11 Nisan 2021 Pazar

Osmanlı Tarihimizden


Divan-ı Hümayun Toplantıları ve Elçi Kabulü...

Divan-ı hümayun, XVII. asrın ortalarına kadar Divan-ı Hümayun Toplantıları ve Elçi Kabulünde Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet işlerinin idaresinde ana mekândı. Bu tarihten itibaren yönetimdeki ağırlığını tedricen kaybetse de katı ve teferruatlı bir teşrifat müessesesi olarak imparatorluğun son zamanlarına kadar muhafaza edildi. 

 

Divan’ın toplanacağı gün, sabah namazı vaktinde yeniçeri ağası, süvari bölükleri ağaları ve bir miktar yeniçeri, Ayasofya Camii’nin Bâb-ı Hümayun tarafındaki minaresi önünde muayyen yerlerini alırlardı. Sabah namazlarını konaklarında veya genellikle Ayasofya’da kılan divan erkânı da buraya gelip mevkilerine göre yerleşirlerdi. Rütbeleri küçükten  Osmanlı Tarihimizden büyüğe doğru olacak şekilde en son buraya gelen vezirler kendi aralarında selam alıp verirler, bu sırada “alkış” denilen yüksek sesle ululama yapılırdı. Toplanma işi tamamlanınca meydan duacısı yüksek sesle dua eder, hep birlikte okunan Fatiha’dan sonra sarayın kapısı açılır, herkes teşrifat sırasına göre içeriye girmeye başlardı. 

 


Osmanlı Saray Mutfağı...

Bir milletin en önemli göstergelerinden biri kendine ait mutfak kültürüdür. Bu kültürün oluşumunda toplumun içinde bulunduğu her koşul etkili olabildiği için kimlik sahibi olma açısından önemi asla yadırganamaz. Türkler tarihin her sahnesinde her daim var olan bir millet olmuştur. Asya’dan Avrupa’ya uzanan topraklarda varlığını sürdüren bu milletin dolayısıyla mutfak kültürü de muazzam bir birikime sahiptir. 

 

Türk Mutfağı, Bozkır Kültürü’nün yansımalarını bünyesinde barındırırken yerleşik hayat ile beraber yeme-içme ve pişirme teknikleri değişmeye başlamıştır. Bu bağlamda oluşan mutfak kültürü de hazır bir ocaklık çevresinde gelişmiştir ve Osmanlı Saray Mutfağında Ocak ve mutfak yaşamın önemli kavramları halini almıştır. Yalnızca yiyip içmek için değil, ocaklık ve mutfak kavramı beraberinde yeni istihdam alanları yaratmıştır. Ayrıca ortaya yeni kural ve usuller, gelenekler doğmuştur. Bu durumda milletlerin mutfak kültürü (spesifik olarak Türk Mutfağı) yeni çehrelere bürünerek geçmiş mirasını ileri taşımıştır. 


Osmanlılarda Merasimlerin Toplumsal Kaynaşmaya Katkısı...

Osmanlı Devleti’nde uygulanan merasimlerin toplumsal kaynaşma ve bütünleşmeye katkısı büyük olmuştur. Yapılan merasimlerin bazıları hem iç politikaya hem de dış politikaya yönelik propaganda aracı olarak kullanılmasına rağmen bunların sayısı azdır. Halkın Osmanlılarda Merasimlerin Toplumsal Kaynaşmaya Katkısında birlik ve beraberlik içerisinde kardeşlik duygusuyla yaşamalarında merasimlerin büyük katkısı olmuş ve en buhranlı zamanlarda dahi Osmanlı toplumunda büyük parçalanmalar meydana gelmemiştir.

 

Bireylerin ortak duygu, düşünce ve amaçlar doğrultusunda bir araya gelmeleri toplumların inşası açısında önemli olmuştur. Tarihin ilk evrelerinden itibaren sosyal ve kültürel ihtiyaçların artması ve ekonomik çıkarların insan ilişkileri üzerindeki bağlayıcılık özelliği, toplumların meydana gelmesini sağlamıştır. 

 

Osmanlıların tarih sahnesine çıktığı yıllara kadar, Türkler aileler, sülaleler, boylar ve iller halinde kendilerini muhafaza etmişlerdir. Türk milletini bir arada tutan örfler, adetler, gelenek ve görenekler diğer milletlerde olduğu üzere birlik ve beraberliğin temel kaynağı olmuştur. 



Dünya Ölçeğinde Osmanlı İstanbulu...

İstanbul’un uzun tarihini mukayeseli bir şekilde okuma denemesi olan bu bölüm, fikir olarak basit birkaç soruya dayanmıştır. Birincisi, İstanbul’un tarih boyunca önemi tespit edilecekse öncelikle tarihsel olarak şehirler için “önemli” olanın tespiti gerekmez mi? Başka bir ifade ile VI. ya da XVI. ya da XX. yüzyılda şehirler için önemli görülen Dünya Ölçeğinde Osmanlı İstanbulunda ve şehirlerin sahip olmak istedikleri şeyler nelerdir? İkincisi, bir şehrin bir dönemdeki önemini diğer şehirlerle ilişkilendirerek ve mukayese ederek ortaya koymak daha isabetli olmaz mı? Kanaatimizce bu soruların cevapları, İstanbul’u hem kendi bağlamında hem de dünya şehirleri ve tarihi bağlamında bir yere konumlandırmak için anlamlı ipuçları verecektir.  Bu mukayeseli okuma, İstanbul’un Roma-Bizans dönemi, Osmanlı dönemi ve Tanzimat sonrası- Cumhuriyet dönemini kapsayan üç makale ile yapılacaktır. 

 

Bizans İstanbul’unun küresel bir şehir hâline nasıl geldiğini anlatılan ilk makalede şöyle deniliyor: “En başlarda Konstantinopolis,  eskaza iki başkentten biri kabul edilen ama değeri biraz fazla büyütülmüş bir kasaba irisiydi.  Ama bir nesillik süre içinde gerçekten küresel bir şehir hâline geldi.” Roma’nın yanı sıra bir başkent olarak inşa edilen İstanbul’un bu süreçte attığı adımlar bize o dönemin “önemli” olanı hakkında bilgi verecek ve bu çerçevede diğer şehirlerle mukayesesinde İstanbul’un ayırt edici özelliklerini de ortaya koyacaktır. 

 


Osmanlı Hanedanının Aile Yapısı ve Güncel Yaşamı...

Osmanlı hanedan ailesi aslında toplumun diğer bireylerinden ayrılan bir yapı hiçbir zaman olmamıştır. Osmanlı Devleti’nde aristokratik bir yapılanma olmadı.ğı için varolan yapı tamamen Şer’i hukuka ve Türk töresine dayanmaktadır. Ayrıca Osmanlı’da aile devlet müdahalesinden uzak bir kurumdur. 

 

Osmanlı hanedanında erkek ise, Kanunname-i Ali Osman’a göre “harem” içerisinden çok kadınla evlenebilme hakkına sahiptir. Ancak taşra ve alt sosyo.ekonomik tabakalar da bulunan toplum yapıları arasında tek evlilik esastır. Üstelik Osmanlı Hanedanının Aile Yapısı ve Güncel Yaşamında erkek hegemon bir yapılanma toplumun en alt katmanından en üstüne kadar görülebilmektedir. Fakat Osmanlı ailesinde kadınların, bazı hakları diledikleri gibi kullanabildikleri de bilinmektedir. Bu Osmanlı’da kadınların hüküm sahibi olabildikleri anlamını taşımamasına rağmen “valide sultan” kavramı, “haremde” kadınlar arasında bir üstünlük sıfatı anlamını da taşımaktadır. 



Osmanlı Devleti’nde Şehzadelik Kurumu...

Şehzade, Osmanlı padişahlarının erkek çocuklarına şahzade veya şehzade denilmiştir.  Ayrıca şehzade, ‘şehzadegan’ ifadeleri ile hükümdar oğlu, prens olarak da tanımlanabilmektedir. Baba tarafından Osman Gazi’nin soyundan gelen prense Osmanlı Devleti’nde Şehzadelik Kurumunda “Şehzade” denmektedir. İmparatorluk prensidir. Şehzadelere İstanbul’un fethi’nden önce bey, çelebi denmiş; sonra sultan han denmiştir.1826 tarihinden sonra Sultan ve Han unvanları padişahlara tahsis dilmiş, bütün şehzadelere, veliaht dâhil olmak üzere “efendi” denmiştir. Lakabı ise “Devletlünecabütlü” ve bu lakap yalnızca Osmanlı şehzadelerine özel idi.  Babasının padişah olması şart değil şehzadenin oğlu da şehzadedir ve şehzade oğlu hiçbir zaman tahta çıkmamıştır. 

 

Fakat onlarda tahtın varisleridir. Osmanlı Devleti’nde saltanat devam etse de 1944 tarihinde II. Abdülmecit ölünce, veraset sistemine göre, en yaşlı şehzade olarak V. Murat’ın oğlu Salahaddin Efendi’nin oğlu Ahmet Nihat Efendi IV. Ahmet unvanıyla tahta çıkmıştır. 


Osmanlı Bilim Adamlarından Bazıları...

Maveraünnehir’de Nisan 1350 yılında doğdu. Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza'dır. Fenari nisbesi hakkında kaynaklarda farklı görüşler bulunmaktadır. Bu nisbenin, Maveraünnehir bölgesinde ya da Bursa civarında Yenişehir ile inegöl yakınlarındaki Fenar köyünden geldiğini söyleyenler bulunduğu gibi babasının fenercilik mesleğiyle ilgili olduğunu ileri sürenler de vardır. Kahire'de Osmanlı Bilim Adamlarından icazet alan İbn Hacer el-Askalanl'nin İbnü'I-Fenari diye tanındığını belirtmesi, Zeynüd din el-Hafi'nin halifesi İbn Ganim el-Kudsi'ye gönderdiği Arapça bir şiirinde kendisinden İbnü'I-Fenari diye söz etmesi babasının da bu nisbeyle anıldığını göstermektedir.

 

Molla Fenari, ilk öğrenimini babasının yanında tamamladıktan sonra İznik'te Alaeddin Ali Esved'in derslerine devam etti. Hocasıyla arasında geçen ilmi bir tartışma yüzünden oradan ayrıldı ve Amas- ya'ya gitti. Amasya'da Cemaleddin Aksarayi'nin öğrencisi oldu ve 1376 yılında kendisinden icazet aldı. Ardından Seyyid Şerif el-Cürcani ile birlikte gittiği Kahire'de başta Ekmeleddin el-Baberti olmak üzere çeşitli alimlerden şer'i ilimleri tahsil etti. Baberti'den de icazet aldıktan sonra Bursa'ya döndü. 


Kudüs Nedir? Kudüsün Dünü Ve Bu Günü...

Müslümanların ilk kıblesi olan Kudüs, tüm insanlar için ortak bir değer. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in Miraca yükseldiği bu kent, yüzlerce yıl barışa, hoşgörü ve kardeşliğe ev sahipliği yaptı.

 

Ancak tüm insanlığa örnek olması gereken bu kadim şehir, günümüzde hak ihlalleriyle birlikte anılıyor. Bizler de Ümraniye Belediyesi olarak İstanbul Medeniyet Üniversitesi ve Burak Derneği (Mukaddes Mekanları Tanıtma ve Kültür Derneği) ile birlikte “Kudüs gerçeğini” en net biçimiyle ortaya koyabilmek için bu projeyi hayata geçirdik.

 

Uluslararası Kudüs Nedir? Kudüsün Dünü Ve Bu Günü ve Kudüs Sempozyumu ile bölgede yaşanan hak ihlallerinin akademik düzeyde değerlendirilmesi, kamuoyu ve uluslararası toplumun bilinçlendirilmesi ve ihlaller karşısında yapılması gerekenleri içeren bir yol haritası belirlenmesi hedefleniyor.

 

Kudüs gerçeğinin tüm yönleriyle gelecek kuşaklara aktarılmasında ve güncel anlamda kamuoyuna yansıtılmasında önemli bir işleve sahip olacağını düşündüğümüz sempozyumda Türkiye ve dünyadan politikacı, akademisyen ve din adamları bir araya geliyor.



Osmanlıda Türkçülük ve Turancılık...

aklaşık 600 yıl boyunca çeşitli uluslardan oluşan büyük bir devlet kuran Osmanlılar, II. meşrutiyetin ilanından itibaren geçen altı yıl içinde Libya ve Edirne’den öteye tüm toprakları kaybetti. Özellikle en verimli toprakların yer aldığı Rumeli’nin kaybı Jön Türkler üzerinde büyük etki yaratmış, politikalarını Anadolu üzerinde yoğunlaştırmaya başlamışlardı. Toprak kaybı sonrası nüfusunun çoğunluğu da Türklere geçmişti. İttihat ve Terakki 1911 yılından itibaren Osmanlıda Türkçülük ve Turancılık alanında Osmanlıca olan programını Türkçeleştirmişti. İttihat ve Terakki iktidarı, İmparatorluğun dağılışını önlemek için önerilen Osmanlıcılık ve İslamcılık yerine tek çözüm yolu olarak Türkçülüğü benimseyecekti.

 

Talat Paşa, yurt dışına kaçtıktan sonra bu değişikliği şu sözlerle açıklayacaktı: “İnsanlar çoğu zaman yoksul yakınlarını, ancak kendileri de aynı duruma geldikleri zaman hatırlar.



Osmanlıda Dahili Gümrük Vergisi İstisnaları...

Çalışma, Osmanlı İmparatorluğu’nda 1800-1900 arası dönemde dâhili gümrük vergileri için yapılan istisnaları ele almaktadır. Baltalimanı Antlaşması ile yerli üretici yabancı üretici karşısında rekabet etmekte dezavantajlı bir konumla karşı karşıya kalmıştır. Normalde gümrük vergileri yerli üreticiyi korumak için yükseltilebilmektedir. Ancak, antlaşmalar sebebiyle bu mümkün olmadığı için yerli üreticilere bazı istisnalar sağlanmıştır. Literatürde bu Osmanlıda Dahili Gümrük Vergisi İstisnalarına istisnaların haricî olanlarına değinilmiş, ancak dâhili olanları ile ilgili bir çalışma yapılmamıştır. Bu çalışmanın amacı, literatürdeki bu eksikliği gidermektir. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü’nden elde edilen belgeler yoluyla konu örneklendirilmeye çalışılmıştır. Bu belgelerden elde edilen bilgilere göre, istisnalar farklı alanlardaki ürünleri kapsamış, istisnalar ile yerli sanayi, ticaret ve ziraat korunmaya çalışılmış ve bu vesileyle halkın ihtiyaçlarının daha iyi karşılanabileceği ümit edilmiştir.


Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebi...

Anadolu Selçuklu Devleti parçalandıktan sonra yerine kurulan beylikleri incelediğimizde Osmanlı Devleti, diğerlerine oranla daha küçük bir beylikti. Bir uç beyliği olarak kurulan Osmanlı Devleti, başlangıçta Anadolu’daki diğer beyliklerle mücadele etmek yerine, Osmanlı Eğitim Sisteminde Enderun Mektebinde Bizans ve Balkanlardaki krallıklarla mücadele etme yolunu seçmiştir. Gaza ve cihat anlayışını kendisine rehber edinen Osmanlı Devleti, kısa sürede sınırlarını Bizans ve Balkanlar aleyhine genişletmiştir. 

 

Bu durum I. Murad döneminden itibaren artarak devam etmiştir. Sınırların gittikçe genişlemesi üzerine, sınırların korunması için asker ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu dönemde çıkartılan “Pencik Kanunu” ile bu ihtiyacın karşılanması için yeni bir sistem geliştirilmiştir. Balkanlardaki gayrimüslim ailelerden alınan çocukların eğitilmesi ve zeki olan çocukların seçilmesi için eğitim kurumları teşekkül edilmeye başlanmıştır. 


Zülüflü Baltacılar "Teberdaran-ı Hassa"...

Zülüflü Baltacılar Enderun teşkilatının önemlice bir kısmıdır. Baltacılar, saray hizmetlerinde ve Harem’in odun ihtiyacının temininde kullanılan saray hizmetlileri ve kapıkulu mensuplarıdır. Sefer sırasında Zülüflü Baltacılar "Teberdaran-ı Hassa" ordunun önünden ilerleyerek askerlerin yürüyüşüne mâni olacak ağaçları kestikleri için bu isimle anıldıkları rivayet edilir. Koğuşları Mehterhâne’nin sağ tarafında Harem ile Has Ahur arasında bulunur. 

 

Harem’in Araba Kapısı’nın sağ tarafındaki kapıdan girilen Zülüflü Baltacılar Koğuşu sarayın en eski binalarındandır. Fatih devrinde yaptırılan koğuşların ön yüzünde bulunan, “Zıll-ı Yezdân (Hakk’ın gölgesi) Han Murad-ı cihan Şâh-ı sâhibkırân u kutb-ı zamân (Hükümdarların şahı, zamanın kutbu) Fatih-i mülket-i taht-ı Tebriz (Memleketler fatihi, Tebriz tahtının sahibi) Mâlik-i mülk-i Şirvan u Revan (Şirvan ve Revan’ın sahibi)” şeklinde başlayan otuz mısralık kitabede, 1587’de Sultan III. Murad Han tarafından Zülüflü Baltacılar Koğuşu’nun tamir ettirildiğinden bahsedilmektedir.


Osmanlının musikî Okulları...

On dokuzuncu asrın sonuna kadar Enderûn, Mevlevihane, Mehter ve Mızıkay-ı Humayûn’a bağlı dersliklerde görülen sistemli mûsikî dersleri XIX. Y.y’ın sonlarına doğru Maârife bağlı mekteplerde de okutulmaya başlamıştır. Bunun mûsikî eğitimine pedagojik anlamda müspet katkıları olmuştur. Bu döneme kadar resmi eğitimden faydalanabilmek için Enderûn mensubu, tekke dervişi ya da asker olmak gerekmekteydi. Artık Osmanlının musikî Okullarında mûsikî istidadı olan her talebe müstakil bir okulda öğrenim görebilecek ve mûsikîyi bir meslek olarak icra edebilecektir. Bu tür okulların açılması daha çok II. Meşrûtiyet sonrasına rastlamaktadır. Osmanlı Maârif sisteminin daha sağlam olarak şekillendiği bu dönemde mûsikînin yanı sıra pek çok sanat mektebi de açılmıştır. Mûsikî okullarından bahsedeceğimiz bu çalışma aynı zamanda mûsikî eğitiminin profesyonelleşme sürecini göstermektedir.

 

Osmanlı Maârifi’nin teşkilatlanma sürecinde açılan okullar içerisinde bulunan mûsikî mektepleri mûsikî tarihimiz açısından önemli bir yere sahiptir.Başta İstanbul olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerinde pek çok mûsikî okulu kurulmuştur.Başlangıçta bazı dernek ve cemiyetlerin bünyesinde bulunan küçük çaptaki topluluklar zamanla yerlerini profesyonel mûsikî eğitimi veren mekteplere bırakmıştır. 


Osmanlı Toplum Yapısı...

Osmanlı Devleti, kendisinden önce gelen Türk devletlerinin kut  anlayışını benimsemiş, bu anlayışı İslam’ın içinde eriterek nasip anlayışına dönüştürmüştür. Osmanlı Devleti’nin yönetim anlayışının monarşi olmasının temel sebebi kut ve nasip anlayışından Osmanlı Toplum Yapısı hareketle savunulmuştur hatta Tursun Beğ Tarih-i Ebul Feth adlı eserinde öncelikle devletin bir başının olması gerektiğini şu sözle dile getirmiştir. 

 

"Ve bu nev’-i şerif, bunca kemâlât ile, Fâil-i muhtâr ihtiyâriyle müdeni bi’t-tab vâkı’ olmıştur; ya’ni emr-i inti’âşında ve ahkâm-ı ma’âşında ictimâ’î –ki ana temeddün dirler ki, örfümüzce ana şehr ve köy ve oba dinilür-. Anı tabi’atten ister, ve nice istemeye ki yardımlaşmak içün birbirine muhtâçdur.’’  Yani burada Tursun Beğ’in bahsettiği konu şudur insanlar medenidir ve birbirleri ile yardımlaşmaya muhtaçtırlar. Ve bu düzeni sağlayacak bir otorite gereklidir. 


Osmanlı Devlet Teşkilâtı...

Merkeziyetçi idareye sahip Osmanlı Devleti’nin başı, Padişah, (Sultân, Hünkâr, Hân,  Hakan) denilen hükümdardı. Padişah, bütün ülkenin hâkimi, idarecisi ve Osmanlı Hanedanı’nın temsilcisiydi. Osmanlı padişahları Sultân I. Selim Hân (Yavuz Sultân Selim) (1512-1520) zamanında, 1516 tarihinden itibaren Halife sıfatını kazanmalarıyla, Müslümanlar’ın da liderleri oldular. Padişah, Osmanlı Devlet Teşkilâtında ülkede mutlak hâkim, dünyada da Müslümanlar’ın temsilcisi olmasına rağmen; yetkileri, vazifeleri kanunnâmedeki şer’i, örfî hukuka göreydi. Vazife ve yetkileri, Osmanlı Devlet Teşkilâtı’nda müesseseler ve yüksek kademeli memurlar tarafından da paylaşılırdı. 


Osmanlı Devletinde Arslanhane...

rslan ve kaplan gibi yabani hayvanların avlanması, canlı olarak yakalanıp kafesler ve zincirler yardımıyla zapturapt altında sergilenmesi, eski çağlardan beri hükümdarların ve kendine soyluluk atfeden sınıfların ilgisini çekmiştir. Tarihte güç ve hükümranlık gösterileri ve sembolleri olarak kullanılan bu etkinlikler günümüzde daha ticari bir şekle bürünse de halen devam etmektedir. Bu yazıda Osmanlı Devletinde Arslanhane hakkında antropolojik, kültürel ve psikolojik açılardan incelenebilecek av konusu değil, bu hayvanların sergilenmesi ve esaret altında tutulması ele alınacaktır. 

 

Osmanlı sultanlarının Asya ve Afrika’dan getirilen veya gönderilen yabani ve yırtıcı hayvanlara olan ilgi ve merakının ne zaman başladığı konusunda kesin bir bilgi yoktur. Ancak bu merak ve ilginin Arslanhane-i Hassa gibi Osmanlı kurumlarının en ilginçlerinden birini doğurmuş olması bunun herhangi bir sultanın geçici bir heves ya da merakının ötesine geçtiğini göstermektedir. Farklı coğrafya ve dönemlerde hükümdarların arslan, kaplan, fil ve benzeri hayvanları beslemesi ve yeri geldiğinde sergilemeleri kendi kamusal imajlarıyla yakından alakalıydı. 


Osmanlı’da Harem Meselesi...

Tarihimizde Osmanlıda harem meselesi hakkında ortaya atılan iddialara dayanak teşkil eden hususun ilmi olmaktan çok, yazarların, konuşanların, fikir yürütenlerin siyasi/dünyevi zihin yapılarına göre biçimleniyor olması diğer başka meselelere yaklaşımın alışılageldik bir vechesini oluşturuyor. Esasen Osmanlı hakkında söz söylemeye başlarken Padişahın yetkilerini sınırlandırma çabası içinde bulunan anayasal girişimlerle demokratikleşme süreçlerinin başladığı günden yaşadığımız zaman dilimine ağız ve kalemlerden süzülen her tekrarın altında yatan şeyin, gelenekçilikle modernleşme arasındaki gerilimden neşet ettiği vakıadır. 

 

Sözünü ettiğimiz gerilimin izalesini giderecek çabanın tarihçilerin elinden çıkıyor olmasının fayda teşkil etmemesi de, gerilimde taraf olanların son derece sert bu mantık sakatlığından  çıkmaya  niyetleri  bulunmadığının  işaretlerini  vermeye  yetiyor.  


Osmanlıda Devşirme Sistemi...

Osmanlı’da uygulanmış olan devşirme sisteminin ortaya çıkışı, organizasyonu, çıkardığı sosyal ve ekonomik sonuçlar bakımından günümüzde bile tartışma konusu olmaktadır. Bir süre Osmanlıda Devşirme Sisteminde sonra özellikle seyfiye kanadında büyük bir yozlaşma yaşayan devşirme sistemi işlevini tam olarak yaptığı dönemde tüm dünyaya örnek teşkil etmiş, başarılı bir sistem olmuştur. Devşirme sisteminin çöküşüne paralel olarak Osmanlı Devletinde çöküş dönemi yaşanması bu sistemin devlet teşkilatındaki hayati rolüne işaret etmektedir. Bu bakımdan Osmanlı Devletinin küçük bir beylikken çok kısa bir süre içerisinde nasıl büyük bir devlete dönüştüğünü ve bu cihan devletinin en önemli çöküş nedenlerinden birisi olarak devşirme sistemini ve işleyişini anlamamız gerekmektedir.

 

Devşirme, Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerde sadece yaya ve müsellemlerden oluşan asker ihtiyacını çeşitlendirmek, ihtiyacı karşılamak ve güçlendirmek maksadıyla başvurulmuş bir yöntemdir.1 I. Murad döneminde kurulan Yeniçeri Ocağına asker temini için önce pençik kanunu gereğince gayrimüslim genç savaş esirlerinden faydalanılmış, fakat zamanla fetihlerin azalması, Ankara Savaşı'ndan sonra da bir süre durması yüzünden devşirme yoluna başvurulmuştur.2 Kadıasker Çandarlı Halil ile Karamanlı Molla Rüstem’in tavsiyeleriyle kurulan bu teşkilatı Neşrî şu şekilde anlatmaktadır; “Bunları Türk’e virelim. Hem Müslüman olsunlar, hem Türkçe öğrensinler. 

 


Osmanlı Diplomasi Tarihi...

Diplomasi, devletler arasındaki ilişkilerin barışçıl yollarla yürütülmesidir. Diğer bir deyişle, Uluslararası İlişkileri yürütme sanatıdır. Kendi içinde farklı şekilde gelişen diplomasi, Osmanlı Devleti’nde ilginç bir süreç izlemiştir. Başlangıçta Osmanlı Diplomasi Tarihinde ad hoc diplomasiyi kullanan Osmanlı Devleti, zayıflamaya başlayıp toprak kaybetmeye başlayınca sürekli diplomasiyi kullanmaya başlamıştır. Yani Osmanlı Devleti diplomasiyi hayatta kalmak için kullanmıştır. Yine de bu durum Osmanlı Devleti'nin yıkılmasını engelleyememiştir. Diplomasi, Osmanlı Devleti'ne fayda sağlamasa da kendisinden sonra topraklarında kurulan pek çok devletlere miras bırakmıştır. Bu makale, diplomasinin gelişimi, Osmanlı Devleti’nde diplomasiyi ve Türkiye’ye mirasını incelemektedir.


Osmanlı Esnaf Teşkilatı...

Osmanlı Devleti’nden evvel Türk-İslam devletlerinde esnaf oluşumuna yönlendiren ve Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde de etkisi hala süren iki önemli müessese bulunmaktadır. Bunlar fütüvvet ve ahi örgütleridir. Temelde Osmanlı Esnaf Teşkilatında içerikleri benzer olmasına rağmen bu iki kuruluş, Müslüman Türk devletlerinde esnaf teşkilatlarının dini-iktisadi bir grup şeklinde ortaya çıktığını göstermektedir.

 

Ahilik kurumunun daha doğru tanımlanabilmesi için fütüvvet anlayışından bahsetmek önemlidir. Fütüvvet kavramı, İslam’da yer alan güzel özellikler için kullanılan bir olgudur. Buna göre, yetiştirilecek olan kişinin bir disiplin içerisinde yetiştirilmesi için kurulan fütüvvetler zamanla örgütlü bir yapı haline gelmişlerdir.  


Osmanlı Devleti’nde Ekmekçilik...

Ekmek, insanlık için yapımının keşfi itibariyle vazgeçilmez bir besin kaynağı olagelmiştir. Keşfinden itibaren insanların her zaman yenilikler katarak daha lezzetli hale getirdiği bu besine, Osmanlı Devleti’nde de gereken önem verilmiştir. Tarımın hâkim olduğu evrelere bakıldığı zaman ekmeğin önemi de anlaşılmaktadır.

