Endüstriyel Mutfak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Endüstriyel Mutfak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Kasım 2021 Salı

16. Yüzyılda Osmanlı Bahçe Kültürü Ve Osmanlı Şiir Meclisleri

 16. Yüzyılda Osmanlı Bahçe Kültürü Ve Şiir Meclisleri

Rümeysa ŞİŞMAN

Osmanlı kültür dünyasıyla ilgili çoğunlukla klişelerin ve genel yargıların hâkim olduğu bir atmosfer söz konusu. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, klişelerden uzak değerlendirmeler yapmamıza imkân verecek yaklaşımlara kapı aralıyor. Ve bu çalışmalar, Osmanlı toplumunda şehir mekânlarıyla kültürel hayatın nasıl iç içe geçerek birbirini etkilediğini ortaya koyuyor.

Mesela Shirine Hamadeh, 18. yüzyıl İstanbul’undaki şe- hir mekânlarını ve kültürel dönüşümleri incelediği Şehr-i Sefâ: 18. yüzyılda İstanbul adlı çalışmasında, bu dönem- de meydana gelen mekân dönüşümlerini şiir üzerinden okuyabileceğimizi söyler. Yeni yükselişe geçen toplumsal sınıfların bir sonucu olan bu dönüşümlerin genelde bütün edebiyatta, özelde de şiirde görünür olduğunu vurgular.2

16. Yüzyılda Osmanlı Bahçe Kültürü Ve Şiir Meclisleri
18. yüzyıl İstanbul’unun şehir mekânlarının yapısını, sade- ce şiir üzerinden değil, şairlerin toplandığı ve birbirleriyle iletişime geçtiği yerler üzerinden de gözlemlemek müm- kündür. Esasında şiir ve onun etrafında şekillenen teşrîfat, Osmanlı toplumunun kültürel yapısı ve toplumsal haya- tı ile ilgili genel bir anlayışın ipuçlarını verir. Hamadeh’in 18. yüzyıl için öne sürdüğü bu görüşler, belli ölçüde 16. yüzyıl için de söylenebilir.

Bu noktada, tabiî ki Osmanlı kültür dünyasının nasıl yapılandığını dikkate almak gerekir. Bahar Deniz Çalış’ın belirttiğine göre Osmanlı toplumunun kültürel yapısı, kozmolojik bir hiyerarşiye dayanır.

Çalış, Osmanlı toplumsal hayatının İbn-i Arabî’nin kozmolojik hiyerarşisiyle uyum halinde tesis edildiği görüşündedir. Bu hiyerarşi, entelektüel faâliyetlerdeki ritüellere de yansımakta ve toplumdaki bütün pratikler ve düzenlemeler de bu kozmolojik yapıyı ifade etmekteydi. “Kozmolojik hiyerarşi çok önemliydi, Osmanlı Bahçe Kültüründe çünkü bu hiyerarşi, ruhi, ideolojik, toplumsal, kültürel ve bireysel bütün alanları ihtiva ederek toplumun bütün yönlerini dini bir düzen içine yerleştiriyordu.”3

Çalış bu genel tespitten hareketle hazırladığı doktora tezinde, Osmanlı kültürünün ve edebiyatının önemli bir unsuru olanideal bahçe imajı ile bu kültürün gerçek bahçe pratikleri arasındaki ilişkiyi inceler. Minyatürler ve çeşitli metinler üzerine yaptığı incelemeler sonucunda şu tespiti yapar: Bir meclisin mensupları veya belli bir meclise katılanlar, yiyeceklerin etrafında daire olup otururlar. Meclisi düzenleyen ev sahibi en ayrıcalıklı konuma sahiptir.

Bu tür meclisler genellikle nehir kenarlarında veya süslü pınar başlarında kurulur. Bu kozmolojik yapıda içteki mekânlar, her zaman için dıştakine nazaran daha üstündür. Ve bahçeler de genel kamu hayatıyla karşılaştırıldığında içe ait mekânlardır.4

16. Yüzyılda Osmanlı Bahçe Kültürü Ve Şiir Meclisleri

16. yüzyılda saray seçkinlerinin ve şairlerin toplanma mekânları, hususî haneler, meyhaneler, dükkânlar, tekkeler ve saraya ait ya da hususî bahçelerden müteşekkildi. Bu toplanma mekânları arasında bahçelerin özel bir önemi vardı. Sultan ve sarayı ise entelektüel hayatın merkezinde yer alıyordu. Bu seçkin insanlar şiir okumak ve eğlenmek için sultanın bahçelerinde (has bahçelerde) ya da hususî bahçelerde toplanıyorlardı.

Safavî bahçesi , (Molla Câmi', Heft Evreng, Metropolitan Museum)

Osmanlı kültür dünyasıyla ilgili çoğunlukla klişelerin ve genel yargıların hâkim olduğu bir atmosfer söz konusu. Son zamanlarda yapılan araştırmalar, klişelerden uzak değerlendirmeler yapmamıza imkân verecek yaklaşımlara kapı aralıyor. Ve bu çalışmalar, Osmanlı toplumunda şehir mekânlarıyla kültürel hayatın nasıl iç içe geçerek birbirini etkilediğini ortaya koyuyor.

Mesela Shirine Hamadeh, 18. yüzyıl İstanbul’undaki şehir mekânlarını ve kültürel dönüşümleri incelediği Şehr-i Sefâ: 

18. yüzyılda İstanbul adlı çalışmasında, bu dönemde meydana gelen mekân dönüşümlerini şiir üzerinden okuyabileceğimizi söyler. Yeni yükselişe geçen toplumsal sınıfların bir sonucu olan bu dönüşümlerin genelde bütün edebiyatta, özelde de şiirde görünür olduğunu vurgular.2

18. yüzyıl İstanbul’unun şehir mekânlarının yapısını, sadece şiir üzerinden değil, şairlerin toplandığı ve birbirleriyle iletişime geçtiği yerler üzerinden de gözlemlemek mümkündür. Esasında şiir ve onun etrafında şekillenen teşrîfat, Osmanlı toplumunun kültürel yapısı ve toplumsal hayatı ile ilgili genel bir anlayışın ipuçlarını verir. Hamadeh’in 18. yüzyıl için öne sürdüğü bu görüşler, belli ölçüde 16. yüzyıl için de söylenebilir.

Bu noktada, tabiî ki Osmanlı kültür dünyasının nasıl yapılandığını dikkate almak gerekir. Bahar Deniz Çalış’ın belirttiğine göre Osmanlı toplumunun kültürel yapısı, kozmolojik bir hiyerarşiye dayanır. Çalış, Osmanlı toplumsal hayatının İbn-i Arabî’nin kozmolojik hiyerarşisiy-Sultanın huzurunda şiirini okuyan bir şair (Anonim, Tezkiretü'l-Şuara, Österreichische Nationalbibliothek)

A Garden for the Sultan: Gardens and Flowers in the Ottoman Culture, adlı eserinde Nurhan Atasoy, Osmanlı’daki has bahçelerin özelliklerini şöyle sıralar: “Yüksek, çit benzeri duvarlarla çevrili; duvar kenarlarına ağaçlar dikilmiş; çok farklı ağaç türleri olmasına rağmen en azından birkaç selvi ağacı ve tercihen baharda çiçek açan ağaçlar; dikdörtgen şeklinde ve ağaç diplerine yerleştirilen çiçek tarhları; bir bahçe köşkü; bir kürsü ve sandalye veya önünde bir havuz ya da kaynak suyu varsa sultanın oturması için bir oturak; sultanın üç kıtaya hükmettiğinin sembolü olarak vahşi hayvanlar ve eğlence amaçlı binmek için yetiştirilen atların ahırları.”5

16. Yüzyılda Osmanlı Bahçe Kültürü Ve Şiir Meclisleri

Saray kültürel ve entelektüel hayatın merkezi olduğu gibi, sultanların iltifatları (courtesies) da kişilerin saray hayatına dâhil olabilmesi bakımından önemliydi. Bu nedenle, edebi ve görsel sanatlarda eser vermek, kültürel hayata girmenin âdeta anahtarıydı. Ayrıca, bu sanatlar yüksek maliyetli olduğu için bir hâmîlik sistemi gerekliydi. Bu sebeple, bahçelerdeki meclislerin baş aktörleri ile ilgili olarak, on altıncı yüz yılın ilk yarısı için Osmanlı divan şiirinde ve bir şairler sınıfının ortaya çıkışında saray hâmîliğinin merkezi bir yeri olduğu vurgulanmalıdır.6

Kültürel ve entelektüel hayatın yanı sıra, şiir yazabilmek ya da edebiyattan anlamak hükümet makamlarına yerleştirilecek zevâtı seçmek için de bir yeterlilik sınavı gibi işlev görüyordu. Mesela bir şiir ya da başka Osmanlı Şiir Meclislerinde bir eser ortaya koyan kişi, bir atama ya da terfi için yetkililerin dikkatini çekmeyi de hedefliyordu.7 Burada siyaset, iktisat ve sanatın Osmanlı kültüründe nasıl iç içe geçmiş olduğunu ve aralarındaki derin bağlantıyı görüyoruz. Walter Andrews, bu bağı dikkate alarak, Osmanlı kültüründe şiir ve toplumun karşılıklı olarak birbirini oluşturduğu sonucuna varır. 8

Osmanlı kültüründe Timurluların himaye kültürü ve Çağatay edebiyatı en ideal hedefler olarak kabul edilirdi. Bu sebeple sanat, sistemin merkezileştirilmesinde hayatî bir öneme sahipti. Osmanlılarda idârî yapıyı sistematikleştirme ve merkezileştirme çabaları esnasında sanat, daima merkezin toplumsal hayat üzerindeki hâkimiyetini ifade eden, önemli bir işlev görmüştür.9

Osmanlı toplumunda insanlar nerelerde toplanırdı?

Halkın toplanma mekânları, merak uyandıran sorulardan biridir. Söz konusu yüzyıllar için bu soruyu şöyle cevaplamak mümkündür: Halk genellikle mahallelerindeki dükkânlarda, bozahanelerde, berber dükkânlarında ve hamamlarda bir araya gelirdi. Bu toplantılar şehrin içinde veya civarındaki bahçelerde de yapılırdı, ama bu meclislerde daha ziyade belli toplumsal gruplara üye olanlar, ya saray mensubu ya da lonca mensupları, yani seçkinlerden veya âlimlerden oluşan kimseler bulunabilirdi.

Fakat, her önüne gelenin dâhil olmasına izin verilmeyen bu bahçelere girmek için uygulanan katı bir üyelik kuralı da söz konusu değildi. Üyelik yapısını bazı doğal gruplaşmalar belirliyordu, çünkü loncaların birbirinden farklı toplanma mekânları mevcuttu. Bu hususî bahçelerde düzenlenen meclislere ve toplantılara, sadece mansıbı olanlar (yani belli bir merci tarafından mevki verilmiş olanlar) katılabiliyordu.

Tabii Olanla Ahenk İçinde

Osmanlı toplumsal hayatında bahçelerin önemi, divan şiirinde karşımıza çıkan bahçe kültürü üzerinden de izlenebilir. Divan şiirinde âşıkların ve mâşukların bütün fiilleri çoğunlukla böyle bahçe meclislerinde vuku bulur. Osmanlı edebiyatında bahçelerdeki meclislere verilen birbirinden farklı pek çok isim mevcuttur: bezm, ‘ıyş, sohbet, meclis, devr. Bu meclisler genellikle güneş battıktan sonra veya gece başlayıp güneş doğuncaya kadar sürer.

16. Yüzyılda Osmanlı Bahçe Kültürü Ve Şiir Meclisleri

16. yüzyıl Osmanlı İstanbul’unda bahçe kültürünü belirleyen çok sabit ve keskin kurallar söz konusu değildir. O dönemin Osmanlı bahçeleri pek çok kültürel karşılaşmanın da zemini olarak görülebilir.

