30 Ekim 2021 Cumartesi

Hans Dernschwam Seyahatnamesi

 Hans Dernschwam Seyahatnamesi

Hans Dernschwam’ın “İstanbul Ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğünde Amasya'da Osmanlı Kültürel Dokusu Ve İnsan Algısı "Yrd. Doç. Dr. Sevim KARABELA ŞERMET*"

 

Özet: Günümüzde bir ilim dalı olarak kabul edilen imgebilim imge ve önyargı araştırmalarını konu alır. İmgebilimin insani bilimler içindeki yeri önemlidir. Bu çalışmada Alman seyyah Hans Dernschwam’ın 16. yüzyılda oluşturmuş olduğu “İstanbul ve Anadolu Seyahat Günlüğü”ndeki Amasya atmosferinde ve coğrafyasında Osmanlı/Türk varlığına dair imgeler ve önyargılar değerlendirilecektir.

 

XVI. yüzyıl ortalarında Türkiye'ye gelen Hans Dernschwam (1494-1568) 'ın günlük biçiminde yazdığı seyahatnamesi büyük bir değer taşımaktadır ve Anadolu coğrafyasında Osmanlı izlerini takip edenler için muazzam ölçüde malzeme içermektedir. Seyahatnamelerden  Hans Dernschwam Seyahatnamesinde insan ruhunu içinde hapseden, içinde insanın hikâyesini de barındıran eserlerdir. Hikâyesi olan bu eserler aynı zamanda devrin psikoloji haritasını da çizer. İşte eserin asıl kıymeti de bu noktada belirginleşmektedir. Yabancının objektifi ile Osmanlının en ihtişamlı döneminde Amasya’nın sunumu enteresandır. Eser, Avrupa‘daki Osmanlı algısı ile ilgili önemli ipuçları içermektedir. Bu ipuçlarından hareketle genel yargılara varmak mümkün görünmektedir.

 

1. Giriş

 

Karşılaştırmalı edebiyat biliminin uğraşı alanı içerisine giren imgebilim araştırmaları tarihi, dünya literatüründe oldukça eski olmasına karşın Türk edebiyatı için yenidir.

 

İmgebilim “Latince kökenli (imago) imaj kelimesinden gelir. İmaj bilindiği gibi resim suret demektir.” (Aytaç 2016: 123.) 20. yüzyıl ortalarına kadar yapılan imgebilim alanında gerçekleştirilen öncü araştırmaların özelliği “ulusların birbirinden farklı milli karakterleri oluşundan hareket etmeleridir.” (Aytaç 2016: 123.)

 

Tarihsel süreç içerisinde imgebilimin evrimi düşünüldüğünde “Edebiyat bilim sınırları içinde kalacak olan ve mantalite tarihine yönelecek olan imgebilim” (Aytaç 2016: 123.) olarak ayrımlanan karşılaştırmalı imge araştırmaları “genel olarak edebiyat biliminde ve edebiyat eleştirisinde ulusal ya da yabancı kimliğini, bunların nasıl resmedildiğini araştırma (Aytaç 2016: 123.) anlamına gelir.

 

Bu çalışmada yaklaşık iki ay Amasya’da bulunan seyyah Hans Dernschwam’ın 16. yüzyılda oluşturmuş olduğu “İstanbul ve Anadolu Seyahat Günlüğü”ndeki Amasya atmosferinde ve coğrafyasında Osmanlı/Türk varlığına dair imgeler ve önyargılar bunların nasıl resmedildiği değerlendirilecektir. Alman seyyahın gözlemleri aracılığıyla, Avrupa’da mevcut olan Türk algısı üzerinden hareketle ortak ve genel yargılara ulaşmak amacıyla hazırlanmıştır. Yaşar Önen tercümesi olan eserdeki Amasya anlatısı ana kaynaktır.

 

2. Meraklı Alman Seyyah Hans Dernschwam ve Amasya

 

XVI. yüzyıl ortalarında Türkiye'ye gelen Hans Dernschwam (1494-1568) 'ın günlük biçiminde yazdığı gezi yazıları Türk kültürü ve tarihi açısından büyük bir değer taşımaktadır. Çalışma seyahatnamenin özellikle şehzadeler diyarı olarak bilinen Amasya şehri izlenimlerinin sunulduğu bölüme yoğunlaşmaktadır. Çünkü Amasya başlangıçta gezi planında olmayan ancak Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’da bulunmaması sebebiyle padişahın izini takip eden gezi heyetinin de hayal etmediği bir uzantı olarak ortaya çıkar. 

 

Amasya, gezinin son bulduğu ve aynı zamanda dönüşün başladığı noktadır. Alman seyyahın Amasya izlenimleri birkaç sebeple önemlidir. Öncelikle Türk tarihi, aynı zamanda dünya tarihi açısından öneme sahip olan Kanuni Sultan Süleyman devrini resmetmesi ve seyahatin Şehzade Mustafa’nın katledilmesinden kısa bir süre sonra gerçekleşmesi eserin değerini artırmaktadır. Gezinin nihai zorunlu hedefinin Amasya olması ve henüz Şehzade Mustafa’nın acısı yüreklerde tazeliğini korurken Amasya’ya varılması, heyet şehre gelirken ve dönerken halkın duygularının ölçülmesi ve bunun psikolojik boyutunun seyyahın süzgecinden geçerek esere yansısı o dönemde Avrupa’da mevcut olan Türk imgelemine katkı sağlamaktadır. 

 

Bir başka dikkate değer özellik bu tarih diliminin Şah Tahmasb'ın Kanuni'ye gönderdiği görkemli İran barış heyetinin de gelmesiyle yaşanan çok hareketli günleri içine alması ve seyyahın bu günlere tanık olmasıdır. Şehzade Mustafa’nın katline dayalı halkın incecikten iç sızısına tanık olan seyyah öte taraftan Osmanlı hanedanının görkemli ziyafet sofralarını görselleştirir. Bu iki olayın gerçekleştiği zaman dilimi bu zaman aralığının önemini artırmakta ve Avrupa’daki Türk imgelemini belirginleştirmektedir.

 

Hans Dernschwam’ı (1494-1568)1 Türk tarihinde önemli kılan Kanuni Sultan Süleyman devrinde İstanbul’a gelerek Amasya’ya kadar giden, Amasya’ya kadar olan Anadolu coğrafyasını gözlemleyen ve bunu yazıya döken bir seyyah olmasıdır. Bohemya’nın Brux kasabasında doğan Hans Dernschwam’ın aile kökeni ile ilgili bilgiler onun varlıklı bir aileden geldiği ve iyi bir öğrenim gördüğü yolundadır. (Eyice 1994: 182.) 1510’da Leipzig Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun olduğu Viyana Üniversitesi’nin 1507 yılı kütük defterinde adının kayıtlı olmasına dayandırılmaktadır.

 

Dernschwam’ın Amasya’ya gelmesine kadar uzayan süreç birdenbire oluşmaz. 1514'te Macar kraliyet sarayında prenslerin mürebbisi Balbi'nin yanına Budin’e giderek onunla 1515' te Pressburg'a geçtiği, daha sonra 1520-1530 yılları arasında Macaristan ve Transilvanya'da dolaştığı, 1525’ten itibaren, koleksiyonlarıyla ünlü Augsburg’lu banker ve sanat dostu Anton Fugger'in hizmetinde bulunduğu bilinmektedir. Dernschwam, 1553'te Alman imparatoru I. Ferdinand’ın Kanuni Sultan Süleyman'a gönderdiği elçilik heyetine katılır. İstanbul'u görmek, Osmanlı Devletini tanımak isteğiyle heyete katılan Dernschwam, bu uzun yolculuğu kendi hesabına yaptığını seyahatnamesinin sonunda “Bu seyahati kendi hesabıma yaptım. Gidiş ve dönüşte hizmetkârlarımın, at ve arabalarımın bütün giderlerini ben ödedim.” (Dernschwam 1992: 372.) diyerek belirtir.

 

Dernschwam’ın gezi sonrası hayatı hakkında ayrıntılı bilgi mevcut değildir. 1560’da Neusohl veya Kremnitz’de yaşadığı tespit edilmektedir. Kesin ölüm tarihi belli değildir. 651 cilt içinde 2000 kadar değişik eserden meydana gelen özel kütüphanesi bir yakını aracılığı ile 1569 yılında Viyana Saray Kütüphane’sine satılır.

 

Eserin yayın macerası Dernschwam’ın macerasını aratmayacak boyuttadır. Onun bu eseri uzun süre Augsburglu Anton Függer’in arşivinde yazma eser olarak muhafaza edilmiştir. Bu orijinal el yazması arşivci Fr. Dobel tarafından 1889’a doğru Babenhausen Şatosu’nda bulunmuştur. Prag, Wolfenbüttel nüshalarının varlığından söz edilmektedir. İlk olarak bilimsel çalışmalar Prag nüshası üzerinden başlamış daha sonra ilk detaylı çalışma H. Kipert tarafından Wolfenbüttel nüshası üzerinden yapılmıştır. Daha sonra Franz Babinger esere emeği geçenlerdendir. Franz Babinger, Fugger arşivindeki orijinal nüshayı esas olarak alır. Fugger arşivindeki nüshadan faydalanarak 1913-1914 yıllarında makale yayınlamakla işe başlayan Babinger daha sonra metin neşri yapar.2 Metin orijinalinde olduğu gibi eski yüksek Almanca ile verilmiştir. Bu durum eserin kolaylıkla anlaşılmasına engel teşkil etmektedir.

 

Eserin Türkçeye kazandırılması macerası da esere ilgiyi artırmaktadır. Kitabın Türkçe tercümesi Babinger’in önsözünün tamamı olmaksızın Yaşar Önen tarafından 1987 yılında yayınlanmıştır.3 Ancak bu çalışma, seyahatnameyi bütün olarak Türkçe’ye ilk çevirme girişimi değildir. Semavi Eyice yarım kalmış ve sonuçlanmamış Hayrullah Örs çalışmasından bahsetmektedir. (Arıkan 1990: 225.)

 

Seyahatnamede dikkati çeken özellikler Amasya’nın tarihi ve coğrafi dokusu içine olaylar ve seyyahın önyargılarının bir kuyumcu titizliği ile ustaca oturtulmuş olmasıdır. Osmanlının ihtişamlı görüntüleri, bu anlatıya eşlik eden unsurlar arasında yer alır. Günü gününe verilen bu izlenimler ve seyyahın esere dağınık olarak yaydığı gözlem ürünleri kendi arasında tasnif edildiğinde anlatı parçaları daha somutlaştırılabilir. 6 Nisan sabahı Çorum’dan Doğu’ya doğru yola çıkan seyyah bir günde katettiği yol üzerinde Amasya’ya kadar Elvan Çelebi, Çağna, Avkat, Bağlıca köylerinden geçer. 

 

Yazar daha sonra tıpkı bir günlük gibi Amasya’da geçen günleri ve bu günlerde yaşanan olayları günlerini vererek paylaşır. 7 Nisanda “Amasya’ya vasıl olduk” (Dernschwam 1992: 277.) ile kayıt altına alınan ve “2 Haziran, öğleden sonra Amasya’dan İstanbul’a doğru yola koyulduk” (Dernschwam 1992: 297.) diyerek sonlanan Amasya macerasını günü gününe kaydeden yazar, İstanbul’dan Amasya’ya 30 günde gelmiştir. 22 Haziran 1553’te İstanbul’a gitmek üzere üç atla yola koyulan heyet İstanbul’a ulaştığında padişah Nahcıvan seferi için Anadolu'ya hareket etmiştir. Bu sebeple huzura kabul edilmeyen elçilik heyeti bir yıldan fazla süre Kanuni ile görüşebilmek için İstanbul’da bekler. 

 

1554 Kasım ayı başlarında seferden Amasya'ya dönen padişahın huzuruna çıkabilmek için 9 Mart 1555'te İstanbul'dan ayrılarak bir ayda (Dernschwam 1992: 277.) Amasya'ya ulaşırlar. Tam olarak günlükteki tarihler itibariyle 7 Nisan’dan 2 Haziran’a kadar 2 ay gibi bir süre Amasya’da kalan elçilik heyeti ve bilhassa Hans Dernschwam Amasya’yı tanıma fırsatı bulur. Bu tarih diliminin bir başka özelliği Şah Tahmasb'ın Kanuni'ye gönderdiği İran barış heyetinin de Amasya’da bulunmasıdır. 

 

2 Haziran’da heyet aynı yolu izleyerek 23 Haziran’da İstanbul'a varır. Yolculuğun 22 gün sürdüğünü söyleyen Dernschwam (Dernschwam 1992: 322.) 3 Temmuz'da da buradan ayrılır. Kendi özel hizmetkâr, arabacı ve seyisleriyle heyete katılmış olan Dernschwam İstanbul'da fidyesini ödeyerek esaretten kurtardığı bir Alman tüfek ustasını da beraberinde götürür.

 

Seyyahın penceresinden Amasya’da Osmanlı varlığı, Osmanlının gücüne kıskanç dokunmalar şeklinde metne yayılmış olarak ortaya çıkmaktadır. Hans Dernschwam eserde özellikle padişahın gücünü yansıtmak üzere enstantanelere yer vermiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın ve dolayısı ile Osmanlının ihtişamına üstü örtülü ya da açık olarak gönderme yapan bölümler mevcuttur. Osmanlı padişahının hayatının her anı bir merasime sahne olmaktadır.

 

Zaman zaman hayretini ifade eden yazar eserde bu merasimlerden bazılarını fotoğraflamıştır. Henüz Amasya’ya varmadan yolda gördüğü höyüklerden başlar. Padişahın seyahatlerde konak yerine varıncaya kadar yol macerasının anlatımı gücü simgeleştirir: Yazar Amasya’ya varmadan yol üzerinde birbirinden belli uzaklıkta höyükler görür. Padişah konak yerine varıncaya kadar böyle bir haberleşme ağı mevcuttur. Höyükler yol boyunca yapılmakta ve padişahın oradan geçtiği en yakınındaki diğer höyüğe silah atmak suretiyle haber verilmektedir. Bir gelenek haline gelen bu iş ile ilgili özel görevlendirilen kişiler dahi olduğunu anlatan seyyah hayretini dile getirir. Böylece padişahın korunma şeklini anlatarak onu ulular.

 

Ancak padişahın ihtişamı daha çok cuma namazına gidiş esnasında ortaya çıkar. Bu sahnelerde cumaya gidiş düzeni ve adabı görsel ifadelerle anlatılır. Anlatılardan hareketle padişah cuma günü at üzerinde yeşil bir elbise giymiş, önünde üç paşa ile yola çıkmaktadır. Padişahın önünde yedi kişi yedi tane üzerlerine kimse binmemiş, eğerleri altın işlemeli, rengârenk kıymetli örtülerin yanlara sarktığı atlarla çekilmektedir. Padişahın geçişi esnasında çavuşlar her tarafta halkı iterek yolun ortasından kenarlara doğru uzaklaştırırlar. (Dernschwam 1992: 281-282.) 

 

Bir başka anlatıda padişah, Amasya’nın ortasında II.Bayezid tarafından yaptırılan Çifte Minareli camiye gitmek için şehre iner. Yine burada da yeşil elbiseler giyen padişaha çok süslü koşumları ve altın yaldızlı örtüleri ile altı tane at koşulmuştur. Padişahın önünde başlarında süpürgeye benzeyen tüyler bulunan ve yeniçerilerin başı olan solaklar yürümektedirler. Bunların önünde ise üç paşa at üzerinde ilerlemektedir. Bu paşaların da yeniçerileri ve diğer hizmetlileri olup bunların da önünde rengârenk altın işlemeli ipekten elbiseleri sırmalı, altın yaldızlı kıyafetleriyle saray mensupları yer almaktadır. (Dernschwam 1992: 289-290.)

 

Bir başka ihtişamı görselleştiren ayrıntı padişaha yemek götürme esnasında canlandırılır. “Yemek götürme işi başlı başına bir merasim” (Dernschwam 1992: 285.) diyen seyyah bunu detaylı olarak tasvir eder. Yeniçeriler gibi ipek kaftan giymiş on bir tablakâr, ağızları kapalı, çukur kalaylı bakır sahanlar içinde yemek götürmektedirler. Bunların arkasında bir kişi de yuvarlak deri bir sofra taşımaktadır. Hepsi birden padişah kapısından içeriye girerler ve bir süre sonra da boş sahan kapakları ellerinde kapıdan dışarı çıkarlar.

 

Seyahatnamenin bütününe eşit olarak yayılan Türk korkusunun yanı sıra Viyana’nın kaybedileceği endişesi mevcuttur. Yazar için Viyana’nın zaptedileceği korkusu karabasan haline dönüşür ve bunu sürekli olarak diline dolar. Bu da padişahın gücünün göstergesi olarak eserde yerini alır. “12 Nisanda padişah camiye gelirken Ali Paşa’ya Viyana’yı mutlaka görmek istediğini ve sırf bunun için daha uzun bir süre yaşamak istediğini söylemiş. 

 

Boynu kopsun inşallah!” (Dernschwam 1992: 282.) Ancak tek başına aşağıdaki cümle dahi padişahın gücünü soyut bir anlatımla somutlaştıran bir ifade olarak sarsıcıdır. Gücün, erkin bu kadar etkili anlatılabilmesi esere samimiyet kazandırmakta ve yapaylıktan uzaklaştırmaktadır. Padişaha müşavere için giden iki hoca, daha sonra üç paşa ve takip eden elçiler padişaha ulaşacakları küçük kapıdan girmeden önce gördükleri büyük kapının yanından geçerken kameriye altında oturan kapıcılara selam verirler. Ancak seyyahın bu davranışı analizi ve bunun esere söz olarak yansısı okuru etkileme gücüne sahiptir. “Aslında onlar kapıcılara selam vermiyorlar, padişahın kapısına karşı saygı ile eğiliyorlardı” (Dernschwam 1992: 285.)

 

Eserde Amasya coğrafyasına dair görseller de yazarın bakış açısıyla fotoğraflanmıştır: Yazar Amasya’ya Yeşilırmak’la girer. “Oldukça büyük bir su sağ taraftan Amasya’ya doğru akıyor. Bu suyun adı Yeşilırmak.” (Dernschwam 1992: 278.) diyen yazarın Amasya’nın genel coğrafik görünümüne dair ilk izlenimi kayıp bir şehir görüntüsü vermesidir ve bunu: “Şehri, tam yanına yaklaşmadan uzaktan görmek mümkün değil” (Dernschwam 1992: 279.) şeklinde ifade eder. Amasya şehrinin kurulduğu bölgeden kaynaklı olumsuzluklar yazarın bakış açısına yansır ve coğrafyaya bakış genel olarak olumsuzdur. “Etrafta sayısız denecek kadar çok, korkunç yerler var.” (Dernschwam 1992: 278.) diyen seyyah ve gezi heyeti Amasya’ya güçlükle girer. 

 

Şehre girmeden geçtikleri ırmağın üzerinde eski, ancak bir araba geçebilecek ende bir taş köprü, çok sıkıntı çektikleri yüksek çıplak kayalıklı dar bir boğaz, başka bir arabaya yol vermenin mümkün olmadığı dar bir yol Amasya’ya gelen heyeti ve seyahatname yazarını olumsuz etkileyen unsurlardır. Genel görünüme dair hiçbir ayrıntıyı atlamayan yazar Amasya kalesini de anlatmadan geçemez. “Görkemli yüksek bir kaya üzerinde” (Dernschwam 1992: 279.) şeklinde Amasya kalesini tasvir eden yazar kale içi günlük hayatı da canlandırır. Kalenin iç kısmındaki kerpiç evlerde hizmetkârlar ve kale kumandanı oturmakta, her gün sabah ve akşam şehre doğru borazanlar ve davullar çalınmaktadır. (Dernschwam 1992: 296.)

 

Köprüler de Amasya’nın genel görünümünü fotoğraflamada kullanılır: “Şu halde Amasya’da 3 taş ve 1 tahta köprü mevcut.” (Dernschwam 1992: 296.) diyerek köprüleri sayan seyyah Yeşilırmak üzerinde şehre girmeden ve şehir içerisinde dört köprüden bahseder. Bu köprülerin hepsinin ortak özelliği oldukça dar ve üzerinden araç geçemeyecek durumda olmasıdır. Köprüleri aynı zamanda adımlayan yazar, köprülerin korkulukları, taş ya da tahtadan olması bilgilerini de tarihin hafızasına kaydetmek üzere anlatıya dâhil eder.