 

Osmanlı Devleti’nin iaşesine ait araştırmaların sayısı oldukça fazladır. Bu çalışmalar,  Osmanlı Devleti’nde Ekmekçilik te genel olarak iaşe temini, dağıtımı ve diğer uygulamaları konu edinir, ancak Osmanlı Devleti’nde ekmekçilik u¨zerine yapılan geniş kapsamlı bir çalışma bulunmamaktadır. 

 

M. Demirtaş’ın Osmanlıda Fırıncılık 17. Yu¨zyıl adlı eserinde daha çok İstanbul’daki esnaf teşkilatı içerisindeki fırıncı esnafına ve genel bir esnaf göru¨ntu¨su¨ne bakılmıştır. M. Demirtaş’ın yapmış olduğu çalışma gelecekte yapılacak araştırmalar için öncu¨ bir nitelik taşımaktadır. 


Osmanlıda Ordunun Sefere Uğurlanması ve Karşılanması...

Osmanlı ordusu sefere giderken tuğların ve Sancak-ı Şerif’in çıkartılması, ordugâhın kurulması, ordunun uğurlanması ve seferden dönüşte karşılanması, İstanbul’da resmî merasimlere ve halkın çeşitli kutlamalarına vesile olmaktaydı.

 

Padişahın komutasında gerçekleştirilen seferler “sefer-i hümayun” olarak adlandırılır ve bu dönemlerde ordunun cepheye uğurlanması hayli haşmetli olurdu. Sefer-i hümayun kararı verildiğinde ilk yapılan merasim, müneccimbaşı tarafından belirlenen Osmanlıda Ordunun Sefere Uğurlanmasında eşref saatte padişahın tuğlarından ikisinin çıkartılmasıydı. Bu merasime vezirler ve şeyhülislam başta olmak üzere bütün devlet ricali katılır, bunun için kendilerine, bir gün öncesinden davet tezkireleri yazılarak resmî kıyafetleriyle Ortakapı’da hazır bulunmaları bildirilirdi. 


Osmanlıda Padişahların Biniş ve Tebdilleri...

İstanbul, payitaht oluşundan bu yana emperyal özelliklerinin bir gereği olarak resmî tören ve seremonilere sahne olmuş, hususiyle bu açıdan bir “merasimler kenti” vasfı kazanmıştı. Osmanlılar döneminde üç kıtaya yayılan imparatorluğun ana merkezi olarak resmî törenler Bizans dönemine nispetle biraz daha farklılaşarak sürdü. İmparatorluğun yönetim merkezi olması, sarayda divan toplantılarını özel bir merasim alanı hâline de getiriyordu.

 

Öyle ki burası çeşitli meselelerini takip edenlerce merakla izlenen Osmanlıda Padişahların Biniş ve Tebdillerinde bir resmî merkez konumu kazanmış gibiydi. Saray merkezli merasimler için divan günlerinin özel bir önemi olduğuna şüphe yoktur. Öte yandan ordunun sefere çıkışı, hacıların payitahttan ayrılışı, kutsal günler ve dinî bayramlar, saray kaynaklı evlilik, doğum, sünnet, cenaze merasimleri, kılıç alayı ve Cuma selamlığı gibi resmî bir çerçeve kazanmış törenler durumundaydı. Bu törenler, saltanatın azametini görünür kılması ve padişahların, payitaht civarındaki gezi ve tebdil, dinlenme, eğlenme, spor gibi ihtiyaçlarına cevap vermesinin yanında, halkla ilişki kurulmasını, İstanbulluların eğlenmesini, şehirde toplum hayatının renklenmesini, dinî hayatın canlanmasını ve ticari hareketliliğin artmasını sağlayarak geniş bir fonksiyon ifa ediyordu. 


Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı...

Yavuz Sultan Selim döneminde İstanbul’a getirilen kutsal emanetler arasında bulunan ve Ka‘b bin Züheyr’den intikal ettiğine inanılan Hz. Peygamber’in hırkası bu tarihlerden itibaren sarayda manevi bir iklim yaratmıştır. Padişahların XVI. ve XVII. yüzyıllarda Hırka-i Saadet Ziyareti ve Baklava Alayı çeşitli vesilelerle ziyaret ettikleri, zaman zaman sefere ya da bir yere gittiklerinde yanlarında götürdükleri bilinmektedir. Ramazan ayında Hırka-i Saadet’in ziyaret edilmesi ise bir saray âdeti olarak başlamış ve bu âdet XVIII. yüzyılın ilk yıllarından itibaren resmî bir merasime dönüşmüştür. 

 

Osmanlıda Surre Alayı Nedir?Surre Alayı Kelime olarak “para kesesi” anlamına gelen surre, padişahın her yıl hac zamanında Mekke ve Medine’ye gönderdiği parayı ifade için de kullanılır. Padişahlar paranın yanı sıra Haremeyn’e hilat, kaftan, yiyecek gibi hediyeler de gönderirler ve bunların hepsine birden “surre-i hümayun” denirdi. Bunlar, Mekke ve Medine’de oturan seyyid ve şerifler ile bölgenin ileri gelenlerine, fakirlere ve hacılara zarar vermemeleri beklentisiyle hac güzergâhı üzerindeki bedevilere dağıtılırdı. Ayrıca surreyle birlikte her yıl, Kâbe kapısı perdesi ve kuşağı, Ravza-i Mutahhara ve sahabe kabirlerinin örtüleri gönderilirdi. 

 

Tarihi Osmanlıda Surre Alayı Nedir?

9- Topkapı Sarayı’ndaki Mermerlik Kasrı’nda Mekke’ye gidecek surrenin surre eminine teslimi (d’Ohsson) Mekke ve Medine halkına hediye ve para gönderme geleneği Abbasîler devrinde başlamış, sonraki İslam devletleri bunu devam ettirmiştir. Osmanlılarda bilinen ilk surre, Yıldırım Bayezid tarafından Edirne’den gönderilmiştir.



Harem-i Hümayun...

Geniş coğrafyalara hükmetmiş hükümdarların yaşadıkları sarayları görerek onların orada nasıl bir yaşam sürdürdüklerini öğrenme isteği her dönem olmuştur. Hele ki bu durum yüzyıllar boyu 3 kıtaya hükmetmiş Osmanlı padişahlarının sarayları söz konusu olduğunda merak duygusu bir kat daha artmıştır.

 

Osmanlı Devlet’ inde “Harem” asıl adıyla “Darüs-Sâade” her dönem Harem-i Hümayun merak konusu olmakla birlikte, 16. yy. itibariyle etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir mekân olan ve içerisine de sadece belirli görevleri olan erkeklerin dışında girişin yasak olduğu, bir de buna içeride bulunan birbirinden güzel cariyeleri de eklediğimiz zaman bu kurum tam bir sır küpüne dönmüştür. Böyle gizemli bir kurum karşısında da birçok yazar çoğu zaman bu kurumu, hayal ve fantezilerin süslediği bir yer olarak tasvir etmişlerdir.


Etmeydanı Nedir?

Meydân-ı Lahm veya Lahim Meydanı olarak da bilinen bu yer, Yeni Odalar’da oturan yeniçerilerin yedikleri etin burada dağıtılması sebebiyle bu adı almıştır. Zamanla yaygınlık kazanacak olan bu isim Kanûnî Sultan Süleyman döneminde (1520-1566) ortaya çıkmıştır. Kanûnî devrinin başlarında, Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Yeni Odalar’ı Vezîriâzam İbrâhim Paşa yeniden tanzim ettirirken salhânelerden getirilen etleri ayrı bir kapıdan içeriye aldırarak meydanlık yerde dağıttırmış, daha sonra bu kapıya Et Kapısı denildiği gibi meydana da Etmeydanı adı verilmiş, sonraları kapı da Etmeydanı Kapısı adıyla anılmaya başlanmıştır (BA, MD, nr. 55, s. 126). Ayrıca kasap ve aşçıların namaz kılmaları için burada bir de mescid yaptırılmıştır. 

 

Sadece sabah ve akşam namazlarının kılındığı Etmeydanı Mescidi’nde yılda bir defa yeniçerilere çuha dağıtıldığı gün öğle namazı da kılınırdı. XVII. yüzyıl ortalarında yanan ve devrin Yeniçeri Ocağı kethüdâsı tarafından tamir ettirilen bu mescid 1724 Cibali yangınından sonra yeniden yaptırılmıştır. Hadîkatü’l-cevâmi‘deki ifadelerden Etmeydanı Mescidi’nin halka açık bir ibadet yeri olmadığı anlaşılmaktadır. Yeniçeri Ocağı neferlerinin asıl ibadet yeri Orta Cami diye bilinen büyük mesciddir.


İbrahim Paşa Sarayı...

Osmanlı İmparatorluğu gerek ulaştığı sınırlar, sahip olduğu siyasi ve kültürel kudret ve de gerekse medeniyet yönünden sadece Türk tarihi için değil Dünya tarihi için de önemli bir yere sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu’nun her açıdan zirvede olduğu dönem olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman Dönemi de hiç şüphesiz kayda değerdir. İmparatorluğun zirveye olan yolculuğunda padişaha eşlik etmiş olan abide şahsiyetler arasında kendisine on üç yıl (1523-1536) boyunca veziriazamlık yapan İbrahim Paşa bilhassa dikkat çekmektedir. Gerek renkli kişiliği, gerek ulaştığı siyasi-maddi kuvvet ve gerekse de yükselişi kadar şaşırtıcı olan düşüşü onu Osmanlı Tarihi’nin en dikkat çekici devlet adamlarından biri haline getirmiştir. 

 

Türkiye’nin önde gelen sanat tarihçilerinden biri olan Nurhan Atasoy’un yazmış olduğu ve Kanuni Sultan Süleyman tarafından İbrahim Paşa için yaptırılan ve onun adıyla anılan sarayı konu alan bu eser ilk olarak 1972 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları altında basılmıştır. 2012 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca tekrar basılan bu eser ilk baskısının yeniden düzenlenerek, yeni kaynaklar ve görsel malzemelerle genişletilmiş ikinci baskısıdır. Eser İbrahim Paşa Sarayı dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın Önsöz’üyle (5) başlayıp, yazarın Sunuş (9-11) yazısı, İçindekiler (13), Giriş (17-19), 7 ana başlık, Sonuç (229-232), okuyuculara zengin bir bibliyografya demeti sunan Kaynaklar (233-238) ve eserin kullanımını kolaylaştıran Dizin (239-243) ile sona ermektedir. 


Kapı Halkı Ne Demek?

Osmanlı Devleti’nde devlet ricâlinin sivil ve resmî her türlü işlerinde hizmet gören adamları.

 

Türk İslâm devletlerinde kapı kelimesi genellikle devleti ifade eder; bugün de devlet kapısında çalışmak “kamu hizmetinde olmak” şeklinde anlaşılır. Osmanlılar’da Kapı Halkı Ne Demek dendiğinde paşa kapısı ifadesi “sadrazamın görev yaptığı devlet dairesi” anlamında kullanılmıştır. Kapı halkı tabiri de önde gelen bir kişinin hizmetindeki kimseleri niteler. Bu tabire XV. yüzyıl Osmanlı kaynaklarında rastlanması yerleşmiş bir terim olarak eskiden beri var olduğunu gösterir. 

 

Tursun Bey’in eserinde kapıkulu ifadesinin hiç kullanılmamasına karşılık kapı halkı tabiri on sekiz yerde geçmekte, çoğu yerde de kapı halkı ve yeniçeri beraber anılmaktadır. Buradan, kapı halkının doğrudan padişahın hizmetinde bulunan ve seferlere muharib veya hizmet bölüğü olarak katılan askerler mânasında kullanıldığı anlaşılmaktadır. XVI. yüzyıl ortalarında kapıkulu tabirinin kaynaklarda geçmediği ve bu anlamda kapı halkı ifadesine yer verildiği de belirtilir (Cezar, s. 260-261).

 

XVI. yüzyıl başlarında Şehzade Selim Trabzon’dan babası Bayezid’e yolladığı mektupta “... kapım halkıyla varıp ...” diye yazmakta (TSMA, nr. E. 543), Şehzade Korkut da Selim’e mektubunda “... Bilfiil yanımızda olan kapı halkı tahfif olunmayıp üzerimize gelenin men‘ ü def‘ine kudret-i tâmme mukarrer olaydı” demektedir (TSMA, nr. E. 5882). Bu ikinci ifadeden, Korkut’un kapı halkının doğrudan şahsına bağlı küçük bir ordu olduğu sonucu çıkarılabilir. XVI. yüzyıl ortalarında telif edilen Lutfi Paşa’nın Târih’inde de kapı halkı çok sık geçtiği halde kapıkulu hiç yer almamıştır. 


Sarây-ı Atîk-i Âmire Nedir?

Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethinden sonra bugün Beyazıt Camii ile Süleymaniye Camii arazilerini de içine alan, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü ile üniversitenin bazı bölümlerinin üzerinde bulunduğu alana ilk sarayını yaptırmıştır. Eski Saray’ın Sarây-ı Atîk-i Âmire Nedir" kuruluşuyla ilgili ilk bilgiler dönemin tarihçileri Kritovoulos, Dukas ve Tursun Bey’in eserlerinde yer alır. Kritovoulos, İstanbul’un fethinin ardından Fâtih’in bazı imar faaliyetleriyle birlikte şehrin en güzel yerinde bir saray yaptırarak 1455’te tamamlandığını belirtir. Dukas ise padişahın 8, belki daha fazla stadionluk (1 stadion = 184,87 m.) yer ayırıp içinde sarayını inşa ettirdiğini söyler. 

 

Çeşitli kaynaklar çevre duvarlarının uzunluğunun 1 veya 2 mil tuttuğunu ve dört kapısının bulunduğunu belirtir. Tursun Bey ise daha kapsamlı bilgi verir. Padişahın iki denize ve iki karaya bakan bir yer seçip burada dört köşeli, duvarları sağlam bir saray yaptırdığını, bir kısmını harem-i hâs için ayırıp bir kısmını kendi istirahati ve iç oğlanlarına tahsis ederek kasırlar, köşkler inşa ettirdiğini, saray alanının bazı yerlerinin divan ve taht için ve bir tarafının da av sahası olarak ayrılıp çeşitli hayvanlarla doldurulduğunu belirtir. 


Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimleri...