İstanbul bahçeleri üzerinde sadece Müslümanların tezyin ettiği bahçelerin değil, Bizans bahçelerinin de etkisi vardır. Timurlu-İran kültürü de on altıncı yüzyıl İstanbul’unda etkin olan bir başka kültürel renktir. Fakat Osmanlı bahçeleri, cennet bahçelerini yansıtmayı gaye edindikleri ve bu sebeple de mümkün olduğunca bahçenin doğal halini korumaya özen gösterdikleri için bu özellikleriyle diğer bahçelerden ayrılırlar. Bahçelerin yapısı, tabii olanla ahenk içinde olma fikrinin bir tezahürü gibidir.10

Bazı bahçelerde sultan için küçük bir köşk veya zaman geçirmek ya da gölgelenmek için inşa edilmiş küçük binalar da yer alırdı. Ulaşımı kolaylaştırdığı için deniz sahilinde yer alan bahçeler daha çok tercih edilirdi. İstanbul’da sultanlara ve hanedan ailesine ait pek çok bahçe mevcuttu. Saray bahçeleri Boğaziçi boyunca uzanan alanda yer alıyordu. Necipoğlu’na göre “16. yüzyıl seyyahları, Boğaziçi kıyılarının özellikle Asya yakasında saraya ait büyük yazlık bahçelerle dolu olduğunu teyit eder.”11

Bu bahçelerin kayıtları çok ayrıntılı bir şekilde tutuluyordu. Sultana ait olan bahçeler sadece eğlence ve gezi mekânları değildi; aynı zamanda sarayın sebze, meyve ve çiçek ihtiyacını temin etmek de bu bahçelerin sorumluluğundaydı. Bu bahçeleri işletenler, sarayın bostancıbaşısının emri altında görev yapıyordu. Saray, bu bahçelerin ürünlerinden ihtiyacı nispetinde alıyor, geri kalan ürünler de bahçeyi işletenin geliri oluyordu.12

Saray ileri gelenlerinin bahçeleri pek fazla görünür değildi. Hanedanın yanı sıra bu saray ileri gelenleri de bahçelerinde meclis toplayabilirdi. Fakat bahçe sahibinin vefâtı veya başka bir yere sürülmesi sebebiyle ya da sultanın fermanı gereği müsadere ile bu bahçeler daha sonra genellikle saray bahçelerine katılırdı. İşte kayıtlarda bu bahçelere çok az ve seyrek rastlanmasının sebebi budur.

Gülru Necipoğlu “16. yüzyıldan hiç bir Osmanlı bahçesi günümüze ulaşmadığından, onlar üzerine yapılan bir inceleme, metinlerle ve resimlerle sınırlı olmak zorundadır.”13 der. Yani zamanın bahçe kültürünü anlamak için elimizde kaynak olarak sadece minyatürler ve edebî metinler mevcuttur.

Kültürel Tarihe Işık Tutan Tezkireler

16. yüzyılın Osmanlı İstanbul’u ile ilgili yazılı kaynakların başında tezkireler gelir. Tezkireler, şairlerin biyografilerine yer vermelerinin yanı sıra kültürel hayatla ilgili ayrıntılı bilgiler de ihtiva ederler. Mesela şairlerin hayatı anlatılırken bir taraftan da şairlerin farklı mesleki donanımlarına, insanların gündelik hayatına, eğlence ve gezi mekânlarının özelliklerine dair bilgi edinilebilir. Şairlerin hayatı, doğum ve ölüm tarihleri ve mekânları, yaptıkları işler, diğer şairlerle toplanma mekânları, hem gündelik hayatları hem de resmi ilişkilerine dair bilgiler bu tezkirelerde yer alır.

16. Yüzyılda Osmanlı Bahçe Kültürü Ve Şiir Meclisleri

16. yüzyıl şuara tezkirelerinde Zâtî’nin kitap dükkânı, Çağşırcı Şeyhî’nin dükkânı, Ağaççı İskender Ahmed Çelebî’nin oğlunun evi, Atmeydanı, Tahtakale, Galata’daki Efe Meyhanesi ve Topkapı Sarayı’nın has bahçeleri veya Üsküdar, dönemin en önemli toplanma mekânları olarak öne çıkar. Fakat bu bahçeler, Osmanlı seçkin kesiminin toplanma mekânları olduğu için de ayrıca önem taşımaktadır.

Osmanlı edebiyatında bir tür olarak şair tezkireleri, aynı zamanda Osmanlı toplumunda şiirin ne kadar önemli olduğunu da ortaya koymaktadır. Sehî Bey, Latifî Çelebî, Âşık Çelebî, Kınalızâde Hasan Çelebî, Ahdî ve Beyânî, on altıncı yüzyılın en önemli tezkire yazarları olarak sayılabilir. Bu zatların yazdığı tezkireler, şairler arasındaki ilişkilere ve iletişim ağlarına dair bilgiler vermelerine rağmen, toplanma mekânları ile ilgili çok bâriz ifadeler kullanmazlar.

Esasında bugüne kadar yapılan çalışmalar gösteriyor ki, saray bahçeleri hâriç hususî bahçeler kayıtlarda pek fazla yer almamıştır.14 Bu yüzden Âşık Çelebî’nin Tezkire’si şairlerin toplandığı bahçelerle ilgili ayrıntılı bilgi vermesi bakımından özel bir önem arz etmektedir. Âşık Çelebî’nin tezkiresinde, Efşancı Mehmet Bahçesi, Kara Bâlîzâde Bahçesi, Yunus Paşa Bahçesi, Yeniçeri Işki Bahçesi ve Sirkeci Bahşî Bahçesi gibi saray seçkinlerinin bahçelerinin adı geçer. Âşık Çelebî’nin asıl gayesi o dönemde yaşayan şairlerin hayatlarını kaydetmek olduğundan, bu bahçelerden sadece şairlerin toplanma ve eğlenme mekânı olması mesabesinde bahseder.

Mesela Efşancı Bahçesi önce Vasf-ı Efşancı, yani Efşancı’nın özellikleri alt başlığıyla geçer tezkirede.15 Efşancı Mehemmed Çelebî, çok yetenekli bir şahıs olarak tanıtılır. Sultan II. Mehmet’in tahtta olduğu yılların sonlarına doğru yaşayan Efşancı el yazısında ve hızlı yazmada ustalaşmıştı. Aynı zamanda katı’ sanatındaki ustalığıyla da biliniyordu. Rengarenk kağıtları keserek yani ka’tı sanatıyla güzellikte gerçekleriyle yarışan bahçeler yapmıştır. Sanatındaki ustalığı sebebiyle pek çok defa saraya davet edilmiş ve bu ziyaretler esnasında kendisine pek çok hediyeler ve mansıplar verilmiştir. Efşancı, ayrıca, katı’ sanatını ilk icra eden kişi olarak da bilinir.

16. Yüzyılda Osmanlı Bahçe Kültürü Ve Şiir Meclisleri

Sultan huzurunda fasıl (Anonim, Meclis-i Şuara, Metropolitan Museum)

Bu sanatta onun izinden gidenleri saydıktan sonra Âşık Çelebî, Efşancı’nın sanatını ayrıntısıyla anlatır. Efşancı’nın eserlerinden biri Topkapı Sarayı Müzesi’ndedir ve Nurhan Atasoy A Garden for the Sultan adlı kitabında bu esere yer verir ve eseri ayrıntılı bir şekilde tasvir eder.16 Efşancı’nın kâğıttan bahçesinde çiçekler ve otlar çok çeşitlidir ve bahçede yer alış şekilleri bir yandan simetrik diğer yandan ise asimetrik bir özellik gösterir. Müzedeki bu eserin Efşancı’nın gerçek bahçesinin bir tasviri olduğu kabul edilir. Efşancı’nın hastalanıp katı’ sanatını bırakmak zorunda kalmasının ardından kurduğu gerçek bahçedeki bitkiler, ağaçlar ve çiçekler, Âşık Çelebî’nin tezkiresinde ayrıntılı bir şekilde tasvir edilir.

Bu arada çiçek kültürünün İstanbul’da çok eski bir geçmişinin olduğuna da işaret etmek gerekir. Çiçeklere olan ilgi doğal olarak çiçek satan dükkânların sayısında da bir artışa yol açmıştır ve bu sayı bütün Osmanlı tarihi boyunca çiçek ile uğraşmanın ve çiçek kültürünün ne kadar yoğun olduğunu da göstermektedir.17

Efşancı’nın bahçesi, ilim adamları, şairler, bürokratlar ve yönetici seçkinlerin toplanma mekânlarından biriydi. Özellikle sadrazam İbrahim Paşa ve Padişah, bu bahçeye sık sık ziyarette bulunurdu. Ölümüne yakın, Efşancı bahçeye bir mektep inşa ettirir ve bu mektebin yanına gömülmeyi vasiyet eder. Efşancı’nın bahçeyi idare ettiği zamanlarda Kara Bâlîzâde tarafından bir başka bahçe daha açılmıştır ve Âşık Çelebî bu eş zamanlılıktan bahsederek Efşancı’nın bahçesinin üstünlüğünü vurgular.

Şairlerin sultan huzurunda yarışması (Mîr Seyyid Alî, Hamzanâme, British Museum)

Âşık Çelebî’nin tezkiresinde bahsi geçen bir diğer bahçe sahibi ise Kara Bâlîzâde’dir.18 Zikrettiği başka bahçelerin aksine Kara Bâlîzâde’nin bahçesi kayıtlarda has bahçe olarak yer alır.19 Kara Bâlîzâde güzelliklere düşkünlüğü ve maşuklarının çokluğu ile tanıtılır. Bahçesinde gece gündüz eğlenceler ve meclisler düzenlenerek misafirler ağırlanır.

16. Yüzyılda Osmanlı Bahçe Kültürü Ve Şiir Meclisleri

Kara Bâlîzâde bahçesi, 16. yüzyılda İran usulü çeharbağ (dört bahçe) tarzında yapılandırılmış tek bahçedir ve Boğaz’ın Avrupa yakasında Kabataş civarında yer alır. Necipoğlu’nun belirttiği gibi, Salomon Schweigger seyahatnamesinde özellikle II. Selim zamanında Topkapı Sarayı’na yakınlığı münasebetiyle bu bahçenin büyük önem taşıdığından bahseder.20 Kara Bâlîzâde bahçesinin ayırt edici özelliklerinden biri yapısı ve şeklidir. Âşık Çelebî’ye göre bu bahçenin bir diğer özelliği ise düzenlenen meclislerin kurallarının esnek olmasıdır.

Hem kapalı mekânlarda hem de bahçelerde düzenlenen meclislerde, katılan kişilerin uyması gereken bir takım kurallar vardı. Bir katılımcı, bahçe sahibinin ve oraya gelen misafirlerin tavır ve davranışlarına uygun bir tavır ve hal içerisinde olmalıydı. Böyle kurallar olmasına rağmen, Kara Bâlîzâde’nin bahçesine herkese istediği gibi katılabilme imkânı verilmişti. Ama yine de bir takım özel kurallar vardı. Mesela Kara Bâlîzâde, bahçesine gelenlerin kötümser, neşesiz ve ümitsiz olmalarına izin vermiyordu; üzüntüye sebebiyet verecek her şey bahçenin dışında bırakılmalıydı.

Âşık Çelebî’nin bahsettiği bir başka bahçe ise Işkî-yi Sâlis’e (Üçüncü Işki) aitti. Memleketi İstanbul’a yakın yerleşimlerden Yenihisar olan Işkî’nin esas adı İlyas’tır ve bir yeniçeridir.21 Almanya seferi sonrası öldüğü zannedilerek maaşı kesilir, bunun akabinde Işkî, Bayrâmîyye tarikatına girmeye karar verir. 16. yüzyıl tezkire yazarlarından Ahdî’ye göre ise Işkî’nin babası da yeniçeridir ve Işkî’nin emekliye sevk edilmesinin nedeni öldü zannedilmesi değil hastalıktır.22 Işkî daha sonra memuriyetle meşgul olur ve yazdığı şiirler sayesinde pek çok mansıp kazanır.

