II, s. 269, 286; Reşîdü’d- dîn, Câmiü’t-Tevârih, Selçuklular ile ilgili kısmını çev. Erkan Göksu - H. Hüseyin Güneş, İstanbul, 2010, s. 245.
39 Bkz. Ahmet N. Özdal, Ortaçağ Ekonomisi ve Müslüman Tüccarlar (X-XIV. Yüzyıllar), İstanbul, 2016, s. 123.
40 Bkz. Ashtor, “Geç Ortaçağlarda Ortadoğu’nun Ekonomik Gerileyişi (Bir Taslak)”, çev. Abdulhalık Bakır - Pınar Koçoğlu (Ülgen) - Alparslan Kılınç, (Ortaçağ Tarihi Metinlerine Dair Çeviriler - 2 içerisinde), Ankara, 2008, s. 535. Ayrıca bkz. aynı yazar, “Geç Ortaçağlarda Yakındoğu Şeker Endüstrisi Teknolojisinin Gerileyişine Bir Örnek”, s. 812 ve devamı.
41 Makdîsî, Ahsenü’t-Tekâsîm, çev. Ahsen Batur, İslam Coğrafyası, İstanbul, 2015, s. 338.
42 eş-Şabuştî, Kitâbu’d-Deyârât, thk. Kûrkîs Avvâd, Beyrut (Dâru’r-Raidi’l-Arabî), 1986, s. 297; Makdîsî, Ahsenü’t-Tekâsîm, s. 338.
43 M. Manazir Ahsan, Social Life Under The Abbasids, London, 1979, s. 39-40. Ayrıca çeşitli etnik ve sosyal zümrelere ait kıyafet tercihleri ve bölgelere göre farklılaşan moda ve giyim tarzları hakkında bkz, aynı eser, s. 55-68.
44 Abbasî döneminde memurlara siyah sarık takma zorunluluğu hakkında bkz. es- Sâbî, Rusûmu Dâri’l-Hilâfe, thk. Mikâil Avvâd, Beyrut (Dâru’r-Raidi’l-Arabî), 1986, s. 77; Ahsan, Social Life Under The Abbasids, s. 51-52.

Kaynakça
Abu’l-Farac, Bar Hebraeus Gregory, Abu’l-Farac Tarihi I-II, çev. Ömer Rıza Doğrul, Ankara, 1999.
Ahsan, Muhammad Manazir, Social Life Under The Abbasids, London, 1979. Ashtor, Eliyahu, “Geç Ortaçağlarda Ortadoğu’nun Ekonomik Gerileyişi (Bir Taslak)”, çev. Abdulhalık Bakır - Pınar Koçoğlu (Ülgen) - Alparslan Kılınç, (Ortaçağ Tarihi Metinlerine Dair Çeviriler - 2 içerisinde, s.509-548 arasında), Ankara, 2008.
Ashtor, Eliyahu, “Geç Ortaçağlarda Yakındoğu Şeker Endüstrisi Teknolojisinin Gerileyişine Bir Örnek”, çev. Abdulhalık Bakır - Pınar Koçoğlu (Ülgen), (Ortaçağ Tarihi Metinlerine Dair Çeviriler– 1 içerisinde, s. 763-834 arasında), Ankara, 2008.
Bakır, Abdulhalık, “Ortaçağ İslam Dünyasında Deri, Tahta ve Kağıt Sanayi”,Belleten, C: LXV. s. 75-160, Ankara, Nisan - 2001.
Bakır, Abdulhalık, Ortaçağ İslam Dünyasında Itriyat, Gıda, İlaç Üretimi veTağşişi, Ankara, 2000.
Cahen, Claude, Haçlı Seferleri Zamanında Doğu ve Batı, çev. Mustafa Daş,İstanbul, 2010.
Cipolla, Carlo M., Akdeniz Dünyasında Para, Fiyatlar ve Medeniyet, çev. Aliİhsan Karacan, İstanbul, 1993.
ed-Dımaşkî, Ebu’l-Fazl Caʼfer b. Ali, el-İşâre ilâ Mehâsini’t-Ticâre, çev. Abdulhalık Bakır, “Ticaretin Güzelliklerine İşaret”, (Ortaçağ Tarihi Metinlerine Dair Çeviriler – 1 içerisinde, s. 473-540 arasında), Ankara, 2008.
Gırnatî, Ebu Hamîd Muhammed b. Abdurrahim, Tuhfetu’l-Elbâb ve Nuhbetu’l-A’câb, haz. Fatih Sabuncu, Gırnatî Seyahatnamesi, İstanbul, 2011.
Hasan, Hasan İbrahim, Tarihü’d-Devleti’l-Fâtımiyye: Fi’l-Mağrib ve Mısr, Kahire (Mektebetu’n-Nehdati’l-Mısriyye), 1981.134
Hizmetli, Mustafa, Endülüs’te Hisbe Teşkilatı, Ankara, 2011.
İbn Battuta, Ebu Abdullah Muhammed Tancî, Tuhfetü’n-Nuzzâr fî Garâibi’l- Emsâr ve Acâibi’l-Esfâr, çev. A. Sait Aykut, Seyahatname I-II,İstanbul, 2004.
İbn Ebu’l-Vefa, Muhammed b. Ebu Bekr, Kitâbu Îkâzi’l-Gâfîl bi Sîreti’l-Meliki’l-Âdîl Nûreddîn eş-Şehîd, haz. Mustafa Eğilmez, (Basılmamış Doktora Tezi), Niğde Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ortaçağ Tarihi Anabilim Dalı, Niğde, 1998.
İbn Haldun, Mukaddime I-II, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul, 2009.
İbn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail İmâdü’d-dîn İbn Ömer ed-Dımışkî, el-Bidâye
ve’n-Nihâye fi’t-Tarih 1-14, haz. Mehmet Keskin, İstanbul, 1994. İbnü’l-Cevzî, Kitâbu’l-Hamkâ ve’l-Muğaffelîn, çev. Enver Gönenç, Ahmak ve Dalgınlar Kitabı, İstanbul, 2007.
İbnü’l-Fakih, Ebu Bekr Ahmed b. Muhammed el-Hemedanî, Kitâbü’l-Büldân,
thk. Yusuf Hâdi, Beirut (Ȃlemü’l-Kütüb), 1996.
İbnü’l-Mücâvir, Ebu’l-Feth Cemâleddîn Yusuf b. Yakub, Târihü’l-Mustabsır, neşr. Oscar Löfgren, Leiden (E. J. Brill), 1954.
Makdîsî, Ebu Abdullah Muhammed b. Ahmed, Ahsenü’t-Tekâsîm fî Maʽrifeti’l-Ekâlîm, çev. Ahsen Batur, İslam Coğrafyası, İstanbul, 2015.
Makrîzî, el-Mevâizu ve’l-İʽtibâr bi Zikri’l-Hıtati ve’l-Ȃsâr I-II, Kahire, 1270. Mazaherî, Ali, Ortaçağda Müslümanların Yaşayışları, çev. Bahriye Üçok,İstanbul, 1972.
Mesudî, Murûcu’z-Zeheb, çev. Ahsen Batur, İstanbul, 2005.
Mez, Adam, İslam’ın Rönesansı: Onuncu Yüzyılda İslam Medeniyeti, çev.Salih Şaban, İstanbul, 2014.
Nâsır-ı Husrev, Sefernâme, çev. Abdülvehap Tarzi, İstanbul, 1950.Özdal, Ahmet N., Ortaçağ Ekonomisi ve Müslüman Tüccarlar (X-XIV.Yüzyıllar), İstanbul, 2016.
Özdemir, Mehmet, Endülüs Müslümanları: Kültür ve Medeniyet, Ankara,2013.Pedersen, Johannes, İslam Dünyasında Kitabın Tarihi, çev. Macit Karagözoğlu, İstanbul, 2012.
Râvendî, Muhammed b. Süleyman, Râhâtü’s-Sudûr ve Ȃyetü’s-Sürûr I-II,çev. Ahmet Ateş, Ankara, 1960.
Reşîdü’d-dîn Fazlullah, Câmiü’t-Tevârih (Selçuklular ile ilgili kısmı), çev.135 Erkan Göksu - H. Hüseyin Güneş, İstanbul, 2010.
Ruysbroeckli Willem, Mengü Han’ın Sarayına Yolculuk (1253 - 1255), çev. Zülal Kılıç, İstanbul, 2010.
es-Sâbî, Ebu’l-Hüseyin Hilal b. Muhassin, Rusûmu Dâri’l-Hilâfe, thk. Mikâil Avvâd, Beyrut (Dâru’r-Raidi’l-Arabî), 1986.
Sâdî-i Şirazî, Bostan & Gülistan, çev. Yakub Kenan Necefzâde, İstanbul,2000.
Sâlim, Abdulaziz, “İslam Çağında Kurtuba”, çev. Abdulhalık Bakır, (OrtaçağTarihi Metinlerine Dair Çeviriler - 2 içerisinde, s. 273-318arasında), Ankara, 2008.
Serahsî, Mebsût I-XXX, ed. Mustafa Cevat Akşit, İstanbul, 2008.
Sıbt İbnü’l-Cevzî, Mir’âtü’z-Zamân fî Târihi’l-Ayân, haz. Ali Sevim,Makaleler - 2 içerisinde, Ankara, 2005.
Standage, Tom, Altı Bardakta Dünya Tarihi, çev. Ahmet Fethi, İstanbul, 2009. Strange, G. Le, Baghdad, During the Abbasid Caliphate, London (OxfordUniversity Press), 1924.
eş-Şabuştî, Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed, Kitâbu’d-Deyârât, thk. Kûrkîs Avvâd, Beyrut (Dâru’r-Raidi’l-Arabî), 1986.
Tenûhî, Ebu Ali el-Kadi Muhassin b. Ali, Neşvâru’l-Muhâdara ve Ahbâru’l- Müzâkere I-VIII, thk. Abbûd eş-Şalecî, Beyrut (Dâru’s-Sadr), 1971- 73.
Üsâme İbn Münkız, Kitâbü’l-İʼtibâr, çev. Yusuf Ziya Cömert, İbretler Kitabı, İstanbul, 1992.
1001 İcat: Dünyamızda İslam Mirası, ed. Salim T. S. al-Hassanî, çev. Salih Tahir, İstanbul, 2010.