Ramazan, Osmanlı ricali için oruç ayı olduğu kadar resmî iftar davetlerinin yoğunlaştığı bir dönemdi. Ramazanın 5. veya 7. gecesinden 25. gecesine kadar her iftar öncesi İstanbul sokakları sadrazam ya da onun yokluğunda kaymakamın ve şeyhülislamın Mevlit Kandili ve Kadir Gecesi Merasimlerinde iftar sofrasında hazır bulunacak zevatın resmî kıyafetleriyle koşuşturmalarına sahne olurdu. Davetler, bazen 3. geceden itibaren başlayabilirdi. 

 

Sadaret ve meşihat tarafından iftara katılacak zevatın listesi hazırlanır, kimin hangi gün geleceği belirlenip kendilerine davetiye gönderilirdi. Tayin edilen günde Bâbıâli’ye gelen ulema, vüzera ve diğer ricalin ertesi gün şeyhülislamın konağına davetli olarak gitmeleri âdetti. Bu iftar davetleri, 1826’daki Hocapaşa yangınında Bâbıâli’nin kullanılamaz hâle gelmesiyle kesintiye uğradı, ilerleyen yıllarda da yavaş yavaş terk edildi. 

 

Ramazan ve Kurban bayramları, Osmanlı toplumunda coşkulu bir şekilde karşılanmaktaydı. Saray da her iki bayramı resmî ve hayli şatafatlı bir şekilde kutlardı. Bir nevi “tecdid-i biat” olan ve “muayede merasimi” olarak anılan bu kutlamalarda büyük bir ciddiyet ve itina söz konusuydu. Merasimlerin düzenlenmesine, katılımın geniş tutulmasına, merasime rütbeleri icabı dâhil olanların hazır bulunmalarına 


Aşçılık Kütüphanesi Nedir?

 



Aşçılık Kütüphanesi Nedir?

Camiamızdaki Hiç Bir Dernek Yada Federasyondan Destek Almadan Sadece Şahsi İmkanlarım Dahilinde Tüm Çabalarım; Mutfağımızı Gerçek Değerleri İle Dünyaya Daha İyi Tanıtabilmek Ve Yine Dünyadaki Mutfaklar Arasında Hakettiği Yere Taşıyabilmek İçindir. Sayfamda Bulunan Aşçılık Kütüphanesi  Tüm Linkleri Lütfen İnceleyiniz. 


Osmanlı Kültüründe Öğün Zamanları ve Kahvaltı

Osmanlı kültüründe öğün zamanları üzerine kaleme alınmış ilk çalışmalardan biri Süheyl Ünver tarafından 1982 yılında yayımlanmış olan Türk Mutfağı Sempozyum Bildirilerinde Osmanlı Kültüründe Öğün Zamanları ve Kahvaltı hakkında adlı eserde yer almıştır. Kısaca Ünver, "Selçuklular, Beylikler ve Osmanlılarda Yemek Usulleri ve Vakitleri" başlıklı makalesinde her üç kültürde de günde iki öğün yemek yendiğini belirterek, ilk yemeğin kuşluk yemeği olarak anıldığını ifade eder. Bu yemek sabah ve öğle arasında bir vakitte yenir. Sabah çok erken vakitte sabah namazından sonra bir şey yeme âdeti hemen hemen yoktur.


Osmanlı Narh Listeleri Nedir?

Türkiye'de narh listeleri üzerine yapılan çalışmalar, kırk yıllık bir geçmişe sahiptir. Konuya ilişkin ilk çalışma, Sahillioğlu'nun, 1967'de yayımladığı, 1525 yı-lına ait bir narh defterinin neşrinin yapıldığı fakat aynı zamanda narh kurumu üzerine Osmanlı Narh Listeleri değerlendirmelerin yer aldığı makalesidir.' Sahillioğlu'nun neşrini, Kütükoğlu'nun sikke tashihleri sonrasında tutulan narh defterleri üzerine yaptığı yayınları takip etmiştir. Bilindiği gibi XVII. yüzyılda dört defa sikke tashihi yapılmıştır. Kütükoğlu 1600, 1618, 1624 ve 1640 yıllarına ait bu düzeltmeler sonucunda tutulan defterlerden ilgili kayıtların bulunmadığı 1618 senesi dışındaki-leri yayımlamıştır. Bunlardan 16002 ve 16403 tarihli listeler, İstanbul kadılığına ait olanlardır. 16244 yılında hazırlanan listelerin tamamı İstanbul kadılığı kayıt-larında yer almadığı için yazar Üsküdar, Balıkesir, Bursa ve Tekirdağ sicillerin-deki listelere de müracaat etmiştir. 


Osmanlılarda Sağlık Nedir?

Tarihimizde Osmanlılarda sağlık konusunda elimizde bazı kitaplar, vakfiyeler, arşiv belgeleri mevcuttur. Ama ne yazık ki yazılan kitapların birçoğu telif eserlerden ibarettir ve çoğu toplum içinde uygulanan sağlık pratiğini yansıtmaktan uzaktır. Arşiv belgeleri ise daha çok tayinlerle, maaş ödemeleriyle alakalıdır. Hangi hastalığa tutulmuş kaç hasta olduğuna, onlara ne gibi tedaviler uygulandığına, bu tedaviler sonrası ne kadar iyileşme olduğuna dair istatistiki bilgiler elimizde yoktur. Doktor ve eczacı sayısına ilişkin en ayrıntılı rakamlara ancak anlattıklarına hep kuşkuyla yaklaşmamız gereken Evliya Çelebinin anılarında rastlamamız da Osmanlıların sağlık konusundaki kaynaklarının ne derece yetersiz olduğunu gösterir.


Türkiye’de Kahve ve Mutfak Kültürü Nedir?

Türkiye’nin 1980 sonrası yaşadığı ekonomik ve toplumsal dönüşüm göz önünde bulundurulduğunda, küreselleşmenin dönüştürücü etkisinin gündelik yaşam içindeki kültürel pratiklerde de hissedilir olduğunu söylemek mümkündür. Bu sebeple küresel kapitalizm kurallarıyla şekillenen Türk pazarında, kültürel unsurlardan yola çıkarak küresel ve yerelin karşılıklı dönüşümünün nasıl gerçekleştiği sorunsalını ele aldık. Öncelikle Türkiye’de Kahve ve Mutfak Kültüründe küreselleşme ve kültür kavramlarına değinerek bunların, önceden de var olan bir sürecin güncel ağlara ve araçlara bağlı yeni görünümü olduğu sonucuna vardık. Bu bağlamda mutfak ve kahve kültüründe yaşanan değişmeleri sanayi sonrası toplumun yaşam şartları dönüşümünün tüketime yansıyan boyutu olarak değerlendirdik. Küreselleşme olgusundaki dönüşüme de bağlı olarak, yerelin varlığına ihtiyaç duyan bir küresel ve küresel ile dönüşen bir yerellik olduğu fikrini benimsedik. Ancak bu tamamlayıcılığın kendine özgü bir kapanma getirdiğini ve dönüşüm ortaya çıkardığını söylemek de mümkündür.


Yemek, Kültür Ve Kimlik Nedir?

Yemek sadece biyolojik bir eylem değildir. Yiyeceklerin üretimi, taşınması, depolanması ve tüketimi sürecinde oluşan farklı toplumsal birliktelikler ve ritüeller kültürün beslenme konusundaki önemini ortaya koymaktadır. Bu çalışmada yemeğin toplumsal bir simge olması üzerinde durulmuştur. Bu kapsamda Yemek, Kültür Ve Kimlik toplumsal statü ve güç ilişkilerinde yemeğin önemi vurgulanmaktadır. Çalışmada sosyal sınıflara göre gıda maddelerinin tüketimi, tüketimdeki farklılaşmanın toplumsal görünümleri incelenmiştir. Çalışmada yemeğin toplumu oluşturan fertler arasındaki iletişim ve etkileşim sürecine etkileri sosyalleşme süreci esas alınarak değerlendirilmiştir. Çalışma kapsamında toplumların gelişim sürecinde yiyeceklerin temini ve işlenmesine dayalı farklılaşmanın üzerinde durulduğuna dikkat çekilmiş, beslenmeye dayalı farklılaşmanın farklı toplum tipleri ve farklı kültürlerdeki görünümlerine değinilmiştir.


Osmanlı Mutfak Tarihinden Dipnotlar Nedir?

Osmanlıda buz çok önemli bir üründü. Sarayın buz ihtiyacı klasik dönem boyunca Uludağ’daki (kesiş daği) 7 ayrı gölden temin ediliyordu. Tarihimizde Osmanlı Mutfak Tarihinden Dipnotlar da Saman ve kalın keçelere sarılarak izole edilen buzlar katırlarla Mudanya’ya oradandı kayıklarla İstanbul’a mahzenlere taşınıyordu. Hatta eşkıyalar saray nüfusu için buzcuları çok önemli gördüklerinden dolayı fidye almak amacıyla kaçırmışlar ve saray görevlileri buzcular için fidye ödemek zorunda kalmışlardı.

*** Osmanlıda ilk zamanlarda mısır Mısır’dan girdiği için mısır buğdayı olarak anılmaya başlanıyor ve daha sonra mısır diye adlandırılıyor. Daha sonra İtalyanların grano turco-Türk tohumu’ Fransızlar ise ‘blé turc ,Türk buğdayı’ demişlerdir..!


Yemek Destanları Nedir?

Âşık edebiyatının temsilcileri olan âşıklar, hemen her konuda destanlar söylemişlerdir. Bunların içinde yemek destanları önemli bir yer tutar. Yemekleri konu edinen ilk manzum örnekler XIV. Yüzyılda karşımıza çıkar. “Sımatiye” olarak adlandırılan bu eserler Kaygusuz Abdal’a aittir. Bunların çoğu on bir heceli olmakla beraber sekiz ve on dört hece ile söylenmiş olanları da vardır. Yemek destanlarında sebze yemekleri, kebaplar, köfteler, börekler, çörekler, pilavlar, turşular, tatlılar, salatalar, meyveler konu edilmiştir. 

Halk Edebiyatında önemli yere sahip olan destanların oldukça çeşitli konuları vardır. Hata diyebilir ki, âşıklarımız, hemen her konuda destan söylemiştir. Yemek destanları da bunlardan birisidir. Yemek destanları, ihtiva ettiği yemek çeşitleri ve buna bağlı gıdalar ile birlikte, bir bakıma yöre kültürü ve tarih açısından vesika değerindedir. 


Evliya Çelebi'de Yemeğin Manevi Boyutu Nedir?

İnsanoğlu için avladıkları hayvanlar, topladıkları ve ektikleri bitkiler ve içtikleri su, bira ve şarap, sadece beslenme değeri ve lezzetleriyle değil, Evliya Çelebi'de Yemeğin Manevi Boyutunda onlara verilen manevi anlamlarıyla önem taşıması binlerce yıl öncesinden başlamıştır. Otuz bin yıl önce mağara duvarlarına çizilen hayvan resimleri, eski Mısırlıların mezarlarına konulan pişirme kapları, Hitit krallarını buğday başakları ve üzüm salkımlarıyla gösteren kabartmalar gibi sayısız ömek, yemeğin bu manevi boyutunu yansıtır. Osmanlılar için de yemeğin manevi yönü, damak tadı ve beslenme değeri kadar önemliydi. İnsan ilişkileri, insanın yaşamındaki doğum, evlenme gibi aşamaları, kutlamalar ve dinî inançlar çerçevesinde yemekler çeşitli sembolik roller oynardı. Su, ekmek, buğday, tuz, helva gibi birçok besin maddesinin manevi anlam taşıdıkları gibi ziyafet vermek ve ikram etmek sadece misafirleri doyurmak amacıyla yapılmaz, saygı göstermek, bağlılık ifade etmek, önemli olayları kutlamak gibi amaçlar taşırdı. 


Türk mutfağında Aşçılık Andı nedir?

Bir Türk Mutfağı Aşçısı ve Türk Şefi Olarak;

Binlerce yılın füzyon birikimine sahip köklü ve Zengin Türk mutfağını,

Şimdi ve gelecekte, örnek bir Türk şefi olarak  icra ederken;

Türk ahlakı ve kültürü gereğince insan sağlığını tereddütsüz koruyacağıma, 

 

Türk Mutfak tarihinin Zanaatkârlık anlayışını öğrenerek örnek alacağıma,

Çıraklarıma ‘da öğreterek, gelecek nesillerimize eksiksiz taşıyacağıma,

Kendi geçmişime ve coğrafyama ait Tarihi lezzet Miraslarımızın özü olan;

Asya ve Avrupa mutfaklarına kaynak olmuş Geleneksel Türk Mutfağını,

 


Türk Mutfak Kültüründe İslamın Etkisi Nedir?

İnsanın ilk var oluşundan itibaren yemek olgusu hep var olmuştur. İnsanların ne yedikleri bulundukları kültüre, iklime, coğrafya’ya göre farklılık göstermektedir. Fakat dinin mutfak üzerindeki etkisi çoğunlukla coğrafya ve iklim şartlarının hatta kültürün de üstünde olmuştur. Türk mutfağı Çin, Arap, İran, Avrupa gibi birçok Dünya mutfağından etkilenmiştir. tarihi Türk Mutfak Kültüründe İslamın Etkisinde Buna rağmen İslami özellikler mutfaktaki yerini hep korumuştur. Bu çalışmada amaç, İslamın Türk mutfak kültüründeki yerini ortaya koymaktır. Türk mutfağı pek çok yönüyle ele alınmasına rağmen Türk mutfak kültürüne yön veren ana unsurun İslam olması ve bu konunun yeterince ele alınmadığını düşünerek bu alana katkı sağlamayı hedeflenmiştir. Sonuç olarak: İslamiyet’in Türk mutfağı üzerinde etkisi olduğu görülmektedir. 


Helva Geleneği Nedir?

Yemek ve yemeğin etrafında şekillenen gelenek ve ritüeller toplumsal hafızanın en canlı biçimde yaşadığı alanlardan biridir. Yemek kültürü kuşaklar arası köprüler kuran, bireylerin toplumsal aidiyet duygusunu pekiştiren ve bireyler arası sosyal ilişkileri güçlendiren özel bir paylaşım alanıdır. Türk mutfak kültürü, geçmişi uzak Orta Asya steplerine dayanan, Anadoluda Helva Geleneği göç yolunda zenginleşen, Selçuklu Dönemi’nde temelleri şekillenip uzun Osmanlı geçmişinde farklı kültürel etkileşimlerle zenginleşip gelişen ve günümüze kadar gelen önemli bir kültürel mirastır. Bu zengin kültürel miras içinde günümüze kadar gelenek ve ritüelleriyle birlikte yaşamaya devam etmiş olan sayısız yemek ve yemek âdeti içinde helva önemli bir yere sahiptir. 