Daha sonra Üsküdar’da deniz kıyısında bir bahçe kurar. Çiçekler, kuşlar ve ağaçlarla dolu olan bahçe, seçkin insanlardan başlayarak pek çok farklı kesimin toplanma mekânı haline gelir. Bahçeye gelen misafirler şiirler okur, oyunlar oynar, müzik dinler, satranç oynar. Fakat kısa bir süre sonra Işkî Yenihisar’a döner ve orada ölür. Başka bahçelerin sahiplerinden farklı olarak, Işki’nin aynı zamanda bir şair olduğundan da bahseder Âşık Çelebî. Nitekim Kınalızâde, Ahdî, Beyânî ve Latifî gibi on altıncı yüzyıl tezkire yazarları, eserlerinde Işkî’nin hayatına ve şiirlerine yer verirler.

Bir diğer bahçe sahibi olan Sirkeci Bahşî’nin bahçesi ise Beşiktaş’tadır.23 Kendisinden şair Gazalî’nin (Deli Birader) arkadaşı olarak bahsedilen Bahşî, Bursalıdır. Sahn Medresesindeki öğrenciliği esnasında bir gece sarhoşken deprem olur, o da bir daha içmemeye karar verir. İçkiyi bırakınca turşu müptelası olur. Bu yüzden bahçesinin bir bölümünü turşuluk sebzelerin yetiştirilmesine bir bölümünü de sirke üretimi ve satışına ayırır. Bahşî’nin tatil günlerinde ilim erbabı ve ileri gelen seçkin kişilerin toplandığı bahçesinin meyve ve sebzeleri çok meşhurdur. Bahçenin bir diğer özelliği de okuma-yazma bilmeyen ve eğitimsiz kişilerin oradaki meclislere kabul edilmemesidir.

16. yüzyıl tezkirelerini okurken rastlanabilecek pek çok örnek, dönemin toplumsal ve kültürel hayatının bir portresini ele verecek özelliklere sahiptir. Çünkü şairlerin toplandığı ve iletişime geçtiği mekânlar, 16. yüzyıl kentsel mekân yapısının önemli bir parçasını oluşturuyordu. Fakat 18. yüzyıl bahçeleri ve toplanma mekânlarının aksine, 16. yüzyıldaki bahçelerin görünürlüğünü ve sürekliliğini izleme imkânımız yok. Böyle bir sürekliliğin olmayışında, yani bu bahçelerin ortadan kayboluşunda, o dönemde şehirde yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan kahvehaneler gibi kamu mekânlarının da etkisi de olabilir. Fakat bu konunun ayrıca incelenmesi gerekir. Bu hususa sadece işaret ederek 16. yüzyıl bahçeleri ile ilgili sadece edebi metinler ve minyatürler üzerinden iz sürebileceğimizi tekrar belirtelim. İşte bu sebeple hem 16. yüzyıl İstanbul kent mekânının tasvir edilmesinde hem de Osmanlı toplum yapısının anlaşılmasında önemli kaynaklar olan tezkireler, üzerlerinde tekrar tekrar çalışılmayı bekliyor.

****
1) İstanbul Şehir Üniversitesi Kültürel Çalışmalar Programı Yüksek Lisans Öğrencisi Türkçe Okutmanı 2) Hamadeh, Shirine. 2010. Şehr-i Sefa: 18. Yüzyılda İstanbul. İstanbul: İletişim Yayınları. 3) Çalış, Bahar Deniz. 2004. Ideal and Real Spaces of Ottoman Imagination: Continuity and Change in Ottoman Rituals Of Poetry (Istanbul, 1453-1730). PhD diss., Middle East Technical University. s.10. 4) A.g.e., s. 11. 5) Atasoy, Nurhan. 2002. A Garden for the Sultan: 

Gardens and Flowers in Ottoman Culture. Koç Culture, Arts and Communications Inc. and Aygaz A.Ş. s. 53. 6) Kim, Sooyong. 2005. Minding the Shop: Zati and the Making of Ottoman Poetry in the First Half of the Sixteenth Century. PhD diss., The University of Chicago. s. 13. 7) A.g.e., s. 34. 8) Andrews, Walter. 1985. Poetry's Voice, Society's Song, Ottoman Lyric Poetry. Seattle and London: University of Washington Press. s. 143174. 9) Kim, s. 15. 10) Necipoğlu, Gülru. 1997. The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul as a Mirror of Classical Ottoman Garden Culture içinde Gardens in the Time of the Great Muslim Empires: Theory and Design. Attilio Petruccioli (ed). Leiden; New York: E.J. Brill. s. 32.11) A.g.e., s. 33. 12) Artan, Tülay. 1993.

Osmanlı Dönemi in Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi. İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı. vol.1 p.543 13) Necipoğlu, p. 32. 14) Erdoğan, Muzaffer. 1958. Osmanlı Devrinde İstanbul Bahçeleri. Vakıflar Dergisi. Ankara. IV: 149-182. Ve Zeki, Mehmed. 1335 [1917]. On Birinci ve On İkinci Asırlarda İstanbul’da Bağçeler ve Mesireler Edebiyât-ı Umûmiyye Mecmuası. İstanbul, II 30: 76-78. 15) Âşık Çelebî, 979/1572. Meşairü’ş-şuara : inceleme metin. Hazırlayan Filiz Kılıç. İstanbul : İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, 2010. vol.2. p.998 16) Atasoy, p.73. 17) Sakaoğlu, Necdet. Çiçekçilik in Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi. İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı. vol.2 pp.508 -512. 18) Âşık Çelebî, p.1204. 19) Atasoy, s. 275; Erdoğan, s. 170. 20) Necipoğlu, s. 32-34. 21) Âşık

Boğaz'da bir gemi (Anonim, Topkapı Hazine Arşivi)
Çelebî, s. 1090. 22) Bağdatlı Ahdi. 2009. Gülşenü’ş-Şuara. Hazırlayan Süleyman Solmaz. Kültür Bakanlığı Yayınları.s. 229. http://ekitap.kulturturizm. gov.tr/belge/1-83501/ahdi---gulsen-i-suara.html 23) Âşık Çelebî, s. 1642.

KAYNAKÇA
1) Andrews, Walter. 1985. Poetry's Voice, Society's Song, Ottoman Lyric Poetry. Seattle and London: University of Washington Press. 2) Aşık Çelebî, 979/1572. 

Meşairü’ş-şuara : inceleme metin. Hazırlayan Filiz Kılıç. İstanbul : İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, 2010. 3) Atasoy, Nurhan. 2002. A Garden for the Sultan: Gardens and Flowers in Ottoman Culture. Koç Culture, Arts and Communications Inc. and Aygaz A.Ş. 4) Bağdatlı Ahdi. 2009. Gülşenü’ş-Şuara.

Hazırlayan Süleyman Solmaz. Kültür Bakanlığı Yayınları. p.229. http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/belge/1-83501/ahdi---gulsen-isuara.html 5) Çalış, Bahar Deniz. 2004. Ideal and Real Spaces of Ottoman Imagination: Continuity and Change in Ottoman Rituals Of Poetry (Istanbul, 1453-1730). PhD diss., Middle East Technical University. 6) Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi. İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı. 7) 

Erdoğan, Muzaffer. 1958. Osmanlı Devrinde İstanbul Bahçeleri. Vakıflar Dergisi. Ankara. IV: 149-182. 8) Hamadeh, Shirine. 2010. Şehr-i Sefa: 18. Yüzyılda İstanbul. İstanbul: İletişim Yayınları. 9) Kim, Sooyong. 2005. Minding the Shop: Zati and the Making of Ottoman Poetry in the First Half of the Sixteenth Century. PhD diss., The University of Chicago. 10) Necipoğlu, Gülru. 1997.

The Suburban Landscape of Sixteenth-Century Istanbul as a Mirror of Classical Ottoman Garden Culture in Gardens in the Time of the Great Muslim Empires: Theory and Design. Attilio Petruccioli (ed). Leiden; New York: E.J. Brill. pp. 32-71. 11) Zeki, Mehmed. 1335 [1917]. On Birinci ve On İkinci Asırlarda İstanbul’da Bağçeler ve Mesireler Edebiyât-ı Umûmiyye Mecmuası. İstanbul, II 30: 76-78. 12) Zeki, Mehmed. 1335 [1917]. Eski İstanbul Bağçeleri. Edebiyât-ı Umûmiyye Mecmuası. İstanbul, II 32: 107-109.


30 Ekim 2021 Cumartesi

Osmanlının musikî Okulları

 
Osmanlının musikî Okulları
Erhan Özden 
 
ÖZET
On dokuzuncu asrın sonuna kadar Enderûn, Mevlevihane, Mehter ve Mızıkay-ı Humayûn’a bağlı dersliklerde görülen sistemli mûsikî dersleri XIX. Y.y’ın sonlarına doğru Maârife bağlı mekteplerde de okutulmaya başlamıştır. Bunun mûsikî eğitimine pedagojik anlamda müspet katkıları olmuştur. Bu döneme kadar resmi eğitimden faydalanabilmek için Enderûn mensubu, tekke dervişi ya da asker olmak gerekmekteydi. Artık mûsikî istidadı olan her talebe müstakil bir okulda öğrenim görebilecek ve mûsikîyi bir meslek olarak icra edebilecektir. Bu tür okulların açılması daha çok II. Meşrûtiyet sonrasına rastlamaktadır. Osmanlı Maârif sisteminin daha sağlam olarak şekillendiği bu dönemde mûsikînin yanı sıra pek çok sanat mektebi de açılmıştır. Mûsikî okullarından bahsedeceğimiz bu çalışma aynı zamanda mûsikî eğitiminin profesyonelleşme sürecini göstermektedir.
 
GİRİŞ 
Osmanlı Maârifi’nin teşkilatlanma sürecinde açılan okullar içerisinde bulunan mûsikî mektepleri mûsikî tarihimiz açısından önemli bir yere sahiptir. Başta Osmanlının musikî Okullarından İstanbul olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerinde pek çok mûsikî okulu kurulmuştur.Başlangıçta bazı dernek ve cemiyetlerin bünyesinde bulunan küçük çaptaki topluluklar zamanla yerlerini profesyonel mûsikî eğitimi veren mekteplere bırakmıştır. 
 
Maârife bağlı mûsikî okullarını bir kaç başlıkta ele almak gerekir. Bunlar “Mûsikî Mektepleri, Cemiyetler ve II. Meşrûtiyet’ten sonra açılan modern konservatuvarlardır. Ders işleniş şekilleri birbirine benzese de öğrenim gören talebe modelleri farklıdır.Her okul farklı bir hizmet anlayışı ile mûsikî eğitimi vermektedir.
 
Cemiyetler, modern konservatuvarlar ve mûsikî muallim mekteplerinde farklı bir amaç içerisinde öğrenim görülmektedir.Yurdun pek çok şehrinde açılan mûsikî derneklerinde verilen eğitim meşk sistemine dayanmaktadır.Müfredat ve ders işleniş teknikleri benzer özellikler gösterir.Klasik Osmanlı meşk sisteminin benimsendiği bu eğitim sistemi aynı zamanda mûsikî eğitimimizin temelini oluşturmaktadır.Okullarda da durum buna benzemektedir.Fakat okullarda Halk mûsikîsi ve Batı mûsikîsi eğitimi de vardır.Yani müfredat daha geniştir.Bu da verilen eğitimi daha verimli kılmaktadır.
 