--------------------------************************--------------------------

Yurt İçinde Ve Yurt Dışında İhtiyac Duyan Kişi Ve Kurumlara;
Yiyecek ve içecek alanlarında restoran ve konaklama ve işletmelerine belirtilen konularda Osmanlı ve Türk mutfağı, Osmanlı saray mutfağı, Anadolu mutfağı, Akdeniz mutfağı, menü planlama, konsept belirleme, mesleki eğitim alanlarında uluslararası konumda has aşçıbaşı Ahmet Özdemir olarak;

Yiyecek ve içecek danışmanlığımutfak danışmanlığıişletmeci körlüğüYeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?, Kesin Başarı İçin Restoran Danışmanlığı Almalımıyım?, Menü DanışmanlığıRestoran YönetimiGastronomi Danışmanlığıkonsept danışmalığıŞehrin En İyi Restoranlarına Nasıl Sahip Olabilirim?, Yeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular?, Kalıcı Bir Restoran Sahibi Olabilmek İçin Dikkat !!! konularında mesleki eğitim ve danışmanlık hizmetleri vermekteyim. İlgili projeler için mesleki bilgilerime ihtiyac duyan kişi ve kurumlar Türkiye saati ile sabah 10:00 ila aksam 22:00 saatleri arasında tarafım ile İLETİŞİM bilgilerimden bağlantıya geçebilirler...

Dünyada Aşçılığın Tarihi İlk Nerede Başladı?

Osmanlı Tarihimizden


Divan-ı Hümayun Toplantıları ve Elçi Kabulü...

Divan-ı hümayun, XVII. asrın ortalarına kadar Divan-ı Hümayun Toplantıları ve Elçi Kabulünde Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet işlerinin idaresinde ana mekândı. Bu tarihten itibaren yönetimdeki ağırlığını tedricen kaybetse de katı ve teferruatlı bir teşrifat müessesesi olarak imparatorluğun son zamanlarına kadar muhafaza edildi. 

 

Divan’ın toplanacağı gün, sabah namazı vaktinde yeniçeri ağası, süvari bölükleri ağaları ve bir miktar yeniçeri, Ayasofya Camii’nin Bâb-ı Hümayun tarafındaki minaresi önünde muayyen yerlerini alırlardı. Sabah namazlarını konaklarında veya genellikle Ayasofya’da kılan divan erkânı da buraya gelip mevkilerine göre yerleşirlerdi. Rütbeleri küçükten  Osmanlı Tarihimizden büyüğe doğru olacak şekilde en son buraya gelen vezirler kendi aralarında selam alıp verirler, bu sırada “alkış” denilen yüksek sesle ululama yapılırdı. Toplanma işi tamamlanınca meydan duacısı yüksek sesle dua eder, hep birlikte okunan Fatiha’dan sonra sarayın kapısı açılır, herkes teşrifat sırasına göre içeriye girmeye başlardı. 

 


Osmanlı Saray Mutfağı...

Bir milletin en önemli göstergelerinden biri kendine ait mutfak kültürüdür. Bu kültürün oluşumunda toplumun içinde bulunduğu her koşul etkili olabildiği için kimlik sahibi olma açısından önemi asla yadırganamaz. Türkler tarihin her sahnesinde her daim var olan bir millet olmuştur. Asya’dan Avrupa’ya uzanan topraklarda varlığını sürdüren bu milletin dolayısıyla mutfak kültürü de muazzam bir birikime sahiptir. 