Füzyon Mutfağı ve Gastronomi Turizmi Nedir?

Gastronomi turizmi ve füzyon mutfağı uygulamalarının ele alındığı bu kuramsal çalışmada füzyon mutfağı uygulamalarının gastronomi turizminin gelişimine etkisi incelenmiştir. Gastronomi turizmi temel motivasyon unsuru yiyecek ve içecekler olan bir hareketliliktir.  Zamansal ve mekânsal yoğunlaşmanın önüne geçebilmek, ‘kaliteli turist’ olarak tabir edilen turist kitlesini ülkeye çekebilmek ve sürdürülebiriliği sağlayabilmek için gastronomi turizmi hareketliliği oldukça önemlidir. Gastronomi turistleri için Füzyon Mutfağı ve Gastronomi Turizminde gidilen destinasyon kültürüne özgü yiyecek ve içecekleri deneyimlemek kadar gidilen destinasyonda sunulan yeni, farklı ve özgün tatları deneyimlemek de oldukça önemlidir. Bu nedenle yeni farklı ve özgün tat arayışı içinde olan gastronomi turistlerini destinasyona çekebilmek için füzyon mutfak uygulamaları günümüzde önem kazanmaya başlanmıştır. Farklı uluslara ait mutfak kültürlerinin yeni farklı ve özgün bir mutfak oluşturmak amacıyla bilinçli çabalar sonucu ortak bir tabakta buluşturulması sonucu ortaya çıkan yeni ve özgün mutfağa füzyon mutfağı adı verilmiştir. 


Moleküler Gastronomi Nedir?

Teknolojinin hızla gelişmesi birçok alanda olduğu gibi gastronomi alanında da farklı ekipman ve tekniklerin kullanılmasına imkan sağlamış tır. Bu çalış mada gastronomi dünyasında son yıllarda oldukça popüler hale gelen moleküler gastronomi kavramının detaylı olarak incelenmesi amaçlanmaktadır. Çalışma sonucunda moleküler gastronomi tekniklerinden sadece şeflerin yararlanmadığı bu tekniklerden gıda sektörü, bilim adamları ve öğrenciler gibi birçok kişinin de faydalandığı görülmektedir. Moleküler gastronomi tekniklerinin halen dünyanın ünlü şefleri tarafından sürekli geliştirilerek kullanıldığı da anlaşılmaktadır. Moleküler gastronomi teknikleri uygulayan şefler en başarılı şefler arasında gösterilmektedir. Bu şeflerin birçoğunun gastronomi alanında eğitimli olduğu gözlemlenmekte ve moleküler gastronomi tekniklerini uygulama konusunda üniversiteler ile ortak çalışmalar yaptıkları görülmektedir. Ülkemizde bu konuda eğitim veren okullarda ders programları içerisinde daha fazla yer verilmesi ülkemizdeki gastronomi gelişimi açısından önemli olacağı ve dünya gastronomisi ile rekabet edecek konuma gelmesi düşünülmektedir.


Yemeğin Dini Simgesel Anlamları Nelerdir?

Fiziksel bir ihtiyaç olan yemek, içerdiği kültürel ve dini kodlarla bireylerin kimlik inşasında önemli bir unsur olmasının yanı sıra toplumların her alanına sirayet ederek şekillenmesine neden olmakta, taşıdığı dini simgesel anlamlarla bireylerin Yemeğin Dini Simgesel Anlamlarınde beslenme/yemek kültürünün oluşmasını sağlamaktadır. Ayrıca farklı dine inananlarla arasındaki simgesel sınırın çizilmesinde dinin yemek üzerindeki etkisinin başrolde yer aldığı da görülmektedir. Din, yemeği insanın dünyayla ilişkisinin başlangıç noktasına koymakta, inanç sisteminin inşasında dinsel kimlik aracı haline getirmekte ve inananlarına da vaat ettiği cennette mükâfatlandırma aracı olarak sunmaktadır. Bu çalışmada yaşamın her alanında kendini hissettiren bir olgu olarak dinin –İslam dini özelinde- toplumların yemek kültürünü etkilemesi bağlamında bireylerin yemek/gıda tercihlerini nasıl etkilediği ve dinin beslenme üzerinden inanç sistemini nasıl kurduğu ele alınmıştır.


Tarihi Osmanlı Mutfak Terimleri Sözlüğü nedir?

abd-i hakir: Değersiz kul-Müellif kendinden

ademiyân: İnsanlar

âdeta: Her vakitki gibi, bayağı

âdetası: Her vakitki gibisi

agavat: Ağalar

agaze:gûne: Bağırarak

ağaç çileği: Ahu dudu (Rubus idaeus).

aheste: Yavaş, ağır

ahra: En uygun

akça armudu: Armut çeşidi

âl: Evlât, sülâle

ale’l-husus: Özellikle

ate'l-umum: Genellikle

ali fakih eriği: Erik çeşidi


Yemek kitabı Melceü't-Tabbâhîn nedir?

Hayatını devam ettirmek isteyen bütün canlılar için beslenmek bir zarurettir. Yine bu zaruret içinde olan insan tarihin eski çağlarından beri yeryüzündeki bir çok canlıdan farklı olarak daha geniş bir beslenme kültürüne sahiptir. Bu kültürün başlangıcı da insanlık tarihi kadar eskidir. Ancak o günden bugüne yemek pek çok evreler geçirmiş, çok çeşitlenmiş ve artık bugün insan topluluklarının kültürel kimliklerinin bir parçası olmuştur. Lezzeti, çeşitli milletlere mensup insanîan damaklanan hitap edebilen kimi mili! mutfaklar evrensellik kazanmışlardır.


Türkiye’de Restorancılığın Gelişimi Nedir?

Restorancılık, zengin yemek kültürüne sahip bütün ülkelerde önem verilen bir konudur. Yiyecek-içecek kültürünün gelişmesiyle gastronomi turizmi, yerel değerler, gelenekler ve insan hayatında yemek gibi konulara eğilim artmaktadır. Bu gelişmeler dikkate alınarak, bu araştırmada restoran işletmeciliğine ilişkin kavramsal bir çalışma gerçekleştirilmiştir. Çalışmanın amacı, Türkiye’de restoranların gelişimini ortaya koymaktır. Bu sayede, Türk restoranlarının hangi evrelerden geçtiği ve dünyadaki gelişmelerin takibindeki eşzamanlılık konularında bilgi sahibi olunacaktır. Çalışmada öncelikle yemek kültüründeki gelişmeye değinilerek dünyada yemek kültürünün seyrine yönelik bilgiler aktarılmıştır. Restoranın doğuşuyla birlikte sektör olarak restorancılığın gelişimi açıklanmış ve restorancılıkta önemli tarihler, işletmeler ve kişilere ilişkin bilgilere yer verilmiştir. Bunun yanı sıra, işletmelerde hizmeti etkileyen akımlar ve hizmet şekilleri de açıklanmıştır. Sonuç olarak, dünyadaki ilerlemelerle paralel bir seyir izlemiş olan Türkiye’deki restorancılığın, gelişmelere açık bir sektör olduğu ifade edilmiştir. 


Osmanlıda Mutfak Teşkilatı Nedir?

On üçüncü yüzyılın sonlarında; Kuzey-batı Anadolu’da Sakarya Nehri’nin ve kollarının aktığı vadilerin yer aldığı topraklarda kurulan Osmanlı Devleti; çok hızlı bir gelişme göstermiş ve büyük bir imparatorluğa dönüşmüştür. Selefi Bizans’ın yerini alan, onu tarih sahnesinden silen Osmanlılar, Türkler’in yarattığı büyük bir siyasal varlık olmanın yanı sıra, İslam dünyasının da en güçlü temsilcisi olmuştur. Birbirinden uzak alanları ve buralarda yaşayan farklı köken ve kültürden gelen insanları da siyasal şemsiyesi altında toplamıştır1. Bu şekilde, Osmanlıda Mutfak Teşkilatı ve üç kıtaya yayılan Osmanlı İmparatorluğu, birçok kültürle iç içe yaşamış ve her alanda olduğu gibi yiyecek içecek alışverişinde de bulunmuşlardır.


Gıda Tüketiminde Yerel, Millî ve İthal Ürünler NeLERdir?

Günümüzde sağlıklı, yerel, ekolojik gıda bilinci oluşmakta ve insanların bu bilinç ile tüketimleri şekillenmektedir. Yerel tüketimlerin; bölgede sosyal, ekonomik ve çevresel etkileri olduğu; Gıda Tüketiminde Yerel, Millî ve İthal Ürünlerde kırsal kalkınma ve sürdürülebilir yerel tarıma da katkıları olduğu bilinmektedir. Bu araştırmada, tüketici algı ve davranışlarını yerel, millî ve ithal gıdalar yönüyle incelemek amaçlanmaktadır. Sosyo-ekonomik tabakalama yöntemi ile belirlenen katılımcıların altısı akademisyen, altısı memur ve altısı da genel işler çalışanıdır (n= 18). Araştırmada gönüllü olarak yer alan bireylerden oluşan ilk grup düşük, ikincisi orta ve üçüncüsü ise yüksek ekonomik gelir grubundadır. Bireylerin yaşları 26 ile 48 arasında değişmektedir; 10’u evli ve sekizi bekârdır. Nitel araştırma deseniyle toplam üç odak grup görüşmesi gerçekleştirilmiştir. Görüşmelere yerel, millî ve ithal gıdalar ile ilişkili altı temada içerik analizi yapılmıştır. Bunlar maliyet, yaşam biçimi, gıda kalitesi, seçim, tüketici milliyetçiliği ve çiftçilerdir. 


Surname-i Hümayun Nedir?

osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminden 19. yüzyıl sonlarına kadar padişahlar veya saray mensupları tarafından çeşitli vesilelerle yüzlerce şenlik ve tören düzenletilmiştir. Bu şenlikler, padişah çocuklarının doğumları (velâdet-i hümâyun), sultan hanımların ya da saraya mensup kişilerin evlilikleri (sûr-i cihâz), şehzadelerin ilk derse başlamaları (bed-i besmele), kazanılan askerî zaferler Surname-i Hümayunda (fetih şâdumânlığı), ordunun sefere çıkması gibi vesilelerle ve en çok da şehzadelerin sünnet törenleri vesilesiyle yapılmıştır. Şenlikler, tarihçiler, gösterileri izleyen yerli ve yabancı konuklar tarafından kaydedilmiş ve bu şenliklerden bazılan edebî eserlere konu olmuştur.


Âşûrâ Nedir?

Âşûrâyı on sayısı ile ilgili olan aşr ve âşir veya develerin güdülmesiyle ilgili ışr kökünden türemiş Arapça bir kelime kabul edenler olduğu gibi, bu dilde “fâûlâ” vezninin bulunmadığını ileri sürerek İbrânîce’den geldiğini söyleyenler de vardır. Fakat âlimlerin çoğu bu görüşe katılmamakta, kelimenin Arapça asıllı olduğunu benimsemektedirler. Âşûrânın menşei hakkında kaynakların Âşûrâ Nedir diye belirttiği görüşleri iki noktada toplamak mümkündür. 1. Âşûrâ, Hz. Mûsâ ve kavminin, Firavun’un zulmünden kurtulduğu ve yahudilerin oruç tutmakla mükellef olduğu bir gündür. Daha çok müsteşriklerin benimsediği bu görüşe göre müslümanların mübarek bir gün olarak kabul edip oruç tuttukları âşûrâ yahudi geleneğine dayanmaktadır. 2. Âşûrâ, Hz. Nûh’tan itibaren bütün Sâmî dinlerde mevcut olan ve Câhiliye Arapları arasında da Hz. İbrâhim’den beri önemli görülüp oruç tutulan bir gündür. 


Osmanlıda Dondurmacılık Nedir?

Türklerin, henüz ata yurtta iken, yaşadıkları ortam genelde serin olmakla beraber özellikle yaz aylarında serinlemek amacıyla soğuk veya dondurulmuş meyve suları içtikleri tahmin edilmektedir. XIII. asırdan itibaren ise Selçuklular ile beraber soğuk veya dondurulmuş şerbetleri hazırlamak için “karlıklar” yapmışlardır. Karlıkların Osmanlılar döneminde de Osmanlıda Dondurmacılık kullanıldığı hatta sarayda bu işleri organize eden “karcıbaşı ve buzcubaşı” adı verilen bir görevli tayin edildiği anlaşılmaktadır. Bu görevli sadece sarayın değil bütün esnafın ihtiyaç duyduğu kar ve buzu temin ederek bunların ilgililere dağıtımını organize etmiştir. 


Kimlik Bağlamında Yemek Kültürü Nedir?

İdeoloji ile yemek arasında kurulacak bir ilişki ilk bakışta yadırgatıcı gelebilir. Bu makalede tartışmamızın merkezinde olmamakla birlikte ideolojiyi; bizi diğerlerinden ayırt eden, kendimize ait korunaklı bir alan olarak tasavvur etmekteyiz ve bunu ilerleyen bölümlerde özetle vereceğiz. Fakat Kimlik Bağlamında Yemek Kültüründe  ilk olarak dikkatinizi çekmek istediğim şey; bir kültürel kod olarak yemeğin, ideolojilerin nesnesine dönüşümü ve bunun kimlik ile olan ilişkileridir. Günün birinde hepimiz kendimizi, dünyaya gelirken oluşmasına katkı sunmadığımız bir çevrenin kolektif kimliğinin bir parçası olarak görüveririz. İşte ideoloji, ait olduğumuz bu toplumsal kimliğin harcında yer alan temel figürlerden biridir. Bizi, diğerlerinden ayıran bu şey sınırlarımızın tayininde önemli bir belirleyendir. Biz ancak, büyük ölçüde sınırlarda gezindiğimizde kendimizin ve başkalarının farkına varırız. Yemeğin bütün sınır tanımaz evrenselliğine karşın, yemeklerin sınırlarında edimsel bir kimlik ediniriz. 


Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemlerinde Yemek Kitapları NeLERdir?