Dernek ve cemiyetlerde uygulanan mûsikî müfredatı genellikle bir mûsikî alanına yöneliktir.Ya Klasik Türk Mûsikîsi ya da Halk mûsikîsi eğitimi verilmekle beraber bazı cemiyetlerde her iki alanda da eğitim yapılmaktadır.Nota eğitimi Batı tekniğine dayalı olarak verilmekte, solfej, bona, ritim ve diğer nazari konular ise çeşitli kaynak kitaplar eşliğinde öğretilmektedir. Okullardaki ders araç-gereçleri ve kaynak kitaplar tâlimatname ve ders müfredatlarında daha ayrıntılı olarak karşımıza çıkmaktadır. Cemiyetlerde ise bu konuların daha çok muallimlerin tercihine bırakıldığı görülmektedir. Maârif’e bağlı okullar kaynak kitap ve fiziki ortam açısından daha zengindirler.Bu gayet normal bir durumdur fakat bazı cemiyetlerin fiziki olanakları pek çok okuldan daha zengindir. 
 
Günümüz müzik eğitiminin okullarda uygulanan bazı prensiplerinin hala geleneksel metotlarla sürdürülüyor olması geçmişteki eğitimle bugünkü arasındaki bağın devam ettiğini göstermektedir. Geleneksel meşk sisteminin hakim olduğu pratik müzik eğitimi teorik eğitimin aksine bireye dayalıdır ve bütün dünyada benzer şekillerde uygulanmaktadır. Bu nedenle Osmanlı’daki müzik okullarında uygulanan eğitim şekli günümüz okullarında verilen eğitimden çok farklı değildir. Bilim ve teknolojinin gelişmesiyle beraber teorik eğitimin giderek profesyonelleşmesi bugün uygulananan eğitimi daha da zenginleştirmiştir. 
 
Geçmişte verilen Türk Mûsikîsi eğitimiyle günümüz eğitimini karşılaştırmak ve gelinen noktayı tespit etmek açısından bu okulların müfredat, program ve imtihan bilgilerine ulaşmak gerekmektedir. Aşağıdaki okulların yanı sıra daha bir çok okulun bulunduğu ve bunlara dair elimizde herhangi bir bilgi olmadığını düşünecek olursak araştırmacılara çok iş düştüğü aşikardır. Osmanlı’nın mûsikî okullarına yönelik bir tespit amacı taşıyan bu makale şimdiyekadar elde edilen belge ve vesikalardan yola çıkılarak kaleme alınmıştır. 
 
Dârü’l-bedâyi Tiyatro ve Mûsikî Mektebi
 
Osmanlı’da kurulan konservatuvar niteliğindeki ilk mûsikî okulu 
 
Darülbedayi’dir.İstanbul Belediye Başkanı Cemil Paşa’nın (Topuzlu) desteği ile açılan okul resmi olarak 1914 yılında kurulmuştur.Okul kurulurken deneyim ve görüşlerinden faydalanmak için Paris’ten ünlü tiyatro eleştirmeni Andre Antoine davet edilmiştir (Çalışır, 1995, s. 153).Bir tiyatro okulu olarak açılması düşünülen konservatuvara sonradan Batı ve Türk Mûsikîsi eğitimi veren bölümler açılmıştır. Okulun ismi ilk başta “konservatuvar” olarak düşünülmüş ise de Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem’in (Bolayır) önerisiyle “Darülbedâyi Osmani” adını almıştır. Darülbedâyi, Şehzadebaşı’nda bulunan vilayete ait Letafet apartmanında eğitime başlamıştır. 
 
Mûsikî hocaları arasında Ali Rıfat Bey (Çağatay), Zekâizade Ahmet Efendi (Irsoy), Leon Hancıyan, Abdülkadir Töre, Zeki Üngör, Zati Arca ve Tanbûrî Cemîl Bey bulunmaktadır. Okulun ilk “müzikli temsili” 12 Ocak 1916’da verilmiştir.Oyun öncesi rast makamında eserler çalınmış oyunun sonunda verilen konserin giriş taksimini ise Tanbûrî Cemîl Bey yapmıştır (Çakmakoğlu, 1997, s.34). 
 
I. Dünya Savaşının olumsuz atmosferinde Batı mûsikîsi şubesi kapanmıştır. Batı mûsikîsi şubesinin kapanmasından sonra iki yıl kadar Türk mûsikîsi eğitim ve icraları devam etmiş ancak maddi sıkıntılar yüzünden 1916 yılında bu bölümünde kapısına kilit vurulmuştur (Karadağlı, 2006, s.98). Kapatılmadan önce Türk mûsikîsi eserlerinin notaya alınmasına karar verilmişti.Ancak bu hizmet daha sonra kurulacak olan Darülelhan’da gerçekleşebilecektir.Mûsikî şubelerinin kapanmasının ardından tiyatro faaliyetlerine devam edilmiştir. Çeşitli sıkıntılar yüzünden dönem dönem kapanma noktasına gelen kurum 1931 yılında İstanbul Belediyesine bağlı olarak İstanbul Şehir Tiyatrosu adını almıştır (Muhsin  Ertuğrul İstanbul Şehir Tiyatrosu). 
 
Ne Osmanlı arşivinde ne de başka bir kaynakta Darülbedayi’ye ait mûsikî ders programı, müfredat bilgisi, imtihan cetveli ya da başka bir vesika bulunamamıştır.Bu ilk mûsikî okulunda verilen eğitiminin tamamen icraya yönelik olduğunu düşünmekle beraber yoğun bir konser programının uygulandığı bilinmektedir.Daha çok icraya yönelik bir program izlenmektedir.Kurulmasının ardından iki yıl içinde kapandığı düşünülürse buradaki eğitimin çok sağlıklı bir zemine oturmadığını söyleyebiliriz.Eğitim kadrosuna baktığımızda dönemin en önemli mûsikî adamlarını görüyoruz. Türk Mûsikîsi nazariyatında Abdülkadir Töre, Batı mûsikîsinde Zati Arca, Zeki Üngör, Türk mûsikîsi icrasında Tanburi Cemil Bey, Leon Hancıyan ve Ali Rıfat Bey alanlarındaki en yetkin isimler arasındadırlar.  
 
Dârü’l-elhan Mûsikî Mektebi
 
Nağmeler evi anlamına gelen Darülelhan Osmanlı’da kurulan ilk sistemli konservatuvardır.Darülbedayi’deki mûsikî şubelerinin kapatılmasının ardından kurulmasına karar verilen okulun ilk amaçlarından biri Klasik Türk Mûsikîsi repertuarını notaya almak ve gerekli tashihatları yapmaktır.Bu görev Darülbedayi’de düşünülmüş ancak yerine getirilememişti.Ayrıca Batı mûsikîsi ve Türk Halk Mûsikîsi sahasında da araştırma ve uygulamalı eğitim öngörülmüştür.Bir nevi konservatuvar eğitim modelinin benimsendiği bu okulda dönemin Batı konservatuvarlarından ayrı olarak üç mûsikî türünde müfredat uygulandığını görmekteyiz. Halk mûsikîsi icra anlamında uygulanmasa da nazari olarak işlenmektedir.Ayrıca ilk türkü derleme çalışmaları yine bu okulun çatısı altında başlamıştır. 
 
 Konservatuvar kelime itibarıyla koruma ve muhafaza etmek anlamlarına gelmektedir.Tarihteki ilk konservatuvar on sekizinci asırda Napoli’de kimsesiz çocukların sanatla ilgilenmeleri amacıyla kurulmuştur.Bu nedenle ne Darülbedayi ne de Darülelhan’a konservatuvar adı verilmemiştir.Bu isim daha çok Cumhuriyet’ten sonra benimsenerek mûsikî okullarında kullanılmaya başlanmıştır. 
 
 Darülelhan tâlimatnamesi Sultan Reşad’ın irade-i seniyesi ile 01 Ocak 1917 tarihinde Takvim-i Vekayi gazetesinde yayınlanmıştır.Okulun kurulması dört kişilik bir mûsikî encümeni tarafından gerçekleştirilmiştir. Bunlar Ziya Paşa, Ali Rıfat Çağatay, Rauf Yekta Bey, İsmail Hakkı Bey, Zekâizade Ahmet Bey (Irsoy), ve Şehzade Ziyaeddin Efendi’lerdir. İlk muallimleri arasında Mesud Cemil, Rauf Yekta, Faize Ergin (Türk Mûsikîsi), Zeki Üngör, Cemal Reşit, Muhiddin Sadık ve Veli Kanık (Batı Mûsikîsi) bulunmaktadır. Okul 1924 ve 1926 yılları arasında Darülelhan Mecmuası adında bir de dergi çıkartmıştır. 4 
 
Daha sonraları İstanbul Belediye Konservatuvarı adını alan okul günümüzdeki İstanbul Üniversitesi Konservatuvarı’dır. Kadıköy rıhtımında bulunan tarihi binada eğitimi devam edenkonservatuvarda ağırlıklı olarak Batı mûsikîsi müfredatı uygulanmaktadır. Klasik Türk Mûsikîsi ve Halk Mûsikîsi bölümleri de olan bu konservatuvar hakkında şimdiye kadar pek çok makale ve çeşitli yazılar kaleme alınmıştır. Çalışmamızda daha çok birinci elden vesikaları verme amacı taşıdığımızdan şu ana kadar yazılmış olan bilgileri bir kenara bırakarak Darülelhan’ın mûsikî eğitimine yönelik müfredat, mülâhaza ve fiziki durumundan bahsetmeye çalışacağız. 
 
 Sunacağımız birinci belge Darülelhan’ın ilk binasına ait kontratnamedir.Maârif Nezareti Kalemi Mahsusaya ait 1917 tarihli belgede okul için iki konağın kiralandığını görüyoruz.Belgede Müslüm Bey’e ait konağın altı aylık kira bedeli dokuz bin kuruş iken, terzi Hüsnü Bey’in konağı sekiz bin dört yüz kuruş olarak belirtilmektedir. Kira bedeli maârif Nezaretince karşılanmaktadır.Konağın biri inas (bayan) diğeri zükûr (erkekler) kısmıdır.Yani erkekler ve bayanlar ayrı binalarda eğitim görmektedirler.Evrakta bir kontratnamenin imzalandığına dair ibareler de bulunmaktadır.
 
Konağın fiziki özelliklerine dair malumat verilmemekle beraber mevkisinden de bahsedilmemiştir. Konakların kira bedelleri ayda ortalama bin beş yüz kuruşa tekabül etmektedir. O döneme ait maaş makbuzlarında muallimlerin ortalama 500 ile 1000 kuruş aldıkları görülmektedir. Bu da konakların kira bedellerinin çok fazla olmadığını gösteriyor.Zaten I. Dünya Savaşının ağır yükü Maârif bütçesini zorlayacak bir okul binasını kaldıramayabilirdi. 
 
Başka bir belgede terzi Hüsnü Bey’e ait konağın Şehzadebaşı’nda bulunduğunu ve bir süre askeri divan tarafından el konulduğunu görüyoruz.Konağın çok geçmeden tekrar Darülelhan’a teslim edildiği ve eğitimin kaldığı yerden devam ettiği ayrıca belirtilmektedir. 
 
Darülelhan’a ait en önemli belgeler arasında Darülelhan tâlimatnamesi de bulunmaktadır.Darülelhan tâlimatnamesinde okulla ilgili en ayrıntılı bilgiler verilmektedir.Bu nedenle program ve tâlimat layihaları mûsikî okulları açısından önem arz etmektedir.Bu belgelerden başka elimizde mevzuat, muallim raporları, konser fihristleri, mecmua ve daha pek çok belge bulunmaktadır.Ancak makalenin muhtevası bütün belgeleri koymaya yeterli olmadığından bu vesikaların ileride yapılacak başka çalışmalarda kullanılması düşünülmektedir. 
 