 

Türk Mutfağı, Bozkır Kültürü’nün yansımalarını bünyesinde barındırırken yerleşik hayat ile beraber yeme-içme ve pişirme teknikleri değişmeye başlamıştır. Bu bağlamda oluşan mutfak kültürü de hazır bir ocaklık çevresinde gelişmiştir ve Osmanlı Saray Mutfağında Ocak ve mutfak yaşamın önemli kavramları halini almıştır. Yalnızca yiyip içmek için değil, ocaklık ve mutfak kavramı beraberinde yeni istihdam alanları yaratmıştır. Ayrıca ortaya yeni kural ve usuller, gelenekler doğmuştur. Bu durumda milletlerin mutfak kültürü (spesifik olarak Türk Mutfağı) yeni çehrelere bürünerek geçmiş mirasını ileri taşımıştır. 


Osmanlılarda Merasimlerin Toplumsal Kaynaşmaya Katkısı...

Osmanlı Devleti’nde uygulanan merasimlerin toplumsal kaynaşma ve bütünleşmeye katkısı büyük olmuştur. Yapılan merasimlerin bazıları hem iç politikaya hem de dış politikaya yönelik propaganda aracı olarak kullanılmasına rağmen bunların sayısı azdır. Halkın Osmanlılarda Merasimlerin Toplumsal Kaynaşmaya Katkısında birlik ve beraberlik içerisinde kardeşlik duygusuyla yaşamalarında merasimlerin büyük katkısı olmuş ve en buhranlı zamanlarda dahi Osmanlı toplumunda büyük parçalanmalar meydana gelmemiştir.

 

Bireylerin ortak duygu, düşünce ve amaçlar doğrultusunda bir araya gelmeleri toplumların inşası açısında önemli olmuştur. Tarihin ilk evrelerinden itibaren sosyal ve kültürel ihtiyaçların artması ve ekonomik çıkarların insan ilişkileri üzerindeki bağlayıcılık özelliği, toplumların meydana gelmesini sağlamıştır. 

 

Osmanlıların tarih sahnesine çıktığı yıllara kadar, Türkler aileler, sülaleler, boylar ve iller halinde kendilerini muhafaza etmişlerdir. Türk milletini bir arada tutan örfler, adetler, gelenek ve görenekler diğer milletlerde olduğu üzere birlik ve beraberliğin temel kaynağı olmuştur. 



Dünya Ölçeğinde Osmanlı İstanbulu...

İstanbul’un uzun tarihini mukayeseli bir şekilde okuma denemesi olan bu bölüm, fikir olarak basit birkaç soruya dayanmıştır. Birincisi, İstanbul’un tarih boyunca önemi tespit edilecekse öncelikle tarihsel olarak şehirler için “önemli” olanın tespiti gerekmez mi? Başka bir ifade ile VI. ya da XVI. ya da XX. yüzyılda şehirler için önemli görülen Dünya Ölçeğinde Osmanlı İstanbulunda ve şehirlerin sahip olmak istedikleri şeyler nelerdir? İkincisi, bir şehrin bir dönemdeki önemini diğer şehirlerle ilişkilendirerek ve mukayese ederek ortaya koymak daha isabetli olmaz mı? Kanaatimizce bu soruların cevapları, İstanbul’u hem kendi bağlamında hem de dünya şehirleri ve tarihi bağlamında bir yere konumlandırmak için anlamlı ipuçları verecektir.  Bu mukayeseli okuma, İstanbul’un Roma-Bizans dönemi, Osmanlı dönemi ve Tanzimat sonrası- Cumhuriyet dönemini kapsayan üç makale ile yapılacaktır. 

 

Bizans İstanbul’unun küresel bir şehir hâline nasıl geldiğini anlatılan ilk makalede şöyle deniliyor: “En başlarda Konstantinopolis,  eskaza iki başkentten biri kabul edilen ama değeri biraz fazla büyütülmüş bir kasaba irisiydi.  Ama bir nesillik süre içinde gerçekten küresel bir şehir hâline geldi.” Roma’nın yanı sıra bir başkent olarak inşa edilen İstanbul’un bu süreçte attığı adımlar bize o dönemin “önemli” olanı hakkında bilgi verecek ve bu çerçevede diğer şehirlerle mukayesesinde İstanbul’un ayırt edici özelliklerini de ortaya koyacaktır. 

 


Osmanlı Hanedanının Aile Yapısı ve Güncel Yaşamı...

Osmanlı hanedan ailesi aslında toplumun diğer bireylerinden ayrılan bir yapı hiçbir zaman olmamıştır. Osmanlı Devleti’nde aristokratik bir yapılanma olmadı.ğı için varolan yapı tamamen Şer’i hukuka ve Türk töresine dayanmaktadır. Ayrıca Osmanlı’da aile devlet müdahalesinden uzak bir kurumdur. 

 

Osmanlı hanedanında erkek ise, Kanunname-i Ali Osman’a göre “harem” içerisinden çok kadınla evlenebilme hakkına sahiptir. Ancak taşra ve alt sosyo.ekonomik tabakalar da bulunan toplum yapıları arasında tek evlilik esastır. Üstelik Osmanlı Hanedanının Aile Yapısı ve Güncel Yaşamında erkek hegemon bir yapılanma toplumun en alt katmanından en üstüne kadar görülebilmektedir. Fakat Osmanlı ailesinde kadınların, bazı hakları diledikleri gibi kullanabildikleri de bilinmektedir. Bu Osmanlı’da kadınların hüküm sahibi olabildikleri anlamını taşımamasına rağmen “valide sultan” kavramı, “haremde” kadınlar arasında bir üstünlük sıfatı anlamını da taşımaktadır. 



Osmanlı Devleti’nde Şehzadelik Kurumu...

Şehzade, Osmanlı padişahlarının erkek çocuklarına şahzade veya şehzade denilmiştir.  Ayrıca şehzade, ‘şehzadegan’ ifadeleri ile hükümdar oğlu, prens olarak da tanımlanabilmektedir. Baba tarafından Osman Gazi’nin soyundan gelen prense Osmanlı Devleti’nde Şehzadelik Kurumunda “Şehzade” denmektedir. İmparatorluk prensidir. Şehzadelere İstanbul’un fethi’nden önce bey, çelebi denmiş; sonra sultan han denmiştir.1826 tarihinden sonra Sultan ve Han unvanları padişahlara tahsis dilmiş, bütün şehzadelere, veliaht dâhil olmak üzere “efendi” denmiştir. Lakabı ise “Devletlünecabütlü” ve bu lakap yalnızca Osmanlı şehzadelerine özel idi.  Babasının padişah olması şart değil şehzadenin oğlu da şehzadedir ve şehzade oğlu hiçbir zaman tahta çıkmamıştır. 

 

Fakat onlarda tahtın varisleridir. Osmanlı Devleti’nde saltanat devam etse de 1944 tarihinde II. Abdülmecit ölünce, veraset sistemine göre, en yaşlı şehzade olarak V. Murat’ın oğlu Salahaddin Efendi’nin oğlu Ahmet Nihat Efendi IV. Ahmet unvanıyla tahta çıkmıştır. 


Osmanlı Bilim Adamlarından Bazıları...