Türk mutfağının geçmişini, zaman içinde değişen yapısını anlamak için Osmanlı dönemi ve Cumhuriyet Türkiye’sinde yazılmış olan yemek kitapları önemli kaynaklardır. İstanbul merkezli seçkin Osmanlı mutfak geleneğini ve bu geleneğin uzantısı olan Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemlerinde Yemek Kitaplarında Cumhuriyet dönemi kentsoylu mutfak kültürünü yansıtan bu kaynaklar Türkiye coğrafyasına dair yemek tarihi, yemek sosyolojisi, antropolojisi kısaca gastronomi alanında yapılacak olan araştırmalar için zengin bir içerik sergilerler. Osmanlı dönemine ait bilinen ilk yemek yazması 15. yüzyılda Osmanlı hekimi Muhammed bin Mahmud Şirvani’nin Arapça’dan Türkçe’ye çevirdiği Kitabü’t-Tabih’dir. 13. yüzyılda Bağdadi tarafından kaleme alınan Kitabü’t-Tabih’i çevirirken Şirvani orijinalinde bulunmayan yemek tarifleri de eklemiştir (Argunşah 2005). Kitabü’t- Tabih Osmanlı-Türk mutfak geleneğinde önemli izler bırakan Orta çağ Arap-Fars mutfağının özelliklerini ortaya koyar. 


Aşçılık Mesleğinin Değişimi Nedir?

Mesleki kuşak  Alaylı ve eğitimli aşçılar Aşçılık arasındaki nadir ortaklıklardan biri olarak görülmektedir. Tüm bunların dışında Türkiye’de aşçılık mesleğinin pek çok dernek, federasyon tarafından örgütlü olduğu bilinse de bu örgütlülüğün mesleğin çalışma koşullarında tatmin edici bir değişim yaratamadığı görülmektedir. Bu çalışmanın amacı Türkiye’de Aşçılık Mesleğinin Değişimi ve aşçılık mesleğinin tarihsel ve sosyolojik olarak geçirdiği değişimi ele almaktır. Meslekler sosyolojisi içerisinde değerlendirilebilecek bir perspektiften mesleğin değişen statüsü, günümüzde farklılaşan algısı araştırmanın odağında yer almaktadır.  Geleneksel ve alaylı ustalar olarak tanımlanan “koca usta”lardan, okullu, eğitimli aşçılara bir geçiş süreci yaşanmaktadır. 


Rafine Mutfak Nedir?

16. Yüzyıldan 21. Yüzyıla kadar geçen sürede dünyada önemli ve köklü değişimler yaşanmıştır. Bu dönemde yaşanan sosyal, ekonomik, teknolojik, kültürel, felsefi ve sanatsal değişimler mutfağı da etkilemiş, rafine mutfağın Avrupa’da doğuşuna ve ticari olarak uygulamaya konulmasına, gelişmesine, ortaya çıkan çeşitli akımları Rafine Mutfak etkilemesine ya da etkilenmesine sahne olmuştur.Bu çalışmada “rafine mutfağın” (haute cuisine) Avrupa’da ortaya çıkışı, zaman içerisinde geçirdiği değişim süreçleri, bu süreçlerde ortaya çıkan önemli mutfak akımları ve aşçılık sanatının ortaçağdan 21. yüzyıla uzanan tarihsel gelişimi incelenmiştir. Çalışmada rafine mutfağın yanında Yenilikçi/Yeni Mutfak, Avangart Akım, Yeni Küresel Mutfak, Moleküler Gastronomi ve Moleküler Mutfak, Not by Not Mutfak ve Dijital Gastronomi akımlarına yer verilmiştir.


Avrupada Aşçılık Nasıl başladı?

Aşçılık iyi yiyeceği seçme, hazırlama, sunma ve bunlardan tat almayı da gerektiren bir tür sanat olarak tanımlanır. Antik Yunan’da Tapınaklara bağışlanan kurbanları kesen kasaplara “mageiros” denilmiştir ve bu sözcük sonraları aşçılar için kullanılmıştır. Şehirleşmenin artması, refah ve ticaretin geliştirilmesi misafirperverliğin ötesinde bir ihtiyacı doğurmuş, şehirlerde ücretli konaklama imkanı sunan tesisler ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda da ortaya çıkan yemek ihtiyacının karşılanması için aşçılık profesyonel bir meslek halini almıştır.  Bu çalışmada Avrupada Aşçılık Nasıl başladı, Antik Yunan, Roma, Ortaçağ, Gotik ve Rönesans Dönemleri, Fransız Mutfak Sanatının Gelişimi ve Fransız Devrimi ve Sanayi Devriminin Mutfak Sanatının Gelişimine etkileri ışığında aşçılığın Avrupa’da ortaya çıkışı ve gelişim süreci dönemler esas alınarak incelenmiştir. 


Yabancı Seyyahların Gözünde Türk Yemek Kültürü Nedir?

Seyahatnameler özellikle tarihçiler arasında önemli veri kaynağı olarak kabul edilmektedir. Bu eserler ilk etnografik eser olma özeliği de göstermektedir. Seyahatnamelerde tarihî ve coğrafî bilgilerin dışında ekonomik, kültürel, antropolojik, filolojik bilgiler bulmak da olanaklıdır. Bu eserlerde seyyah karşılaştığı toplumda kendi kültüründen farklı olan unsurları daha ayrıntılı anlatmakta ve toplumsal yapı hakkında bilgiler vermektedir. Bu çalışmada Yabancı Seyyahların Gözünde Türk Yemek Kültüründe yabancı seyyahların anlatılarında farklı Türk coğrafyalarındaki yemek kültürü değerlendirilmiştir. Bu değerlendirme yapılırken coğrafi koşullar ve beslenme ilişkisi, Türk mutfak kültürünü oluşturan yiyeceklerin neler olduğunun belirlenmesi amaçlanmaktadır. Çalışmada üzerinde durulan bir diğer konuyu da gerek törensel yemeklere ilişkin ritüellerin gerekse gündelik hayata ilişkin alışkanlıkların seyahatnameler kapsamında ortaya konulması oluşturmaktadır. Çalışmada 13. Yüzyıl (Wilhelm Von Rubruk) 14. Yüzyıl (İbn Battuta, Johannes Schiltberger), 15. Yüzyıl (Ruy Gonzales De Clavijo), 17. Yüzyıl (Jean-Babtiste Tavernier) ve 19. Yüzyıl (Arminius Vámbéry) seyahatnameleri incelenmiştir.


Âteşbâz-ı Velî Kimdir?

Hayatı hakkında yeterli bilgi yoktur. Mevcut bilgiler, menkıbevî de olsa yaşadığı yıllar ve Mevlevî kültüründeki yeri hakkında fikir verecek durumdadır. Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled ile Horasan’dan geldiği veya kafileye Karaman’da katıldığı rivayet edilmektedir. Horasan’dan geldiği yolundaki görüş daha kuvvetlidir. Yûsuf b. İzzeddin’e “ateşle oynayan kişi” anlamına gelen Farsça âteşbâz unvanının verilmesi şu menkıbeye dayanır: Bir gün, mutfakta odun kalmadığını arzetmek üzere Mevlânâ’nın huzuruna girer. Mevlânâ’nın latife olarak, Âteşbâz-ı Velî  “Kazanın altına ayaklarını sokarak kazanı kaynat!” demesi üzerine öyle yapar; ayak parmaklarından çıkan alevlerle aşı pişirir. Kerametin açıklanmasını istemeyen Mevlânâ, “Hay âteşbâz, hay!” der. Böylece Yûsuf bu olaydan sonra “Âteşbâz” unvanıyla anılmaya başlar.


İmparator Sofraları Nedir?

Bu konu insanlığın en eski alışkanlıklarından biri olan beslenmenin sosyal, ekonomik ve çevresel etkilerle evrilerek ulaşabileceği farklı noktaları ortaya koymak ve imparatorların yemek yeme alışkanlıklarının sergilediği yönetim şeklini etkileyip etkilemediğini irdelemek amacıyla seçilmiştir. Konuyla ilgili bilgiler Suetonius’un De Vita Duodecem Caesaribus adlı biyografik eserinde, Cassius Dio’nun Rhomaika, Tacitus’un Histories ve Annales adlı yapıtlarında bulunabilir. Suetonius’un eseri Caesar’dan Domitianus’a kadar olan dönemi kapsar, Cassius Dio’nunki ise Alexander Severus’un tahttan indirilmesine kadarki İmparator Sofraları olayları anlatır. Tacitus Iulius-Claudius ve Flavius’lar hanedanlıklarındaki olayları konu edinir. Bu eserlerin kronolojik olarak eksik kalan bölümlerini ise Scriptores Historiae Augustae (SHA) adlı anonim eser tamamlamaktadır. Bu çalışmanın sonucunda yeme-içme alışkanlıklarında lükse yönelen ve sıra dışı geleneklere sahip olan imparatorların dönemlerinde yönetim zaafları olduğu, bu türden geleneklerinde tutumlu davrananların ise imparatorluğu yönetirken daha duyarlı olduğu saptanmıştır. 


Anadolu Mutfak Kültürünün Gelişimi Nedir?

Bu dönem Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan (1299), Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna (1923) kadarki süreci kapsar. Osmanlı İmparatorluğunun gelişimine Anadolu Mutfak Kültürünün Gelişimine ve paralel olarak, mutfak kültürü de gelişmiştir. Mutfakta aşçılar, padişah ve saray ileri gelenlerin hoşuna gidecek yemekleri yapabilmek, ziyafetleri daha gösterişli hale getirmek için adeta birbirleriyle yarışarak, Osmanlı Mutfak Kültürü’nün zenginleşmesine katkıda bulunmuşlardır.  


Osmanlı Sarayında Şekerleme Ve Şekerlemeciler Nedir?

Osmanlılar 14.-15. yüzyıllardan beri muhtelif meyveleri şekerleme yapımında kullanmışlardır. Sarayda Helvahâne-i Hassa Ocağı adı verilen birim bizzat şeker ve şekerleme üretimi ile ilgilenmekle beraber zamanla devlet tarafından şekerleme üretim yetkisinin Osmanlı Sarayında Şekerleme Ve Şekerlemecilerde piyasada iş yapan akide-şekerci, şerbetçi ve attar (aktar) esnaflarına da verildiği görülmektedir. Sarayda yapılan en meşhur şekerlemenin, râhat-i halkûm adı verilen şekerleme olduğu anlaşılmaktadır. Râhat-i halkûm Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde padişahlara özgü olarak üretilmişken zamanla piyasada bulunan şekerlemecilere de üretim yetkisi verilmiş böylece halkın da bu şekerlemeyi tanımasına imkân tanınmıştır. 


İstanbul Mutfak Kültürü Nedir?

Osmanlı imparatorluğunda İstanbul mutfak kültürünün yeri ve konumu ayrıcalıklıdır. İstanbul mutfağı merkezi mutfağı temsil eder, çünkü Osmanlı başkentinin mutfağıdır. 15. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı imparatorluğuna ev sahipliği yapmış olan kent kendi mutfak kültürünü farklı dinamiklerle etkileşerek oluşturmuştur. Bu dinamiklerin içinde sarayın yiyecek talebi, tüketimi ve üretimi ve aynı zamanda yemekle ilgili oluşturduğu kültürel formlar belirleyici rol oynamıştır. İstanbul, imparatorluğun başkenti olduğu ve saraya ev sahipliği yaptığı için kendi coğrafyasının sağladığı ürünler haricinde imparatorluğun uzak eyaletlerinden, taşradan gelen yiyecek ve gıda ürünlerinin de kullanıldığı bir mutfak olmuştur, yani kendi coğrafyasının ötesinde farklı coğrafyaların mutfaklarının da hayat bulduğu bir merkez mutfak olmuştur. 


Eski Anadolu Türkçesi İle Yazılmış Tıp Eserleri Nedir?

Tıp metinleri; insan sağlığını koruma, hastalıklara çare bulma yanında modern ve geleneksel uygulamalar hakkında birçok bilgi ve yöntem barındırır. Tıbbi yeterliliğin bilgi birikimi gerektirmesi ve uygulama ile tecrübe edilmesi metinleri oluşturan kişilerin ya da derleyicilerin Eski Anadolu Türkçesi İle Yazılmış Tıp Eserlerinde büyük çoğunluğunun hekimlerden oluşmasını sağlamıştır. Bu durum metinlerin birçoğunun hekimlere yönelik olmasına neden olmuştur. Fakat metinlerin konusu tüm insanlığın ortak paydası olan “sağlık” ile ilgili olduğu için tıp metinleri her dönemde ilgi görmüştür. Tıp metinleri yazıldığı dönemin dil unsurlarını barındırması yönüyle metin incelemelerinde önemli bir yere sahiptir. Metnin müellifinin ve müstensihinin ağız özeliklerinden, yazıldığı yerin dil özelliklerine kadar birçok açıdan bize ipucu veren metinler; arkaik ve ilericil ögeleri tespit etme açısından da önem taşımaktadır. Tıp metinlerinin konusu itibarıyla tıp tarihine, onomostik (adbilim), farmakoloji (ilaç-ecza bilimi), zooloji (hayvan bilimi), botanik (bitki bilimi) araştırmalarına malzeme sunması da doğal bir sonuçtur. Bu yönüyle tıp metinleri incelemelerinde disiplinlerarası bir çalışma alanı mevcuttur.


Antik Roma Yemek Kültürü Nedir?

Antik Roma, büyük ziyafetleriyle tanınır. Ancak sadece ultra elit kesimin verdiği ziyafetlere odaklanırsak Roma yemek kültürüyle ilgili pek çok şeyi kaçırabiliriz. Roma İmparatorluğu boyunca insanların beslenme alışkanlıkları büyük farklılıklar gösteriyordu. Bunda Antik Roma Yemek Kültüründe eyaletlerin Roma öncesindeki mutfaklarını yeni ticaret ağlarından yararlanmak için uyarlamaları etkili oldu. Ayrıca yeni yerlerin ele geçirilmesi de Roma mutfağını çeşitlendirdi. Peki hiç Romalıların ne yediğini merak ettiniz mi? Gelin bu eşsiz yemekleri birlikte keşfedelim...Antik Roma’yı araştıran arkeologlar ve tarihçiler bölgenin yemek kültürünün oldukça zengin olduğunu buldular. Bunu freskler, mozaikler gibi pek çok ipucu sayesinde anlamak mümkün...