 

Yazar, “Vadinin iki tarafında kurulmuş olan Amasya, kerpiçten yapılmış, kırlangıç yuvası gibi birbiri üstüne yığılmış evlerden meydana gelmiş fakir bir şehir” (Dernschwam 1992: 296.) diyerek evleri gözlemler. Coğrafi yapı ile iç içe sunulan evlerin tasvirinde de tıpkı coğrafi yapıda olduğu gibi yazar olumsuz bir bakış açısına sahiptir. Dağların çokluğu, dağ bulunmayan yerlerde birbirinden kerpiç yahut taş duvarlarla ayrılmış üzüm bağları, meyve bahçeleri, bağ ve bahçelerin içinde ise kerpiç veya taş duvarlarla örülmüş küçük yazlık evler tablonun ögeleri olarak anlatıda yer alır. (Dernschwam 1992: 279.) 

 

Şehre giren yazar, şehir içindeki evleri de gözlemleme fırsatı bulur. Evler genellikle tahtadan yapılmış ve iki kat yüksekliktedir. Pişmemiş tuğladan yapılı evlerin dış kısmı gibi iç kısmı da iyi işlenmemiştir. Evlerin altında ahırlar bulunmakta ve bunların üzerinde oturdukları tahta ve kalaslarla örülmüş ve üstleri toprakla kapatılmış odalar mevcuttur. “Bunlar dışında doğru dürüst bir ev yok. Buralarda oturuyor, yatıp kalkıyorlar.” (Dernschwam 1992: 280.) diyerek evleri fotoğraflayan yazar “Evlerin ne doğru dürüst pencereleri, ne de güzel görünümleri var. Odalarda hapishanede oturur gibi oturuyorlar.” (Dernschwam 1992: 296.) diyerek olumsuz anlatıyı metin boyunca sürdürür. Mutfak bulunmayan evlerde, odalarda mevcut olan küçük ocaklarda yemeklerini pişirmektedirler. Evlerin damlarında damın toprağını sağlamlaştırmakta kullanılan yuvak taşı bilgisini vermekle yetinmeyen yazar, yuvak taşı resmi çizmek suretiyle eserde mevcut olan görsellere zenginlik katar.

 

Amasya coğrafyasını görselleştiren unsurlardan bir diğeri de “günümüze herhangi bir kalıntısı gelmemiş” (Toruk 2005: 443.) olan Amasya saraylarının anlatımında ortaya çıkmaktadır. Bu noktada seyyahın anlatısı değerini bir kat daha artırmaktadır. Seyyah sarayların tasvirine metinde iki farklı yerde başvurur:

 

“Daha önce Şehzade Mustafa’nın, şimdi de padişahın kaldığı ikametgâh dağın eteğinde bir yerdedir. Burası büyücek, sade, etrafı bahçe ile çevrili bir saraydır. Girişte etrafı kerpiç duvarlarla örülmüş bir tahta kapı var. Bu kapının yanındaki odalar, bir köy evinin odaları gibi. İçeride avlu kısmında tek katlı bir bina görülüyor. Kerpiçten uzunluğuna yapılmış bir yapı. Binanın ahşap kısımları iyice işlenmemiş, kaba, basit tahta parçalarından ibaret. Bunlar bir kulaç boyunda çam tahtalardır. Bunun yanında bahçe içinde fırınlanmış tuğladan inşa edilmiş tek katlı bir bina daha var. Padişah burada kalıyormuş.

 

Bizdeki alelade bir esnafın evi gibi bir şey bu. Yanı başında kerpiçten örülmüş büyük bir kapı görülüyor. Kapının önünde tahtadan yapılmış bir çardak var. Çardağın altında ellerinde gümüş bastonlar bulunan altın işlemeli elbiseler giymiş 4 kapıcı oturuyor.” (Dernschwam 1992: 284-285.)

Bir diğer anlatı parçasında çadır ve tahtırevan saray tasvirine dâhil olur.

 

“1 Haziranda Amasya’da Aşağı Saray’ı gördük. Duvarları taştan, iç kısımları ise pişmiş tuğladan yapılmış. Tahta çitler ve kalaslar da döşenmiş kısımları var. Çatısı, âdet olduğu üzere, toprakla örtülmüş düz dam. Pencereler yukarıda, yüksekte. Bu arada orta yerde büyük bir ev de var. Toprağa gömülü yahut da kayaya oyulmuş gibi. Üzerine çıkıp aşağıya bakılabilir ve etraf seyredilebilir. Bir bodrumda olduğu gibi tahtadan kalın, adam boyu yükseklikte parmaklıklar mevcut. Üstü ise kurşun kaplı. Bu binanın dörtgen biçimli içinde kıvrıla kıvrıla dolaşılabilir. Yan taraflarda pencereleri tepede pek çok oda var. Padişahın çadırı da bu binada duruyor. 

 

Çadır kuran ve çadırı dikip onu gerektiğinde tamir eden ustalar da bu binada kalıyorlar. Bu tip çadırlar Türkiye’de çok. Bunların direkleri çok kalın, bir koşu arabasının okundan daha kalın. Birbirine ekli 2 parçadan oluşan bu direkleri ikiye ayırmak kabil. Bu kadar büyük çadırı ve onun malzemelerini taşımak için nerdeyse 1000 deve lâzım. Yolculuk esnasında padişah bir çadırda kalırken, çadırcılar başka bir çadırı ertesi gün için kurup hazır ederlermiş.

 

(Dernschwam 1992: 294.)

“Sarayın içinde mahfe (tahtırevan)gördük. Çok ağır ve hantal bir şey. Öyleki, onu ancak dört at çekebilir. Dört tarafı da pencere kafeslerine benzeyen kafeslerle çevrilmiş. Kafes aralarından içerisi görülebildiği için üzeri ipek tül veya örtülerle kapatılabilir.” (Dernschwam 1992: 295-296.)

 

Amasya mimarisinin anlatımı kiliseler ve camilerin anlatısı ile çeşitlenir: Şehrin girişinde Bizans zamanından kalma kiliselerden, Amasya’da 11 Türk camisinin bulunduğundan ancak bunların en güzelinin, padişahın selamlığa çıktığı II.Bayezid tarafından yaptırılmış olan Çifte Minareli cami olduğundan söz eder. Yazarın İslam algısı, İslam dünyasına ait mimari tablolar içine gizlenmiş olarak belirginleşir. Eserin tümüne yayılan olumsuz İslam algısının yanı sıra ezan okumayı sanat olarak yorumlaması anlamlıdır. “Bu minarelerden iki müezzin birbirine doğru haykırır dururlar. Bu haykırma işi de o kadar kolay değil. Bu büyük bir sanat eseri, aynı zamanda bir ibadet tarzıdır.” (Dernschwam 1992: 296.)

 

Coğrafi yapıyı tasvirleyen yazar, eserde manevi yapıya da yer verir. Türk, Osmanlı ve İslam kelimelerini birbirinin yerine kullanan yazar Türklerin iyi yaşamayı bilmediklerinin altını çizer. “Türkler başka şeylerle uğraşıyorlar. Tanrı’nın kendilerine verdiği nimet ve imkânlardan lâyıkıyla faydalanmasını bilmiyorlar. Zahmete de katlanmak istemiyorlar, bağ yetiştirmiyorlar. Çobanlar gibi hayvancılıkla uğraşıyorlar.” (Dernschwam 1992: 277.)

 

Bu anlatıda ilgi çeken bir başka husus “halk”ın varlığının çok az enstantanede görünür olmasıdır. Halk kelimesi Amasya anlatısı içinde ilk kez padişahın cumaya gidiş merasimi içerisinde geçer. Ancak seyyah burada cuma merasimi içerisinde itilen kakılan bir halk görüntüsü resmetmektedir. Bir başka anekdot Şehzade Mustafa’nın öldürülüşü ve bunun yarattığı içerlemeden bahsedilen metinlerde ortaya çıkar. Varlığı ile göz doldurmayan halkın zaman zaman ruh dünyasına dokunulmaktadır. 

 

Hans Dernschwam’ın bakış açısıyla halk çok öfkelidir. “Geçtiğimiz yollarda halkı üzüntülü ve kızgın bulduk. Bir kısmı Şehzade Mustafa’nın öldürülmüş olmasına, bir kısmı da İran seferinin sürüp gitmesine üzülüyor. Zaten padişahın Kapadokya’da uzun zaman kalmasının sebebi de şurada burada huzursuzluk yaratan kimseleri tutuklamak ve öldürmek içindir. Zira herkes Mustafa’yı övmekte ve padişah tahtından ayrılınca Türkiye’de huzursuzluğun artacağından ve başkaldırmalar çıkacağından korkuluyor. Geride kalan iki şehzadenin babaları gibi olamayacaklarına inanıyorlar. (Dernschwam 1992: 278.)

 

Şehzade Mustafa’nın katli vakasından çok etkilenen seyyah bunu birden fazla metinde tekrar etme ihtiyacı duyar: “ Mustafa’nın başına gelen felâketten dolayı hemen hemen bütün Kapadokya halkı kızgın.” (Dernschwam 1992: 282.)

 

Eserde, Kanuni Sultan Süleyman’ın da içinde bulunduğu Amasya atmosferinde Türklerle ilgili genellemeler mevcuttur. Bu genellemeler kimi yerde gerçek olaylara dayandırılarak verilirken kimi yerde geçmiş ile ilişkilendirilerek ortaya çıkmaktadır. Eserde, tarih boyunca Avrupa’da oluşan İslam kelimesi ile şekillenmiş Türk/Osmanlı imgesi geçerliliğini korumaktadır. Medeniyetten uzak yaşayan, insanlara zulmeden, korku veren Türk tanımı tekrar edilerek adeta pekiştirilmek istenir. 

 

Türklerin tembel olup yaşamayı bilmediği sürekli vurgulanır. Buna temel teşkil eden düşünce ise evlerin bakımsızlığına ve yeme içme kültürüne dair vurgulamalarda ortaya çıkmaktadır. Bilinmeyen bir insan topluluğuna karşı oluşan önyargılar ve olumsuz imgeler yanında olumlu izlenimler de eserde yer almaktadır. Yazar bu izlenimlerini zaman zaman Hristiyan askerlerle Türk askerlerini karşılaştırarak anlatır:

 

“Türk milleti çok sağlam ve dayanıklı bir millet. Hayvancılıkla hayatlarını kazanıyorlar. En çok yedikleri şey yoğurt. Ekmek pek bol değil, fakat istedikleri kadar su içiyorlar. Hepsi de neredeyse yarı zenci. Güneşten kapkara yanmışlar. Sıcağa, soğuğa açlığa susuzluğa mukavemet eden ve böylece fakirlik içinde pişmiş bir millet. Ya bizim Hristıyan askerlere ne demeli? Harp esnasında da rahat yaşamak isterler. Şarabımızı, zaruri olmayan pek çok erzakımızı beraberimizde götürürüz. Bu rahatlık ve bolluk içinde askerlerimiz mide fesadına uğrarlar. Gece gündüz yerler, içerler.” (Dernschwam 1992: 299.)

 

Yalnızca bir merak uğruna İstanbul’u ve Kanuni Sultan Süleyman’ı görmek üzere at üzerinde İstanbul’a gelerek oradan da Anadolu’ya geçen Hans Dernschwam bu tavrıyla hakkı teslim etmek ister gibidir.

 

Eserde gözlemlenen ve bu eseri özel kılan “XVI. yüzyıldaki kırsal kesimin yapısı hakkında hiçbir kaynakta kolay kolay bulunmayan ayrıntılar verilmesi ve yer yer çeşitli olaylarla ilgili olarak halkın duygu ve düşüncelerinin dile getirilmiş olması” (Arıkan 1990: 225.) dır.

 

SONUÇ

1865-1940 yılları arasında yaşayan ünlü Macar Türkolog Ignacz Kunos 1925’de yayınlattığı Türk Halk Edebiyatı adlı eserinde: “Kim bilir, eğer ben Macar oğlu kulunuz, bu Plevne beyitlerini kırk üç sene evvel işitmemiş ve saklamamış olsaydım, belki şimdiye kadar büsbütün unutulur giderdi. Hamd olsun ki kulağıma erişti... Mukaddes bu hediyeyi sizlere veriyorum.” (Szılagyı 2007: 3.) demektedir. Hans Dernschwam’ın eseri yazış amacı bilinmese de çoğunluğu önyargılı yaklaşımlarla verilen bilgiler dahi olsa geçmişten günümüze taşınan miras açısından önemi unutulmamalıdır. 

 

Ulus olarak kültürel mirası saklayamamak hüzün veren bir durumdur ve bu tür eserler bir anlamda bunu karşılamaya yarar. Yabancı bir seyyah, kalemiyle günümüzde kalıntıları dahi olmayan bir mirasa yaşam hakkı tanımaktadır. Buna karşın bu tür eserler, yazarın önyargılarını içinde barındırabilmektedir. Seyyahın istediği manzarayı seçme özgürlüğü, bu eserlerin niyetini çözümlemek imkânsızlığını beraberinde taşır. Bununla birlikte bu anlatılar tarihe tanıklık etmeleri itibariyle önemlidir.

 

KAYNAKLAR

AYTAÇ, Gürsel, (2016), Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi, Ankara: Doğu Batı Yayınları

EYİCE, Semavi, (1994), “Hans Dernschwam de Hradıczın”. TDV, İslâm Ansiklopedisi, IX, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

TORUK, Ferruh, (2005), Amasya Kentinin Fiziksel Oluşum Sürecinde Saray Olgusu. Vakıflar Dergisi, S. 29, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları. (www.dergimakale.com adresinden 05.12.2017 tarihinde erişilmiştir.)

SZİLARD, Szılagyı, (2007), Ignac Kunos Türk Folklor Araştırmalarında Bir Öncü. Doktora Tezi Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı, Ankara (https://media.turuz.com/ adresinden 05.12.2017 tarihinde erişilmiştir.)

DERNSCHWAM, Hans, (1992), İstanbul ve Anadolu'ya Seyahat Günlüğü (Çev.) Yaşar Önen, Ankara: Kültür Bakanlığı/ 885.

ARIKAN, Zeki, (1990), (Tanıtım), Osmanlı Araştırmaları X. (http://dergipark.ulakbim.gov.tr/ adresinden 05.12.2017 tarihinde erişilmiştir.)

________________________________

 

Dernschwam De Hradıczın, Hans (1494-1568 [?])

Müellif: SEMAVİ EYİCE

 

Kanûnî Sultan Süleyman devrinde İstanbul’a gelerek Amasya’ya kadar giden ve bir seyahatnâme kaleme alan Alman seyyahı.

 

Bohemya’nın Brux kasabasında doğdu. Varlıklı bir aileden geldiği ve oldukça iyi bir öğrenim gördüğü tahmin edilmektedir. Viyana Üniversitesi’nin 1507 yılı kütük defterinde adına rastlanan Dernschwam’ın 5 Eylül 1510’da Leipzig Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun olduğu bilinmektedir. Wiener Nationalbibliothek’te bulunan bir el yazmasından, bir süre Viyana’da yaşadıktan sonra 1514’te Ofen’e (Budin), Macar kraliyet sarayında prenslerin mürebbisi olan Hieronymus Balbi’nin yanına gittiği ve 1515’te onunla birlikte Pressburg’a geçip daha sonra 1520-1530 yılları arasında Macaristan ve Transilvanya’da dolaşarak gördüğü Roma kitâbelerinin kopyalarını bir deftere geçirdiği öğrenilmektedir. 

 

1525’ten itibaren, koleksiyonlarıyla ünlü Augsburglu banker ve sanat dostu Anton Fugger’in hizmetinde bulunan Dernschwam, 1549 yılına doğru onun yanından ayrılarak 1553’te Alman İmparatoru I. Ferdinand’ın Kanûnî Sultan Süleyman’a gönderdiği elçilik heyetine katıldı. İstanbul’u görmek, Osmanlı Devleti’ni tanımak isteğiyle heyete katılan Dernschwam, bu uzun yolculuğu kendi hesabına yaptığını seyahatnâmesinin sonunda açıkça belirtir.

 

22 Haziran günü Viyana’dan yola çıkan heyet 25 Ağustos’ta İstanbul’a ulaştığında padişah Nahcıvan seferi için Anadolu’ya hareket etmek üzereydi. Elçilik heyeti bundan dolayı huzura kabul edilmedi ve Kanûnî ile görüşebilmek için bir buçuk yıldan fazla bir süre beklemek zorunda kaldı. Nihayet heyet, 1554 Kasım ayı başlarında seferden dönüp kışı Amasya’da geçiren padişahın huzuruna çıkabileceği haberini alınca 9 Mart 1555’te İstanbul’dan ayrılarak Gebze, İznik, Ankara, Çorum üzerinden bir ayda Amasya’ya ulaştı. 

 

Dernschwam, elçilik heyetinin 7 Nisan’dan Haziran başına kadar Amasya’da kalması sebebiyle şehri tanıma fırsatı buldu ve bu arada Şah Tahmasb’ın Kanûnî’ye gönderdiği fevkalâde görkemli İran barış heyetinin de gelmesiyle (10 Mayıs) yaşanan çok hareketli günlere şahit oldu. 2 Haziran’da dönüş yolculuğuna başlayan heyet aynı güzergâhı takip ederek 23 Haziran’da İstanbul’a vardı ve 3 Temmuz’da da buradan ayrıldı. Kendi özel hizmetkâr, arabacı ve seyisleriyle heyete katılmış olan Dernschwam, İstanbul’da rastladığı ve fidyesini ödeyerek esaretten kurtardığı bir Alman tüfek ustasını da beraberinde götürdü. Heyet Silivri, Babaeski, Edirne, Filibe, Sofya, Niş, Belgrad ve Osijek yoluyla Budin’e, birkaç gün sonra da 11 Ağustos 1555’te Viyana’ya ulaştı.

 

Dernschwam’ın Avusturya’ya döndükten sonraki hayatı hakkında pek bir şey bilinmemektedir. Seyahatnâmesinin sonunda yazdığına göre Türkiye’den beraberinde Rumca el yazmaları, at, halı, kilim, çeşitli kumaş ve değerli taşlar getirerek satmıştır. 1560’ta Neusohl’da veya yakınındaki Kremnitz’de yaşadığı tesbit edilmekte ve kesin ölüm tarihi bilinmemekle birlikte, 1569 Şubatında bir yakını tarafından özel kütüphanesinin Viyana Saray Kütüphanesi’ne satılmış olmasından 1568 sonlarında artık hayatta bulunmadığı anlaşılmaktadır. 

 

651 cilt içinde 2000 kadar değişik eserden meydana gelen bu değerli kütüphanenin bazı kitapları ise Münih Kütüphanesi’ne girmiştir. Wiener Nationalbibliothek’teki Tabulae codicum manuscriptorum adını taşıyan katalogda (Viyana 1875), “Catalogus librorum Joannis Dernschwammii, ita ut mense Julio 1575 a Helferico Gutt et Hugone Blotio recensione Bibliothecae Caesareae facta, fuit inventus” başlığı altında Dernschwam’dan alınan kitapların listesi bulunmaktadır (VII, 131).

 

Dernschwam’ın seyahatnâmesinin Fugger ailesine ait olan orijinal el yazması, arşivci Fr. Dobel tarafından 1889’a doğru Babenhausen Şatosu’nda bulunmuştur. Daha sonra istinsah edilen nüshaların en eskisi ise Braunschweig eyaletinde Wolfenbüttel Kütüphanesi’nde olup (nr. 255) aynı yerde XVIII. yüzyıla ait bir kopya daha bulunmaktadır (nr. 2499). Babinger’in tesbit ettiğine göre Prag’daki Bohemya Krallık Müzesi’nde de birçok yerleri boş bırakılmış bir nüsha daha mevcuttur.

 

XIX. yüzyılda bazı tarihçiler Prag’daki eksik yazmayı inceleyerek araştırmalarında kullanmışlarsa da seyahatnâme hakkında ilk defa etraflı çalışmayı ünlü Anadolu coğrafyacısı H. Kiepert Wolfenbüttel nüshası üzerinde yapmış ve bu incelemeyi 1863’te bir bildirisine konu ettikten sonra geniş bir makale halinde yayımlamıştır (bk. bibl.). Kiepert’in yaptığı, Dernschwam’ın seyahat güzergâhını gösteren taş basması harita ise piyasaya verilmemiştir. 

 

Daha sonra Fugger arşivindeki nüshayı esas alan F. Babinger, önce 1913-1914 yılları arasında bu yazmadan faydalanarak bazı küçük makaleler yayımlamış, arkasından da metnin tamamını neşretmiştir (Hans Dernschwam’s Tagebuch, einer Reise nach Konstantinopel und Kleinasien [1553-55], München-Leipzig 1923, XXXVI+314 sayfa). Ancak kitap, Babinger’in baş tarafına çok geniş bir önsöz koymasına, bazı açıklamalar yapmasına ve anlatılan konulara açıklık getirecek bazı notlar eklemesine rağmen kolaylıkla anlaşılabilir nitelikte değildir. 