Maveraünnehir’de Nisan 1350 yılında doğdu. Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza'dır. Fenari nisbesi hakkında kaynaklarda farklı görüşler bulunmaktadır. Bu nisbenin, Maveraünnehir bölgesinde ya da Bursa civarında Yenişehir ile inegöl yakınlarındaki Fenar köyünden geldiğini söyleyenler bulunduğu gibi babasının fenercilik mesleğiyle ilgili olduğunu ileri sürenler de vardır. Kahire'de Osmanlı Bilim Adamlarından icazet alan İbn Hacer el-Askalanl'nin İbnü'I-Fenari diye tanındığını belirtmesi, Zeynüd din el-Hafi'nin halifesi İbn Ganim el-Kudsi'ye gönderdiği Arapça bir şiirinde kendisinden İbnü'I-Fenari diye söz etmesi babasının da bu nisbeyle anıldığını göstermektedir.

 

Molla Fenari, ilk öğrenimini babasının yanında tamamladıktan sonra İznik'te Alaeddin Ali Esved'in derslerine devam etti. Hocasıyla arasında geçen ilmi bir tartışma yüzünden oradan ayrıldı ve Amas- ya'ya gitti. Amasya'da Cemaleddin Aksarayi'nin öğrencisi oldu ve 1376 yılında kendisinden icazet aldı. Ardından Seyyid Şerif el-Cürcani ile birlikte gittiği Kahire'de başta Ekmeleddin el-Baberti olmak üzere çeşitli alimlerden şer'i ilimleri tahsil etti. Baberti'den de icazet aldıktan sonra Bursa'ya döndü. 


Kudüs Nedir? Kudüsün Dünü Ve Bu Günü...

Müslümanların ilk kıblesi olan Kudüs, tüm insanlar için ortak bir değer. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in Miraca yükseldiği bu kent, yüzlerce yıl barışa, hoşgörü ve kardeşliğe ev sahipliği yaptı.

 

Ancak tüm insanlığa örnek olması gereken bu kadim şehir, günümüzde hak ihlalleriyle birlikte anılıyor. Bizler de Ümraniye Belediyesi olarak İstanbul Medeniyet Üniversitesi ve Burak Derneği (Mukaddes Mekanları Tanıtma ve Kültür Derneği) ile birlikte “Kudüs gerçeğini” en net biçimiyle ortaya koyabilmek için bu projeyi hayata geçirdik.

 

Uluslararası Kudüs Nedir? Kudüsün Dünü Ve Bu Günü ve Kudüs Sempozyumu ile bölgede yaşanan hak ihlallerinin akademik düzeyde değerlendirilmesi, kamuoyu ve uluslararası toplumun bilinçlendirilmesi ve ihlaller karşısında yapılması gerekenleri içeren bir yol haritası belirlenmesi hedefleniyor.

 

Kudüs gerçeğinin tüm yönleriyle gelecek kuşaklara aktarılmasında ve güncel anlamda kamuoyuna yansıtılmasında önemli bir işleve sahip olacağını düşündüğümüz sempozyumda Türkiye ve dünyadan politikacı, akademisyen ve din adamları bir araya geliyor.



Osmanlıda Türkçülük ve Turancılık...

aklaşık 600 yıl boyunca çeşitli uluslardan oluşan büyük bir devlet kuran Osmanlılar, II. meşrutiyetin ilanından itibaren geçen altı yıl içinde Libya ve Edirne’den öteye tüm toprakları kaybetti. Özellikle en verimli toprakların yer aldığı Rumeli’nin kaybı Jön Türkler üzerinde büyük etki yaratmış, politikalarını Anadolu üzerinde yoğunlaştırmaya başlamışlardı. Toprak kaybı sonrası nüfusunun çoğunluğu da Türklere geçmişti. İttihat ve Terakki 1911 yılından itibaren Osmanlıda Türkçülük ve Turancılık alanında Osmanlıca olan programını Türkçeleştirmişti. İttihat ve Terakki iktidarı, İmparatorluğun dağılışını önlemek için önerilen Osmanlıcılık ve İslamcılık yerine tek çözüm yolu olarak Türkçülüğü benimseyecekti.

 

Talat Paşa, yurt dışına kaçtıktan sonra bu değişikliği şu sözlerle açıklayacaktı: “İnsanlar çoğu zaman yoksul yakınlarını, ancak kendileri de aynı duruma geldikleri zaman hatırlar.



Osmanlıda Dahili Gümrük Vergisi İstisnaları...

Çalışma, Osmanlı İmparatorluğu’nda 1800-1900 arası dönemde dâhili gümrük vergileri için yapılan istisnaları ele almaktadır. Baltalimanı Antlaşması ile yerli üretici yabancı üretici karşısında rekabet etmekte dezavantajlı bir konumla karşı karşıya kalmıştır. Normalde gümrük vergileri yerli üreticiyi korumak için yükseltilebilmektedir. Ancak, antlaşmalar sebebiyle bu mümkün olmadığı için yerli üreticilere bazı istisnalar sağlanmıştır. Literatürde bu Osmanlıda Dahili Gümrük Vergisi İstisnalarına istisnaların haricî olanlarına değinilmiş, ancak dâhili olanları ile ilgili bir çalışma yapılmamıştır. Bu çalışmanın amacı, literatürdeki bu eksikliği gidermektir. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nden elde edilen belgeler yoluyla konu örneklendirilmeye çalışılmıştır. Bu belgelerden elde edilen bilgilere göre, istisnalar farklı alanlardaki ürünleri kapsamış, istisnalar ile yerli sanayi, ticaret ve ziraat korunmaya çalışılmış ve bu vesileyle halkın ihtiyaçlarının daha iyi karşılanabileceği ümit edilmiştir.


Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi...

Anadolu Selçuklu Devleti parçalandıktan sonra yerine kurulan beylikleri incelediğimizde Osmanlı Devleti, diğerlerine oranla daha küçük bir beylikti. Bir uç beyliği olarak kurulan Osmanlı Devleti, başlangıçta Anadolu’daki diğer beyliklerle mücadele etmek yerine, Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebinde Bizans ve Balkanlardaki krallıklarla mücadele etme yolunu seçmiştir. Gaza ve cihat anlayışını kendisine rehber edinen Osmanlı Devleti, kısa sürede sınırlarını Bizans ve Balkanlar aleyhine genişletmiştir. 

 

Bu durum I. Murad döneminden itibaren artarak devam etmiştir. Sınırların gittikçe genişlemesi üzerine, sınırların korunması için asker ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu dönemde çıkartılan “Pencik Kanunu” ile bu ihtiyacın karşılanması için yeni bir sistem geliştirilmiştir. Balkanlardaki gayrimüslim ailelerden alınan çocukların eğitilmesi ve zeki olan çocukların seçilmesi için eğitim kurumları teşekkül edilmeye başlanmıştır. 


Zülüflü Baltacılar "Teberdaran-ı Hassa"...

Zülüflü Baltacılar Enderun teşkilatının önemlice bir kısmıdır. Baltacılar, saray hizmetlerinde ve Harem’in odun ihtiyacının temininde kullanılan saray hizmetlileri ve kapıkulu mensuplarıdır. Sefer sırasında Zülüflü Baltacılar "Teberdaran-ı Hassa" ordunun önünden ilerleyerek askerlerin yürüyüşüne mâni olacak ağaçları kestikleri için bu isimle anıldıkları rivayet edilir. Koğuşları Mehterhâne’nin sağ tarafında Harem ile Has Ahur arasında bulunur. 