Dârü’l Mûsikî-i Osmani Mektebi
 
Osmanlı’nın resmi olarak kurulmuş olan ilk mûsikî mektebinin Darülbedayi olduğunu belirtmiştik.Ancak bu okuldan önce özel bir mûsikî mektebi açma girişiminde bulunulmuş ve bunda muvaffak olunmuştur.Bu mektep Dârü’l Mûsikî Osmani Mektebi’dir. 1908 yılında İstanbul Koska Caddesi (Laleli) Ragıp Paşa Kütüphanesi’nin karşısındaki bir binada açılan okul Şehzade Ziyaeddin Efendi’nin himayesinde öncelikle bir cemiyet olarak kurulmuştur. 
 
1912 yılında okul haline dönüştürülen mektebin ilk kadrosu Kanuni Hacı Arif Bey, Muallim İsmail Hakkı Bey, Leon Hancıyan, Udi Sami Bey, Neyzen Tevfik, Arap Cemal ve Hafız Aşir gibi sanatkârlardan oluştuğu bilinmektedir. 1914 tarihinde Çemberlitaş’ta başka bir binaya taşınan okul kısa bir süre sonra kapanmıştır (Özalp, 2000, s.77).Bu okul aynı zamanda Darü’t-Tâlim-i Mûsikî’nin temelini oluşturmaktadır.Muallim kadrosunun çoğu sonradan açılan bu cemiyete dahil olmuştur.
 
1912 tarihli bir vesikada bu okuldan “Terakki-i Mûsikî Mektebi” olarak da bahsedilmektedir.Maârif Nezareti Mekatibi Hususiye envanterinde bulunan bu belgeden anlaşılacağı gibi adı geçen okul hususi bir mûsikî mektebidir.Ders müfredatı hakkında ayrıntılı bir bilgiye rastlanmamıştır. Ancak Maârif Nezareti’nin okula gönderdiği bir ihtarnameden dolayı bazı sıkıntılar olduğu görülmektedir.
 
İhtarnamede okulda devam eden tedrisat hakkında bir malumata sahip olunmadığından bahsedilmektedir. En kısa zamanda bir rapor hazırlanarak Maârif Nezareti’ne gönderilmesi gerektiği aksi takdirde okulun ruhsatının iptal edileceği belirtilmektedir.Ayrıca okulun bir teftiş geçirdiğindende söz edilmektedir.Buna cevaben İsmail Hakkı Bey bir rapor hazırlamıştır. 
 
Raporda istikbalinden endişe duyduğu Türk Mûsikîsi’ne hizmet amacıyla kurdukları bu okulda önemli bir hizmet yaptıklarını belirtmektedir.Avrupa’nın her ülkesinde birkaç mûsikî okulu varken kendi memleketlerinde “dârü’l-mûsikî” yokluğunun bir kayıp olacağından bahseden İsmail Hakkı Bey ayrıca darülfünunda bile mûsikî derslerinin verildiğini ifade etmektedir. 
 
Maârife Bağlı Diğer Mûsikî Okulları 
Yukarıdaki üç okul mûsikî tarihimizde görülen resmi konservatuvar niteliğindeki ilk okullardır. Bunlardan başka Maârif Nezareti’ne bağlı olarak hizmet yapan çeşitli mûsikî okulları da vardır. Çoğu İstanbul’da açılmakla beraber İstanbul dışında açılmış mektep ve cemiyetler de bulunmaktadır. Bu okulların bazıları uzun süre eğitimlerine devam etmiş bazıları ise daha derslere başlamadan kapılarına kilit vurulmuştur.   
 
Okulların Maârif nezareti tarafından desteklendiğini ve muallim maaşlarının yine nezaret tarafından ödendiğini görmekteyiz. Cemiyetler için durum farklıdır. Genellikle çeşitli meslek gurupları, azınlık cemaatleri ya da mûsikî gönüllüsü vatandaşlar tarafından kurulmuş olan bu cemiyetler resmi olarak Maârif’e bağlıyken mali açıdan kendi imkânları doğrultusunda yönetilmekte idiler. Günümüz mûsikî cemiyetlerinde de durum bu şekildedir. 
 
Bahriye-i Şâhâne Mûsikî Mektebi 
Darülelhan, Darülbedayi ve Darül Mûsikî Osmani’nin dışında Maârif’e bağlı olarak açılan okulların bir kısmı İstanbul’da bir kısmı ise farklı şehirlerdedir. Bunlardan “Bahriyeyi Şahane Mûsikî Mektebi” tarih olarak en eski kayda ulaştığımız mekteplerdendir.
 
Bahriye askeri mektebine bağlı olan okulun 10-15 yaşları arasındaki çocuklara eğitim verdiği belirtilmektedir.Belgenin tarihi 1912’dir. Bu okulla ilgili başka bir vesikaya rastlanmamıştır.Muhtemelen bu okulda benzeri pek çok okul gibi Cumhuriyet’in ilanından sonra askeri okullara bağlı bir bando bölümü olarak faaliyetine devam etmiş ya da kapatılmıştır. 
 
Terakkî-i Mûsikî Mektebi
 
Maârif Nezareti’ne bağlı özel mûsikî mektepleri arasında bulunan Terakki-i Mûsikî Mektebi, Ali Salâhi Bey, Ali Rıza Şengel, Kanuni Nazım Bey ve Fahri Kopuz tarafından 1922 yılında kurulmuştur. Uzun ömürlü olmayan bu okul 1927 tarihinde kapanmıştır (Özalp, 2000, s. 74).Dârü’l Mûsikî-i Osmani Mektebi’ne ait bir belgede “Terakki Mûsikî” adı geçmektedir.Ancak bu belgenin tarihi Hicri 1327’dir (1912).Muhtemelen bu isim daha önce adı geçen okul için düşünülmüş fakat Dârü’l Mûsikî-i Osmani ismi verilmiştir. 
 
Dârü’t-tâlim-i Mûsikî Mektebi
Özel mûsikî okulları içinde en uzun ömürlü olan bu okul 1916 yılında Şehzadebaşı’nda açılmıştır.Kurucuları arasında Fahri Kopuz, Ama Nazım Bey ve Neyzen İhsan Aziz Bey bulunmaktadır.Daha sonraları eğitim kadrosuna Sadettin Arel ve Suphi Ezgi’de katılmıştır. Bu okulda hizmet veren muallim ve sanatkârlar şunlardır: 
 
Cevdet Çağla  Safiye Ayla  Ferid Alnar 
Arap Cemal  Hafız Memduh  Celal Tokses 
Zeki Çağlarman  Zühdü Bardakoğlu  Reşad Erer 
Naime ve Nebile Hanımlar 
 
Şekil 16: Darü’t-tâlim-i Mûsikî Mektebi Muallim ve İcra Heyeti 
 
Konser ağırlıklı bir programın uygulandığı okulda nazari eğitim, nota yayını, plak çalışmaları ve yurt dışında yapılan turneler sayesinde Türk Mûsikîsi’ne ciddi hizmetler yapılmıştır.1931 yılında kapanmış daha sonra Fahri Kopuz tarafından tekrar açılmıştır.Fahri Bey’in Ankara radyosuna tayin olmasının ardından faaliyetleri tamamen durmuştur. 
 
Mûsikî-i Osmani Hanımlar Dershanesi 
Kemani Kevser Hanende Zehra
Tanbûrî Şeref  Udi İrfan Hanım 
Naime ve Nebile Hanımlar  
 
Muallim İsmail Hakkı Bey tarafından Beyazıd’da kurulmuştur. Bu cemiyet 1920 yılına ait bir vesikada belirtildiğine göre Beyazıd’da Türk Ocağı konferans salonunda çok kalabalık bir topluluğa konser vermiştir.Konser oldukça beğenilmiş ve dershane hakkında olumlu mütaalalarda bulunulmuştur.Bu dershaneye ait program, müfredat ya da imtihan gibi herhangi bir belgeyle karşılaşılmamıştır.Ancak yukarıda bahsedilen konser dershane muallimleri tarafından verilmiştir. Bu muallimler: 
 
Şekil 17: Mûsikî-i Osmani Hanımlar Dershanesi Muallimleri 
 
Ayrıca bu heyete mûsikî erbabı bazı erkek sanatkarların da refakat ettikleri belirtilmektedir. Belge şimdiye kadar kullandığımız vesikaların aksine göre çok güzel bir hatla yazılmıştır. Dahiliye Nezareti Celilesi mektubi kalemi damgası taşımakta ve üzerinde 1920 tarihi bulunmaktadır. 
 
Paul Lange Mûsikî Mektebi
Bu okul özel bir mûsikî mektebidir.Paul Lange tarafından kurulmuştur.Lange Osmanlı’nın son dönemlerinde Batı mûsikîsi eğitimi veren ve askeri mızıkaları yetiştirmek için Avrupa’dan gelen bando şeflerindendir.Berlin Mûsikî Mektebi’nde öğrenim görmüş olan bu müzik adamı İstabul’da ilk olarak özel Alman kolejinde mûsikî muallimliği ve Alman Protestan Kilisesi’nde orgculuk görevlerinde bulunmuştur. Mûsikî çalışmalarını ilerleterek çeşitli Batı mûsikîsi koroları kurmuş ve bir çok öğrenci yetiştirmiştir.
 
1884 yılında Beyoğlu’nda Caddeyi Kebir (İstiklal Caddesi) sonunda bulunan Tünel karşısındaki sokakta özel bir mûsikî mektebi kurmuştur.Bu sokak günümüzdeki Ensiz Sokağı’dır. Okulun binası ise Paul Lange’ye aittir.Stambul adlı gazetenin ilanına göre okulun resmi açılışı 1884’tür ancak faaliyetlerinin 1881’den beri devam ettiği görülmektedir (Özyılmaz, 2007, s. 143). 
 
Batılı anlamda bir konservatuvar eğitiminin verildiği okulun tâlimatnamesi Başbakanlık Osmanlı Arşivi Yıldız Sarayı evrakı arasında bulunmaktadır. Bu tâlimatnamenin bazı maddeleri aşağıdaki gibidir.
 
*   Şimdiye kadar evlerde hususi olarak icra edilen ancak tedrisi tam anlamıyla mümkün olamayan mûsikî eğitimi verilecektir. 
*   Piyano dersleri mektebin zorunlu dersi olacaktır. Zira piyano Batı mûsikîsinin en mühim sazıdır. 
*   Okulda Alman mûsikî ekolü uygulanacaktır. Bundan hareketle üç alanda faaliyet gösterilecektir.
*   Fenni mûsikî için gerekli olan temel eğitimin (nota, solfej, usül) verilmesi. 
*   Mûsikî muallimi olacaklar için gerekli bilgilerin verilmesi.
*   İcrayı mûsikîde ihtiyaç duyulan usül, yorum ve nüans gibi temel prensiplerin öğretilmesi. 
*   Dersler ağırlıklı olarak icraya yönelik uygulanacaktır. Genellikle üç ya da dört çocuk bir arada icrayı faaliyette bulunacak diğer arkadaşları onları izleyeceklerdir. Sonra muallim gerekli ikazları yapacaktır. 
*   Müfredattaki derslere ek olarak haftada birer saat nazariyat ve usül dersleri
verilecektir.
*   Erkek ve kız talebeler ayrı olarak eğitim göreceklerdir. Her bölümdeki sınıflar talebelerin bilgi düzeyine göre belirlenecektir.
*   Mektepte verilen dersler için bir kayıt defteri tutulacaktır. Bu deftere talebenin değerlendirme bilgileri, resmi muameleler ve ebeveyn kayıtları gibi notlar da yazılacaktır. 
*   Talebenin bir üst sınıfa geçmesi yaşından ziyade donanımı göz önünde bulundurularak yapılacaktır. 
*   Okul ücreti evlerde verilen özel derslere kıyasla daha uygun olacaktır. Ayrıca fakir çocukların ödeyeceği miktar oldukça düşük tutulacaktır. 
*   Muallimler çocukların yaş ve seviyelerine göre bir yaklaşım içinde olacaklardır. Ayrıca talebe gayreti doğrultusunda teşvik edilecektir. 
*   Talebenin derslerde gösterdeği başarıyı dersin hocası bir rapor tutarak belirtecektir. 
*   Talebenin bir cemiyet karşısında icrayı faaliyete alıştırmak için belirli dönemlerde fasıllar düzenlenecektir.  
*   Talebe üç ayda bir imtihana tabi tutulacaktır. 
 