 

Çünkü metin orijinalinde olduğu gibi eski yüksek Almanca ile verilmiştir. Kitabın Türkçe tercümesi Yaşar Önen tarafından yapılmış (İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, Ankara 1987), fakat başına Babinger’in uzun ve etraflı önsözünün tamamı konulmamıştır. Dernschwam seyahatnâmesinin eski Almanca’yı iyi bilen bir ilim adamı tarafından, metinde geçen yerler, yapılar, insanlar, olaylar, örf ve âdetler, hatta giyim kuşam ve hayat tarzı hakkında açıklayıcı notlar eklemek suretiyle yeni bir neşrinin yapılması Türk okuyucusu için büyük kazanç olacaktır.

 

Dernschwam, seyahatnâmesinde zaman zaman Türkler’i küçümseyen ifadeler kullanmakla beraber oldukça iyi müşahedelerde bulunmuştur. Özellikle geçtiği yerleşim birimlerine dair verdiği bilgiler o yerlerin tarihçeleri bakımından önemlidir. Osmanlı topraklarında yaşayan hıristiyanlar ve yahudiler hakkında da etraflı bilgiler vermiştir. Bu arada Anadolu’da rastladığı Alman, Avusturyalı ve Macarlar’ın çokluğu dikkat çeker. Dernschwam, Çemberlitaş karşısındaki Elçi Hanı’nda kalarak 25 Ağustos 1553’ten 9 Mart 1555’e kadar on sekiz aydan uzun bir süre içinde yaşadığı İstanbul’u etraflı şekilde incelemiş ve pek çok ayrıntıya dikkat etmiştir. Bunlardan özellikle yiyecekler ve fiyatlar hakkında düştüğü notlar üzerinde durmaya değer niteliktedir.

 

BİBLİYOGRAFYA

H. Kiepert, “Beitrag zur inschriftlichen Topographie Klein-Asiens”, Monatsberichten der Königlich Preussischen Akademie der Wissenschaften, Berlin 1863, s. 307-323.

a.mlf., “Hans Dernschwams orientalische Reise, 1553 bis 1555”, Globus, III, Braunschweig 1887, s. 184-190, 202-205, 214-220, 230-235.

Hans Dernschwam’s Tagebuch, einer Reise nach Konstantinopel und Kleinasien (1553-1555) (ed. F. Babinger), München-Leipzig 1923, s. XIII-XXXVI.

a.mlf., “Hans Dernschwam ein Kleinasien Forscher des 16. Jahrhunderts”, Deutsche Rundschau für Geographie, XXXV, Wien-Leipzig 1913, s. 535-546.

a.mlf., “Eine unbekannte Denkmünze auf Hans Dernschwam”, Mitteilungen der Bayerischen Numismatischen Gesellschaft, XXXI, München 1913, s. 46-51.

a.mlf., “Eine neuentdeckte Ungarische Kerbinschrift aus Konstantinopel vom Jahre 1515”, Ungarische Rundschau, II, München-Leipzig 1913, s. 41-52.

a.mlf., “Ein schriftgeschichtliches Rätsel?”, KSz., XIV (1913), s. 4-19.

a.mlf., “Zur Lebensgeschichte Hans Dernschwams, eines Kleinasien Forschers des XVI. Jahrhunderts”, a.e., XXXVI (1914), s. 133-135.

a.mlf., “Neue Beiträge zur Lebensgeschichte Hans Dernschwams, eines Kleinasien Forschers des XVI. Jahrhunderts”, a.e., XXXVII (1915), s. 37-38.

J. Berlàsz, Dernschwam Jànos Könyvtàra, A. hazai humanizmus történéhez, Budapest 1964.

St. Yerasimos, Les Voyageurs dans l’Empire Ottoman (XIVe-XVIe siècles), Ankara 1991, s. 230-233.

N. Iorga, “Encore un voyageur en Turquie au XVIe siècle: Dernschwam”, Revue Historique du Sud-Est Europeen, X, Bucarest 1933, s. 144-155.

K. Oberdorffer, “Hans Dernschwam”, Lebensbilder an der Bayerischen Schwaben, I/195, s. 229-245.

Semavi Eyice, “Elçi Hanı”, TD, sy. 24 (1970), s. 103.

Z. Kakuk, “Türkisches aus Hans Dernschwams Tagebuch”, AOH, XXXII (1976), s. 283-292.

_______________________________

 

Alman Gezgin Hans Dernschwam’ın Seyahatnamesi.

Emrullah Güney

 

Alman Gezgin Hans Dernschwam’ın Seyahatnamesi. Viyana-İstanbul-Amasya Yolculuğu- 1553-1555

 

Hans Dernschwam XVI. Yüzyılın seçkin bir hümanistidir.

 

1494’te Bohemia’nın Alman sınırları içinde kalan Brux’de doğmuştur. Ailesi varsıl. İyi bir eğitim yapıyor. Viyana, Leipzig üniversitelerinde öğrenci oluyor. Felsefe Fakültesi’nde eski Grek ve Roma klasiklerine, tarih yazıcılarına ve coğrafyacıların eserlerine  büyük ilgi gösteriyor.

 

1513’te O, Budin’de Macar Kraliyet Sarayı’nda prenslere ders veren bir eğitimcidir. Soylular arasında seçkin bir yeri vardır.

 

Dernschwam çok yönlü, ilgi alanları pek değişik bir araştırmandır. Her şeyi , izlediği, gözlediği her olayı hiç erinmeden kağıda döker. Macaristan ve komşu ülkelere yaptığı gezilerde tarihe, arkeolojiye ilgisi nedeniyle eski yazıtları kopyalar. Bu koleksiyonlar günümüzde eşsiz, benzersizdir.

 

1553’te 60 yaşındaki Dernschwam, Tuna Havzası’nı işgal  eden Türklerin paytahtını görme isteği duyar. (Bizans’ın yıkılışının, Konstantinopolis’in Türk İmparatorluğunun merkezi olmasının üzerinden 100 yıl  geçmiştir).

 

Viyana’dan 23 Haziran 1553 günü hareket eden elçilik kurulunda üç atı, arabacısı ve harcamakla tüketemeyeceği kadar çok paranın olduğu  torbasıyla, kendi hesabına yolculuğa başlar. Elçi van Busbeck ( Flaman asıllı Avusturyalı diplomat, yazar .1522-1592 ) gezgin kurulunun  başıdır.

 

Gezginler kurulu 25 Ağustos günü İstanbul’a ulaşır. Fakat Muhteşem Süleyman ( Kanuni ) Amasya’daki ordugahındadır.  Kurul, zorunlu olarak yeniden yollara düşer.

 

Güzergah ( itinerer ) şöyledir : Gebze, İzmit, ,İznik, Bilecik, Sangarios Irmağı, Ankara, Halys Irmağı, Çorum, Elvançelebi, İris Irmağı, Amasya.

 

Menzile eriştikleri tarih : 7 Nisan 1555…

 

Elçilik Kurulu (Sefaret Heyeti), barış görüşmelerinde büyük bir başarı sağlayamadı. Haftalarca Yeşilırmak kıyısında Amasya’da konuk edildiler. Geldikleri yolu aynen izleyerek İstanbul üzerinden Balkan diyarını geçerek  Viyana’ya döndüler.

 

Memleketlerine ulaştıkları gün takvimler 1555 yılının11 Ağustos gününü gösteriyordu.

 

Seyahatname’yi daha iyi değerlendirebilmek için I.Süleyman’ın ( Sultan, Muhteşem, Kanuni ) yaşamını bilmek gerekmektedir. 1526 Ağustosunda Mohaç Meydan Savaşı’nda Osmanlı ordusu büyük bir utku kazanmış, Sultan, Budin’e girmiş ve tüm Macaristan fethedilmişti. Fakat Sultan buradan ayrıldıktan sonra iç savaş çıkmıştı. 

 

Mohaç Savaşı’nda ölmüş olan Lajos’un yerine kral seçilen Janos Zapolya’yı destekleyen Sultan, Avusturya arşidükü Ferdinand’ın Budin’e girmesi üzerine 1529’da güçlü bir orduyla yeniden sefere çıktı. Önce Budin’i aldı. Sonra 26 eylül ayında pek iyi tahkim edilmiş olan Viyana’yı kuşattı. 3 saldırı sonuçsuz kaldı. Kış yaklaşıyordu, lojistik destek zorlukları nedeniyle kuşatmayı kaldıran Sultan,  60 bin tutsakla Budin’e ve sonra Paytahta döndü.

 

Ne var ki I.Ferdinand Budin’i kuşatmıştı. 1532’de Sultan, Macaristan’a yeni bir sefer açtı. Buna Alman Seferi der tarihçiler. Bazı Macar kaleleri fethedildi. Budin, Avusturya saldırılarından kurtarıldı. Viyana yolu üzerindeki Güns (Köszeg) Kalesi zorlu savaşlardan sonra ele geçirildi. Bu kale üzerinde Sultan’ın önemle durması, Viyana üzerine yürüyeceği izlenimi vererek Ferdinand’ı bir meydan savaşına çekmek içindi. Ne var ki yeni bir kuşatma gerçekleşmedi ve yılın sonlarında Ordu geri döndü.

 

1533’de Ferdinand ateşkes istedi. Antlaşmayla Macaristan’ın doğusu Osmanlı Devleti korumasındaki Janos Zapolya’ya, batısı da Ferdinand’a bırakıldı.

 

Süleyman, bu barış ortamından yararlandı. Doğuda Şii İran önemli bir tehlike olarak duruyordu. 1534’te Sadrazam Makbul İbrahim Paşa İran ordusunu yenerek parlak utkular kazandı. Sultan önce Bağdat’a, sonra Tebriz’e girdi ( Irakeyn Seferi ).

 

1541’de Avusturya, Macaristan’a müdahale etti. Sultan yeniden sefere çıktı. Orta ve Güney Macar bölgeleri Osmanlı mülkü oldu; Budin Eyaleti oluşturuldu. Beylerbeyi olarak Macar asıllı Süleyman Paşa atandı.

 

1548’de Sultan Doğu Seferinde Tebriz’i, Van’ı yeniden işgal etti.

 

1551’de Avusturya barışı ihlal ediyordu. Sokollu Mehmet Paşa, Avusturya üzerine gönderildi.  Beçe, Beçkerek ve Temeşvar kaleleri ele geçirildi.

 

1553’te Sultan, Nahcivan Seferi’ne çıktı. Şirvan’a girdi; Revan ve Dağlık Karabağ’ı Osmanlı mülkü yaptı.

 

1555 Mayısında Şah I.Tahmasp’ın isteği üzerine Amasya’da Antlaşma imzalandı. Böylece yıllardır aralıklı olarak süren İran savaşları sona erdi.

 

Hans Dernschwam’ın seyahatnamesinde anlattığı Macar diyarı , Payitaht erekli  yolculuğa başladığı tarihte Osmanlı toprağıydı.

 

1553 yılında Tuna havzası kentlerini, güzergahı incelemeyi tarihçilere bırakarak, biz Edirne, İstanbul, Amasya yoluna odaklanalım.

 

Edirne :

 

Yol boyunca kaldırım döşeli eski Roma yolları ve bir veya iki gözlü küçük köprüler gördük. Binlercesi birarada uçan leylek sürülerine rastladık.

 

Şehir Budin’e benziyor. Güzel üzüm bağları var. Uzakta  birçok cami gördük. Kubbeleri kurşun kaplı. Minareler yükseliyor. Ezandan başka bir şarkıları (!) , hatta müzikleri dahi yok.

 

Bir kervansaray 600 kadar atı alabiliyor. Bir paşaya aitmiş. Giysileri temiz olmayan aşçılar çorba ve et pişirmişler, herkese dağıtıyorlar. En çok yenilen soğan ve sarımsak.

 

Kervansarayın en önemli adamı nalbant. Arpa ve saman da satılıyor.

 

Havsa:

 

Bir Türk köyü. Köleler tarlaları ekip biçiyorlar, hayvanlara bakıyorlar.

 

Silivri :

 

Varoşta çitler arasında açıkta koyunlar gibi bir tarlada geceledik. Tuğladan yapılmış surda mazgal ve kuleler var. Uzaktan 3 cami sayabildik.

 

Çekmece :

 

Türk kasabası vaktiyle bakımlı ve tanınmış yermiş. Taş köprüler var. Eski Roma yolu kalıntıları dikkat çekiyor.

 

İstanbul:

 

Kaldırım döşeli yolu izledik. Sade görünüşlü bir kervansaraya indik. 29 Ağustos günü elçiler Sultanın damadı Rüstem Paşa’yı ziyarete gittiler. Biz de beraberdik. Paşaya 6 altın yaldızlı büyük Transilvanya kupası hediye ettik. Kupalarda altın florinler ve değerli bir saat vardı.

 

Padişah Perslerin kralı Safevi hükümdarına karşı harbetmek üzere yola çıktı. Karşı tarafa geçerken toplar atıldı.

 

Acem diyarı Türkiye kadar kudretli ve zengin değil. Fakat muharip bir millettir. Topu yoktur. Türklerden çok esir almışlardır. Osmanlı ordusu İran’a karşı istemeyerek, zorla harbe gidiyor. Oralar kurak, çöl yerlerdir. Halk fakir ve açtır. Ordu su götürmek zorundadır. Asker un, peksimet, et, pirinç, tuz, peynir taşımalıdır. Safeviler Osmanlı ordusu yaklaşırken her yeri yakıp yıkarak içerilere çekiliyor. Açlık ve susuzluktan ölenlerin haddi hesabı yoktur. Halk da başka yerlere taşınıyor. Ganimet elde edemeyen Türkler zor durumda kalmışlardır. İranlılar esirleri hep öldürüyorlarmış. Oysa Türkler azad eder ya da satarlar.

 

Macaristan üzerine açılan seferlere  herkes isteyerek, hevesle katılıyor.

 

İstanbul’da Türkler yeni binalar yapmıyorlar. Eski güzel yapılar da iyi korunmamış. Surlar harap. Hemen bütün evler kötü malzemeden ve tek katlı olarak yapılmış.

 

Padişah burada çok büyük, çok güzel bir kervansaray yaptırmış. Burada 3 gün hiçbir şey ödemeden kalınabiliyor, yenilip içiliyor. Kervansaraylar gelir de sağlıyor. Bundan hocalar yararlanıyor. Sabah akşam kendilerine çorba, et ve ekmek verilir. Sadaka ve iane ile yaşayan hocalar 3-4 hatunla evlenip harem kurabilirler..

 

Türkler içki içmediklerinden, yasak olduğundan meyhane işletmezler. Bu işi Rumlar ve Yahudiler  yapar. Ancak Türkler arasında gizli içen çok. Esir alındıktan sonra islam olan dönmeler, yeniçeriler ,savaşçılar gizlenip içki içerler. Yakalanırlarsa sopalı yeniçeriler onlara dayak atar.

 

Yedikule dolayında Caramanos denilen Hristiyan halk yaşıyor. Tapınmaları Rumca değil; Türkçe. İran’a uzak olmayan Karaman’dan gelmişler. Rumcayı anlamıyorlar. Yavuz Selim, memleketlerini işgal edince bunlar İstanbul’da iskan etmiş. Güçlü, büyük bir topluluk. Kadınları uzun, sivri, ak ya da boyaklı bir başlık giyiyorlar. Papanın giydiği taca benziyor. Kadınlar gezmek için sokağa çıktıklarında bu başlığın üzerine göğüslerine kadar inen ince, tül gibi bir örtü örtüyorlar.

 

Padişahın İstanbul’un içinde çok sayıda bahçesi var. Acemioğlanlar ekip biçiyor. Her çeşit sebze, meyve yetiştiriyorlar. Salatalık, soğan, sarımsak, maydanoz, havuç, pancar, karpuz, kabak…Meyve ağaçları : Kiraz, badem, armut, elma, erik…Ürünler padişah adına satılıyor ; gelir sağlanıyor.

 

İstanbul’da nerdeyse yeryüzünde mevcut bütün diller konuşulur. Burası eski Babil’e benzer.

 

Eğer Türklerde de biz Hristiyanlarda olduğu gibi yemek ve şarap adeti olsaydı ve o kadar bol lokanta ve meyhane bulunsaydı, Türkler sırtlarına giyecekleri elbiseyi almaya para bulamazlardı. Bu memleketin fakirliği onları aç kalmaya, oruç tutmaya mahkum ediyor. Orucu da ayıp olması diye ya da korktukları için tutuyorlar. Aç kalınca kurtlar gibi sabırsız da oluyorlar. Açlığı ve susuzluğu unutmak için günde birkaç kere uykuya yatarlar. Savaş zamanı askerlere oruç tutturulmaz. Özellikle sınırlarda yaşayanlar oruca fazla önem vermezler.

 

Padişah türbeleri çok güzel bahçeler içinde. Her ilkbaharda çiçekler yeniden ekilir. Buralar cennet gibi olur.

 

Türkler İranlılarla savaşmaktansa Macaristan’a karşı savaşmayı ve Almanlarla dövüşmeyi tercih ederler. Çünkü İran seferlerinden  fazla bir kazanç ağlayamazlar. Şimdi savaşta oralarda bulaşıcı hastalıklardan çok asker öldü. Sığır, at ve deve gibi hayvanlardan da çok zayiat verildi. Bu durumda gazi askerler ülkeye yaya olarak dönmek zorunda kalacaklar. Zira oralar kurak ve çölden ibarettir. Günlerce gidilse suya rastlanmayabilir.

 

Türkiye’de şarap seyrek içilir. Üzümden turşu yaparlar. Tatlı bir içki kaynatırlar. Şerbeti de baldan yaparlar. Rumlar şaraba çok su katıyorlar. Yahudiler de çok yüksek değerde, katıksız iyi cins şarap elde ediyorlar.

 

Türkler darıdan boza yapıyorlar. Bal birası yok. Sadece zenginler bal yerine şeker yiyebiliyor.

 

Yahudiler hangi ülkede yaşıyorlarsa ora halkının dilini konuşurlar. Hangi ülkeden Yahudi kovulmuşsa Türkiye’ye gelip yerleşiyorlar. Buraya toplananlar Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Fransızca, Çekce, Polonyaca, Yunanca, Türkçe, Süryanice, Yeni Aramca ve diğer dilleri bilirler.

 

Karaim Yahudileri alelade Yahudilerden farklıdır. Digerleriyle aynı yerde yaşamazlar. Kendilerine özgü ayrı evleri vardır. Kendileri için ayrıca hayvan beslerler, kendi şaraplarını imal ederler. Diger Yahudiler et yerler, bunlar balık yer. Öteki Yahudilerden kız alıp vermezler. Hz Musa’nın 5 kitabına ve 10 Emre bağlıdırlar. Karaim Yahudileri diğer öbeklerden daha varsıldır. Erkek, kadın hepsi de halis ipekli damiska (Şam işi) giysiler giyerler. Kadınlar yürüyen bir kuyum işi gibidirler: altın kolye, bilezik takarlar.  Karaim Yahudileri Kefe ve Rusya’da da yaşarlar.

 

Yahudilerin dünyadan haberleri vardır. Hristiyanlar aleyhine Türklere casusluk yaparlar. Eylülde kamış bayramlarını kutlarlar. Defne dallarından çardak yapıp altında otururlar. 200 tabağa tabağa meyve ve mevsim ürünlerini doldururlar. Sabah erken havralara doluşup Tanrı’nın kendilerine ne zaman öleceklerini bildirmesini beklerler.

 

Padişahın tek hekimi de bir Yahudidir. Fakat Yunan ve Latin tıbbından bir şey anlamaz.

 

8 Aralık 1554 gecesi İstanbul’da büyük bir yangın çıktı. 1000 ahşap dükkan, cezaevi yandı.

 

Türkiye’de şaşılacak üç şey var : 1. Bütün meczuplar evliya olarak kabul ediliyor. 2. Kadınlar pantolona benzer tuman, don, şalvar giyiyorlar. 3. Erkekler de başlarını sarık, poşu ile kapatıyorlar.

 

Türkler balı tutmaz ve balık yemekleri bilmezler. Hristiyan ve Yahudiler balıktan değişik yemekler yapıyorlar. Balık pazarı Yahudilerin elinde. Vergisi de çok yüksek.

 

Kavun bu ülkede çok yeniyor. Kış kavunları tavana asılıyor; bahara kadar duruyor. Ancak Macar kavunları daha lezzetli. Türkler karpuzu da çok yiyorlar.

 

Hurma, İskenderiye vapurları ile getiriliyor. Çok bol. Kimse hurmanın yüzüne bakmıyor. Bu gemiler pirinç de getiriyor. Türkler pirinci çok tüketiyor. Bu ürün ancak Sultan’ın müsaade ettiği yerlerde yetişiyor.

 

Türkler yere oturarak yemek yer. Baş yemekleri çorbadır.

 

İstanbul’da Çerkez, Abaza ve Gürcüler Galata’da gemilerde kürek çekiyorlar. Saçları omuzlarından sarkanlar bekar demekmiş.