 

Harem’in Araba Kapısı’nın sağ tarafındaki kapıdan girilen Zülüflü Baltacılar Koğuşu sarayın en eski binalarındandır. Fatih devrinde yaptırılan koğuşların ön yüzünde bulunan, “Zıll-ı Yezdân (Hakk’ın gölgesi) Han Murad-ı cihan Şâh-ı sâhibkırân u kutb-ı zamân (Hükümdarların şahı, zamanın kutbu) Fatih-i mülket-i taht-ı Tebriz (Memleketler fatihi, Tebriz tahtının sahibi) Mâlik-i mülk-i Şirvan u Revan (Şirvan ve Revan’ın sahibi)” şeklinde başlayan otuz mısralık kitabede, 1587’de Sultan III. Murad Han tarafından Zülüflü Baltacılar Koğuşu’nun tamir ettirildiğinden bahsedilmektedir.


Osmanlının musikî Okulları...

On dokuzuncu asrın sonuna kadar Enderûn, Mevlevihane, Mehter ve Mızıkay-ı Humayûn’a bağlı dersliklerde görülen sistemli mûsikî dersleri XIX. Y.y’ın sonlarına doğru Maârife bağlı mekteplerde de okutulmaya başlamıştır. Bunun mûsikî eğitimine pedagojik anlamda müspet katkıları olmuştur. Bu döneme kadar resmi eğitimden faydalanabilmek için Enderûn mensubu, tekke dervişi ya da asker olmak gerekmekteydi. Artık Osmanlının musikî Okullarında mûsikî istidadı olan her talebe müstakil bir okulda öğrenim görebilecek ve mûsikîyi bir meslek olarak icra edebilecektir. Bu tür okulların açılması daha çok II. Meşrûtiyet sonrasına rastlamaktadır. Osmanlı Maârif sisteminin daha sağlam olarak şekillendiği bu dönemde mûsikînin yanı sıra pek çok sanat mektebi de açılmıştır. Mûsikî okullarından bahsedeceğimiz bu çalışma aynı zamanda mûsikî eğitiminin profesyonelleşme sürecini göstermektedir.

 

Osmanlı Maârifi’nin teşkilatlanma sürecinde açılan okullar içerisinde bulunan mûsikî mektepleri mûsikî tarihimiz açısından önemli bir yere sahiptir.Başta İstanbul olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerinde pek çok mûsikî okulu kurulmuştur.Başlangıçta bazı dernek ve cemiyetlerin bünyesinde bulunan küçük çaptaki topluluklar zamanla yerlerini profesyonel mûsikî eğitimi veren mekteplere bırakmıştır. 


Osmanlı Toplum Yapısı...

Osmanlı Devleti, kendisinden önce gelen Türk devletlerinin kut  anlayışını benimsemiş, bu anlayışı İslam’ın içinde eriterek nasip anlayışına dönüştürmüştür. Osmanlı Devleti’nin yönetim anlayışının monarşi olmasının temel sebebi kut ve nasip anlayışından Osmanlı Toplum Yapısı hareketle savunulmuştur hatta Tursun Beğ Tarih-i Ebul Feth adlı eserinde öncelikle devletin bir başının olması gerektiğini şu sözle dile getirmiştir. 

 

"Ve bu nev’-i şerif, bunca kemâlât ile, Fâil-i muhtâr ihtiyâriyle müdeni bi’t-tab vâkı’ olmıştur; ya’ni emr-i inti’âşında ve ahkâm-ı ma’âşında ictimâ’î –ki ana temeddün dirler ki, örfümüzce ana şehr ve köy ve oba dinilür-. Anı tabi’atten ister, ve nice istemeye ki yardımlaşmak içün birbirine muhtâçdur.’’  Yani burada Tursun Beğ’in bahsettiği konu şudur insanlar medenidir ve birbirleri ile yardımlaşmaya muhtaçtırlar. Ve bu düzeni sağlayacak bir otorite gereklidir. 


Osmanlı Devlet Teşkilâtı...

Merkeziyetçi idareye sahip Osmanlı Devleti’nin başı, Padişah, (Sultân, Hünkâr, Hân,  Hakan) denilen hükümdardı. Padişah, bütün ülkenin hâkimi, idarecisi ve Osmanlı Hanedanı’nın temsilcisiydi. Osmanlı padişahları Sultân I. Selim Hân (Yavuz Sultân Selim) (1512-1520) zamanında, 1516 tarihinden itibaren Halife sıfatını kazanmalarıyla, Müslümanlar’ın da liderleri oldular. Padişah, Osmanlı Devlet Teşkilâtında ülkede mutlak hâkim, dünyada da Müslümanlar’ın temsilcisi olmasına rağmen; yetkileri, vazifeleri kanunnâmedeki şer’i, örfî hukuka göreydi. Vazife ve yetkileri, Osmanlı Devlet Teşkilâtı’nda müesseseler ve yüksek kademeli memurlar tarafından da paylaşılırdı. 


Osmanlı Devletinde Arslanhane...

rslan ve kaplan gibi yabani hayvanların avlanması, canlı olarak yakalanıp kafesler ve zincirler yardımıyla zapturapt altında sergilenmesi, eski çağlardan beri hükümdarların ve kendine soyluluk atfeden sınıfların ilgisini çekmiştir. Tarihte güç ve hükümranlık gösterileri ve sembolleri olarak kullanılan bu etkinlikler günümüzde daha ticari bir şekle bürünse de halen devam etmektedir. Bu yazıda Osmanlı Devletinde Arslanhane hakkında antropolojik, kültürel ve psikolojik açılardan incelenebilecek av konusu değil, bu hayvanların sergilenmesi ve esaret altında tutulması ele alınacaktır. 

 

Osmanlı sultanlarının Asya ve Afrika’dan getirilen veya gönderilen yabani ve yırtıcı hayvanlara olan ilgi ve merakının ne zaman başladığı konusunda kesin bir bilgi yoktur. Ancak bu merak ve ilginin Arslanhane-i Hassa gibi Osmanlı kurumlarının en ilginçlerinden birini doğurmuş olması bunun herhangi bir sultanın geçici bir heves ya da merakının ötesine geçtiğini göstermektedir. Farklı coğrafya ve dönemlerde hükümdarların arslan, kaplan, fil ve benzeri hayvanları beslemesi ve yeri geldiğinde sergilemeleri kendi kamusal imajlarıyla yakından alakalıydı. 


Osmanlı’da Harem Meselesi...