*   Mektebin öğrenim süresi üç senedir. Bu süreyi başarıyla tamamlayan talebe diploma almaya hak kazanmış demektir. Bu sürenin altında öğrenim görmüş talebeler mektep müdürünün onayı olursa diploma alabileceklerdir. 
 
Tâlimatnamede ders programları ve muallim isimleri de verilmektedir. Buna göre müfredat ve muallimler aşağıdaki gibidir: 
 
*   Piyano: Birinci Sınıflarda Mösyö Paul Lange, Leopol Brasne.   İptidâiye sınıflarında: Mösyö Ernest Lange ve Mösyö Paul Lange 
*   Keman ve Büyük Keman: Birinci sınıflarda Mösyö Pasqual ve Kattaniyo (?) 
*   İptidâiye Sınıflarında: Mösyö Francia 
*   Battal Keman: Birinci sınıflarda: Mösyö Lukassiİptidâiye Sınıflarında: Mösyö Fabregri
*   Battal Basso Keman: Mösyö Righi
*   Klarnet: Mösyö di Carli
*   Flavot (flüt): Mösyö Michelino
*   Boru: Mösyö Cimceno
*   Boru: Mösyö Camilleri
*   Battal Boru: Mösyö Verava
*   Armonika ve Erganon: Mösyö Paul Lange ve Leopold Brasne
*   Nağme yalnız: Mösyö Paul Lange ve Leopold Brasne 
*   Hemâhenk: Mösyö Paul Lange ve Leopold Brasne
*   Muhtelif Dersler: “ “ “ “
*   Usûl-ü Âhenk ve Âlet-i Mûsikîye: “ “
*   Mûsikî Tarihi: “ “
*   Şakirdana Mahsus Orkestra:   “  “ 
*   Alman Lisanı:        “  “ 
*   Fransız ve İtalyan Lisanı: Mösyö Liberali, Madam Lange 
*   Erkek ve Kadın Mûsikî Muallimlerine Mahsus Mubâhesat: Mösyö Paul Lange 
 
Tâlimatnamenin geri kalan kısmında uyulması gereken kurallar ve disiplin yönetmeliği vardır.Derslere ait herhangi bir belge ya da cetvele rastlanmayan okulun tâlimatnamesi oldukça ayrıntılıdır. 
 
SONUÇ
 
Geçmişle bugün arasında var olan benzer ve farklı özellikler her alanda olduğu gibi müzik eğitiminde de mevcuttur.Osmanlı dönemine ait müzik okullarında uygulanan müfredat, imtihan, mülahaza ve talimatname gibi konuların günümüz Türk Müziği eğitimi açısından incelenmesi gerekmektedir. Özellikle Klasik Türk Müziği eğitiminin tampereman sistemin sağladığı kolaylıklarla öğretilmeye çalışılması ve eskilerin nota kıraatı dedikleri “solfej” eğitiminin piyanoyla verilmesi günümüzde hala tartışılan konular arasındadır. 
 
Türk Müziği eğitiminde var olan bazı sorunların çözümü geçmişle günümüz arasında sağlam köprüler kurmaktan geçmektedir. Kadim mûsikîmizin aslına sadık kalınarak öğretilmesi ve gelecek nesillere en doğru şekliyle aktarılması için geleneksel meşk sisteminin avantajlarından faydalanmak gerekmektedir.Bunu yaparken modern çağın getirmiş olduğu yenilikleri takip etmek ve konuya pedagojik olarak yaklaşmak meşk sistemini daha verimli kılacaktır. Osmanlı’nın mûsikî okullarında verilen eğitimin hangiaşamalardan geçerek günümüze kadar geldiğini ve I. Dünya Savaşı’nın olumsuz şartlarına rağmen bu okulların nasıl kurulduğunu anlamak için konuyu derinlemesine analiz etmek gerekmektedir. 
 
Osmanlı’nın mûsikî okulları müzik tarihimiz açısından oldukça önemlidirler.Ders müfredatları, sınav programları ve diğer eğitim faaliyetleri geçmişte yapılan müzik eğitimi hakkında önemli bilgiler vermektedir.Savaşın getirdiği olumsuz atmosferden dolayı uzun yıllar eğitim yapılamayan bu okullar günümüz konservatuar ve mûsikî cemiyetlerinin temellerini oluştumaktadır. Bu nedenle akademisyenlerin ve müzik eğitimi alan tüm öğrencilerin ilgilenmeleri gereken bir konudur. Osmanlı dönemindeki  mûsikî okullarına yönelik araştırma ve bulguların konservatuvar ve müzik bölümlerinde ders olarak okutulması gerekmektedir. Ayrıca ileride yapılacak farklı çalışmalarla konunun daha da zenginleştirilerek müzik tarihimize kazandırılması arzu edilmektedir.
 
Mûsikî Hanımlar Dershanesi’yle İlgili Bir Vesika 
 
Osmanlının musikî Okulları
 
Dârülelhan İçin Kiralanan Konağın Kira Bedelini Gösteren Belge 
 
Osmanlının musikî Okulları
 
Bahriye-i Şâhâne Mûsikî Mektebi’ne Öğrenci Alımıyla İlgili Belge 
 
Osmanlının musikî Okulları
 
KAYNAKÇA
Çakmakoğlu, Afitab.Osmanlılardan Cumhuriyet Dönemine Kadar Türk Mûsikîsi  Eğitim Kurumları. İstanbul: İ.T.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 1997.
Çalışır, Aziz. «Dârü'l Bedayi-i Osmani.» Tiyatro Ansiklopedisi (Kültür Bakanlığı Yayınları), Ankara 1995. 
Dârülelhan Mecmuası, Şehzadebaşı Evkaf Matbaası, sy. 1, İstanbul 1924. 
Gazimihal, M. Ragıp. «Dârü'l-eytamlar ve Mûsikî İstikbâlimiz.» Milli Mecmua 9, no. 108: 1737-1740.
Karadağlı, Özgecan.Türkiye'ye Müzikli Sahne Sanatlarının Girişi-Dikran Çuhacıyan  Öncesi ve Sonrası. İstanbul: Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniv. Sosyal Bil.  Enstitüsü Basılmamış Yüksek lisans Tezi, 2006. 
Kütükoğlu,Mübahat S. Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik), Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 1994. 
Özalp, Nazmi.Türk Mûsikîsi Tarihi. Cilt I-II. Ankara: Milli Eğitim Yayınları, 2000. 
Özyılmaz, Nazende.19. Yüzyıl İstanbul Kültür Ortamında Müzik ve Mekân. İstanbul:  Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniv. Sosyal Bil. Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi, 2007.
Soysal, F. (2013) Music Culture Of Islamic Civilization And Popular Culture In The 21st Century in Turkey, The Journal of Academic Social Science Studies (JASSS), 5(3), 205-221.
 
ARŞİV BELGELERİ 
(Başbakanlık Osmanlı Arşivi) 
Başbakanlık Osmanlı Arşivi. Dahiliye Nezareti, Mektubi Kalemi, 1756/115.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi.  Maârif Nezâreti, Dârü’l-eytâm Evrakı, 19/111. 
Başbakanlık Osmanlı Arşivi.  Maârif Nezâreti, Tedrîsât-ı Âliye Dairesi, 173/15. 
Başbakanlık Osmanlı Arşivi.  Maârif Nezâreti, Tedrîsât-ı Âliye Dairesi, 173/26. 
Başbakanlık Osmanlı Arşivi.  Maârif Nezâreti, Tedrisât-ı Husûsiye Kalemi, 16/69. 
Başbakanlık Osmanlı Arşivi.  Yıldız Tasnif-i Perakende Evrakı, 8/83. 

Hans Dernschwam Seyahatnamesi

 Hans Dernschwam Seyahatnamesi

Hans Dernschwam’ın “İstanbul Ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğünde Amasya'da Osmanlı Kültürel Dokusu Ve İnsan Algısı "Yrd. Doç. Dr. Sevim KARABELA ŞERMET*"

 

Özet: Günümüzde bir ilim dalı olarak kabul edilen imgebilim imge ve önyargı araştırmalarını konu alır. İmgebilimin insani bilimler içindeki yeri önemlidir. Bu çalışmada Alman seyyah Hans Dernschwam’ın 16. yüzyılda oluşturmuş olduğu “İstanbul ve Anadolu Seyahat Günlüğü”ndeki Amasya atmosferinde ve coğrafyasında Osmanlı/Türk varlığına dair imgeler ve önyargılar değerlendirilecektir.

 

XVI. yüzyıl ortalarında Türkiye'ye gelen Hans Dernschwam (1494-1568) 'ın günlük biçiminde yazdığı seyahatnamesi büyük bir değer taşımaktadır ve Anadolu coğrafyasında Osmanlı izlerini takip edenler için muazzam ölçüde malzeme içermektedir. Seyahatnamelerden  Hans Dernschwam Seyahatnamesinde insan ruhunu içinde hapseden, içinde insanın hikâyesini de barındıran eserlerdir. Hikâyesi olan bu eserler aynı zamanda devrin psikoloji haritasını da çizer. İşte eserin asıl kıymeti de bu noktada belirginleşmektedir. Yabancının objektifi ile Osmanlının en ihtişamlı döneminde Amasya’nın sunumu enteresandır. Eser, Avrupa‘daki Osmanlı algısı ile ilgili önemli ipuçları içermektedir. Bu ipuçlarından hareketle genel yargılara varmak mümkün görünmektedir.

 

1. Giriş

 

Karşılaştırmalı edebiyat biliminin uğraşı alanı içerisine giren imgebilim araştırmaları tarihi, dünya literatüründe oldukça eski olmasına karşın Türk edebiyatı için yenidir.

 

İmgebilim “Latince kökenli (imago) imaj kelimesinden gelir. İmaj bilindiği gibi resim suret demektir.” (Aytaç 2016: 123.) 20. yüzyıl ortalarına kadar yapılan imgebilim alanında gerçekleştirilen öncü araştırmaların özelliği “ulusların birbirinden farklı milli karakterleri oluşundan hareket etmeleridir.” (Aytaç 2016: 123.)

 

Tarihsel süreç içerisinde imgebilimin evrimi düşünüldüğünde “Edebiyat bilim sınırları içinde kalacak olan ve mantalite tarihine yönelecek olan imgebilim” (Aytaç 2016: 123.) olarak ayrımlanan karşılaştırmalı imge araştırmaları “genel olarak edebiyat biliminde ve edebiyat eleştirisinde ulusal ya da yabancı kimliğini, bunların nasıl resmedildiğini araştırma (Aytaç 2016: 123.) anlamına gelir.

 

Bu çalışmada yaklaşık iki ay Amasya’da bulunan seyyah Hans Dernschwam’ın 16. yüzyılda oluşturmuş olduğu “İstanbul ve Anadolu Seyahat Günlüğü”ndeki Amasya atmosferinde ve coğrafyasında Osmanlı/Türk varlığına dair imgeler ve önyargılar bunların nasıl resmedildiği değerlendirilecektir. Alman seyyahın gözlemleri aracılığıyla, Avrupa’da mevcut olan Türk algısı üzerinden hareketle ortak ve genel yargılara ulaşmak amacıyla hazırlanmıştır. Yaşar Önen tercümesi olan eserdeki Amasya anlatısı ana kaynaktır.