 

Türklerde kadınlar Hristiyan ülkelerdeki gibi değildir. Serbest yaşayamazlar. Evlerinde kalırlar. Yabancılar onlarla konuşamaz. Köleler bile efendilerinin karılarını göremez. Alışveriş için kadın çarşıya, pazara da çıkamaz.

 

Bu ülkede kadınlar erkek giysileriyle at binerler. Yüzlerinde kara peçe olursa kadın oldukları anlaşılır. Arkalarından bakınca saç topuzlarından  tanınabilirler. Doğrusu at binmek Türk kadınlarına çok yakışıyor Düğünlerinde ipek ve kadife giysiler içinde birçok kadının at bindikleri görülüyor.

 

Şehirlerde kız ve delikanlılar birbirlerini görmeden evlenirler.

 

Dünyanın her yerinden Türkiye’ye getirilen kızların en güzelleri seçilip Padişah sarayına veya harem dairesine alınır. Birkaç yüz kız oralarda mahpus hayatı yaşarlar. Önce Türkçe öğrenirler; sonra islami ibadet. Saray terbiyesi sonucunda aradan yıllar geçince bu kızlar ana dillerini unuturlar. Sultan beğendiği kızın önüne içinde 1000 akçe olan bir kese atar. Kız yıkanır, temizlenir, hazırlanır. Hamile kalmayan kız bir daha Sultan’ın yatağını göremez. Bir paşa, sipahi ya da çavuşla evlendirilerek Saray’dan uzaklaştırılır.

 

Bazı Türkler gerekli sayıda köle satın alırlar. Bunlar her gün çalışarak para kazanırlar. Kaçıp gitmesinler diye satın alındıkları gün sünnet ettirilirler.

 

Yeryüzünde benzersiz, eşsiz bir tapınak olan Ayasofya Kilisesi’ni Türkler kendi Tanrı’larını takdis için cami haline getirmişlerdir. Küçük bir şehir büyüklüğünde olan bu mabetde vaktiyle din adamları, hizmetkarlar, patrik birlikte oturmuşlar. Burası geçmişte de günümüzde de Tanrı kelamının öğretildiği ve insanların eğitilip yetiştirildiği büyük ve kutsal bir mekandır.

 

Türkler savaşa gitmeyip hep evlerinde otururlarsa birbirlerine girerler. Zira bu millet savaşa alışmıştır. Bol ganimet alıp geçimlerini sağlarlar. Tarım işlerine alışık değiller. Boş gezerler. Esirler, köleler çalışır, onları beslerler. Şimdiki gibi 10 memleketleri daha olsa yine az gelir. Sultan’ın paralı askerlerden oluşan daimi ordusu vardır.Barış döneminde de ücretlerini alırlar.

 

Memleketin büyük kısmı verimsiz topraklardan ibarettir. Hiç kimse vergisini devlete tam olarak verecek durumda değil. Hristiyan ülkelerden para sağlanır.

 

Türkler özgürlüklerine, bağımsız yaşamağa pek düşkündürler. Ne var ki, ellerinde, evlerinde barklarında birşeyleri yoktur.

 

Padişah halkına yeni bir savaş görevi yükleyip onları meşgul etmek zorundadır. Yoksa ülkede ayaklanmalar çıkar ve ülke kendi içinden yıkılarak padişahlık yönetimi son bulur.

 

Kartal :

 

9 Mart günü Üsküdar’a geçtik. Bir caminin yanında geceledik. Bir taş köprünün altından cılız bir su akıyordu. Doğuya doğru ilerledik. Taşlı, çakıllı yollar. Marmara Denizi’ndeki adaların sahillerindeki evler görülüyor. Kartal’da pek çok cami var. Vaktiyle güzel, sefalı bir yer imiş.

 

Gebze :

 

Eski adı Viso imiş. Bir Rum köyünden geçtik. Güzel bir yer Gebze. Fundalar ve çileğe benzer daha büyük meyveleri olan kocayemiş ağaçları çok. Bulgar köylüler var; ordugahtaki atlara bakıyorlar, su ve odun taşırlar.

 

Gebze’de güzel bir cami ve herkese Allah rızası için çorba verilen bir kervansaray var. Konaklama ücreti ödenmiyor. Hayrat olarak yapılmış. Arpa ve saman için ödeme var. Hannibal’ın mezarı da burada. Eski yapıların taşları cami yapımında kullanılmış.

 

İzmit :

 

Eski adı Nicomedia. Türkçede İsminik. Bir kaya üzerindeki eski şatonun kuleleri var. Burası Hereke imiş. Sevimli bir derecik dağdan aşağıya şırıl şırıl akıyor. Burası çok güzel bir yer.

 

İzmit kısmen harap. Çok güzel eski bir Bizans şehri. Burası da İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulmuş. Depremlerden yıkılmış kiliseler var. Türkler birini cami yapmışlar. Eski yapıların mermer sütunlarını gemilerle İstanbul’a götürüyorlar.

 

İznik :

 

Pek enli olmayan uzun bir göl gördük. Bu gölün balıkları pek lezzetliymiş. Yolda davar sürülerine rastladık. Büyükbaş hayvan görmedik.

 

İznik eski ve müstahkem bir Bizans kenti. Daire biçiminde.  Şimdi harap durumda. Surları iki sıralıymış;  yıkılmış. Kale ve eski yapılar kalmamış. Burayı fethetmek için 7 yıl savaşmış Türkler. Yıkık surların arasında Türklerin evleri ve bahçeleri görülüyor. 40 Rum yaşıyormuş küçük bir kiliseleri var.

 

12 arabalı bütün kafile bir kervansaraya indik. Burada Macar, Alman, Hırvat ve başka uluslardan tutsaklar vardı.

 

Yenişehir :

 

Dağın en yüksek yerinde halkı Sırp olan bir köy var. Yenişehir çevresinde buğday yetiştiriliyor. Düz bir alan. Padişahtan gündelik alan askerler burada yaşıyorlar. Bunların tarlası, hayvanı var. Ayrıca kölelere de sahipler. Onlar çalışıp Türkleri besliyorlar. Bu tutsaklar Türklerin buyruğunda 10-15 yıl kadar çalışıyorlar. Sonra özgür olabilir. İslamlığı seçenler de oluyor.

 

Uludağ :

 

Türklerin Keşiş Dağı dedikleri…Olimpus bu olmalı. Strabo bu adla anıyor. Dağda bir göl varmış. Buzlarını kırıp İstanbul’a götürüp satarlarmış.

 

Pazarcık :

 

Rum yok. Bir mescit var. 12 meşeden direkli herkese açık Kervansarayda 150- 200 at barınabilir.

 

İki tarafı dağlarla çevrili güzel bir yer. Sakin. İki tulum şarabı Rum köyünden getirttik. Pekmez de aldık. Üzüm suyu ve bal karışımı.

 

Bozüyük :

 

Güzel, dar bir koyaktan geçtik. Meşe ormanları var çevrede. Çamlar da karışık. Kasaba vadide, üzüm bağları arasında güzel bir yerde bulunuyor.

 

Bilecik :

 

Bakımsız bir yer. Burada ipek kumaş dokunurmuş. Eğrigöz de harap durumda. Karacaşar’da Türklerle azınlıklar birada yaşıyorlarmış.

 

Anadolu  insanları nerdeyse yarı zenci; çok esmerdirler. Her gün güneş altındalar. Avrupa insanı gib zanaat sahibi değiller, para kazanamıyorlar. Çobanlık, çiftçilik gibi işlerle yaşamlarını sürdürüyorlar. Buna karşılık gururlu insanlar, ona buna karşı koyarlar; kafa tutarlar.

 

Sakarya :

 

Bithinia ile Galatia arasında Sangarius ırmağı sınır çizermiş. Türkler Sakarya diyor. Köprü yıkık. Zor geçtik.  Göz alabildiğine tarlalar…Yer yer üzüm bağları…İki yandaki sıradağların arasında geniş bir yerey. Killi, çakıllı fakat sağlam, bitek topraklar. Üzüm bağları için pek uygun. Buralar Erdel’e benziyor.

 

Koyun ve keçi besliyorlar. Koyunların kalın, geniş yağlı kuyrukları var. Keçilerin yünleri ince ve uzun, ipek gibi yumuşak. Tiftikten sof ve diğer ince kumaşlar dokunuyor. Biz yalnız Rumların sofu nasıl yaptıklarını gördük.

 

Ankara:

 

Bir tepenin üzerinde hisar vardı. Çıktık ve çevreyi seyrettik. Şehir ve kalesi vaktiyle çok güzelmiş, mükemmel bir yerde kurulmuş.  Kerpiçten yapılmış küçük bir Ermeni kilisesini gezdim.  Ermeniler zahiren Hristiyandır. Gerçekte ise onlar da Rumlar gibi tam inanmış Hristiyan değillerdir ve papayı da sevmezler.

 

Kalenin içi tıpkı bir şehir. Kerpiçten alçak evler var. Bir de cami bulunuyor. Şehir aşağıya düzlüğe doğru alabildiğine gelişmiş. Evler rastgele ve sokaklar plansız. Damlar toprakla örtülüvermiş. Yapılar ahıra benziyor. Deve, at, katır için yapılmış gibi. Güzel mermer sütunlar da gördük. Fakat yazılı olanlar kırılmış.

 

Türkler tarih bilmezler. Çoğunluğun okuması yazması yok. İmamlar da halka okudukları duaları anlatmazlar. Türklerin ibadet dili Arapçadır. Bizde kiliselerde Latince ne kadar anlaşılıyorsa onlarda da Arapça o kadar anlaşılır.

 

Çankırı :

 

Kızılırmak Kapadokya ile Galatia’yı birbirinden ayırıyor. Azgın bir sudur. Yükseklerden, kayalıklardan hızlı akıp gidiyor.

 

Halk sadece hayvancılıkla yaşıyor. Başka bir geçim yolunu, ticaret şeklini düşünmüyorlar. Nisan başlarında evlerinden ayrılan köylüler yüksek yerlere, su kenarlarına çıkıyorlar. Hayvanları da yanlarında.

 

Çorum :

 

Bir Türk şehri olan Çorum büyük değil. Bizdeki büyük bir köy kadar. Etrafında su yok. Bir dağın eteğinde kurulmuş. Vadiye bakıyor. Önünde yemyeşil, güzel, geniş bir düzlük uzanıyor. Şehirde Türklerle birlikte Rumlar ve Ermeniler de yaşıyor.

 

Elvan Çelebi :

 

Çorum’dan 5 saatlik mesafede bir tekke olan Elvançelebi’ye ulaştık. Burası bir Dergahtır. Padişah burada gecelemiş. Tekke dervişlere özgü bir tür mescit. Rumların manastırına benziyor...

 

Arazi çıplak. Padişah burada avlanmış. Çok keklik var.

 

Elvançelebi köyünde ahşap bir mescit var.

 

Bu memlekette halk öylesine geri bırakılmış ki, ekmeği bile iyi pişiremiyorlar. Fırınları yok. Her yerin ekmeği değişik.

 

Amasya :

 

İstanbul’dan yola çıktıktan 30 gün sonra Amasya’ya ulaştık. Padişah o sırada sürek avındaymış. Halk üzüntülü ve kızgındı. Şehzade Mustafa öldürülmüştü. Bir başka üzüntü konusu da İran Seferinin sürüp gidiyor olması idi.

 

Amasya, coğrafyacı Strabo’nun memleketidir. İris Irmağı buradan geçerek Pontus Denizi’ne dökülür. Eski bir taş köprüden geçtik. Yörede tarlalar, üzüm bağları, meyve bahçeleri uzanıyor.

 

Görkemli bir yüksek kaya üzerinde kale yükseliyor.

 

Elçiler Ahmet Paşa’yı, Ali Paşa’yı ziyaret ederek altın sikkeler armağan ettiler.

 

Padişah 12 Nisan Cuma günü at üzerinde camiye gitti. Yeşil bir kaftan var üzerinde. Ahmet, Ali, Mehmet paşalar  önden gidiyordu. Padişahın önünde 7 seyis daha kimsenin binmediği 7 atı yediyorlardı. Atların eğerleri altın işlemeliydi.

 

Paskalya günü çıkan yangında kerpiç evler yandı. Paşalar ve yeniçeriler yangını söndürmeğe çalıştılar.

 

Şehzade Mustafa’nın katlinden dolayı bölge halkı kızgın, üzgün. Halkın bir bölümü gizli gizli İran’ı tutuyor ( Şah’ın Anadolu’da, Kapadokya’da Şiiliğe taraftar bulmak için çalışan çaşıtlarının etkili olduğu sanılıyor ).

 

Daha önce Şehzade’nin, şimdi de Padişah’ın yaşadığı  saray dağın eteğinde, çevresi bahçeli olan bir yerdir.

 

Amasya’da 11 Türk camisi var. En güzeli Padişah’ın selamlığa çıktığı Beyazıt’ın yaptırdığı çifte minareli camidir.

 

Yeşilırmak üzerinde 3 taş ve 1 tahta köprü var. Vadinin iki yamacında, kırlangıç yuvası gibi birbiri üstüne yığılmış  kerpiç evlerden ortaya çıkmış yoksul bir kent. Evlerin pencereleri de düzgün değil. Odalar mahpus damı gibi. Mutfak da yok. Küçük ocaklarda çorba pişiriyorlar.

 

Kalenin dış görünüşü  çok güzel. Fakat surlar pek ince. İç Kale’de kerpiç evler var. Hizmetkarlar ve kalenin kumandanı yıl boyunca hiç ayrılmadan burada yaşıyor. Sabah ve akşam kaleden aşağıya doğru borazan, davul çalınıyor. (*)

 

Değerlendirme :

 

Yazımızın ilk cümlesi gezginin bir hümanist olduğuydu.

 

Fakat, yaşadığı yüzyılın insancıllık anlayışıyla günümüzdeki insan sevgisi arasında farklar vardır.

 

Yazar, her ulusu Almanların yaşayış düzeni ile karşılaştırarak acımasızca eleştirmektedir. Ona göre Almanların dışında herkes tembeldir, pistir, temizlik alışkanlığı yoktur. Buna Macarlar, Sırplar, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar da dahildir. Özellikle Türkler ne ekmek yapmasını bilir, ne yemekte temizlik kurallarına uyar.

 

Her öğünde yemeğini şarapla yiyen gezginin en büyük sıkıntısı nitelikli şarap bulamamasıdır. Yalnız Türkler değil Rumlar,  Ermeniler, Yahudiler de şarap yapmasını bilmemektedirler. Üzümü ezerek ve şıraya bal karıştırıp kaynatarak pekmez yapan Türk halkını, gezgin cahillikle suçlamakta; bağ ve bahçelere önem vermediği için eleştirmektedir.

 

Macaristan’ı işgal eden ve Viyana’yı kuşatan Türklerin Avrupalılarca sevilmesini beklememek gerekir. Fakat yazar sık sık, kargışlarla, ilençlerle Sultan’ın ve onun halkının, ordusunun başına felaketler gelmesini dilemektedir. İranlılarla savaşlar devam etsin de, batıya doğru akınlar olmasın, Osmanlı Ordusu Tuna’dan batıya doğru ilerleyemesin. Gezgin bu düşüncesini sık sık yinelemektedir.

 

Seyahatnamede dikkat çeken ise Muhteşem Süleyman’ın padişah olduğu görkemli imparatorlukta gerçek anlamda üretimin olmadığı, ekonominin savaşlarda elde edilen ganimetlere dayalı olarak yürüdüğü, payitaht İstanbul’da ve taşrada  güvenliğin tam sağlanamadığı, tarımın ve hayvancılığın öneminin anlaşılmadığı , yolların bozuk olduğu, köprülerin yıkık bulunduğu, han ve kervansarayların pek de gecelemeye elverişli yerler olmadığı vurgulanmakta,  ağır eleştiri sık sık yinelenmektedir.

 

Kiliselerde, manastırlarda, katedrallerde, şapellerde  rahipler cahildir; okudukları Latince duaların anlamını bilmemektedirler. Cami, tekke, dergah, mescitlerdeki Müslüman din adamları cahildir; okudukları Arapça duaların anlamını bilmediklerinden , halka da açıklama yapamamaktadırlar.

 

Batıda Avusturyalılarla, doğuda İranlılarla yapılan savaşlar halkı bıktırmış durumdadır. Nizam-ı Alem için evlat katli halkın gözünde padişahın saygınlığını azaltmaktadır.

 

Seyahatnamede Türkler tek bir yerde öğülmektedir : Türk kadınları at binmeyi seviyor. Doğrusu , Türk kadınına at binmek yakışıyor.

 

Hümanist olarak tanıtılsa da Alman gezgin araştımacının diplomasi tarihi için bir Sefirler Heyetinde yer alıp, Anadolu’yu XVI. Yüzyıl ortalarında bir çizgi boyunca da olsa tanıması ve tanıtmasından, verdiği bilgilerden  alacağımız pek önemli dersler vardır.

 

Dernschwam H. 1987. İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü. Çeviren : Prof Yaşar Önen. Kültür ve Turizm Bakanlığı yay. 885 Tercüme Eserler Dizisi : 62. . Ankara

 

(*) Flaman kökenli Avusturya hizmetinde diplomat ve yazar olan Ogier Ghislain de Busbecq ( 1522. Flandre - 1592 Rouen ) Kanuni döneminde ( 1520-1566) Osmanlı Devleti’nin durumunu anlatan eserleriyle tanınır.

 

İran seferinden dönmekte olan Kanuni Sultan Süleyman ile 1555’de Amasya’da görüşen Busbecq, Padişah’ı ancak 6 aylık bir ateşkese razı edebildi. Sürekli barış için çabaları daha sonra da sürdü. İki kez daha İstanbul’a geldi. 1562’de Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında 8 yıllık bir antlaşma imzalanmasını sağladı.

 

Busbeck gezip gördüğü yerlerde tarih, dil, botanik ve zooloji araştırmaları da yapmış, Osmanlı topraklarından topladığı 250 kadar eski yunanca yazmayı, antik para ve kitabeyi Viyana’ya götürmüştü. Ankara’daki Augustus Tapınağını da batı bilim dünyasına Busbecq tanıtmıştır. İstanbul ve Amasya Seyahatnamesi, Türklere Karşı Alınacak Askeri Önlemlerle İlgili Öneriler, 4 Elçilik Mektubu ve Elde Bulunan Bütün Eserleri adıyla yayımlanmıştır. Bunlar Latince yazılmışlardır. Türk Mektupları 1939 yılında ünlü gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın’ın çevirisiyle yayımlanmıştır.

Bîrun Ne Demek?


Bîrun Ne Demek?

Has Aşçıbaşı Ahmet Özdemir

 

Birun, Osmanlı devlet teşkilatında "dış saray" olarak adlandırılan ve önemli saray çalışanlarının bulunduğu yönetici bölümüdür. Birun bölümündeki görevliler arasında yeniçeriler, doktorlar, terziler, bekçiler mevcuttu.

 

Bîrun'a mensup diğer hizmet erbabından bahsetmek gerekirse; Emîr-i alem, kapucular kethüdası, kapıcıbaşılar, Dîvân-ı Hümâyun çavuşları, şikâr ağaları, çaşnigîrbaşı, müteferrikalar, baltacılar, peykler, satırlar, solaklar, tabi u alem mehterleri, çadır mehterleri (mehterân-ı hayme), sakalar ve saraya mensup sanatkârlar, (ehl-i hiref) Bâb-ı Hümâyun, kapıcılar kethüdası, çavuşbaşı, mîrâhur (imrahor), bostancıbaşılar olarak sıralanabilir.

 

Birun bölümü idarî, askerî ve dinî olarak altı bölümden meydana gelmekteydi. Osmanlı Saraylarının birun bölümünde bulunanlar her gün evlerinden çalışmak için sarayda görevli oldukları bölüme gelirler ve çalışma saatleri bitince sarayın dışında bulunan evlerine dönerlerdi. Osmanlı sarayında birun bölümü tanzimatın ilanından sonra gücünü kaybetmiştir.

 

Not: 

Aynı tanımı bundan beş gün önce yani 23 Temmuz 2021 tarihinde "wikipedia" web sitesine Osmanlı Saray Teşkilatında "Bîrun" olarak kaydettiğimi belirtmek isterim.

Mevlana Felsefesi Nedir?

Mevlana Felsefesi Nedir?

Hanri Benazus

 

ÖNSÖZ

“Çok insan gördüm, üzerinde elbisesi yok; çok elbise gördüm, içinde insan yok.”Mevlana

 

Mevlana’nın verdiği en önemli mesaj, dünya hayatının geçiciliği ve dünyasal, maddesel olan her şeyin insani ilişkilerin en bölücüsü, en yıkıcısı ve hatta en parçalayıcısı olduğudur.