Tarihimizde Osmanlıda harem meselesi hakkında ortaya atılan iddialara dayanak teşkil eden hususun ilmi olmaktan çok, yazarların, konuşanların, fikir yürütenlerin siyasi/dünyevi zihin yapılarına göre biçimleniyor olması diğer başka meselelere yaklaşımın alışılageldik bir vechesini oluşturuyor. Esasen Osmanlı hakkında söz söylemeye başlarken Padişahın yetkilerini sınırlandırma çabası içinde bulunan anayasal girişimlerle demokratikleşme süreçlerinin başladığı günden yaşadığımız zaman dilimine ağız ve kalemlerden süzülen her tekrarın altında yatan şeyin, gelenekçilikle modernleşme arasındaki gerilimden neşet ettiği vakıadır. 

 

Sözünü ettiğimiz gerilimin izalesini giderecek çabanın tarihçilerin elinden çıkıyor olmasının fayda teşkil etmemesi de, gerilimde taraf olanların son derece sert bu mantık sakatlığından  çıkmaya  niyetleri  bulunmadığının  işaretlerini  vermeye  yetiyor.  


Osmanlıda Devşirme Sistemi...

Osmanlı’da uygulanmış olan devşirme sisteminin ortaya çıkışı, organizasyonu, çıkardığı sosyal ve ekonomik sonuçlar bakımından günümüzde bile tartışma konusu olmaktadır. Bir süre Osmanlıda Devşirme Sisteminde sonra özellikle seyfiye kanadında büyük bir yozlaşma yaşayan devşirme sistemi işlevini tam olarak yaptığı dönemde tüm dünyaya örnek teşkil etmiş, başarılı bir sistem olmuştur. Devşirme sisteminin çöküşüne paralel olarak Osmanlı Devletinde çöküş dönemi yaşanması bu sistemin devlet teşkilatındaki hayati rolüne işaret etmektedir. Bu bakımdan Osmanlı Devletinin küçük bir beylikken çok kısa bir süre içerisinde nasıl büyük bir devlete dönüştüğünü ve bu cihan devletinin en önemli çöküş nedenlerinden birisi olarak devşirme sistemini ve işleyişini anlamamız gerekmektedir.

 

Devşirme, Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerde sadece yaya ve müsellemlerden oluşan asker ihtiyacını çeşitlendirmek, ihtiyacı karşılamak ve güçlendirmek maksadıyla başvurulmuş bir yöntemdir.1 I. Murad döneminde kurulan Yeniçeri Ocağına asker temini için önce pençik kanunu gereğince gayrimüslim genç savaş esirlerinden faydalanılmış, fakat zamanla fetihlerin azalması, Ankara Savaşı'ndan sonra da bir süre durması yüzünden devşirme yoluna başvurulmuştur.2 Kadıasker Çandarlı Halil ile Karamanlı Molla Rüstem’in tavsiyeleriyle kurulan bu teşkilatı Neşrî şu şekilde anlatmaktadır; “Bunları Türk’e virelim. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler. 

 


Osmanlı Diplomasi Tarihi...

Diplomasi, devletler arasındaki ilişkilerin barışçıl yollarla yürütülmesidir. Diğer bir deyişle, Uluslararası İlişkileri yürütme sanatıdır. Kendi içinde farklı şekilde gelişen diplomasi, Osmanlı Devleti’nde ilginç bir süreç izlemiştir. Başlangıçta Osmanlı Diplomasi Tarihinde ad hoc diplomasiyi kullanan Osmanlı Devleti, zayıflamaya başlayıp toprak kaybetmeye başlayınca sürekli diplomasiyi kullanmaya başlamıştır. Yani Osmanlı Devleti diplomasiyi hayatta kalmak için kullanmıştır. Yine de bu durum Osmanlı Devleti'nin yıkılmasını engelleyememiştir. Diplomasi, Osmanlı Devleti'ne fayda sağlamasa da kendisinden sonra topraklarında kurulan pek çok devletlere miras bırakmıştır. Bu makale, diplomasinin gelişimi, Osmanlı Devleti’nde diplomasiyi ve Türkiye’ye mirasını incelemektedir.


Osmanlı Esnaf Teşkilatı...

Osmanlı Devleti’nden evvel Türk-İslam devletlerinde esnaf oluşumuna yönlendiren ve Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde de etkisi hala süren iki önemli müessese bulunmaktadır. Bunlar fütüvvet ve ahi örgütleridir. Temelde Osmanlı Esnaf Teşkilatında içerikleri benzer olmasına rağmen bu iki kuruluş, Müslüman Türk devletlerinde esnaf teşkilatlarının dini-iktisadi bir grup şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir.

 

Ahilik kurumunun daha doğru tanımlanabilmesi için fütüvvet anlayışından bahsetmek önemlidir. Fütüvvet kavramı, İslam’da yer alan güzel özellikler için kullanılan bir olgudur. Buna göre, yetiştirilecek olan kişinin bir disiplin içerisinde yetiştirilmesi için kurulan fütüvvetler zamanla örgütlü bir yapı haline gelmişlerdir.  


Osmanlı Devleti’nde Ekmekçilik...

Ekmek, insanlık için yapımının keşfi itibariyle vazgeçilmez bir besin kaynağı olagelmiştir. Keşfinden itibaren insanların her zaman yenilikler katarak daha lezzetli hale getirdiği bu besine, Osmanlı Devleti’nde de gereken önem verilmiştir. Tarımın hâkim olduğu evrelere bakıldığı zaman ekmeğin önemi de anlaşılmaktadır.

 

Osmanlı Devleti’nin iaşesine ait araştırmaların sayısı oldukça fazladır. Bu çalışmalar,  Osmanlı Devleti’nde Ekmekçilik te genel olarak iaşe temini, dağıtımı ve diğer uygulamaları konu edinir, ancak Osmanlı Devleti’nde ekmekçilik u¨zerine yapılan geniş kapsamlı bir çalışma bulunmamaktadır. 

 

M. Demirtaş’ın Osmanlıda Fırıncılık 17. Yu¨zyıl adlı eserinde daha çok İstanbul’daki esnaf teşkilatı içerisindeki fırıncı esnafına ve genel bir esnaf göru¨ntu¨su¨ne bakılmıştır. M. Demirtaş’ın yapmış olduğu çalışma gelecekte yapılacak araştırmalar için öncu¨ bir nitelik taşımaktadır. 


Osmanlıda Ordunun Sefere Uğurlanması ve Karşılanması...

Osmanlı ordusu sefere giderken tuğların ve Sancak-ı Şerif’in çıkartılması, ordugâhın kurulması, ordunun uğurlanması ve seferden dönüşte karşılanması, İstanbul’da resmî merasimlere ve halkın çeşitli kutlamalarına vesile olmaktaydı.

 

Padişahın komutasında gerçekleştirilen seferler “sefer-i hümayun” olarak adlandırılır ve bu dönemlerde ordunun cepheye uğurlanması hayli haşmetli olurdu. Sefer-i hümayun kararı verildiğinde ilk yapılan merasim, müneccimbaşı tarafından belirlenen Osmanlıda Ordunun Sefere Uğurlanmasında eşref saatte padişahın tuğlarından ikisinin çıkartılmasıydı. Bu merasime vezirler ve şeyhülislam başta olmak üzere bütün devlet ricali katılır, bunun için kendilerine, bir gün öncesinden davet tezkireleri yazılarak resmî kıyafetleriyle Ortakapı’da hazır bulunmaları bildirilirdi. 