Yemekle İlgili Atasözleri Nedir?

Atasözü geçmişten günümüze gelen, uzun deneyimlerden yararlanarak kısa ve özlü öğütler veren, toplum tarafından benimsenerek ortak olarak kullanılan kalıplaşmış sözlerdir. Türkçe'de "sav" ve "irsal-i mesel, darb-ı mesel" olarak da Yemekle İlgili Atasözlerinde adlanılır. Atasözleri bir toplumun duygu, düşünce, inanç ve kültür yapısını yansıtır. Atasözleri, kim tarafından ne zaman söylendiği bilinmediğinden anonimdir. Bu sözler topluma mâl olmuş, toplum tarafından benimsenmiş ve yüzyılların düşünce ve mantık isteminden geçerek günümüze ulaşmış kısa ve özlü sözlerdir. Atasözleri, bir düşünce açıklanırken ya da savunulurken tanık olarak da gösterilirler. Atasözleri, halkın yalnızca ortak duygu ve düşüncelerini değil ortak dil zevkini de yansıtır.


Günümüzde Turizm Ve Ahilik İlişkisi Nedir?

Toplam kalite yönetimi anlayışı üretim sektöründeki genişlemesini hizmet işletmelerinde dolayısıyla turizmde de devam ettirmektedir. Turizm sektörü, kendisini kalite geliştirmenin dışında tutamaz. Hizmetin genel özellikleri sebebi ile turizm ürünü tüketicilerinin işletmeler tarafından tatmin edilmesi pek kolay değildir. Dahası; çetin rekabetin sürdüğü turizm sektöründe kaliteyi tüketicilerine sunamayan veya bunu hissettiremeyen işletmelerin varlıklarını sürdürmeleri de mucizelere bağlıdır. Günümüzde işletmelerin toplam kalite sistemini bünyelerine adapte etmeleri bu nedenle çok önemlidir. Oysaki mükemmeliyeti arayan toplam kalite yönetim sistemi anlayışı, asırlar öncesinde Ahilik’te vardı. Günümüz toplam kalite yönetim anlayışının temelinin Ahilik anlayışına uzandığını birbirlerine benzer ilkelerin varlığına dayanarak söylemek mümkündür. Bu çalışmada; geçmişteki Ahilik anlayışı ile günümüz işletmelerinde uygulanan toplam kalite yönetimi anlayışındaki bu benzerlikler ve turizm sektörüne yansımaları değerlendirilecektir. Çalışmada, turizm işletmelerinin günümüzde uyguladığı toplam kalite yönetimi anlayışındaki çalışan ve müşteri memnuniyeti, üretim ve hizmet standartları, iş etiği ve ahlâkı gibi konuların Ahilik anlayışı ile paralellik gösterdiği belirtilmiştir. 

17 Mart 2021 Çarşamba

Sarây-ı Atîk-i Âmire Nedir?

 

Sarây-ı Atîk-i Âmire Nedir?
İstanbul’da inşa edilen ilk Osmanlı sarayı.

Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un fethinden sonra bugün Beyazıt Camii ile Süleymaniye Camii arazilerini de içine alan, İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü ile üniversitenin bazı bölümlerinin üzerinde bulunduğu alana ilk sarayını yaptırmıştır. Eski Saray’ın kuruluşuyla ilgili ilk bilgiler dönemin tarihçileri Kritovoulos, Dukas ve Tursun Bey’in eserlerinde yer alır. Kritovoulos, İstanbul’un fethinin ardından Fâtih’in bazı imar faaliyetleriyle birlikte şehrin en güzel yerinde bir saray yaptırarak 1455’te tamamlandığını belirtir. Dukas ise padişahın 8, belki daha fazla stadionluk (1 stadion = 184,87 m.) yer ayırıp içinde sarayını inşa ettirdiğini söyler. 

Çeşitli kaynaklar çevre duvarlarının uzunluğunun 1 veya 2 mil tuttuğunu ve dört kapısının bulunduğunu belirtir. Tursun Bey ise daha kapsamlı bilgi verir. Padişahın Sarây-ı Atîk-i Âmire  için iki denize ve iki karaya bakan bir yer seçip burada dört köşeli, duvarları sağlam bir saray yaptırdığını, bir kısmını harem-i hâs için ayırıp bir kısmını kendi istirahati ve iç oğlanlarına tahsis ederek kasırlar, köşkler inşa ettirdiğini, saray alanının bazı yerlerinin divan ve taht için ve bir tarafının da av sahası olarak ayrılıp çeşitli hayvanlarla doldurulduğunu belirtir. 

Giovanni Maria Angiolello ve Giovantonio Menavino gibi iç oğlan olarak bizzat sarayda hizmet görmüş olanlar da saray bahçesindeki av hayvanları ile nâdide kuşların varlığına dikkat çekmişlerdir. Sarayın yapılışından etraflıca bahseden İbn Kemal, padişahın İstanbul’u merkez yapmaya karar verdikten sonra sarayın şehrin içinde hem karaya hem denize bakan çok geniş bir arazi üzerinde, bir orta avlu etrafında yüksek çatılı binalar halinde inşa edildiğini ifade eder. Burada zikredilen orta mekândan kuruluşundan beri sarayın bir avlu etrafında geliştiği düşüncesi ortaya çıkar. Fâtih’in bu sarayı belirli bir planda tasarlayıp ikamet yeri ve devlet işlerinin yürütüldüğü birimleri ayrı düzenler içinde ele aldığı anlaşılmaktadır.

Saray çeşitli tarihlerde büyük yangınlar geçirmiştir. 5 Şubat 1540 gecesinde tamamen yanmış ve eskisine oranla çok daha güzel bir şekilde yeniden yapılmıştır. Ancak daha önceleri arsasına Beyazıt Camii inşa edilmiş bulunan saray alanı bu sefer biraz daha küçültülmüş, bir kısmı üzerine Süleymaniye Külliyesi inşa edilmiştir.

Fâtih’in bu sarayın varlığına rağmen yenisini yaptırmasının sebebi her zaman merak konusu olmuştur. XVI. yüzyılın bazı tarihçileri buna bir ölçüde değinmiştir. İbn Kemal, Fâtih’in yönetim merkezinin şehir ortasında olmasını uygun görmediğini, Gelibolulu Mustafa Âlî ise Galata’da oturan ecnebilerin İslâm padişahının düşmandan korktuğu için şehrin ortasında oturduğu söylentisini yaydıklarını, ayrıca padişahın şehir içinde oturmasının büyük hükümdarların şehir dışında yerleşmesi geleneğine ters düştüğü iddiasına yer verir.

Eski Saray’a ait en erken tarihli tasvir bugün aslının Fâtih döneminde çizildiği anlaşılan bir İstanbul resminin Venedikli Giovanni Andrea Vavassore tarafından 1520 tarihlerinde basılan gravüründe yer almaktadır. İç içe iki duvarla çevrilen sarayda asıl yapılar ikinci duvarın içinde toplanmıştır. Dış surun içinde çeşitli yapılarla Teodosius Sütunu görülür. Sarayın da işaretlendiği ikinci resim Matrakçı Nasuh’un 1537 tarihli İstanbul tasviridir. Burada da asıl yapılar ikinci duvarın içinde yer almıştır. XVI. yüzyıla ait diğer bir tasvir 1584-1585 tarihli Hünernâme’nin I. cildindeki İstanbul minyatüründedir. 

İstanbul’da inşa edilen ilk Osmanlı sarayı.

Viyana Österreichische Nationalbibliothek’teki bir albümde (Codex Vindobonensis, nr. 8626) yer alan 1588 tarihli İstanbul panoramasında saray binaları önceki resimlerden farklıdır. Sık ağaçların çizildiği alanda kiremit çatılı binalar görülür. Yapılardan biri Beyazıt Camii tarafında kurşun örtülü, diğeri Süleymaniye Camii tarafında kiremit örtülü, piramidal sivri çatılıdır. Bu sivri çatılı yapının Alay Köşkü olduğu tahmin edilmektedir. 1559 tarihli Melchior Lorich panoramasıyla bunun benzeri olan ve yaklaşık aynı tarihlere rastlayan Dilich’in resminde yapıların bir kısmı görülmektedir. İki resimde de sarayın çevre duvarları Haliç yönünde üçgen oluşturmuştur. Sarayda ana binalar iç duvarın arkasında toplanmıştır. Yüksek tasarlanan binalar dışında daha alçak tutulan hizmet binalarıyla kubbeli yapılar mevcuttur.

Eski Saray’ın XVII. yüzyıla ait resimlerine rastlanmamakla birlikte dönemin yazılı kaynakları günümüze ulaşmıştır. Bu yüzyılda sarayla ilgili en ayrıntılı bilgiyi Evliya Çelebi verir. Evliya Çelebi sarayın 12.000 arşın uzunluğunda bir surla çevrili olup burçsuz kulesiz dört köşe bir bina olduğunu kaydeder. İçinde meydanların, harem dairelerinin, havuz ve şadırvanların yer aldığını, mutfaklar, özel kiler ve çalışanlar için odalar yapıldığını, etrafında muhtelif sarayların bulunduğunu, dört tarafının umumi yollarla çevrilerek üç kapısı olduğunu bildirir. Eski Saray’ın XVIII. 

yüzyıldaki durumunu gören İnciciyan sarayın etrafının 1 mil uzunluğunda, gayri muntazam, sekiz köşeli yüksek bir surla çevrilip dört kapısı bulunduğunu söyler. Sarayın XVIII. yüzyılın bazı İstanbul panoramalarında Haliç tarafından çizilen resimleri mevcuttur. Eski Saray’ı da içine alan 1710 tarihli Cornelius Loos ile Choiseul Gouffier’in çizdiği 1776-1780 tarihli panoramalar belge niteliği taşımasından dolayı dikkate değer. Her iki resimde de sarayın önemli bölümlerinin Süleymaniye tarafında olduğu görülür. Saray 1786’da Fr. Kauffer tarafından düzenlenen şehir planında da Süleymaniye ve Beyazıt camilerine kadar uzanan geniş bir alana yayılmış olarak gösterilmiştir.

İstanbul’un bu ilk sarayının XV-XVI. yüzyıllardaki durumuna ilişkin arşiv belgelerine rastlanmamaktadır. Öte yandan XVII-XVIII. yüzyıllarla XIX. yüzyılın ilk dönemine ait belgeler genel durumu dışında binalarla ilgili bilgileri de kaydeder. Bunlar daha ziyade tamirat ve oluşan masraflara dair bilgiler verir. Bu yeniden yapımların genelde yangınlar sonucu ortaya çıktığı kayıtlardan anlaşılmaktadır. Eski Saray 1540 yangınının ardından 11 Eylül 1687’de tekrar büyük bir yangın felâketine uğramış, akşamdan sonra Harem’e yayılan ateş beş saatte birçok yeri yakmıştır. Târîh-i Râşid’de saraydaki yangınların bazılarına ve sonrasında yapılan onarımlara yer verilmektedir. 

1127 yılı Ramazan bayramının ilk gününde (30 Eylül 1715) yine Harem’den çıkan yangın dört saat içinde Dâire-i Hümâyun, Sultan Murad Kasrı’ndaki daire ve Horanda Hamamı yakınındaki kilere kadar birçok yerin yanmasına sebep olmuştur. 1137 (1725) tarihli belgede sarayın teberdar odası, hamam, helvahâne ile diğer dairelerin tamir ve tefrişatının yapıldığı belirtilmektedir. Ancak onarımdan kısa bir süre sonra yine 1138 yılı Ramazan bayramının ilk günü (2 Haziran 1726) saray karşısındaki baltacılar kethüdâsı evinden çıkan yangının saray duvarından otluğa, oradan Baltacılar Koğuşu’na yayılarak koğuşun tamamen yanmasına yol açmıştır. Yanan yerler 1727’de yenilenmiş, ayrıca bazı yeni bölümler ilâve edilmiştir. Buna göre teberdar koğuşları genişletilerek bir hamam eklenmiş, bu yapılanların dışında yazıcı efendilerin makamları genişletilmiş, zâbitlerin kendi yerleri olmadığından bunlara bir yer ve geniş bir mutfak yapılmıştır.

Eski Saray’da XVIII. yüzyılda yoğun bir tamirle beraber yeni yapılaşma da başlamıştır. 1144 (1731) tarihli belgede silâhdar ağa tarafından I. Mahmud için bir oda inşa edilip döşendiği, 11 Şâban 1153 (1 Kasım 1740) tarihli belgede ise Kazancılar yönündeki yıkık sur duvarının hassa başmimarı tarafından ördürüldüğü kayıtlıdır. 1167 (1754) tarihli belgede Dârüssaâde ağası tarafından Sarây-ı Atîk’te Yalı Köşkü denilen kasr-ı hümâyunun yeniden inşa edildiği belirtilmektedir. XVIII. yüzyıl kaynaklarında padişahların sarayı ziyaretleri sırasında köşkün hem dinlenilen hem sazlar eşliğinde yemek yenilen yer olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. 

Yalı Köşkü sarayın ikinci suru içindeki yapılardandır; muhtemelen köşk konumundan ötürü tercih edilmiştir. Köşkün, adından dolayı sarayın Haliç’e bakan tarafında olması ihtimal dahilindedir. 28 Zilhicce 1172 (22 Ağustos 1759) tarihli belge Sarây-ı Atîk’te Harem-i Hümâyun’daki zerdûzan odalarıyla çatılarında yapılan onarımı gösterir. Giovantonio Menavino, yeni alınan genç kızları eğitmek üzere Eski Saray’a her sabah on nakış hocasının geldiğini bildirir. Albertus Bobovius, Harem’deki kadınların ev işlerinde çalıştırılmadıklarında uğraşlarının mendil, yemeni yapılan pamuklu kumaşa altın ya da sim ipekle nakış işlemek olduğunu belirtir. Harem’deki kadınlara ait bu odalar küçük birer atölye niteliğinde olmalıdır.