 

Mevlana, dindar olmağa, şu veya bu Peygambere inanmaya değil, insan olmaya, insan gibi yaşamaya, insanca hareket etmeğe, her durumda insanları sevmeye çağırır bizleri...

 

Nedir Mevlana’yı bugünlere dek getiren, nedir tüm dünyanın bu 700 kusur yıllar ötesinden, sanki bugünü yaşarmış gibi, bir şairde, bir düşünürde, bir gönül adamında kendini buluşu? Dindarlığı mı? Evet, Mevlana Müslüman’dır. Fakat hiçbir zaman bir din adamı değildir ve olmamıştır. Tam aksine tüm dinlerin ötesinde, Camilerin, Kiliselerin, Havraların, Tapınakların ve tüm ibadethanelerin dışında, softaların, yobazların, din tacirlerinin karşısında olmuştur.

 

Yaşamı ve evreni devamlı bir gelişim, değişim ve yenileşim içinde gören ve hep; “Şu hem var, hem de yok olan dünyadan, azar azar yoklar gittiler, varlar geliyorlar” diyen Mevlana, “Can tenceresinden kanlı köpükler saçmak, iki cihanın sözünü bir ağızdan, bir hamlede söylemek istiyorum” derken, aslında hep bu değişimi, gelişimi ve yenileşimi vurgulamaktadır.

Mevlana, ileri bir görüşle, insancıl bir duyuşla geleceği sezinler, hatta görür ve eserlerinde bizlere yansıtır. Bu bakımdan dünya çapında, gelip, geçmiş en büyük düşünür ve şairdir.

 

GİRİŞ

 

BATI DÜNYASI VE MEVLANA

 

“Pergelin iğneli ayağı sabittir benim dinimde, Ama diğer ayağı ile yetmiş iki milleti dolaşırım.”

 

Mevlana için, insan ister Müslüman olsun ister Hıristiyan, ister dinsiz, ister erkek, ister kadın, ister siyah, ister beyaz, ister sarı ırktan olsun, eğer ortak payda “İnsan” ise, herkes O’nun gözünde hep aynı bedenin damarlarıdır.

 

Kesin olarak söyleyebiliriz ki esas itici güç, her insanın doğasında bulunan kendini bilme arzusudur. Çünkü insanlar hep “Ben kimim?” sorusuna cevap aramakla meşguldür. Bu bakımdan bu arayış pek yeni bir şey de değildir.

 

Şüphesiz Batılı insanlar, manevi ve sevgi dolu bu kavramı Hıristiyan dininden de biliyor. Tek bir farkla ki, Hıristiyanlığın tanımına göre, bu sevgi dolu Tanrı’ya ancak Kiliselerinin dogma ve uygulamaları ile ulaşılabilir.

 

İşte bu noktadan itibaren doğruyu arayan Batılı insan Kiliselerin kimi zaman bağnazca uygulamalarından sıkılıp, kendi başına yeni yol üzerindeki hareketine devam ediyor. Mevlana, sevgi dolu Allah’tan öyle bireysel ve rahatlatıcı bir şekilde bahsediyor ki, insan bunu kolaylıkla kabul edebiliyor.

 

Mevlana’nın, Türkiye’nin yıllardan beri coğrafi ve kültürel açılardan benimsediği siyasi konumla aynı konumda olması enteresandır: “Doğu ve Batı arasındaki köprü.”

Mevlana ve Mevlevilik çoğu modern Türk insanının zannettiği gibi folklorik bir öğe değildir.

 

Yaklaşık sekiz asır önce “Gel! Ne olursan ol, yine gel” diyerek dünyaya sevgiyle seslenen Mevlana felsefesinin yansımaları bugün sinemadan, müzikten, sosyetenin yaşamına kadar birçok alanda görülmektedir...

 

Hangi din ve ırktan olursa olsun kendisiyle tanışan herkese bir yol gösterici olan Mevlana, Doğu ile Batı arasında da bir köprü niteliğini taşıyor. Mevlevilik bugün birçok ülkede çok sayıda gönüldaşa sahip. Türkiye’nin en büyük hoşgörü simgesi o. Mevlana’nın eseri olan Mesnevi dünyanın bütün dillerine çevrilmekte..

 

Zaten Konya’ya ister bir turistik seyahatle, ister özellikle Şeb-i Arus etkinliklerine gidenlerin birleştikleri tek nokta, “Mevlana bana gerçek kimliğimi, özümü gösterdi. Geri kalan her şeyin ancak bir görüntüden ibaret olduğunu anlamama yardımcı oldu.

 

Benim ne cinsiyetimle, ne ırkımla, ne de dinimle ilgili bir ayırıma tabi tutmadı.” şeklindeki görüşler olmaktadır ki, bu da tek başına Mevlana’nın evrene nasıl bir ışık yaydığının en güzel örneğidir.

 

MEVLANA’YI YÜCELTEN YAŞAMA BAKIŞ AÇISI

 

Mevlana Felsefesinde tasavvufun izlerine ve hatta esaslarına rastlamak her zaman mümkündür.

 

Yaradan’ın görüntü vermesi, ortaya çıkması çoğu insanın anladığımız manada bir kalıp içinde boy göstermesi değildir. Nasıl ki güneşin ısıtmak ve aydınlatmak, suyun yaşatmak, ıslatmak ve hatta boğmak, sahip oldukları özellikler ise, Yaradan da bu ve buna benzer tüm vasıfların varoluşa yansımasıdır.

 

Yine Mevlana Felsefesine göre:

“Yaradan bir deniz, varlıklar da onun dalgalarıdır.”

“Allah, göklerin, yıldızların, insanlarla şeytanların, cin ve perilerin, kuşların yüce yaratıcısıdır .”

“Denizin, ovanın, dağın, çölün yaratıcısı O’dur. Ülkesinin sınırı yoktur, kendisinin benzeri bulunamaz.”

 

Mevlana’ya göre felsefe, yalnız akla dayandığı sürece hem sakat ve hem de eksiklikler doludur. Çünkü akıl, çevreyle insanın, beş duyusu ile sarmalanmış ve şartlanmıştır. Yine Mevlana’ya göre yalnız geleneklere dayanan ahlak, kusursuz demek değildir. Hele hele düşüncesini özgürce kullanan insanlar, eleştiriye her zaman açık olmak durumundadır.

 

Tasavvufa genel bakışına göre insan, varlığın hem gayesi, hem de sonudur. Mutlak varlıktan güç alemine, oradan doğa alemine ve ardından da maddeye geçiş yapmıştır.

 

Mevlana Felsefesi, hiçbir zaman tek başına sözle, akıl ile, bilimle anlaşılamaz. Mevlana aynı zamanda sadece bir düşünür, bir şair, bir tasavvuf ehli de değildir. Doğaldır ki bunların her biri onun birer sıfatıdır.

 

Mevlana, bir düşünce ve ahlak sistemidir, bir hayat düzenidir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, algılaması, davranışları ve her şeyi ile yüceliği öğreten dünün, bugünün ve yarının büyük bir onur anıtıdır.

 

Mevlana, herhangi bir düşüncesini, bir duygusunu, bir anlayışını anlatırken mantıksal tahlillere, bilinen felsefi kalıplara, tasavvufun katı kurallarına başvurmaz. Tasavvuf terimlerini çok az kullanır.

 

Mevlana’ya göre irşat, yani aydınlatma yolu ile doğru yolu gösterme çabası yalnız, olgunlaşmış, tekamül etmiş insanın hakkıdır. Bu konuyla ilgili mesnevinin birinci cildindeki sözleri önemlidir.

 

Mevlana’nın tasavvufunda gaye, kulluk ve yokluktur. Yine Mevlana’nın tasavvufunda yaratılışın, hayatın manası aşktır. Aşk ise kimseye niyazı, ihtiyacı olmayan Allah’ın en belirgin vasıflarındandır.

 

Mevlana’ya göre, insan kendi eksik aklıyla ve şahsi görüşleriyle gerçek bilgi sahibi olamaz. Herkesin görüş açısı ve derinliği farklıdır. Mevlana bu konuyu açıklamak için şu hikayeyi anlatır:

 

“Hindistan’dan bir fil getirip, karanlık bir yere koyarlar. Getirilen bu fili seyretmek isteyen halk oraya gelince, karanlıkta göremez ve ona dokunmaya başlarlar. Filin hortumunu tutan onu bir oluğa, kulağını tutan yelpazeye, ayağını tutan da direğe benzetir. Özetle herkes filin neresine dokunduysa, kendi zannınca bir hüküm verir. Fakat herkesin elinde bir mum olsaydı, halk fili bütün halinde görüp, onun neye benzediği konusunda yanılmayacak, görüş ayrılıkları kalkacak, herkes gerçek bilgi sahibi olacaktı.”

 

Mevlana bu örnekle düşünürlerin yalnızca kendi dar görüşlerine itibar etmelerini tenkit eder. Herkesin kendine has bir görüşü olduğu ve tek olan gerçeğe farklı yönlerden baktığı için, gerçeği bir bütün halinde göremeyip, yanılmaya mahkum olduklarını belirtir.

 

Esasen Mevlana’ya göre bilgi gaye değil, ancak kişinin dünyada kendisine ve başkalarına faydalı olabilmesi için bir araçtır. Dolayısıyla yalnızca gözlem ve bireysel tespitlere dayanan bilgi ve bu bilgiyi temel edinen felsefe, aşktan yoksun olduğu için yaratılış sırrından habersizdir.

 

Mevleviliğe göre tasavvufi eğitimin amacı insanın kendine gelmesini, kendini bulmasını sağlamaktır. Gerçeğe ulaşmak için insanın doğasına karşıt yöntemlere başvurulmamalıdır.

 

Mevlana’ya göre, zikir ve çile gerçeğe ulaşmanın temel yöntemi değildir. Zikir ancak düşünceyi harekete geçirdiği ölçüde yararlıdır. Gerçeğe ulaşmanın asıl yolu aşk ve cezbedir.

 

MEVLANA FELSEFESİNDE AŞKA BAKIŞ VE TANRISAL AŞK

 

Tarih içinde, özellikle Anadolu’nun düşün dünyasında aşk, bir yerde Allah’a duyulan aşk, duygularının en güzel örnekliklerini sergiler. Burada aşk’ın en ideal boyutu olarak görülen bu “Tanrısal Aşk”, bir taraftan Dinsel sunumlarla, gerçekçi inançlarla bir taraftan tasavvufun ruhsal öğretileri ile, bir taraftan da insanın içsel zenginliğinin dışa yansımaları ile yerini pekiştirmekten de geri kalmamaktadır.

 

Mevlana aşka bakış açısını şu sözlerle dile getirir ve der ki:

 

“Şeytan bile aşık olsa topu çeler;

Bir Cebrail kesilir, şeytanlığı ölür.

Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allah’ın vasıflarındandır. Ondan başkasına aşık olmak, geçici bir hevestir.

Çünkü dünyasal aşk, altınlarla bezenmiş bir güzelliktir.”

 

Mevlana, sahip olduğu aşk potansiyeli, yüklenip geldiği Kutsal görevi gereği bir köşeye çekilip kapanacak, kaderine razı olacak, kendi “Aşk”ı ile yetinecek, kendine yapay cennetler sağlamaya çalışacak bir insan değildir. Mevlana’ya göre ne kesin bir iyilik olmadığı gibi, kesin bir kötülük de yoktur. Her iki görüş de kişiye göre değişir ve değerlendirmeye tutulur. Her şey insandan insana faydalı ya da zararlı, iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin olarak görülür ve değerlendirilir.

 

Şöyle der: “Aşka düşmeyen kişi kanatsız kuşa benzer.”

 

Böyle bir aşk, insanı insan kılan, bireyi her türlü hırstan, hınçtan, kibirden, katılıktan, hoşgörüsüzlükten uzak tutabilecek tek ilaçtır. Egosal dürtülerin yenilgi noktası, bireyin gerçeği ile buluşmasıdır.

 

Mevlana en güzel anlatımı ile bir “Aşk Piri”dir. Zaten o hep aşk’la bilinir, aşk’la tanınır. Yoksa yalnız akıl ile, yalnız mantık ile değil. Bir yerde aşk’la yanmış, aşk’ta yok olmuştur. Aşk konusunda aklın, düşüncenin ve hatta mantığın çok ötesine geçmiştir. Bu konuda en veciz sözü de şu olmuştur: “Hamdım, piştim, yandım!...”

 

Hatta bundan daha ileri giderek Mesnevisinde şöyle demiştir:

 

“Ben yandım, kav isteyen var mı?

Benden alsın da çerçöp nevinden şeylere ateş versin!...”

 

Her türlü olgunluğa erişi aşk’ta gören Mevlana’nın neredeyse tüm eserleri aşk’a dairdir. Zira aşk hayatın, varoluşun aslıdır, özüdür. Kainatın yaratılış sebebi dahi aşk’tır.

 

Mevlana’ya göre, yalnız akıl ile insan Allah’a ulaşamaz; yarı yolda kalır. Bu görüşünü şöyle anlatır:

 

“İnsan ile Allah arası bir deniz mesafesi ise;

 

Akıl bu denizde bir yüzücü, aşk ise bir gemidir.

Yüzmek güzeldir ama uzun bir yolculuk için yeterli değildir. İnsan yüzerken yorulabilir, boğulabilir.

Ama gemiye binen hedefine ulaşır.”

 

“Ne kadar bilirsen bil söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.” Mevlana

 

MEVLANA FELSEFESİNDE İNSANIN AYRICALIKLI KONUMU VE TOPLUM

 

Yapay olarak oluşmuş, bu yapaylıklarla sarmalanmış kişiliksiz bireylerin tek bir amacı vardır, o da; önlerindeki pastadan kendilerine ve yakın çevrelerine daha fazla pay kapmak için toplumu tam bir uydu haline getirmek.

 

Bunlar yetmezmiş gibi tüm istekleri, her şeyi, her olayı ve her yaptıklarını onların gözü ile görmemiz, anlar gibi düşünmemiz ve onların bu yaptıklarını alkışlamamız olmaktadır.

 

İnsanlar adeta “Bildiklerinin esiri, bilmediklerinin efendisi” durumuna düşmektedir. Bu durum ise, insanın bildiklerini yorumlamaktan, yargılamaktan ve kendisini yaşamın ürküntülükleri içine atmaktan başka bir şey üretmez. İşte o zaman, insan ömrünü böyle bir ikilem içinde geçirir. Şöyle ki; hep “Bildiğini mi söyleyecek, yoksa söylediğini mi bilecek?”

 

Mevlana’ya göre insanların içlerinde kendilerinin dahi farkında olmadıkları öyle bir güç, öyle bir potansiyel, öyle bir enerji vardır ki, o puslarla kaplı ortamın perdesinin bir an evvel açılması gerekmektedir. 

 

Der ki:

“İnsanların taş yüreklerinde öylesine bir ateş vardır ki perdeyi kökünden yakar. Perde yandı mı, insan Hızır hikayelerini de tamamen anlar.”

 

Biz insanların en büyük sıkıntılarından biri de, karşımızdakini kendi istediğimiz şekilde görmeye ve değerlendirmeye çalışmamamızdır.

 

Doğaldır ki, bu dünya üzerinde yaşayan herkes yaşamları süresince hep birbirlerini etkilerler.

 

Her olayda, her olanda hepimizin izini görmek mümkündür. Eğer dünyanın herhangi bir köşesinde bir çocuk ölüyorsa, o çocuğun ölümünden hepimiz ayrı ayrı pay sahibi ve sorumluyuz demektir. Eğer dünyanın bir köşesinde bir insan açlıktan ölüyorsa, kötü hayat şartlarından yok oluyorsa, sorumluları da yine hep bizleriz. Bir yerde ölen de, öldüren de, yok olan da, yok edilen de hep biziz. Çünkü her olayın sayısız nedeni ve o olayları oluşturan sayısız etki alanları vardır. Bunların hiçbirini “Kader” deyip, savuşturamayız. Bu dünyada, herkes, her şeyden kısmen de olsa sorumludur.

 

Unutmamak gerekir ki; her insanın varlığı, yaratılışının ve yaşantısının bir müşterek eseridir.

 

Ancak; “İyilik aradı mı, insanda kötülük kalmaz.” diyerek, tüm insanları, tüm insanlığı iyilik, güzellik, doğruluk yolunda yürümeye ve böylece sahip olduğu olumsuzluklarını törpülemeye davet eder.

 

Mevlana’ya göre insan, ne olduğunu bilmek için, öncelikle nereden geldiğini anlamak zorundadır. Yine Mevlana’ya göre böyle bir anlayış Allah’ın bir parçası, “O”nun bir yansıması olduğunun bilincinde olan insanın nasibidir.

 

“And olsun ki biz insanoğlunu üstün kıldık...” ayetiyle Yüce Allah; insanın diğer bütün varlıklardan üstünlüğünü, şan ve şerefini ilan etmiştir. Mevlana; tüm eserlerinde insanı, bu üstünlüğünü vurgulayarak ele alır. Düşüncesini şöyle özetler: “Alemden maksat insandır”

 

Diğer bir eserinde ise şunları demektedir:

 

“İnsanın bir soluğu, bir cana değer; Ondan düşen bir kıl, bir madene değer.”

Mevlana yaratılanları üçe ayırır ve şöyle sıralar:

 

1. Birincisi meleklerdir. Bunlar yalnızca akıldır. İbadet ve kulluk onların yaradılışında mevcuttur.

2. İkinci bölüm hayvanlardır. Bunlar da yalnız şehvet vardır, kendilerini kötülüklerden alıkoyan akılları yoktur.

3. Üçüncü grup ise insanlardır.

 

İnsan akıl ve şehvetin karışımından oluşur. İbadet ve kulluk sorumluluğunu taşır. İnsanın yarısı melek, yarısı hayvan, ya da yarısı balık, yarısı yılandır. Her iki unsur insanı kendi tarafına çekmeğe uğraşır. Balık yönü onu suya, yılan tarafı toprağa sürükler.

 

Diğer taraftan akıl veya şehvet, hangi unsur galip gelirse, insan o gruba dahil olur. Bu sebepledir ki, Peygamberler bilgi ve akıl sayesinde meleklerden üstün varlıklar olmuştur.

 

Yine Mevlana’ya göre, insan kendisine bağışlanan bu üstünlüğe ulaşmak için dört vasıftan kurtulmalıdır. İnsanın yaşamında devamlı birer ayak bağı olan bu dört huy, dört kuşa aittir.

 

Şöyle der:

“Tavus kuşu gibi azametli,

Kaz gibi hırslı,

Horoz gibi şehvete düşkün olmak ve

Karga gibi olmayacak ümitlere düşüp, Uzun ömre tamah etmek..”

Mevlana’nın deyişiyle “Aklın Çarmıhı” olan bu huylar insanın yükselmesine ve yücelmesine manidir.

 

Mevlana’ya göre ise, insanın değeri dış kalıbına verdiği değer değil, özünden kaynaklanan ve içinde Allah’ın nurunun yansıdığı özüdür. İçindeki bu cevherin farkında olmayanlar, boşa çaba sarf ederler. Bu konuda şöyle demektedir:

 

“Kese ve dağarcığın değeri altına bağlıdır. İçinde altın olmasa beş para etmezler.”

 

İnsanların pek çoğu da, hiçbir şeyin farkında olmadan ya da böylesi daha kolay diye adeta rüzgarın estiği yöne doğru kendini bırakmış pupa yelken gitmekle meşgul. Mevlana ise bu düşünce tarzına da karşıdır ve aşağıdaki sözleri söyler:

 

“Hiçbir testici su konmasın diye, testi yapmaz.

 

Alemi boşa mı yaratıldı sanırsın.”

“Gönlünün aydınlığı ve cilası nispetinde sırları görürsün.”

“İnsan görüntüde dünyanın parçasıdır. Fakat sen sıfat bakımından insanı, cihanın aslı olarak

bil.”

 

MEVLANA FELSEFESİNDE ALLAH’A VE İNANCA BAKIŞ AÇISI

 

“Hangi renk camdan bakarsan güneşi o renkte görürsün. Camı kır ki nur görünsün.”Mevlana

 

Allah, her kuluna tüm yaşamı boyunca, “Şah Damarından Daha Yakın” bir konumda ve devamlı bir şekilde yardım elini uzatmaktan da asla geri kalmaz.

 

Eğer biz insanlar, bir şey yapma iddiasında, bir tavır takınma durumunda isek, bir karar verme noktasına geldiysek, bunları bir “Allah Korkusu” ile yapmak değil, bir “Allah Sevgisi”ni rehber edinerek yapmak en doğru seçim olacaktır.