Osmanlıda Padişahların Biniş ve Tebdilleri...

İstanbul, payitaht oluşundan bu yana emperyal özelliklerinin bir gereği olarak resmî tören ve seremonilere sahne olmuş, hususiyle bu açıdan bir “merasimler kenti” vasfı kazanmıştı. Osmanlılar döneminde üç kıtaya yayılan imparatorluğun ana merkezi olarak resmî törenler Bizans dönemine nispetle biraz daha farklılaşarak sürdü. İmparatorluğun yönetim merkezi olması, sarayda divan toplantılarını özel bir merasim alanı hâline de getiriyordu.

 

Öyle ki burası çeşitli meselelerini takip edenlerce merakla izlenen Osmanlıda Padişahların Biniş ve Tebdillerinde bir resmî merkez konumu kazanmış gibiydi. Saray merkezli merasimler için divan günlerinin özel bir önemi olduğuna şüphe yoktur. Öte yandan ordunun sefere çıkışı, hacıların payitahttan ayrılışı, kutsal günler ve dinî bayramlar, saray kaynaklı evlilik, doğum, sünnet, cenaze merasimleri, kılıç alayı ve Cuma selamlığı gibi resmî bir çerçeve kazanmış törenler durumundaydı. Bu törenler, saltanatın azametini görünür kılması ve padişahların, payitaht civarındaki gezi ve tebdil, dinlenme, eğlenme, spor gibi ihtiyaçlarına cevap vermesinin yanında, halkla ilişki kurulmasını, İstanbulluların eğlenmesini, şehirde toplum hayatının renklenmesini, dinî hayatın canlanmasını ve ticari hareketliliğin artmasını sağlayarak geniş bir fonksiyon ifa ediyordu. 


Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı...

Yavuz Sultan Selim döneminde İstanbul’a getirilen kutsal emanetler arasında bulunan ve Ka‘b bin Züheyr’den intikal ettiğine inanılan Hz. Peygamber’in hırkası bu tarihlerden itibaren sarayda manevi bir iklim yaratmıştır. Padişahların XVI. ve XVII. yüzyıllarda Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı çeşitli vesilelerle ziyaret ettikleri, zaman zaman sefere ya da bir yere gittiklerinde yanlarında götürdükleri bilinmektedir. Ramazan ayında Hırka-i Saadet’in ziyaret edilmesi ise bir saray âdeti olarak başlamış ve bu âdet XVIII. yüzyılın ilk yıllarından itibaren resmî bir merasime dönüşmüştür. 

 

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?Surre Alayı Kelime olarak “para kesesi” anlamına gelen surre, padişahın her yıl hac zamanında Mekke ve Medine’ye gönderdiği parayı ifade için de kullanılır. Padişahlar paranın yanı sıra Haremeyn’e hilat, kaftan, yiyecek gibi hediyeler de gönderirler ve bunların hepsine birden “surre-i hümayun” denirdi. Bunlar, Mekke ve Medine’de oturan seyyid ve şerifler ile bölgenin ileri gelenlerine, fakirlere ve hacılara zarar vermemeleri beklentisiyle hac güzergâhı üzerindeki bedevilere dağıtılırdı. Ayrıca surreyle birlikte her yıl, Kâbe kapısı perdesi ve kuşağı, Ravza-i Mutahhara ve sahabe kabirlerinin örtüleri gönderilirdi. 

 

Tarihi Osmanlıda Surre Alayı Nedir?

9- Topkapı Sarayı’ndaki Mermerlik Kasrı’nda Mekke’ye gidecek surrenin surre eminine teslimi (d’Ohsson) Mekke ve Medine halkına hediye ve para gönderme geleneği Abbasîler devrinde başlamış, sonraki İslam devletleri bunu devam ettirmiştir. Osmanlılarda bilinen ilk surre, Yıldırım Bayezid tarafından Edirne’den gönderilmiştir.



Harem-i Hümayun...

Geniş coğrafyalara hükmetmiş hükümdarların yaşadıkları sarayları görerek onların orada nasıl bir yaşam sürdürdüklerini öğrenme isteği her dönem olmuştur. Hele ki bu durum yüzyıllar boyu 3 kıtaya hükmetmiş Osmanlı padişahlarının sarayları söz konusu olduğunda merak duygusu bir kat daha artmıştır.

 

Osmanlı Devlet’ inde “Harem” asıl adıyla “Darüs-Sâade” her dönem Harem-i Hümayun merak konusu olmakla birlikte, 16. yy. itibariyle etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir mekân olan ve içerisine de sadece belirli görevleri olan erkeklerin dışında girişin yasak olduğu, bir de buna içeride bulunan birbirinden güzel cariyeleri de eklediğimiz zaman bu kurum tam bir sır küpüne dönmüştür. Böyle gizemli bir kurum karşısında da birçok yazar çoğu zaman bu kurumu, hayal ve fantezilerin süslediği bir yer olarak tasvir etmişlerdir.


Etmeydanı Nedir?

Meydân-ı Lahm veya Lahim Meydanı olarak da bilinen bu yer, Yeni Odalar’da oturan yeniçerilerin yedikleri etin burada dağıtılması sebebiyle bu adı almıştır. Zamanla yaygınlık kazanacak olan bu isim Kanûnî Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) ortaya çıkmıştır. Kanûnî devrinin başlarında, Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Yeni Odalar’ı Vezîriâzam İbrâhim Paşa yeniden tanzim ettirirken salhânelerden getirilen etleri ayrı bir kapıdan içeriye aldırarak meydanlık yerde dağıttırmış, daha sonra bu kapıya Et Kapısı denildiği gibi meydana da Etmeydanı adı verilmiş, sonraları kapı da Etmeydanı Kapısı adıyla anılmaya başlanmıştır (BA, MD, nr. 55, s. 126). Ayrıca kasap ve aşçıların namaz kılmaları için burada bir de mescid yaptırılmıştır. 

 

Sadece sabah ve akşam namazlarının kılındığı Etmeydanı Mescidi’nde yılda bir defa yeniçerilere çuha dağıtıldığı gün öğle namazı da kılınırdı. XVII. yüzyıl ortalarında yanan ve devrin Yeniçeri Ocağı kethüdâsı tarafından tamir ettirilen bu mescid 1724 Cibali yangınından sonra yeniden yaptırılmıştır. Hadîkatü’l-cevâmi‘deki ifadelerden Etmeydanı Mescidi’nin halka açık bir ibadet yeri olmadığı anlaşılmaktadır. Yeniçeri Ocağı neferlerinin asıl ibadet yeri Orta Cami diye bilinen büyük mesciddir.


İbrahim Paşa Sarayı...