 

2. Meraklı Alman Seyyah Hans Dernschwam ve Amasya

 

XVI. yüzyıl ortalarında Türkiye'ye gelen Hans Dernschwam (1494-1568) 'ın günlük biçiminde yazdığı gezi yazıları Türk kültürü ve tarihi açısından büyük bir değer taşımaktadır. Çalışma seyahatnamenin özellikle şehzadeler diyarı olarak bilinen Amasya şehri izlenimlerinin sunulduğu bölüme yoğunlaşmaktadır. Çünkü Amasya başlangıçta gezi planında olmayan ancak Kanuni Sultan Süleyman’ın İstanbul’da bulunmaması sebebiyle padişahın izini takip eden gezi heyetinin de hayal etmediği bir uzantı olarak ortaya çıkar. 

 

Amasya, gezinin son bulduğu ve aynı zamanda dönüşün başladığı noktadır. Alman seyyahın Amasya izlenimleri birkaç sebeple önemlidir. Öncelikle Türk tarihi, aynı zamanda dünya tarihi açısından öneme sahip olan Kanuni Sultan Süleyman devrini resmetmesi ve seyahatin Şehzade Mustafa’nın katledilmesinden kısa bir süre sonra gerçekleşmesi eserin değerini artırmaktadır. Gezinin nihai zorunlu hedefinin Amasya olması ve henüz Şehzade Mustafa’nın acısı yüreklerde tazeliğini korurken Amasya’ya varılması, heyet şehre gelirken ve dönerken halkın duygularının ölçülmesi ve bunun psikolojik boyutunun seyyahın süzgecinden geçerek esere yansısı o dönemde Avrupa’da mevcut olan Türk imgelemine katkı sağlamaktadır. 

 

Bir başka dikkate değer özellik bu tarih diliminin Şah Tahmasb'ın Kanuni'ye gönderdiği görkemli İran barış heyetinin de gelmesiyle yaşanan çok hareketli günleri içine alması ve seyyahın bu günlere tanık olmasıdır. Şehzade Mustafa’nın katline dayalı halkın incecikten iç sızısına tanık olan seyyah öte taraftan Osmanlı hanedanının görkemli ziyafet sofralarını görselleştirir. Bu iki olayın gerçekleştiği zaman dilimi bu zaman aralığının önemini artırmakta ve Avrupa’daki Türk imgelemini belirginleştirmektedir.

 

Hans Dernschwam’ı (1494-1568)1 Türk tarihinde önemli kılan Kanuni Sultan Süleyman devrinde İstanbul’a gelerek Amasya’ya kadar giden, Amasya’ya kadar olan Anadolu coğrafyasını gözlemleyen ve bunu yazıya döken bir seyyah olmasıdır. Bohemya’nın Brux kasabasında doğan Hans Dernschwam’ın aile kökeni ile ilgili bilgiler onun varlıklı bir aileden geldiği ve iyi bir öğrenim gördüğü yolundadır. (Eyice 1994: 182.) 1510’da Leipzig Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun olduğu Viyana Üniversitesi’nin 1507 yılı kütük defterinde adının kayıtlı olmasına dayandırılmaktadır.

 

Dernschwam’ın Amasya’ya gelmesine kadar uzayan süreç birdenbire oluşmaz. 1514'te Macar kraliyet sarayında prenslerin mürebbisi Balbi'nin yanına Budin’e giderek onunla 1515' te Pressburg'a geçtiği, daha sonra 1520-1530 yılları arasında Macaristan ve Transilvanya'da dolaştığı, 1525’ten itibaren, koleksiyonlarıyla ünlü Augsburg’lu banker ve sanat dostu Anton Fugger'in hizmetinde bulunduğu bilinmektedir. Dernschwam, 1553'te Alman imparatoru I. Ferdinand’ın Kanuni Sultan Süleyman'a gönderdiği elçilik heyetine katılır. İstanbul'u görmek, Osmanlı Devletini tanımak isteğiyle heyete katılan Dernschwam, bu uzun yolculuğu kendi hesabına yaptığını seyahatnamesinin sonunda “Bu seyahati kendi hesabıma yaptım. Gidiş ve dönüşte hizmetkârlarımın, at ve arabalarımın bütün giderlerini ben ödedim.” (Dernschwam 1992: 372.) diyerek belirtir.

 

Dernschwam’ın gezi sonrası hayatı hakkında ayrıntılı bilgi mevcut değildir. 1560’da Neusohl veya Kremnitz’de yaşadığı tespit edilmektedir. Kesin ölüm tarihi belli değildir. 651 cilt içinde 2000 kadar değişik eserden meydana gelen özel kütüphanesi bir yakını aracılığı ile 1569 yılında Viyana Saray Kütüphane’sine satılır.

 

Eserin yayın macerası Dernschwam’ın macerasını aratmayacak boyuttadır. Onun bu eseri uzun süre Augsburglu Anton Függer’in arşivinde yazma eser olarak muhafaza edilmiştir. Bu orijinal el yazması arşivci Fr. Dobel tarafından 1889’a doğru Babenhausen Şatosu’nda bulunmuştur. Prag, Wolfenbüttel nüshalarının varlığından söz edilmektedir. İlk olarak bilimsel çalışmalar Prag nüshası üzerinden başlamış daha sonra ilk detaylı çalışma H. Kipert tarafından Wolfenbüttel nüshası üzerinden yapılmıştır. Daha sonra Franz Babinger esere emeği geçenlerdendir. Franz Babinger, Fugger arşivindeki orijinal nüshayı esas olarak alır. Fugger arşivindeki nüshadan faydalanarak 1913-1914 yıllarında makale yayınlamakla işe başlayan Babinger daha sonra metin neşri yapar.2 Metin orijinalinde olduğu gibi eski yüksek Almanca ile verilmiştir. Bu durum eserin kolaylıkla anlaşılmasına engel teşkil etmektedir.

 

Eserin Türkçeye kazandırılması macerası da esere ilgiyi artırmaktadır. Kitabın Türkçe tercümesi Babinger’in önsözünün tamamı olmaksızın Yaşar Önen tarafından 1987 yılında yayınlanmıştır.3 Ancak bu çalışma, seyahatnameyi bütün olarak Türkçe’ye ilk çevirme girişimi değildir. Semavi Eyice yarım kalmış ve sonuçlanmamış Hayrullah Örs çalışmasından bahsetmektedir. (Arıkan 1990: 225.)

 

Seyahatnamede dikkati çeken özellikler Amasya’nın tarihi ve coğrafi dokusu içine olaylar ve seyyahın önyargılarının bir kuyumcu titizliği ile ustaca oturtulmuş olmasıdır. Osmanlının ihtişamlı görüntüleri, bu anlatıya eşlik eden unsurlar arasında yer alır. Günü gününe verilen bu izlenimler ve seyyahın esere dağınık olarak yaydığı gözlem ürünleri kendi arasında tasnif edildiğinde anlatı parçaları daha somutlaştırılabilir. 6 Nisan sabahı Çorum’dan Doğu’ya doğru yola çıkan seyyah bir günde katettiği yol üzerinde Amasya’ya kadar Elvan Çelebi, Çağna, Avkat, Bağlıca köylerinden geçer. 

 

Yazar daha sonra tıpkı bir günlük gibi Amasya’da geçen günleri ve bu günlerde yaşanan olayları günlerini vererek paylaşır. 7 Nisanda “Amasya’ya vasıl olduk” (Dernschwam 1992: 277.) ile kayıt altına alınan ve “2 Haziran, öğleden sonra Amasya’dan İstanbul’a doğru yola koyulduk” (Dernschwam 1992: 297.) diyerek sonlanan Amasya macerasını günü gününe kaydeden yazar, İstanbul’dan Amasya’ya 30 günde gelmiştir. 22 Haziran 1553’te İstanbul’a gitmek üzere üç atla yola koyulan heyet İstanbul’a ulaştığında padişah Nahcıvan seferi için Anadolu'ya hareket etmiştir. Bu sebeple huzura kabul edilmeyen elçilik heyeti bir yıldan fazla süre Kanuni ile görüşebilmek için İstanbul’da bekler. 

 

1554 Kasım ayı başlarında seferden Amasya'ya dönen padişahın huzuruna çıkabilmek için 9 Mart 1555'te İstanbul'dan ayrılarak bir ayda (Dernschwam 1992: 277.) Amasya'ya ulaşırlar. Tam olarak günlükteki tarihler itibariyle 7 Nisan’dan 2 Haziran’a kadar 2 ay gibi bir süre Amasya’da kalan elçilik heyeti ve bilhassa Hans Dernschwam Amasya’yı tanıma fırsatı bulur. Bu tarih diliminin bir başka özelliği Şah Tahmasb'ın Kanuni'ye gönderdiği İran barış heyetinin de Amasya’da bulunmasıdır. 

 

2 Haziran’da heyet aynı yolu izleyerek 23 Haziran’da İstanbul'a varır. Yolculuğun 22 gün sürdüğünü söyleyen Dernschwam (Dernschwam 1992: 322.) 3 Temmuz'da da buradan ayrılır. Kendi özel hizmetkâr, arabacı ve seyisleriyle heyete katılmış olan Dernschwam İstanbul'da fidyesini ödeyerek esaretten kurtardığı bir Alman tüfek ustasını da beraberinde götürür.

 

Seyyahın penceresinden Amasya’da Osmanlı varlığı, Osmanlının gücüne kıskanç dokunmalar şeklinde metne yayılmış olarak ortaya çıkmaktadır. Hans Dernschwam eserde özellikle padişahın gücünü yansıtmak üzere enstantanelere yer vermiştir. Kanuni Sultan Süleyman’ın ve dolayısı ile Osmanlının ihtişamına üstü örtülü ya da açık olarak gönderme yapan bölümler mevcuttur. Osmanlı padişahının hayatının her anı bir merasime sahne olmaktadır.

 

Zaman zaman hayretini ifade eden yazar eserde bu merasimlerden bazılarını fotoğraflamıştır. Henüz Amasya’ya varmadan yolda gördüğü höyüklerden başlar. Padişahın seyahatlerde konak yerine varıncaya kadar yol macerasının anlatımı gücü simgeleştirir: Yazar Amasya’ya varmadan yol üzerinde birbirinden belli uzaklıkta höyükler görür. Padişah konak yerine varıncaya kadar böyle bir haberleşme ağı mevcuttur. Höyükler yol boyunca yapılmakta ve padişahın oradan geçtiği en yakınındaki diğer höyüğe silah atmak suretiyle haber verilmektedir. Bir gelenek haline gelen bu iş ile ilgili özel görevlendirilen kişiler dahi olduğunu anlatan seyyah hayretini dile getirir. Böylece padişahın korunma şeklini anlatarak onu ulular.

 

Ancak padişahın ihtişamı daha çok cuma namazına gidiş esnasında ortaya çıkar. Bu sahnelerde cumaya gidiş düzeni ve adabı görsel ifadelerle anlatılır. Anlatılardan hareketle padişah cuma günü at üzerinde yeşil bir elbise giymiş, önünde üç paşa ile yola çıkmaktadır. Padişahın önünde yedi kişi yedi tane üzerlerine kimse binmemiş, eğerleri altın işlemeli, rengârenk kıymetli örtülerin yanlara sarktığı atlarla çekilmektedir. Padişahın geçişi esnasında çavuşlar her tarafta halkı iterek yolun ortasından kenarlara doğru uzaklaştırırlar. (Dernschwam 1992: 281-282.) 