 

Aslında dinler arasında ana teması itibarı ile pek fazla bir fark yoktur. Her bir din, Allah’ın aynı esastaki emirlerini, yasaklarını, isteklerini, yönlendirmelerini, bilgilendirmelerini, ödüllendirmelerini, cezalandırmalarını, müjdelerini, vaat ve düzenlemelerini kapsayan küçük farklılıklarla insanları günün şartları ve imkanları içinde doğru yola yönlendirmeye çalışan bir bütündür.

 

Allah her canlıya yaşamını düzenli bir şekilde sürdürebilmesi için gereken her şeyi vermiştir. Örneğin: “Kuşa kanat, kediye pençe, ata güçlü bacaklar, insana akıl, vicdan ve algılama gücü.”

 

Nedense hepimizde ayrı ayrı bir Allah kavramı oluşmuştur. Çevremizdeki iyi niyetli, fakat eksik ve yanlış düşüncelere sahip insanların kafamıza yerleştirmeğe çalıştıkları Allah olgusu, öfkesi, gazabı bol bir modeldir.

 

Doğaldır ki, bu katı ve bağnaz yetiştirme tarzının dışında kalan, içi gerçekten büyük bir “Allah Sevgisi” ile dolu (dikkat edin Allah Korkusu ile değil), Allah’ın cezacı değil rahman ve ödüllendirici olduğunu, “O”nu anlamanın, “O”nu duyumsamanın yaşama renk ve huzur vereceği düşüncesi ile yetiştirilen nadir kişileri de göz ardı etmemek gerekir.

 

Mevlana’ya göre her insan içinde coşan “Allah Aşkı”nın rehberliğinde “Yaradan”ı da, “Yaratılan”ı da bulma şansına sahiptir.

İnsan olmanın bilincinde olmak, sorumluluğunu bilmek ve bu sorumluluk içinde yaşamak, varoluş sebebimizin borcunu ödemek gibi bir şeydir.

 

İman, göremediklerimize inanmaktır. Bunun ödülü olarak da, inandıklarımızı görmektir. Fakat Mevlana’nın imanı, bundan da yücedir. Bu inanışta tam manası ile bir gerçekçilik ve yol göstericilik yatmaktadır.

Mevlana’ya göre gerçek iman sahibi kişi karşısındaki başka din mensuplarına dahi gıpta ile bakar.

 

Biz insanlar gerçekten garip yaratıklarız. Herkesin düşüncelerini, yorumlarını bize söylemelerinde bir sakınca görmez ve hatta bunun gerekliliğine inanırız da, aynı zamanda bu düşüncelerinin, yorumlarının bizim düşüncelerimiz ve yorumlarımızla uyumlu olmaları konusunda da ısrarlı oluruz.

 

Mevlana’ya göre inanç, kendi başına bir bilgilenme ya da bir algılama olayı değildir. Yahut da şuna, buna iman etmek de değildir.

 

İnanç henüz kanıtlanmamış olan bir şeyin doğruluğuna inanma halidir. Yani bir olasılığın, bir olabilirliğin kabullenilmesi olayıdır. Kısacası İnanç kesin olmayanın kesinliğidir. İnanç gelecek hakkında kehanette bulunmak da değildir. Tam aksine, geleceğe köprü kuran “Bugün” ile ilgili olarak, her türlü aksi düşünceye rağmen “Bugün”ün varoluşunu kabullenmektir.

 

İnanç bir yerde “Gördüklerimize inanmak ve bunun mükafatı olarak inandığımızı görmektir.” Bunu, tüm insanlara en iyi anlatan Mevlana olmuştur.

 

İnanç, insanın doğumu ile birlikte aynında getirdiği bir şey değildir. İnanç, mantıkla, mantık ise akılla gelişir.

 

MEVLANA FELSEFESİNDE AKIL VE ZEKANIN SINIRLARI

 

Şunu peşinen kabul etmek durumundayız ki, toplumun peşin bir yargıyla ortaya attığı bir yığın fikirler, dogmalar toplumsal ahlakın oluşmasında ve yaşam tarzlarının belirlenmesinde çok büyük rol oynarlar.

 

Bakın Mevlana hep eskilere, törelere, geleneklere bağlı bir yetişme tarzının ardındaki akıl için neler demektedir?

 

“Aklın deveciye benzer, sense devesin; Seni emrine bağlar; ister-istemez, Dilediği yere çeker, götürür.”

 

Mevlana der ki:

“Cahilin sonradan göreceği şeyi Akıllı kişiler önceden görür.”

 

Yaşamımız süresince şunu asla unutmamamız gerekir ki; Akıl ve zeka bir takım kör inançların ya da kalıplaşmış geleneklerin değil, yaşanan deneyimlerin değerlendirmecisidir.

 

Hiçbir şey, hiçbir önyargı, hiçbir dogma aklın yerine geçemez.

 

Akıl ve zeka, yaradılışımızın, varoluşumuzun, kendimizi arayış ve buluşumuzun anahtarıdır. Akıl beş duyunun herhangi biri ile değil yalnız algılama ve gönül gözü ile sezinlenebilir. Ancak dikkatli bir gözlem, aklımızın ve hatta zekamızın; hali hazır durumu ile bir alışkanlıklar ve tutkular birikimi olduğunu göstermektedir. Ama alışkanlıklar değiştirilebilir, tutkuların putları kırılabilir. Yani, kısacası; aklımız istediğimiz şekilde düşünce üretebileceğimiz en önemli varoluş aracımızdır.

 

Mevlana’ya göre, akıl genel olarak ikiye ayrılmaktadır. Birincisi “Bireysel Akıl”, diğeri de “Yaratıcı Gücün Aklı”dır.

 

“Bireysel akıl”da insan düşüncesi ile güncel ve bireysel sonuçlar üretmekle meşguldür.

 

“Yaratıcı gücün Aklı” ise yaratıcı kudretin algılanmasına ve onda yansımasını bulmasına yaramaktadır. Bu akıl aynı zamanda her şeyi ortaya koyan, bulan ve meydana getirendir.

 

Mevlana’ya göre, mademki akıl ve zeka, ölçüsü herkese göre değişen oransal bir kavramdır ve birden çok akıl bir araya gelince üstünlük kazanır. İşte Mevlana’nın aklı ikinci derece açıklayan deyişleri:

   

“Akıl, başka bir akılla kuvvet bulur.”

“İnsanın aklı, kolu kanadı gibidir.

Aklı olmayan başka bir aklı rehber edinmelidir.”

 

MEVLANA FELSEFESİNDE“İNSAN YAŞAMINDA BİLGİNİN YERİ VE KONUMU”

 

“Kitaptan maksat içindeki bilgilerdir; ama dilersen sen onu yastık yapıp başının altına da koyabilirsin.”Mevlana

 

İster okumak, ister dinlemek ve isterse de öğrenmekle edinilen dışsal bilgiler, içtenlikli görüşler ve sezgilerle birleştirilememişse, kaynaştırılamamışsa, zenginleştirilememişse, güçlendirilmemişse insan tam manası ile “Ham Sofu” olur, çıkar.

 

İnsan okuyup, öğrenilen bu dışsal bilgiler yanında “Bilmediğini anlamağa, nefsini eğitmeye, gerektiğinde çile çekmeye tahammül” gösterip kendini bulma noktasına gelebilirse, işte o insan, o zaman, gerçeğe varışın, kendini bilmenin ya da en azından bu yolda olduğunun farkındalığını yaşamaya başlar.

 

“Pişmek, Olgunlaşmak” ya da kendine varış olarak adlandırılan bu çabayı, Mevlana’nın ön gördüğü ve kayda geçirdiği her satırında, her sözünde görmek olasıdır.

 

Şöyle der:

 

“Soru da bilgiden doğar, cevap da;

 

Diken de toprakla sudan biter, gül de.

 

Sapıklık da bilgiden olur, doğru yolu buluş da; Acı da rutubetten hasıl olur, tatlı da.”

 

Bilgi, insana her zaman sorumluluk yükler. Eğer herhangi bir konuda bir bilgiye sahipseniz, o konunun sorumluluğunu da taşımak durumunda kalırsınız. Kuşkusuz, o konuda bilgi arttıkça da, sorumluluğu da bir o kadar artacaktır.

 

Şunu asla unutmamamız gerekir ki; bilgisiz insan tehlikeli olabilir. Ancak, bilgisini kötüye kullanan insan her zaman bir facia yaratmaya yatkındır. Ancak şunu da hatırdan asla çıkarmamak gerekir ki; bir insan ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, yaşam tarzı, insani ilişkileri, toplumdaki yeri sahip olduğu bilgisine yaraşır bir biçimde değilse, tavır ve hareketlerini buna göre ayarlamazsa, sıradan cahil bireyden hiçbir farkı kalmaz.

 

Bilgisizlik, anlayışsızlık, kabullenicilik karanlıktır, ışıktan yoksunluktur. Onlarla savaşmak, ancak onlara ışık tutmakla mümkün olur. Bu ışık da, sahip olduğumuz bilgi potansiyeli paralelinde olumlu yolda düşünce üretmek, yorumlamak, tartışmak ve ardından eylem koymaktır. Bunun altında da mutlaka aydınlık bir kararlılık bulunmalıdır. Bu çaba insanı huzurlu, yarınlarına güvenli, doyumlu ve başarılı kılar.

 

Mevlana’ya göre bilgi, faydalı bilgi oldukça değerlidir. Çünkü faydasız bilgi olsa olsa sahibine bir yük olmaktan ileri gidemez. Bu konuda anlattığı bir öykü gerçekten insanı çok düşündürmektedir. 

 

Şöyle der:

 

“Bedevi’nin biri eşeğine vurduğu hurcun bir gözüne kum, diğer gözüne buğday yüklemiştir.

Yolda bir filozofa rastlar. Filozof işi anlayınca “Nasılsın?” der ve “Neden buğdayı iki bölüme ayırıp gözlere koymadın? Hem eşeğin yükü hafiflerdi, hem de çabuk giderdi.”

 

Bedevi bu akla hayran olur ve şöyle der:

 

“Sen Padişah mısın? Vezir misin? Yoksa dükkanın, malın, mülkün mü var?”

 

Filozof cevap verir:

“İşte gördüğün gibi yarı çıplak bir adamım”

Bedevi biraz düşündükten sonra şöyle der:

“Çekil yanımdan. Bırak, ben yine hurcun bir gözüne buğday yükleyeyim, öbür gözüne kum!...

Sana bir faydası olmayan aklın, bana hiç faydası olmaz.”

 

MEVLANA FELSEFESİNDE: “ÖLÜME BAKIŞ AÇISI: DÜĞÜN GECESİ (Şeb-i Arus)”

 

İnsanların en müşterek, en değişmeyen, en eski ve hatta en yeni duygusu, “Ölüm Korkusu”dur. İnsanoğlu, Dinleri, bilimleri, sanatı sanki “Ölüm Korkusu”nu yenmek için yaratmıştır.

 

Onun şiirlerinde, Mesnevisinde, sohbetlerinde bir coşkunluk içinde “Ölüm,” korkunçluğunu adeta kaybetmiştir. Çünkü Mevlana’ya göre “Ölüm,” bir son, bir ayrılık değil, bir kavuşmadır ve insan “öldüğü” zaman Tanrıdan bir parça, bir yansıma olmağa devam edecektir.

 

Şunu da unutmamak gerekir ki; “Şuur altındaki ölüm korkusu, cenneti hak etme düşüncesi ile istismar edilirse “Softa”lık başlar.”

 

Gerçek şudur ki; “Önemli olan “İnsan” olarak doğmak değil, “İnsan” olarak ölmesini bilmektir.”

 

Mevlana’nın ölüme bakışında, ölümü sıradan bir geçiş süreci, bir kuşun kafesinden kurtulup azat olması gibi bir şey olarak görür. O halde:

 

“Hepimiz nasıl olsa öleceğiz, bari öleceğimize değecek bir hayat sürelim.”

 

Unutmamak gerekir ki; “Ölüm zenginini de, fakirini de, güçlüsünü de, güçsüzünü de, akıllısını da, aptalını da aynı kaderin sonsuzluğa doğru yol alan trenine bindirir.”

 

Mevlana der ki:

“Ölmedikçe can çekişme bitmez.

Merdivenler bitmeden dama çıkılmaz.”

O halde sormak durumundayım ki; “Ölümden ders almak zordur. Çünkü bir defa gelir. Peki, ya yaşamdan...”

 

Gerçekte ölüm, yaşam için ödünç alınan zamanın tükenmesidir. Aslında, yaşamı tümüyle dolu dolu yaşamak için insanı yönlendiren en büyük etken, ölümden peşinen onurlu bir şekilde haberdar olması ve onu kaçınılmaz bir geçiş noktası olarak görmesidir.

 

İşin özüne inildiğinde aslında hiçbir şeyin doğmadığını, hiçbir şeyin ölmediğini, hiçbir şeyin devamlılığının dahi olmadığını, her şeyin aslından ebediyen var olduğunu, bizim ölçütlerimize yansıyan görüntüleri ve bizim bakış açımız ile kendimizce bir değerlendirmelere tabi tutmakla, bireysel yansımaları ve yakınmaları ortaya koymaktan başka bir şey yapmadığımızı anlamak durumundayız.

 

Çünkü her türlü değerlendirme ve yorum insanın sahip olduğu bilincinden kaynaklanır.

 

İnsan hayatı; doğumla başlayan süreçte, önümüze bir hedef, bir varış noktası olarak konulan “Ölüm”e karşı bir direnme olayıdır. Dikkat edilecek olunursa, bu sebepten dolayıdır ki; hayat bir eylemden çok bir akışa geçiş olayıdır.

Ölen birey, ne gömüldüğü toprakta, ne de toplumda unutulmuyorsa, sürdürdüğü ömrün hesabını hem bu dünyada, hem de öbür dünyada kolaylıkla verebiliyor demektir.

 

Mevlana’nın onu ziyaretine gelenlere yaptığı bir sesleniş vardır ki, bir nevi yaşam mesajını içermektedir. İşte o seslenişlerden bir demet:

 

“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız? Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir .”

 

Ruhlar arasında kadın-erkek ayırımı yok.

 

“Kadınlar yüksek mertebeye erme konusunda erkeklerden daha şanslı, zira fiziksel olarak daha zayıf olduklarından Yaratan’a sığınma yönünde daha çok zikir edebiliyorlar.”

 

“Ruhlar düşünce hızı ile hareket edebildiklerinden, kainatta her an her yerde olabiliyorlar.”

 

Tasavvuf düşüncesinde ise, ölüm iki türlüdür: İradi ölüm ve zorunlu ölüm. Zorunlu ölüm; insanın bedensel ölümü, yani ruhun bedenden ayrılmasıdır, iradi ölüm ise; “Ölmeden önce ölünüz” prensibiyle Allah’a erişmek, dünya hazlarından uzaklaşarak benliği öldürüp Allah’ın varlığında yok olmaktır.

 

Mevlana; doğal ölümü de bu hayattan ayrılıp, ölümü olmayan ebedi bir hayata ulaşma olarak niteler. O’na göre insan genel anlamda iki unsurdan oluşmuştur. Ruh ve beden. Ruh bağımsızdır. Zamana ve mekana bağlı değildir. Bu itibarla ölümsüzdür.

 

Ruh bu ayrıcalığını Allah’tan almıştır. Bu sebeple ölüm ile bedenin yok olması, Allah ile insan arasındaki perdenin kalkmasıdır. Nitekim bir fizik kanunu olarak hiç bir varlık yoktan var olmaz, var ise yok olmaz; ancak bir halden diğer bir hale geçer. Dolayısı ile ölünce beden kafesinden çıkan ruh, aslına döner. Mevlana’nın bu konuda düşüncelerinin eserlerindeki yansımaları şöyledir:

 

“Ölürsem ben, öldü demeyin. Çünkü ölüydüm, dirildim; Dost aldı, götürdü beni.”

 

Bu düşünceleri sebebiyle Mevlana, kendisinin bu alemden bu dünyadan ayrıldığı geceye de “Şeb-i Arus” (düğün gecesi) denilmiştir.

 

MEVLANA FELSEFESİNDE “İNSAN YAŞAMINDA KUŞKU, KORKU ve ÜMİT”

 

Biz insanlar, bir başkasının kusurlarını aramakta, bulmakta çok ustayızdır. Ancak gerçek insan, bir başkasının kusurunu bulurken, terazinin diğer kefesine de kendi kusurlarını koyup tartabilen insandır. Çünkü, insanın kendi kusurunu bilmesi ve onu en azından gözlemlemekten kaçınmaması her zaman için bir bireysel cesaret işidir.

 

Mevlana diyor ki: “Korkmayın sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir; ve bu yemek, tam onlara layıktır.”

 

Her insan hayatı süresince, kuşku/korku/umut düşüncesinin etkinliği oranında sorumludur. Herkes kendi düşüncesinin yorumlarında atılımlarını yapar. Yaptığı iyi, ya da kötü işler, düşüncesinin birer yansıyışı olarak, yerine göre cennetini de, cehennemini de oluşturur.

 

Umut, çoğu zaman daha büyük bir canlılık, daha büyük bir duyarlılık ve daha büyük düşüncelerle varılan değişim arzusudur. Umut, ne dilek ve ne de istektir. Umut, gelecek demektir. Dün ve bugün ile ilintili değildir.

 

Şöyle der:

“Ümit ve korku; herkes, bu perdenin ardında beslenip yetişsin diye perde ardına girmiştir.” Aslında, unutmamak gerekir ki; “İnsan anıları ile geçmişi, umutları ile geleceği kucaklar.” Umut, çoğu zaman inanç içinde yatar.

 

İnsanın yaşamında düşünce her zaman eylemden önce gelir. Yani insanın bir eylem içine girebilmesi için, önce o eylemi yaptıran düşüncenin olgunluğuna erişmesi gerekir.

 

İnsanlar düşünceleri ile hayatlarını şekillendirirler. Eğer düşünceleri ile ürettikleri; hep kızgınlık, kin, nefret, hınç, intikam, kavga, kırgınlık, hoşgörüsüzlük ve korku ise yaşamının şekillenmesinde bu etkenler hep ön planda olacaktır.

 

Dikkat edilirse; tüm dertler, hüzünler, ıstıraplar, olumsuzluklar, kızgınlıklar, kuşkular, korkular ve hatta umutlar, hep insan düşüncesinin sonuçlarıdır.

 

“Eksikler, hatalar, yanlışlar hep düzeltilmek içindir. Ancak, başkaları tarafından değil, kendimiz tarafından düzeltilmelidir.”

 

Çok iyi bilmek durumundayız ki; “Arzu, maddeye değer veren, ruhun ona duyduğu bağımlılıktır .”

 

Unutmamak gerekir ki, yaşamda hiçbir şey önündeki engelleri yıkmadan elde edilemez.

 

Oysa arzuları da, korkuları da kendi hallerine bırakmak; geldikleri gibi gidebileceklerini bilmek, bireyin dikkatini kendi varoluşunun nedenine odaklamak, olumsuzlukları, ıstırapları ve arzuları aşmada en büyük ve etkili tavırdır.

Unutmayalım ki; ıstırapları ve korkuları yaşamaya başlamadan önce biz vardık. Istıraplar ve korkular geçtikten sonra da biz yine olacağız.

 

O halde, gelip geçici olan bizler değil, o anı her nerede ise bize her gün karartan düşüncenin ürettiği ıstırap ve korkulardan başka bir şey değildir. İyisi mi, siz yine de çektiğimiz ıstırapların ve korkuların tutsaklığına değil, sonuçta kalacak olan temel özgürlüğünüze sarılın.

 

Mevlana der ki:

“Kötülük yaptın mı kork, çünkü o bir tohumdur. Allah yeşertir karşına çıkartır”

 

MEVLANA FELSEFESİNDE DİN, DUA VE İBADET ÜÇGENİ

 

Bütün dünyaya, ne Din farkı ne de mezhep farkı gözetmeksizin hitap eden Mevlana, tüm insanlardan da bu görüşü, bu duyuşu, bu cesareti ister. Şöyle diyor:

 

“Bir dinin diğerine üstünlüğü yok.

Tüm insanlar dünyaya eşit olarak geliyorlar.

Buna Budizm, hinduizm, Taoizm gibi felsefeler ve hatta Tanrıya inanmayanlar da dahil.”

 

Mevlana’ya göre, Dinler, insanlık tarihini yönlendiren en büyük inanç sunumudur. Dinlerin en büyük özelliğinden ve en güçlü tarafından birisi de, yaşamın her anında ahlak anlayışında, örf ve adetlerde yaşamaya devam etmesidir. Böylelikle o toplumun yaşam çerçevesini çizer.

 

İnsan, yapısı gereği hep istek ve beklenti içindedir. Durmadan, yorulmadan, bıkmadan hep ister ve bekler. Aslında her istek kendi başına bir duadır ve öyle, ya da böyle karşılığını bulacaktır.