1791’de Eski Saray’ın yanan yerlerinin Manas Kalfa tarafından tamiri ve bunun için 5000 kuruş verilmesi uygun görülmüştür. 1792 yılı Mayıs ayında sarayda başka bir yangın daha çıkmış, bunu haber alan III. Selim, Ağa Odası’na giderek yangın kontrol altına alınıncaya kadar beklemiştir. 7 Cemâziyelevvel 1208’de (11 Aralık 1793) helvahâne ve Aşçılar Ocağı’ndan çıkan yangın büyümeden söndürülmüş ve burası eskisi gibi yaptırılmıştır. 11 Şâban 1210 (20 Şubat 1796) tarihli belgede kaydedildiğine göre Harem-i Hümâyun’daki ağalar dairesi yanmış, yine aynı yıl çıkan yangında yanan helvahâne ile diğer yerler yeniden inşa edilmiştir. Eski Saray’a II. Mahmud döneminde de gereken bakım gösterilmiştir. 22 Receb 1229 (10 Temmuz 1814) tarihli belge Harem-i Hümâyun ağaları için hastahane ve hamam yaptırıldığına, 19 Muharrem 1236 (27 Ekim 1820) tarihli belge ise Harem-i Hümâyun ile iç oğlanı odalarına döşenecek hasır için verilecek paraya işaret eder.

XVIII. yüzyıla ait bazı tarihî kaynaklarda ve rûznâmelerde sarayın spor alanına Tepebaşı denilmektedir. Dinî bayramların üçüncü günü padişahın saraya gelip buradaki sultanlarla bayramlaşması âdetti. Bayramın ikinci günü Gülhane resmi, üçüncü günü sarayda cirit seyrinin âdetten olduğuna arşiv belgeleri işaret etmektedir. Bazı rûznâmeciler dinî bayramların üçüncü günü padişahların bu saraydaki gösterileri izlemesini Eski Saray günü olarak adlandırırlar. Taylesânîzâde Hâfız Abdullah Efendi, 3 Şevval 1203’te (27 Haziran 1789) ramazan bayramı münasebetiyle III. Selim’in buraya gelişini ve yapılan spor gösterilerini ayrıntılarıyla anlatarak gösterileri padişahın izniyle halkın da izlediğini belirtmektedir. Bu spor gösterileri öylesine önem ve süreklilik arzetmiştir ki bunların seyri için ayrı ayrı köşkler inşa edilmiştir. 

III. Ahmed’in gösterileri Meydan Köşkü’nden, III. Selim’in meydandaki Kasr-ı Cedîd ve Cirit Kasrı’ndan izlediği kaynaklarda yer almaktadır. Soğuk ve yağışlı havalarda gösteriler Topkapı Sarayı’ndaki Gülhane’de ya da Ağa Bahçesi’nde yapılırdı. Atlı cirit oyununun yanı sıra menzil ciridi de Eski Saray’da oynanan oyunlar arasındadır. Menzil ciridi atmada başarılı olan padişahlardan IV. Murad’ın Eski Saray’dan attığı ciridin Beyazıt Camii minaresi dibine düştüğü Târîh-i Nâimâ’da ve Evliya Çelebi’de kayıtlıdır.

Eski Saray’daki Harem teşkilâtının durumu hakkında ilk zamanlarla ilgili fazla bilgi bulunmamaktadır. Bir görüşe göre önceleri Topkapı Sarayı’nın harem dairesi yoktu, padişah burada yaşıyor, zaman zaman Eski Saray’daki haremine gidiyordu. Kanûnî Sultan Süleyman’ın eşi Hürrem Sultan’ın daima padişahın yanında olmak istemesi sebebiyle haremin ancak XVI. yüzyılın ortasında Yeni Saray’a nakledilmiş olduğu ileri sürülmüş olmakla beraber yeni yorumlar Topkapı Sarayı’nda da başlangıçtan beri haremin bulunduğu doğrultusundadır. Promontorie 1475’te Harem’deki kadınların 150’sinin Yeni Saray’da, 250’sinin Eski Saray’da oturduğunu söyler. 

Neşrî, Yeni Saray bahsinde harem kelimesini iki defa iki ayrı yer için kullanmıştır. Gelibolulu Âlî Mustafa Efendi de Eski Saray’ın hastalara, kadınlara ve hizmetçi zümresindeki hizmetten alâkasını kesenlere kaldığını, bundan sonra Sarây-ı Cedîd’in imarına başlandığını belirterek bu birimin kuruluşundan itibaren Yeni Saray’da da mevcut olduğunu düşündürür. Evliya Çelebi ise ilk zamanlarda Yeni Saray’da harem bulunmayıp padişahların haftada iki defa Eski Saray’a giderek o gece orada kaldığını yazar.

İstanbul’da inşa edilen ilk Osmanlı sarayı.

Vefat eden veya iktidardan düşen padişahın maiyeti, kadınları, kızları, vâlide sultanlar ve câriyelerin Harem Dairesi’nden alınarak Eski Saray’a gönderilmesi âdet olmuştur. Buraya gönderilen kadınefendiler padişah olacak oğulları yoksa hayatlarının geri kalanını burada tamamlar, kadınefendilerin oğullarından biri tahta çıkarsa vâlide sultan olarak Yeni Saray’a dönerlerdi. Eski Saray, kadınlar için Topkapı Sarayı’ndan sonra ömürlerinin sonuna kadar yaşayacakları yer olarak belirlenmişse de genç ve zengin kadınların derecelerine göre devlet ricâlinden bazı kimselerle evlenmeleri sonucunda saraydan ayrılmaları mümkün kılınmıştır.

Kanûnî Sultan Süleyman devrinden sonra padişah kızlarının düğünleri büyük bir ihtişamla burada yapılmıştır. Zaman zaman padişah ailesi, hâne halkının tamamı düğün töreni için Eski Saray’a geçerdi. Şenlikler sırasında önde gelen devlet adamları, dinî erkân ve bunların haremleri resmen kabul edilerek ağırlanırdı. 1586’da İbrâhim Paşa ile III. Murad’ın kızı Ayşe Sultan, 1593’te Fatma Sultan ile Kaptanıderyâ Halil Paşa burada evlenmiştir. XVII. yüzyılın ortalarında gelin sultanların hâlâ Eski Saray’dan çıkarak damadın sarayına gittiği görülür. Sonraki tarihlerde sultan düğünleri babalarının sağ olup olmadığına göre değişmektedir. 

Sultan padişahın kızı ise Yeni Saray’dan alınarak damadın konağına götürülür, padişahın kardeşi ya da yeğeni ise Eski Saray’dan alayla damadın konak ya da sarayına götürülürdü. Bu durum muhtemelen XVII. yüzyılın sonlarında değişmiştir. Çünkü Naîmâ, Sultan İbrâhim’in kızı Fatma Sultan’ın Fazlı Paşa ile nikâhlandığında (14 Mart 1646) devlet büyüklerinden başka nişancı paşa ve bütün vezirlerin gelin alayında bulunup nahiller eşliğinde gelinin Eski Saray’dan alındığını, padişahın töreni saray köşkünden izlediğini belirtir.

Padişah kızlarının düğünlerinin coşkusu yanında şehzadelerin sünnet düğünleri için daha büyük bir heyecan yaşanmıştır. Eski Saray’daki ilk sünnet düğünü Fâtih Sultan Mehmed’in şehzadesi Cem ve II. Bayezid’in büyük oğlu Abdullah için 1472’de yapılmıştır. 1480’de Fâtih’in torunları Sultan Şehinşah, Ahmed, Korkut, Mahmud, Alem, Selim ve Oğuz Han için yapılan sünnet düğünü bir öncekine göre daha gösterişli kutlanmış ve bir ay sürmüştür. 

1582’de III. Murad’ın şehzadesi III. Mehmed’in sünnet düğünü eğlenceleri Eski Saray’da başlamış, buna yalnız kadınlar katılmıştır; eğlenceler İbrâhim Paşa Sarayı’nda devam etmiştir. 18 Eylül 1720’de III. Ahmed’in dört şehzade için yaptırdığı ve bütün ayrıntılarıyla anlatılan sünnet düğünü, hem kültür tarihi hem de bu sarayın iç düzeni hakkında bazı bilgiler vermesi açısından önemlidir.

1826’da seraskerlik makamına devrine kadar önemini koruyan Eski Saray aynı tarihte Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra seraskerliğe tahsis edilmiş, içindeki kadınlar Topkapı Sarayı’na ve Eyüp Çifte Saraylar’a nakledilmiştir. Serasker paşalar teşkilâtıyla birlikte bir süre sarayın kasır ve müştemilâtında oturmuştur. 1866’da Fransız mimarı Bourgeois’ya, Eski Saray yapılarının yıkılmasından sonra onların yerine bugün İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü tarafından kullanılmakta olan bina yaptırılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA
BA, Cevdet-Saray, nr. 624, 908, 1581.
Kritovulos, History of Mehmed the Conqueror (trc. Charles T. Riggs), Princeton 1954, s. 83, 93.
Dukas, Bizans Tarihi (trc. Vl. Mirmiroğlu), İstanbul 1956, s. 196.
Tursun Bey, Târîh-i Ebü’l-Feth (nşr. A. Mertol Tulum), İstanbul 1977, s. 66-67, 74.
Neşrî, Cihannümâ (Unat), II, 711.
P. Gyllius, İstanbul’un Tarihi Eserleri (trc. Erendiz Özbayoğlu), İstanbul 1997, s. 47.
Âlî Mustafa Efendi, Kitâbü’t-Târîh-i Künhü’l-Ahbâr (haz. Ahmet Uğur v.dğr.), Kayseri 1997, s. 509-511.
İbn Kemal, Tevârîh-i Âl-i Osmân, VII. Defter, s. 99, 103, 297, 429- 432, 521-522.
Selânikî, Târih (İpşirli), I, 168-171, 340-343; II, 436.
İntizâmî, 1582 Surnâme-i Hümâyun: Düğün Kitabı (haz. Nurhan Atasoy), İstanbul 1997, s. 22-28.
Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman (nşr. F. Giese, haz. Nihat Azamat), İstanbul 1992, s. 107-108.
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, I, 117-119, 256; II, 119.
Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi: XVII. Asırda İstanbul (trc. H. D. Andreasyan), İstanbul 1952, s. 171-172.
Naîmâ, Târih, III, 420; IV, 218-219.
Silâhdar, Târih, II, 273.
Râşid, Târih, IV, 157, 374, 410-412; V, 214, 220, 226, 260-269; VI, 40, 124, 263, 374, 463-464, 559, 563, 594, 610.
Şem‘dânîzâde, Müri’t-tevârîh (Aktepe), II, 85, 134; III, 43.
Taylesanizâde Hâfız Abdullah Efendi Tarihi: İstanbul’un Uzun Dört Yılı: 1785-1789 (haz. Feridun M. Emecen), İstanbul 2003, s. 395.
Hammer, Constantinopolis und der Bosporos, Pesth 1822, I, 322-324.
III. Selim’in Sırkâtibi Ahmed Efendi Tarafından Tutulan Rûznâme (haz. V. Sema Arıkan), Ankara 1993, s. 17, 75-76, 126, 152, 165, 215, 300, 328, 346, 386.
Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, II, 105.
a.mlf., Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı, Ankara 1998, s. 64-65.
P. G. İnciciyan, XVIII. Asırda İstanbul (trc. H. D. Andreasyan), İstanbul 1956, s. 32.
Halûk Şehsuvaroğlu, Asırlar Boyunca İstanbul, İstanbul, ts., s. 227.
Sedad Hakkı Eldem, Köşkler ve Kasırlar, İstanbul 1974, I, 125, 173.
Hüseyin Ayan, Cevrî: Hayâtı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Divanının Tenkidli Metni, Erzurum 1981, s. 284-285.
Gülru Necipoğlu, Architecture, Ceremonial and Power: The Topkapi Palace in the Fifteenth and Sixteenth Centuries, New York 1991, s. 4, 160.
Çağatay Uluçay, Harem, Ankara 1992, II, 43, 58-59.
Atıf Kahraman, Osmanlı Devleti’nde Spor, Ankara 1995, s. 59-62, 509.
R. Withers, Büyük Efendi’nin Sarayı (trc. Cahit Kayra), İstanbul 1996, s. 137-139.
L. P. Peirce, Harem-i Hümayun: Osmanlı İmparatorluğu’nda Hükümranlık ve Kadınlar (trc. Ayşe Berktay), İstanbul 1996, s. 163-165, 189.
Banu Bilgicioğlu, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde Bulunan Belgelerin Sanat Tarihi Yönüyle İncelenmesi (yüksek lisans tezi, 1998), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 121-126, 147.
Selma Delibaş, “Osmanlı Saray İşlemeleri ve Deri Eserler”, Topkapı Sarayı, İstanbul 2000, s. 312-314.
Fatih ve Dönemi (ed. Necat Birinci), İstanbul 2004, tür.yer.
Zeynep Tarım Ertuğ, “Onsekizinci Yüzyıl Osmanlı Sarayı’nda Bayram Törenleri”, Prof. Dr. Mübahat S. Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 2006, s. 573-594.
Tülay Artan, “Eski Saray”, DBİst.A, III, 204.

Has Aşçıbaşı Ahmet Özdemir Not:

Yurt İçinde Ve Yurt Dışında İhtiyac Duyan Kişi Ve Kurumlara;
Yiyecek ve içecek alanlarında restoran ve konaklama ve işletmelerine belirtilen konularda Osmanlı ve Türk mutfağı, Osmanlı saray mutfağı, Anadolu mutfağı, Akdeniz mutfağı, menü planlama, konsept belirleme, mesleki eğitim alanlarında uluslararası konumda has aşçıbaşı Ahmet Özdemir olarak;

Yiyecek ve içecek danışmanlığımutfak danışmanlığıişletmeci körlüğüYeni Restoran Açarken Nelere Dikkat Etmeliyim?, Kesin Başarı İçin Restoran Danışmanlığı Almalımıyım?, Menü DanışmanlığıRestoran YönetimiGastronomi DanışmanlığıŞehrin En İyi Restoranlarına Nasıl Sahip Olabilirim?, Yeni Restoran Açmak İsteyenlerin En Çok Sorduğu Sorular?, Kalıcı Bir Restoran Sahibi Olabilmek İçin Dikkat !!! konularında mesleki eğitim ve danışmanlık hizmetleri vermekteyim. İlgili projeler için mesleki bilgilerime ihtiyac duyan kişi ve kurumlar Türkiye saati ile sabah 10:00 ila aksam 22:00 saatleri arasında tarafım ile İLETİŞİM bilgilerimden bağlantıya geçebilirler...

Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...