Osmanlı İmparatorluğu gerek ulaştığı sınırlar, sahip olduğu siyasi ve kültürel kudret ve de gerekse medeniyet yönünden sadece Türk tarihi için değil Dünya tarihi için de önemli bir yere sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu’nun her açıdan zirvede olduğu dönem olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman Dönemi de hiç şüphesiz kayda değerdir. İmparatorluğun zirveye olan yolculuğunda padişaha eşlik etmiş olan abide şahsiyetler arasında kendisine on üç yıl (1523-1536) boyunca veziriazamlık yapan İbrahim Paşa bilhassa dikkat çekmektedir. Gerek renkli kişiliği, gerek ulaştığı siyasi-maddi kuvvet ve gerekse de yükselişi kadar şaşırtıcı olan düşüşü onu Osmanlı Tarihi’nin en dikkat çekici devlet adamlarından biri haline getirmiştir. 

 

Türkiye’nin önde gelen sanat tarihçilerinden biri olan Nurhan Atasoy’un yazmış olduğu ve Kanuni Sultan Süleyman tarafından İbrahim Paşa için yaptırılan ve onun adıyla anılan sarayı konu alan bu eser ilk olarak 1972 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları altında basılmıştır. 2012 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca tekrar basılan bu eser ilk baskısının yeniden düzenlenerek, yeni kaynaklar ve görsel malzemelerle genişletilmiş ikinci baskısıdır. Eser İbrahim Paşa Sarayı dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın Önsöz’üyle (5) başlayıp, yazarın Sunuş (9-11) yazısı, İçindekiler (13), Giriş (17-19), 7 ana başlık, Sonuç (229-232), okuyuculara zengin bir bibliyografya demeti sunan Kaynaklar (233-238) ve eserin kullanımını kolaylaştıran Dizin (239-243) ile sona ermektedir. 


Kapı Halkı Ne Demek?

Osmanlı Devleti’nde devlet ricâlinin sivil ve resmî her türlü işlerinde hizmet gören adamları.

 

Türk İslâm devletlerinde kapı kelimesi genellikle devleti ifade eder; bugün de devlet kapısında çalışmak “kamu hizmetinde olmak” şeklinde anlaşılır. Osmanlılar’da Kapı Halkı Ne Demek dendiğinde paşa kapısı ifadesi “sadrazamın görev yaptığı devlet dairesi” anlamında kullanılmıştır. Kapı halkı tabiri de önde gelen bir kişinin hizmetindeki kimseleri niteler. Bu tabire XV. yüzyıl Osmanlı kaynaklarında rastlanması yerleşmiş bir terim olarak eskiden beri var olduğunu gösterir. 

 

Tursun Bey’in eserinde kapıkulu ifadesinin hiç kullanılmamasına karşılık kapı halkı tabiri on sekiz yerde geçmekte, çoğu yerde de kapı halkı ve yeniçeri beraber anılmaktadır. Buradan, kapı halkının doğrudan padişahın hizmetinde bulunan ve seferlere muharib veya hizmet bölüğü olarak katılan askerler mânasında kullanıldığı anlaşılmaktadır. XVI. yüzyıl ortalarında kapıkulu tabirinin kaynaklarda geçmediği ve bu anlamda kapı halkı ifadesine yer verildiği de belirtilir (Cezar, s. 260-261).

 

XVI. yüzyıl başlarında Şehzade Selim Trabzon’dan babası Bayezid’e yolladığı mektupta “... kapım halkıyla varıp ...” diye yazmakta (TSMA, nr. E. 543), Şehzade Korkut da Selim’e mektubunda “... Bilfiil yanımızda olan kapı halkı tahfif olunmayıp üzerimize gelenin men‘ ü def‘ine kudret-i tâmme mukarrer olaydı” demektedir (TSMA, nr. E. 5882). Bu ikinci ifadeden, Korkut’un kapı halkının doğrudan şahsına bağlı küçük bir ordu olduğu sonucu çıkarılabilir. XVI. yüzyıl ortalarında telif edilen Lutfi Paşa’nın Târih’inde de kapı halkı çok sık geçtiği halde kapıkulu hiç yer almamıştır. 


Sarây-ı Atîk-i Âmire Nedir?

Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethinden sonra bugün Beyazıt Camii ile Süleymaniye Camii arazilerini de içine alan, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü ile üniversitenin bazı bölümlerinin üzerinde bulunduğu alana ilk sarayını yaptırmıştır. Eski Saray’ın Sarây-ı Atîk-i Âmire Nedir" kuruluşuyla ilgili ilk bilgiler dönemin tarihçileri Kritovoulos, Dukas ve Tursun Bey’in eserlerinde yer alır. Kritovoulos, İstanbul’un fethinin ardından Fâtih’in bazı imar faaliyetleriyle birlikte şehrin en güzel yerinde bir saray yaptırarak 1455’te tamamlandığını belirtir. Dukas ise padişahın 8, belki daha fazla stadionluk (1 stadion = 184,87 m.) yer ayırıp içinde sarayını inşa ettirdiğini söyler. 

 

Çeşitli kaynaklar çevre duvarlarının uzunluğunun 1 veya 2 mil tuttuğunu ve dört kapısının bulunduğunu belirtir. Tursun Bey ise daha kapsamlı bilgi verir. Padişahın iki denize ve iki karaya bakan bir yer seçip burada dört köşeli, duvarları sağlam bir saray yaptırdığını, bir kısmını harem-i hâs için ayırıp bir kısmını kendi istirahati ve iç oğlanlarına tahsis ederek kasırlar, köşkler inşa ettirdiğini, saray alanının bazı yerlerinin divan ve taht için ve bir tarafının da av sahası olarak ayrılıp çeşitli hayvanlarla doldurulduğunu belirtir. 


Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri...

Ramazan, Osmanlı ricali için oruç ayı olduğu kadar resmî iftar davetlerinin yoğunlaştığı bir dönemdi. Ramazanın 5. veya 7. gecesinden 25. gecesine kadar her iftar öncesi İstanbul sokakları sadrazam ya da onun yokluğunda kaymakamın ve şeyhülislamın Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimlerinde iftar sofrasında hazır bulunacak zevatın resmî kıyafetleriyle koşuşturmalarına sahne olurdu. Davetler, bazen 3. geceden itibaren başlayabilirdi. 

 

Sadaret ve meşihat tarafından iftara katılacak zevatın listesi hazırlanır, kimin hangi gün geleceği belirlenip kendilerine davetiye gönderilirdi. Tayin edilen günde Bâbıâli’ye gelen ulema, vüzera ve diğer ricalin ertesi gün şeyhülislamın konağına davetli olarak gitmeleri âdetti. Bu iftar davetleri, 1826’daki Hocapaşa yangınında Bâbıâli’nin kullanılamaz hâle gelmesiyle kesintiye uğradı, ilerleyen yıllarda da yavaş yavaş terk edildi. 

 

Ramazan ve Kurban bayramları, Osmanlı toplumunda coşkulu bir şekilde karşılanmaktaydı. Saray da her iki bayramı resmî ve hayli şatafatlı bir şekilde kutlardı. Bir nevi “tecdid-i biat” olan ve “muayede merasimi” olarak anılan bu kutlamalarda büyük bir ciddiyet ve itina söz konusuydu. Merasimlerin düzenlenmesine, katılımın geniş tutulmasına, merasime rütbeleri icabı dâhil olanların hazır bulunmalarına 


Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...