 

Dua, her insanın o gün içinde bulunduğu ruhsal yapısına göre şekil gösterir. Bu sebepledir ki yapılan her duanın karşılığı, hemen görülecek ya da olacak diye bir olay da yoktur.

 

Şöyle diyor: “Dua; içinden geldiği şekilde, anlayarak, hissedilerek ediliyor. Anlamını bilmeden, ezbere, konsantre olmadan edilen duanın hiçbir faydası yok.”

 

Hiçbir insan yaptığı duası ile kendini yüceltme gücünde değildir. Yeter ki, yeri ve zamanı gelmiş bir şeyin talebinde bulunduğu bir duayı yapmış olsun.

 

Dua, bir yerde de Tanrı yasalarına ve İlahi iradeye gönüllüce, riyasız bir şekilde uymak anlamını da taşır.

 

Mevlana’ya göre, gerçek duada yalvarma değil, şükretmek ve hak ettiğimize inandığımızı istemek vardır.

 

Toplumun açık yerlerinde, ulu orta ve herkes görsün diye yapılan dualar değil, insanın içsel mabedinde yaptığı dualar en geçerli olan dua şeklidir..

 

Bakın bu konuda Mevlana neler diyor?

 

“Ahiret; ne el bağlayanın, ne diz bükenindir, ahiret gönülden Allah’ın diyenindir,

 

El bağlamak, diz bükmek bedenin selameti, Gönlünü Allah’ına açmak canının selametidir.”

 

İbadet ancak insanın içinden ve gönlünden geldiği gibi yapılırsa en makbul ve geçerli halini alır. Yoksa ibadet, insanların aslını idrak etmeden yaptığı bir gösteri hareketi değildir.

 

İbadet tek başına namaz, niyaz, oruç da değildir. İbadet bir yerde uçan kuş, koklanan çiçek, okşadığın çocuk, dindirdiğin gözyaşı, doyurduğun bir mide, giydirdiğin bir çıplak beden, verdiğin huzur, aldığını coşkudur da.

 

MEVLANA FELSEFESİNDE; “İYİLİK NEDİR? NASIL OLMALIDIR?”

 

Hep kendi yaptığımızın iyiliğine, kendi yapmadığımızın da kötülüğüne peşinen koşullanan bir akışa programlanmışızdır. Bu sebeple dünyayı melek görüntüsündeki şeytanlarla dolu olarak görürüz. Olumlu düşünmek, iyiyi kötüye üstün tutmak, sevgiye yaşamımızı yönettirmek ve bilgi dolu olmak, gerçek bir ibadettir.

 

Mevlana’ya göre iyiliğinizi kendinize ilave bir etiket, bir reklam, bir üstünlük, bir gösteri şeklinde yaparsanız, ancak kendi egonuzu tatmin noktasından ileri gidemezsiniz.

 

Diyorum ki; bir iyilik yapacaksanız, tüm doğallığınız içinde yapınız. Israrla bir bedel tahsili peşinde olacaksanız, yaşamınızda bundan evvel size yapılan bir iyiliğin bedeli, karşılığı olarak yapınız.

 

Mevlana’ya göre, insan doğası gereği, diğer bir insanın adeta yiyicisidir. Dolayısıyla gerçek iyilikle, maskelenmiş gösteriş iyiliklerini çok iyi ayırmak gerekir. Çünkü, insanın insandan yana güven eksikliği hep var olmuştur. 

 

Şöyle der:

 

“İnsanların çoğu; insan yiyicidir.

Selam verseler de pek emin olma.”

Yardım etmek, iyilikte bulunmak, verirken karşımızdakini ezmek, aşağılamak, küçük

düşürmek, ya da onu karşımızdaki için umursamaz bir alışkanlık haline getirmek değildir.

 

Mevlana’ya göre iyiliğin karşıtı olan kötülük insanın “daha”ların peşinde koşmasından, tamahtan, hırstan kaynaklanmaktadır.Halbuki gerçeğin yeterlilikte yattığı bilinecek olursa, iyilik de bir yaşam şekli olarak insanda yansımasını bulacaktır. 

 

Şöyle der:

 

“Kötülük insana tamahtan gelir. Kanaatten kimse ölmedi, Hırsla da kimse padişah olmadı.”

 

İyilik yapma, yardım, yardımlaşma ve paylaşma, insanları birbirlerine yaklaştıran, birbirlerini anlamaya, sevmeye yönlendiren Kutsal bir duygudur. Ta ki içinde erimemek ve bu iyiliği bir gösteriş haline getirmemek kaydı ile ve hiçbir zaman kendimizi ve karşımızdakini küçültecek bir duygu içine sürüklenmemek koşulu ile.

 

Daima kendinden veren, gönüllüce vermesini bilen, verdiğinin karşılığını alma hesapları içinde olmayan insan, aslında verirken gerçek manada alan insandır. İşte gerçek iyilik yapma duygusu, bu görüş ve düşüncenin yaşama geçirilmesinden doğar.

 

MEVLANA FELSEFESİNDE “KENDİNİ BİLME VE BENCİLLİĞİMİZ”

 

Asla unutmamamız gerekir ki; geçmişin oluşturduğu korkular, düşüncenin gücü ile gelecek hakkındaki ümitsizlikleri körükler.

 

Aslında; insanın kendini bilmesi, tüm düşünsel ıstıraplarının sona ermesidir. Kendimizi bilmek, kendimizi bulmak, kendimizi kendimize kanıtlamak ya da en azından araştırmak, artık bu an ve bu anı izleyecek düşünce akışında şekillenecektir. Ama unutmayalım ki, insanın kendini bilme savaşı ile başlayan süreç ne yazıktır ki, hep kendini kanıtlama ısrarı ile sürer.

 

Mevlana’ya göre insanın kendini arıtması, kendini bulması, kendini bilmesi, zorlu bir süreçten geçmek zorunluluğu kaçınılmazdır. Bu süreç ise insanın kendini özüne dönmesinin ardından kendini gösterebilecektir.

 

Mevlana, bu konuya bir başka açıdan bakmaktadır. Mevlana’ya göre insanın kendini bilmesi, kendini bulması için ön şart, insanın bir ömür boyu takındığı maskelerden dolayı aynasında görüntü veremez hale gelişidir.

 

Her arzunun kökeninde mutlaka düşünceye dayalı bir ıstırap vardır. Bu ıstırap ise düşüncemizdeki kendimizle ilgili yetersizliğimiz, bilgisizliğimiz, doyumsuzluğumuz ve geçmişe olan özlemlerimiz ve bağımlılığımızdır.

 

Mevlana’ya göre insanın kendini bilmesi, araması ve bulması yolunda tek seçenek içe dönük bir yönelme içinde olması ile mümkün olacaktır. Aksi halde tüm arayışlar sonuçsuz kalacaktır.

 

Şöyle der:

 

“Çeşmeyi gönlünde ara.

Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, aramamaktır.”

 

Aslında kendini bilmiş, anlamış ve keşfetmiş bir toplum içinde yer alan insanlar için ne çatışma, ne de savaş bir yaşam biçimi şeklinde değerlendirilemez. Eğer bu gerçeği toplum olarak kavramış olsaydık ne insanlar ölecek ve ne de acı, ıstırap, yoksulluk, çaresizlik, açlık, sefalet böyle kol gezmeyecekti.

 

Bu, bir insan olmanın, bir düşünce akışına sahip olmanın, hiçbir zaman değiştirilemeyen sonucudur. Bireyin “Ne Olduğunu Bilme ve Bulma Sürecidir.”

 

Gerek düşünce, gerekse beden doğası gereği sınırlıdır. Bu sınırlılık hep korkuların oluşmasına neden olur ve kendini bilme aşamasında engeller çıkarır.

 

Mevlana, kendini bilme ve bulma yolunda insan egosunun en büyük engelleyici olduğunu, ego ile savaşmanın neredeyse bir aslanla savaşmaktan daha da zor olduğunu belirtir. 

 

Şöyle der:

“Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Onun için cüzler, daima külün tabiatındadır. Şunu bil ki; safları bozup dağıtan aslanla savaşmak kolaydır; Asıl aslan ise, nefsini mağlup edendir.” Şunu hatırda tutmak durumundayız ki; bencil İnsan, meyve vermeyen ağaca benzer. Kimseye hayrı dokunmaz. Yalnız kendi çıkarına dönük bir yaşamı vardır. 

 

Mevlana der ki:

“Deniz; ölüyü üstünde taşır, diriyi boğmak ister.

 

Nefis sıfatlarını öldür ki Gerçeğin sırların denizi seni üstünde taşısın.”

 

Egomuz tümüyle düşüncemizin eseridir. Hep sürekli bir direniş ve kendini ön planda tutma çabası içindedir. Çünkü düşünce, kendi akış zinciri içinde ona ölümü belletmiştir.

 

“Biz istesek de istemesek de dünya bizim düşüncelerimizin değil, güneşin etrafında dönmesini sürdürecektir.”

 

Mevlana egosuna karşı başarılı bir mücadele veren insanın ulaşabileceği mertebeyi tüm kainatın kendi emrine girmesi ile eş değer görmektedir.

 

MEVLANA FELSEFESİNDE;“DÜNYA VE GERÇEKLER”

 

Mevlana’nın eserlerinde dünya; insanı maddi bağlarla sımsıkı bağlayan, yaratılışındaki gerçek sebebi idrak etmesini engelleyen bir kavramdır. Hem dünya, hem de dünyada bulunan her şey geçicidir. Yalnızca birer görüntüdür. Bunlar insanı maddi hayata esir eden unsurlardır.

 

“İlk alem, imtihan alemi; İkinci alem de insanların yaptıklarının karşılığını görme alemidir.”

 

Mevlana bu ifadesiyle dünyayı imtihan yerine, ahreti de bu imtihanın sonucunun ödül, ya da ceza olarak alacağımız yere benzetir. Dünyanın geçiciliğine rağmen, dünyada yapılan her işin karşılığı kalıcıdır.

Dünya, yalnız çevremizde gördüğümüz, işittiğimiz, dokunduğumuz, kokladığımız, tattığımız şeylerin toplamı değildir.

 

Dünya tüm bu şeylere bizlerin düşüncelerimizle yaptığımız katkıların, ürettiğimiz fikirlerin, duyduğumuz heyecanların, yaptığımız yorumların, aldığımız duyuların, duyumsadığımız duyguların ve tüm “İlhamların” bir toplamıdır.

Mevlana diyor ki: “İnsanın kısa bir süre için misafiri olduğu dünya, ruhunu bağlayan altın bir zincir, cennet görünüşünde cehennemdir.”

 

Hepimizin gözleri daha fazla madde, daha kalın bir cüzdan, daha etkin güç ile adeta körelmiş. Çevreyi de, dünyayı da, insan ilişkilerini de, toplum yaşamını da hep maddenin ve gücün sınırları içine hapsederek bakmayı yaşam felsefesi olarak benimsemişiz.

 

Mevlana’ya göre gerçeği arayan kişi bunu ancak kendisinde bulabilir ve kendisinde görebilir. İnsanın dışında bir gerçek yoktur.

 

Mevlana ise baştan başa gerçeğin ta kendisiydi. Onun Tanrıya olan doyumsuzluğu ve tanrıyla bütünleşmesi o kadar ileri gitmişti ki bunu bir şiirinde şöyle anlatır: “Enel Hak,” “Ben Hakkım, kadehinden bir yudum içen sızdı. Ben şişelerle, küplerle içtim yine de sızmadım!...”

 

Güneşsiz bir dünyayı nasıl düşünemiyorsak, insancıl duygulardan mahrum bir topluluğunu da düşünemeyiz.

 

Mevlana diyor ki:

 

“Geçmiş ve gelecek insana göredir. Yoksa gerçekler alemi birdir.”

 

MEVLANA FELSEFESİNDE; “HÜMANİZM VE HOŞGÖRÜ”

 

Mevlana, yalnız Anadolu insanının değil, tüm dünyanın, tüm insanlığın en güçlü bir gözlemcisi, din baskısından, bencillikten, yobazlıktan, taassuptan uzak kişisi, “Hümanizm”in hiç yaygın olmadığı ve hatta hiç bilinmediği bir çağda yaşamış, büyük bir “Hümanist” ve dünya edebiyatının en büyük “Hümanist,” şairlerinden ve yazarlarından biridir.

 

Hümanizm; insanın düşünsel ve maddesel varlığının evrendeki yerini araştıran başlı başına bir kültür hareketidir. Hümanizm hareketinde, tüm dünyaca kabul edilen temel varlık insandır.

 

Hümanizm; insana değer veren, saygı gösteren, insanın özündeki iyilikleri ve güzellikleri geliştirmeyi amaçlayan, insana olumlu nitelikler kazandıracak refahı, bolluğu, rahatlığı ve yaşama dirliğini sağlama gereğini savunan tutum ve eğilimlerin tümüdür.

 

Mevlana felsefesinde hümanizm, insanı kendi nefsinden, bencilliğinden, egosal baskılarından ve tutsaklıklarından kurtaran ve gerçek anlamı ile ruhsal özgürlüğüne kavuşturan bir tapınmadır.

 

“Hümanizm, insanların huzuruna giden en gerçekçi yoldur.”

 

Mevlana Hümanizminin anlatımında hep birliktelik, devamlılık, bir insanın tüm insanlarla uyum, anlayış ve dayanışma içinde bulunmaları, sevgi ve hoşgörü duyguları ile donanmış olmaları vardır. Bunların özetinde tüm insanların büyük bir aynılık içinde, çoğulculuktan, “Bir”e varış gerçeği yatar.

 

İnsan olmak, insancıl duygularla donatılmış olmak, insan olmanın ayrıcalıklarını duyumsamak bir yerde hayatı pembe yaşamaktır.

 

Unutmayalım ki; “Ağaçlar meyvelerini, tarlalar ürünlerini hep hayatlarını devam ettirmek için verirler. Peki ya biz insanlar ne yaparız?”

 

Mevlana’ya göre hoşgörü bir insancıl uygulama ve denetim mekanizmasıdır. Böyle bir anlayış ve hoşgörü anlayışı dışında kalan insanların durumu hiç de iç açıcı değildir.

 

Çoğu insan bir takım arzular, korkular, çekişmeler ve mücadelelerle dolu anlamsız, sevinçsiz, mutsuz, huzursuz, yalnız saplantıya dönüşmüş doğruları ve egosal saplantıları peşinde bir hayat sürdürmekte ve buna kendi kısıtlı anlayışıyla “Yaşamak” demektedir.

 

Halbuki; “Bir çoğumuz bu dünyada, hep başkalarının yazdığı yüzeysel bir masalın okuyucuları, dinleyicileri ve hatta kahramanlarıyız.”

 

MEVLANA FELSEFESİNDE; “HIRSLARIMIZ HINÇLARIMIZ VE HASEDİMİZ”

 

Bizim insan olarak görevimiz, kendimizi tüm insanlara, tüm insanlığa adamak, onların varlığında, yaşamlarında kendi gönüllü yansımalarımızı görmek, sunmak ve bu yansımalarımızdan kendimize insancıl paylar bulmaktır.

Mevlana der ki:

 

“Kalemin su, kağıdın rüzgar ise Ne yazarsan yaz kıymeti yoktur.”

 

MEVLANA FELSEFESİNDE “KADER VE DÜŞÜNEN İNSAN”

 

Mevlana devrinde bazı düşünürler, kulun seçme hakkı olmadığını, insanın her yaptığının Allah’a ait olduğunu, dolayısıyla insanın yaptıklarından sorumlu tutulamayacağını öne sürerek, irade özgürlüğünü reddederlerdi. O günlerde bu düşünceye zorlama, böyle düşünenlere de zorlamacı denilmiştir.

 

Bunun zıddı olan seçme özgürlüğü düşüncesini kabul edenler de, insanın sınırsız bir irade özgürlüğüne sahip olduğunu savunmuşlar ve İlahi iradeyi inkar etme noktasına gelmişlerdi.

 

Mevlana’nın seçme özgürlüğü ve zorlama konusundaki düşüncelerine baktığımız zaman, onun bu iki görüşü de desteklemediğini orta yolu tutarak, hem insanın özgür bir iradeye sahip olduğunu, hem de İlahi takdirin varlığını kabul ettiğini görürüz.

 

Diğer yandan da Allah, insanlara irade, düşünce, ilim ve din vermiş, onlara doğru yolu göstermek için kitaplar ve peygamberler göndermiş, bütün insanların dünyada iken yaptıklarından sorumlu olacağını, buna göre ceza ya da ödül verileceğini bildirmiştir.

 

Bunlar insanın İlahi irade karşısında, kendisinin bireysel bir iradeye sahip, yaptıklarından sorumlu bir varlık olduğunu belirtir. Bireysel iradenin varlığına dair pek çok örnek mevcuttur.

 

Mevlana, kendi bireysel iradesini inkar edip, her yaptığını Allah’ın takdirine bağlayan, sorumluluktan kaçmak isteyenlere de karşıdır.

 

Şöyle der:

“Sen hangi işe meylediyorsan, Kendi kudretini orada görürsün. Hangi işe gayretin, isteğin olmazsa; Zorla onu Allah’a nispet edersin.”

 

Sonuç olarak, Mevlana’nın bireysel iradeye dair düşüncelerini şu şekilde özetleyebiliriz:

 

- İnsan ilim sahibi, üstün bir varlıktır. Seçme hakkına ve kuvvetine sahip olarak yaratılmıştır. Kendi bireysel iradesi özgürdür.

- Ancak akıl ve ilim sahibi olan insan, kendi bireysel iradesini kullanarak çalışmalı, iyiye yönelmelidir.

- Tembellik ve miskinlik kadere yüklenemez.

- Fakat insan çalışmalı, önlemler almalı, bireysel iradesini kullandıktan sonra İlahi iradeye teslim olmalıdır.

 

Mevlana’ya göre, Allah, ilim, kudret ve irade sıfatlarının sahibi olarak bütün varlıklar üzerinde tasarruf hakkına kadirdir. Allah ne dilerse onu yapar?

 

Bu yüzden insan her hususta Yüce Allah’ın emir ve isteklerine tam bir güven hali içinde olmalıdır. İşte bu güvene “kadere razı olmak” denilir.

 

Ancak “kadere razı olmak” insanın çalışmayı terk ederek kaderciliğe düşmesi, tembellik etmesi değildir. Tıpkı doktorun hastasını kurtarmak için elinden geleni yaptıktan sonra takdiri Allah’a bırakması gibi...

 

Her insan kendi kaderini yaşar. Ancak bu dünyaya geliş nedeni içinde başkalarının kaderini oluşturmak ve yaşatmak görevini de üstlenir.

 

İnsanın yaşamı genellikle “Kaza”, “Kader” ve “Katlanma (tevekkül)” üçgeni içinde şekillenir. Bilinen anlamı ile “Kaza”, Tanrı’nın insanın yaşamına peşinen koyduğu hüküm ve kararlılıklardır. “Kader” ise bu hüküm ve kararlılıkların yerine gelmesi olayı, “Katlantı”da başa gelenlerin kabul edilebilirliğidir.

 

Mevlana’ya göre, insan beyni birey istese de, istemese de hep bir yığın düşünceler üretme peşindedir. Bu akış bireyi her türlü maddi, manevi ve moral yapısı içinde sürükler durur.

 

Tüm düşüncelerimiz bir yerde bizim bir yansımamız ve formasyonumuz görüntüsü vermesine rağmen bizlerin düşünmeme, düşünceyi durdurma, düşünmekten vazgeçme gücüne asla sahip olamayışımızdır.

 

Bizler istesek de istemesek de beynimiz hep düşünce üretecektir. Bizler belki iyi bir eğitimle bu düşünceleri olumlu bir şekilde yönlendirme gücüne sahip olabiliriz. Yoksa düşünceyi durdurma gücü bizlere asla verilmemiştir.

 

Düşüncelerimiz tam bir bağımsızlık içinde ömür akışlarını sürdürme gücündedirler. Birikimleri gereği, düşüncelerini iyi ve doğru yönde kullanabilen birey, varoluşundaki hazzının doruğuna ulaşır.

 

Şunu asla unutmamak gerekir ki gerçek manada “İnsan” olmanın ve güzel bir ahlak sahibi olmanın temeli, düşünceye olumluluklar paralelinde hükmetmesini bilmekten geçer.

 

Kimimiz düşünceyi akıl ile doğrudan bağlantılı görür: kimimiz de onu zekanın sınırları içinde bir tanımlamaya tabi tutarız. Düşünmek; bir yerde görmek, bir yerde işitmek, bir yerde duyumsamaktır. Hatta tüm bunların üzerinde yorumlamalara gitmek, düşüncenin en iyi tanımıdır da diyebiliriz.

 

Burada özellikle dikkat edilmesi gereken nokta, düşüncenin olsa olsa bir yorum olduğu ve hiçbir zaman inanç ya da iman olmadığı gerçeğidir. Şunu peşinen kabul etmek gerekir ki, insanın inancı ve imanı ne kadar yüksek olursa olsun, onların; yapıları gereği ortaya koydukları kısıtlılığı ve sınırlılığı, düşüncenin özgür yorumu içinde kaybolur gider.

 

İnsan, hep istediği şeyleri düşüneceğim diye başlar ve hep istemediği şeyleri düşüne düşüne “Düşüncenin Istırabı ve olumsuzluğu”na teslim olur. Oysa, istemediğimiz şeyleri düşünerek, ancak istemediğimiz şeylerin üreticisi oluruz.

Bu da, zaman içinde öyle bir alışkanlık haline gelir ki; hayatımız hep istemediğimiz benimsemediğimiz düşünceler, olaylar ve eylemler tarafından adeta parsellenir.

 

Olumlu yönde düşünme alışkanlığı edinme; bir eğitim olayı, bir yaşam felsefesidir. Çünkü insanoğlu hep olumsuz anlatımlar, korkular ve yorumlar içinde düşünmeye alışmıştır. Bu durumda sonuçları da hep olumsuzlukları kapsar.

 

MEVLANA FELSEFESİNDE; “YAŞAM, PAYLAŞIM VE ŞÜKRETMEK”

 

Mevlana şöyle der: “Dünyadaki yaşamın amacı sınav. Bu sınavın sonucuna göre insan ruhu ahretteki mertebesini kazanıyor.”

 

“Kul yaşantısı ile değil, niyeti ile imtihanda.”

   

Mevlana’ya göre insanın yaşamı süresince karşılaştığı her türlü zorluklar kimi zaman bedensel, kimi zaman duygusal, kimi zaman duyusal ve çoğu zaman da düşünsel sonuçlardan kaynaklanır.

 

Ancak nereden kaynaklanırsa kaynaklansın ortaya çıkan her zorluk sonucu itibarıyla bireyseldir. Onu aşmak, yenmek de öncelikle düşüncenin iyi yönlendirilmesi ile mümkün olur.

 

Ancak şunu unutmamak gerekir ki, büyük adamların, önderlerin ortaya çıkış anları, oluşan bir felaketin ardından gelir. Yani felaketler çoğu zaman bir kurtuluşun kıvılcımı olur çıkarlar.

 

Zaten, “Felaketin büyüklüğünün ölçütü, bizim düşüncemizde ona biçtiğimiz değerdir.” Şöyle der:

 

“Başkalarının bahtiyarlığına imrenme.

 

Çok kimseler var ki, senin hayatına gıpta ediyorlar.”

 

Mevlana’ya göre yaşama tutkusu, bir yerde ölüme meydan okumaktır. Tıpkı mutluluk özleminin tüm kederlerin anası oluşu gibi.

 

“Yaşam bu dünyaya niye gelindiğinin bilinci ile amaca doğru yapılan kararlı bir yürüyüş eylemidir .”

 

Yaşamı dar ve kısa dönemli bakışlarla yönetmeye kalkmak bir insan için bir ömür boyu acılar, ıstıraplar, hayal kırıklıkları, olumsuzluklar, endişeler korkular üretmekten ileri gidemez.

 

Siz siz olun, elinizden geliyorsa, her gün en azından birinin yüzünü güldürün, derdini paylaşın, neşesine ortak olun, beklentisiz iyilikler sunun. Bu ve buna benzer tüm duygularınızı bir alışveriş, bir karşılık bekleme, bir bireysel tatmin, bir güdümlenme gibi basit ve ilkelik potasına sokmadan kana kana sunun. Hatta tüm bu yaptıklarınızı bir kutsal görev anlayışı ile ve bir haz noktasına getirin.

 

Mevlana’ya göre, eğer bir insan yaşamı süresince dağıtma, paylaşma zevkini üretirse, yemeden önce yedirmenin tadına varırsa, almadan önce vermek gereğine inanırsa, kendinden önce mutlaka başkalarını düşünmesi gerektiğini bilirse; işte o insan yüce, mutlu ve gerçek manası ile insandır.

 

Unutmamak gerekir ki; “Vermesini bilen insanın yüzünde, her zaman bir ‘Tanrı’ gülümseyişi vardır.”

 

“Paylaşma, yediğimiz her lokmada, cebimizdeki her kuruşta, giydiğimiz her giyside, bir başkasının da payı olabileceğinin bilincinde olmaktır.”

 

İnsanın şükretmesini bilmesi kadar güzel bir şey yoktur. Doğaldır ki şükretmenin bir çok değişik şekilleri vardır. Kimi zaman sözle, kimi zaman işaretle, kimi zaman takınılan tavırla, kimi zaman düşünce yoluyla, kimi zaman da bir içe yönelişle yapılabilir.

 

“Kamil insan toprak tutsa altın olur, eksik insan altın tutsa toprak olur.”Mevlana"

 

MEVLANA FELSEFESİNDE; “DOSTLUK, GÖNÜL VE GÖNÜL EHLİ”

 

Mevlana’nın “Dost” dediği, onun ardından bütün Anadolu ve dünya halklarının “Dost” dediği varlık, “Dost” sözü ile boz bulanık anlatmaya çalıştıkları ülkü, gerçek insanlık değil midir?

 

“Dost”a inanır, “Dost”a güvenir, “Dost”a açılır insan. Tanrının insana bir yansıması, insanın biraz da Tanrısallaşması gibi bir şeydir, “Dost”.

 

“Dost” insanın hem içinde, derinliklerinde, hem de dışındadır. Hem çok uzakta hem de yanı başındadır. Dostlukta bir ayırımcılık, bir “Sen”, “Ben” ya da “O” diye peşinen önümüze konulan belirlemeler yoktur.

 

Mevlana yine der ki:

 

“Dost, altın gibidir, bela da ateşe benzer. Halis altın ateş içinde saf hale gelir.”

 

“Bilgisiz adam bir müddet seninle Gönül arkadaşlığında bulunsa bile, Nihayet cahillikten sana bir yara vurur. Kim, iyi dostlarla düşer kalkarsa

 

Külhanda bile olsa gül bahçesindedir.”

 

Herkes dünyayı, nedense hep kendi hakkında taşıdığı fikrin penceresinden görme alışkanlığı içindedir. Yani dünyayı hep, kendimizi gördüğümüz, gözlemlediğimiz gibi görmek isteriz.

 

Halbuki dünya ve biz insanlar iki ayrı kutbu oluştururlar... Ama birbirlerinin çekim alanı içinde yer alan ve tamamlayan iki ayrı zıt kutup...

 

Şunu asla unutmayalım ki, “İnsanların en büyük açmazı, yaşamlarındaki açgözlülüklerini gereksinim maskesi ile örtmeleridir.”

 

Mevlana’ya göre burada sorun kıtlık değil, açgözlülük ve ısrarlı sahiplenme duygusunun, gücün; kendimizde toplanmış olmasındaki ısrarımızdır.

 

Mevlana der ki:

 

“Gönül, her dosttan bir gıda ile gıdalanır, Her bilgiden bir lezzet alır.”

 

Mevlana’ya göre; “Gönül yıkmak, Kabe yıkmaktan daha büyük bir günahtır.”

 

“Hazret-i Yusuf’un bir arkadaşı yoldan gelir. Hazret-i Yusuf sorar: “Bana ne hediye getirdin.”

 

Arkadaşı sorar: “Sen de olmayan ne var ki? Senin neye ihtiyacın olabilir? Ama senden daha güzel birisi olmadığından, yüzünü seyretmen için sana bir ayna getirdim.”

 

Allah’ın da her şeyi vardır, hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Kul; Allah’ın önüne onda kendisini görmesi için parlak bir ayna, yani temiz bir gönül götürmelidir.”

 

MEVLANA FELSEFESİNDE “KADIN, ERKEK, EVLİLİK, ŞEHVET”

 

Mevlana felsefesinde aşkla, müzikle, raksla ve şiirle beslenip gelişen neredeyse dinler üstü dediğimiz anlayışta, kadına da çok büyük bir değer biçilmiş önem verilmiş ve tüm çevresine, topluma ve hatta dünyaya “İnsanlığın ancak kadın ile bir bütün olabileceğini” duyurmuştur.

 

Mevlana, Mesnevisinin bir çok bölümünde kadını devamlı şekilde yücelten deyişlere ve anlatımlara rastlamak mümkündür.

 

Şöyle der:

“Kadın yaratılmış bir varlık değil, yaratan bir kudrettir.”

 

Bir başka fasılda Mevlana şöyle demekte ve:

 

“Kadını ekmeğe benzetmektedir. Herkesin ve hatta yoksulun bile bulduğu, yiyerek karnını doyurduğu ekmeğe!

 

Kadını örten, kimseye göstermeyen, kapatan adamı da, koltuğuna bir somun ekmeği alıp onu göstermemekte ısrar eden kişiye!...” benzetmektedir.

 

Mevlana’ya göre kadın mutlaka müşterek hayatın içinde yer almalıdır. Mevlana, tüm hayatını tek bir kadınla, eşi ile geçirmiştir. Köle kullanmamış ve hatta köleliğe karşı katı bir tavır içinde olmuştur.

 

Asla cariye edinmemiş, edinenleri de kınamıştır. Ancak ilk karısının ölümünden sonra bir başka kadınla evlenmiş, bu yeni eşi hayatta iken de bu sefer Mevlana gerçekler alemine göçmüştür.

 

Mevlana, kadınların aile içindeki konumları konusunda o kadar hassas idi ki, oğlu Sultan Veled’e yazdığı bir mektupta “Zevcesini hoş tutmasını ve her geceyi gerdek gecesi saymasını, eğer eşine saygı göstermezse kendisini de incitmiş olacağını!...” söylemekten geri kalmamıştır.

 

Her zerrenin Tanrı’nın birer parçası olduğunu belirten bu büyük insanın cinsiyet ayrımı yapabileceğini düşünmek ancak cahilliktir. O’na göre tanrı katında cinsiyet yoktur. Dolayısıyla maddi alemde de cinsiyet ayrımının getirdiği davranış farklılıkları olmamalıdır.

 

Mevlana’ya göre evliliklerde, kadın ve erkeğin birbirlerini tamamlama, bütünleme görevleri vardır ve bu tamamlama ve bütünleme, mutlu, uyumlu bir evlilik için ön şarttır.

 

“Sevgi ve acıma insanlık özelliğidir, hiddet ve şehvet ise hayvanlık.” Mevlana

 

MEVLANA FELSEFESİNDE;“DOĞA, MÜZİK, SEMA”

 

Mevlana’nın şiirlerinde en çok rastladığımız konu doğadır. İnsan, tarih boyu düşünce ve araştırma yoluyla, kendisinin de bir parçası olduğu, içinden geldiği doğaya ve dünyaya sahip olmada yararlanacağı bilgileri bulmak, onları hayata geçirmek ve en önemlisi güç edinme peşinde koştu.

 

Ancak insan, bir noktadan sonra bulduklarının da etkisi sonucu ele geçirdiği bu güçle maddeye ve tekniğe koyduğu ağırlık sayesinde bu kez de kendi yaşamını adeta ipotek altına aldı.

 

“Doğa, görmesini bilen göz, düşünebilen kafa, algılayabilen yürek için en büyük eğitmendir.”

 

Mevlana’ya göre, doğa kendi başına ne haz, ne acı ve ne de ıstırap vericidir. Haz olsun, acı ve ıstırap olsun; hep düşüncelerimizin ürünüdür. Haz ve ıstırap birçok duyunun çalkantısı sonucunda oluşan tortusudur. Hırslarımız ıstırapları, kanaatkarlık hazlarımızı geliştirecektir.

 

Doğa, tümüyle bir uyumluluklar düzenidir. Bunun tek ayrıcalığı, gerek kendisi ile, gerekse çevresi ile sürekli çatışma halinde olan insanoğludur.

 

“Doğayı anlayabilmek için, ona yalnız beden gözü ile değil, ruh gözüyle, gönül gözüyle bakmasını bilmek gerekir.”

 

Mevlana, gerçekten müziği de raksı da çok büyük bir sanat olarak görmekte ve onu övmektedir ve onları bir ibadet şekli olarak benimsemektedir. Mevlana bu konuda şöyle seslenir:

 

“Güzel sesi dinlemek aşıklara gıdadır. Çünkü güzel ses dinlemede. Kalp huzuru ve Allah’la beraber olma zevki vardır.

 

Musikiyle insanın içindeki hayaller kuvvetlenir;

 

Hatta hayaller, o güzel sesten suretlere bürünür.”

 

Kısacası onun müzik zevki ve anlayışı; “Haz ve coşkudan çok daha öte bir değerdir.”

 

Mevlana’nın sema ederken, kendinden geçerek yaptığı konuşmalar, O’nun kendisini aşan ve “Sevgilisi” ile buluşması olarak değerlendirilen sözlerdi.

 

Zaten Mevlana, bir divan şairi olarak algılanmış olmasına rağmen, vezinden ve kafiyeden uzak bir şekilde o günün insanları ve hatta çağını aşarak bugünün ve hatta yarınların insanlarına yansıdığını kabul etmemiz gerekir.

 

Tüm yaşamı boyunca Mevlana’nın bu müzik tutkusu ve anlayışı o kadar ileri gitmişti ki, Mevlana’ya inananlar cenazelerini bile çala, çağıra müzik ve raksla kaldırıyorlardı. Hatta zaman içinde böyle müzikle cenaze kaldırmak bir adet haline de gelmiştir.

 

Sonuç olarak Mevlana, aşkı ve çekim gücünü ortaya çıkaran müzik ve semayı esas olarak kabul eder.

 

Mevlana bir musikişinas değildi. Fakat müzikal bir insandı. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled Mevleviliği bir tarikat halinde kurarken, Mevlevi ayinine sema ile beraber musikiyi de getirmiş ve ardından musikili Mevlevi ayinlerini hayata geçirmiştir.

Gastronomy Consultancy

 Who Wants to Work With Me? What are my Service Areas in Kitchen Consulting and Food and Beverage Consulting?

• Those Who Will Open New Restaurants, System and Operation of the Whole Restaurant (Small Opening and Grand Opening Min. 6-7 Months)

• All Kitchen and Service Vocational Trainings (Depending on the concept and level of education - 1 month to 1 year)

• Food and Beverage Businesses That Have Opened Restaurants Before, But Couldn't Achieve The Success They Desired,

• Those who aim to change the concept by purchasing a ready-made restaurant with attractive prices,

• Those who want to increase their service quality by purchasing a new restaurant,

• Boutique Hotels with International Standards

• Kitchen Planning, city or touristic 4-5 star or boutique hotels that will open with the first kitchen installation (at least 8 months).

• Star Hotels with International Standards (Inner City or Touristic)

• First Kitchen Installations

• Food and Beverage Restaurant Menu Designs (Those Who Want to Change the Menu)

• Those Who Want Patented Meals Only for the Related Business,

• Only Those Who Want Cooking Techniques Specific to the Related Business,

• Those Who Want New Unique Meal Designs Only for the Related Business,

• Those Who Want Special Presentation Techniques To Raise Awareness For That Business Only,

• Private State Meals at Home and Abroad,

• Private Holding Board of Directors Meals in Turkey and Abroad,

• Banquet, Protocol, Organization services for Corporate Companies at home and abroad.

Which Kitchens Are My Working Concept?

Sample menu making, design and practical professional cooking training from A to Z are given in the kitchens listed below.

Special food menus selected from international cuisines, Ottoman Palace Cuisine, Old Istanbul Cuisine, Traditional Turkish Cuisine, Mediterranean Cuisine and cuisines, Vegetarian Cuisine, Traditional Anatolian Cuisine, Steak Restaurant and restaurants with special preferences, Arabic Cuisine, Indian Cuisine in the following areas I am giving.

• Those who want to get information about Kitchen Planning in restaurant kitchen or hotel kitchen,

• Those who want to get information about Kitchen Units in Industrial Kitchens,

• Those who want to have Kitchen Design in luxury restaurant kitchens,

• Those who want to learn about their Cooking Equipment needs in Kitchen Types,

• Those who want to have a Kitchen Organization among those working in restaurant kitchens,

• Those who want to determine the Characteristics of the Kitchen Staff in the hotel kitchens,

• Those who want to eliminate the connections and organizational deficiencies between the Cuisine Types in private kitchen organizations,

• Those who want to increase the level of Efficiency in Kitchen Management in à la carte restaurants with international standards,

• Those who want to receive Culinary Training According to Restaurant Menu and Restaurant Concept in highly refined kitchens,

• Those who want the connection and organization of the kitchen departments in multi-purpose organization kitchens,

• Those who want to have Industrial Kitchen Planning in restaurant kitchens or city hotel kitchens,

• Those who want an audit on Operator Blindness in their restaurant or hotel business,

• Those who want Gastronomy Consultancy in an international location,

• Those who need Kitchen Consulting & Kitchen Consulting in European and Asian countries,

• Those who need Restaurant Consulting & Restaurant Consulting service in high kitchens,

• Those who want Food and Beverage Consultancy services with the aim of increasing turnover in service and kitchen departments for different purposes,

• Those who want Menu Consulting & Menu Consulting with the aim of increasing the service quality for different reasons,

• Those who are thinking of getting Restaurant Concept Design and Consultancy in order to be one of the best restaurants in the city,

• How to Build a New Restaurant Kitchen? those who think

• How to Make a Restaurant Menu, considering that the current menu is insufficient? those who say,

• What is the Restaurant Concept, considering that the concept is now obsolete? How is it created? those who research

• How to Open a Restaurant for some reason? How to Open a Restaurant? Those who want to find themselves in the gastronomy sector by saying,

• What should I pay attention to not to do something twice when opening a new restaurant? those who think

• Those who do not want to fall into the Most Common Mistakes When Opening a New Restaurant,

• What is Sauce, which is nowhere to be found in its new restaurant? How to Make Special Meal Sauces? those who research

• Those who want to receive Foreign Kitchen Staff Consultancy Services related to Turkish cuisine outside of Turkey,

• Those who want to get Foreign Kitchen Staff Consultancy Services related to Turkish cuisine outside of Turkey,

• Gastronomy enthusiasts who want to raise awareness with New Restaurant Projects...

All these are primarily shaped according to the service options that will be requested by me. It is important which service any business owner or institution wants from me. After preparing the feasibility of options on the needed issues, I present my work program with time, cost and "target" results in line with mutual agreement.

In my projects, the "management, service and kitchen" personnel infrastructure, concept, menus, the dimensions of the departments in square meters, the inventory of materials to be used, the main fixtures, service areas, basic decoration, floor and floor, lighting samples, indoor and outdoor areas, VIP lounges, banquettes. halls management circular, work flow assignment and related reports and printed documents are available...

Costs are the main fixtures, but overall costs will be determined after the physical areas of the business are determined.

Some of my restaurant projects are as follows:

Gastronomy Consultancy, Culinary Consultancy, Food and Beverage Consultancy, Restaurant Consultancy, Menu Consultancy, Restaurant Concept Design and Consultancy, one of the Most Asked Questions by Those Who Want to Open a New Restaurant and related consultancy in the gastronomy sector, How to Open a New Restaurant and What to Consider When Opening a New Restaurant should I? I guarantee that you will not make many mistakes when you say it.

I guarantee that you will not rot in your new restaurant or restaurant chain many unnecessary and unnecessary fixtures in your warehouses, that you will not waste money for many unnecessary materials in restaurant materials and that you will not make unnecessary personnel changes. Your newly opened Restaurant Concept and concept design will be prepared together with the interior architect and dental architect you will "appoint".

My Restaurant Projects in My Service Areas prepared by me: Feasibility, presentation style, Management Circular, Management Reports, Kitchen Management, Organization, Cost - Cost, Questionnaire and Forms, Charts and Minutes, Restaurant Management and ideas are included in the restaurant project fee. If I am in charge of the one-on-one operation, I receive an extra fee by mutual agreement with the person or institution that is my employer.

The duration of new restaurant projects has been calculated as approximately 6-7 months if the project details are adhered to. The payments of the restaurant project, which will be a permanent restaurant in your city, are calculated in 3 parts.

1. payment: when the work is started by mutual agreement.

2.payment: when the small opening is made.

3rd payment: when all trainings are completed with the grand opening and the newly opened restaurant reaches the "quality management, personnel training and monthly turnover" targets set by mutual agreement. (Details will be specified in the contract, in some businesses, payments are indexed to turnover and configured with a win-win system)

Activity & Banquet Menus, Sample Restaurant Menus, Menu Types, Menu Planning, Optional Menus, Menu Analysis and Menu Management are included in the price of the New restaurant project to be opened...

Food presentations that do not exist anywhere else, food menu without alternatives, abstracted harmonious decoration, concept design, surprising service portfolio, astonishing price policy and much more are in my restaurant projects....

You can review my current business agreement text for people or institutions who are thinking of working with me.



Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...