 

Bir başka anlatıda padişah, Amasya’nın ortasında II.Bayezid tarafından yaptırılan Çifte Minareli camiye gitmek için şehre iner. Yine burada da yeşil elbiseler giyen padişaha çok süslü koşumları ve altın yaldızlı örtüleri ile altı tane at koşulmuştur. Padişahın önünde başlarında süpürgeye benzeyen tüyler bulunan ve yeniçerilerin başı olan solaklar yürümektedirler. Bunların önünde ise üç paşa at üzerinde ilerlemektedir. Bu paşaların da yeniçerileri ve diğer hizmetlileri olup bunların da önünde rengârenk altın işlemeli ipekten elbiseleri sırmalı, altın yaldızlı kıyafetleriyle saray mensupları yer almaktadır. (Dernschwam 1992: 289-290.)

 

Bir başka ihtişamı görselleştiren ayrıntı padişaha yemek götürme esnasında canlandırılır. “Yemek götürme işi başlı başına bir merasim” (Dernschwam 1992: 285.) diyen seyyah bunu detaylı olarak tasvir eder. Yeniçeriler gibi ipek kaftan giymiş on bir tablakâr, ağızları kapalı, çukur kalaylı bakır sahanlar içinde yemek götürmektedirler. Bunların arkasında bir kişi de yuvarlak deri bir sofra taşımaktadır. Hepsi birden padişah kapısından içeriye girerler ve bir süre sonra da boş sahan kapakları ellerinde kapıdan dışarı çıkarlar.

 

Seyahatnamenin bütününe eşit olarak yayılan Türk korkusunun yanı sıra Viyana’nın kaybedileceği endişesi mevcuttur. Yazar için Viyana’nın zaptedileceği korkusu karabasan haline dönüşür ve bunu sürekli olarak diline dolar. Bu da padişahın gücünün göstergesi olarak eserde yerini alır. “12 Nisanda padişah camiye gelirken Ali Paşa’ya Viyana’yı mutlaka görmek istediğini ve sırf bunun için daha uzun bir süre yaşamak istediğini söylemiş. 

 

Boynu kopsun inşallah!” (Dernschwam 1992: 282.) Ancak tek başına aşağıdaki cümle dahi padişahın gücünü soyut bir anlatımla somutlaştıran bir ifade olarak sarsıcıdır. Gücün, erkin bu kadar etkili anlatılabilmesi esere samimiyet kazandırmakta ve yapaylıktan uzaklaştırmaktadır. Padişaha müşavere için giden iki hoca, daha sonra üç paşa ve takip eden elçiler padişaha ulaşacakları küçük kapıdan girmeden önce gördükleri büyük kapının yanından geçerken kameriye altında oturan kapıcılara selam verirler. Ancak seyyahın bu davranışı analizi ve bunun esere söz olarak yansısı okuru etkileme gücüne sahiptir. “Aslında onlar kapıcılara selam vermiyorlar, padişahın kapısına karşı saygı ile eğiliyorlardı” (Dernschwam 1992: 285.)

 

Eserde Amasya coğrafyasına dair görseller de yazarın bakış açısıyla fotoğraflanmıştır: Yazar Amasya’ya Yeşilırmak’la girer. “Oldukça büyük bir su sağ taraftan Amasya’ya doğru akıyor. Bu suyun adı Yeşilırmak.” (Dernschwam 1992: 278.) diyen yazarın Amasya’nın genel coğrafik görünümüne dair ilk izlenimi kayıp bir şehir görüntüsü vermesidir ve bunu: “Şehri, tam yanına yaklaşmadan uzaktan görmek mümkün değil” (Dernschwam 1992: 279.) şeklinde ifade eder. Amasya şehrinin kurulduğu bölgeden kaynaklı olumsuzluklar yazarın bakış açısına yansır ve coğrafyaya bakış genel olarak olumsuzdur. “Etrafta sayısız denecek kadar çok, korkunç yerler var.” (Dernschwam 1992: 278.) diyen seyyah ve gezi heyeti Amasya’ya güçlükle girer. 

 

Şehre girmeden geçtikleri ırmağın üzerinde eski, ancak bir araba geçebilecek ende bir taş köprü, çok sıkıntı çektikleri yüksek çıplak kayalıklı dar bir boğaz, başka bir arabaya yol vermenin mümkün olmadığı dar bir yol Amasya’ya gelen heyeti ve seyahatname yazarını olumsuz etkileyen unsurlardır. Genel görünüme dair hiçbir ayrıntıyı atlamayan yazar Amasya kalesini de anlatmadan geçemez. “Görkemli yüksek bir kaya üzerinde” (Dernschwam 1992: 279.) şeklinde Amasya kalesini tasvir eden yazar kale içi günlük hayatı da canlandırır. Kalenin iç kısmındaki kerpiç evlerde hizmetkârlar ve kale kumandanı oturmakta, her gün sabah ve akşam şehre doğru borazanlar ve davullar çalınmaktadır. (Dernschwam 1992: 296.)

 

Köprüler de Amasya’nın genel görünümünü fotoğraflamada kullanılır: “Şu halde Amasya’da 3 taş ve 1 tahta köprü mevcut.” (Dernschwam 1992: 296.) diyerek köprüleri sayan seyyah Yeşilırmak üzerinde şehre girmeden ve şehir içerisinde dört köprüden bahseder. Bu köprülerin hepsinin ortak özelliği oldukça dar ve üzerinden araç geçemeyecek durumda olmasıdır. Köprüleri aynı zamanda adımlayan yazar, köprülerin korkulukları, taş ya da tahtadan olması bilgilerini de tarihin hafızasına kaydetmek üzere anlatıya dâhil eder.

 

Yazar, “Vadinin iki tarafında kurulmuş olan Amasya, kerpiçten yapılmış, kırlangıç yuvası gibi birbiri üstüne yığılmış evlerden meydana gelmiş fakir bir şehir” (Dernschwam 1992: 296.) diyerek evleri gözlemler. Coğrafi yapı ile iç içe sunulan evlerin tasvirinde de tıpkı coğrafi yapıda olduğu gibi yazar olumsuz bir bakış açısına sahiptir. Dağların çokluğu, dağ bulunmayan yerlerde birbirinden kerpiç yahut taş duvarlarla ayrılmış üzüm bağları, meyve bahçeleri, bağ ve bahçelerin içinde ise kerpiç veya taş duvarlarla örülmüş küçük yazlık evler tablonun ögeleri olarak anlatıda yer alır. (Dernschwam 1992: 279.) 

 

Şehre giren yazar, şehir içindeki evleri de gözlemleme fırsatı bulur. Evler genellikle tahtadan yapılmış ve iki kat yüksekliktedir. Pişmemiş tuğladan yapılı evlerin dış kısmı gibi iç kısmı da iyi işlenmemiştir. Evlerin altında ahırlar bulunmakta ve bunların üzerinde oturdukları tahta ve kalaslarla örülmüş ve üstleri toprakla kapatılmış odalar mevcuttur. “Bunlar dışında doğru dürüst bir ev yok. Buralarda oturuyor, yatıp kalkıyorlar.” (Dernschwam 1992: 280.) diyerek evleri fotoğraflayan yazar “Evlerin ne doğru dürüst pencereleri, ne de güzel görünümleri var. Odalarda hapishanede oturur gibi oturuyorlar.” (Dernschwam 1992: 296.) diyerek olumsuz anlatıyı metin boyunca sürdürür. Mutfak bulunmayan evlerde, odalarda mevcut olan küçük ocaklarda yemeklerini pişirmektedirler. Evlerin damlarında damın toprağını sağlamlaştırmakta kullanılan yuvak taşı bilgisini vermekle yetinmeyen yazar, yuvak taşı resmi çizmek suretiyle eserde mevcut olan görsellere zenginlik katar.

 

Amasya coğrafyasını görselleştiren unsurlardan bir diğeri de “günümüze herhangi bir kalıntısı gelmemiş” (Toruk 2005: 443.) olan Amasya saraylarının anlatımında ortaya çıkmaktadır. Bu noktada seyyahın anlatısı değerini bir kat daha artırmaktadır. Seyyah sarayların tasvirine metinde iki farklı yerde başvurur:

 

“Daha önce Şehzade Mustafa’nın, şimdi de padişahın kaldığı ikametgâh dağın eteğinde bir yerdedir. Burası büyücek, sade, etrafı bahçe ile çevrili bir saraydır. Girişte etrafı kerpiç duvarlarla örülmüş bir tahta kapı var. Bu kapının yanındaki odalar, bir köy evinin odaları gibi. İçeride avlu kısmında tek katlı bir bina görülüyor. Kerpiçten uzunluğuna yapılmış bir yapı. Binanın ahşap kısımları iyice işlenmemiş, kaba, basit tahta parçalarından ibaret. Bunlar bir kulaç boyunda çam tahtalardır. Bunun yanında bahçe içinde fırınlanmış tuğladan inşa edilmiş tek katlı bir bina daha var. Padişah burada kalıyormuş.

 

Bizdeki alelade bir esnafın evi gibi bir şey bu. Yanı başında kerpiçten örülmüş büyük bir kapı görülüyor. Kapının önünde tahtadan yapılmış bir çardak var. Çardağın altında ellerinde gümüş bastonlar bulunan altın işlemeli elbiseler giymiş 4 kapıcı oturuyor.” (Dernschwam 1992: 284-285.)

Bir diğer anlatı parçasında çadır ve tahtırevan saray tasvirine dâhil olur.

 

“1 Haziranda Amasya’da Aşağı Saray’ı gördük. Duvarları taştan, iç kısımları ise pişmiş tuğladan yapılmış. Tahta çitler ve kalaslar da döşenmiş kısımları var. Çatısı, âdet olduğu üzere, toprakla örtülmüş düz dam. Pencereler yukarıda, yüksekte. Bu arada orta yerde büyük bir ev de var. Toprağa gömülü yahut da kayaya oyulmuş gibi. Üzerine çıkıp aşağıya bakılabilir ve etraf seyredilebilir. Bir bodrumda olduğu gibi tahtadan kalın, adam boyu yükseklikte parmaklıklar mevcut. Üstü ise kurşun kaplı. Bu binanın dörtgen biçimli içinde kıvrıla kıvrıla dolaşılabilir. Yan taraflarda pencereleri tepede pek çok oda var. Padişahın çadırı da bu binada duruyor. 

 

Çadır kuran ve çadırı dikip onu gerektiğinde tamir eden ustalar da bu binada kalıyorlar. Bu tip çadırlar Türkiye’de çok. Bunların direkleri çok kalın, bir koşu arabasının okundan daha kalın. Birbirine ekli 2 parçadan oluşan bu direkleri ikiye ayırmak kabil. Bu kadar büyük çadırı ve onun malzemelerini taşımak için nerdeyse 1000 deve lâzım. Yolculuk esnasında padişah bir çadırda kalırken, çadırcılar başka bir çadırı ertesi gün için kurup hazır ederlermiş.

 

(Dernschwam 1992: 294.)

“Sarayın içinde mahfe (tahtırevan)gördük. Çok ağır ve hantal bir şey. Öyleki, onu ancak dört at çekebilir. Dört tarafı da pencere kafeslerine benzeyen kafeslerle çevrilmiş. Kafes aralarından içerisi görülebildiği için üzeri ipek tül veya örtülerle kapatılabilir.” (Dernschwam 1992: 295-296.)

 

Amasya mimarisinin anlatımı kiliseler ve camilerin anlatısı ile çeşitlenir: Şehrin girişinde Bizans zamanından kalma kiliselerden, Amasya’da 11 Türk camisinin bulunduğundan ancak bunların en güzelinin, padişahın selamlığa çıktığı II.Bayezid tarafından yaptırılmış olan Çifte Minareli cami olduğundan söz eder. Yazarın İslam algısı, İslam dünyasına ait mimari tablolar içine gizlenmiş olarak belirginleşir. Eserin tümüne yayılan olumsuz İslam algısının yanı sıra ezan okumayı sanat olarak yorumlaması anlamlıdır. “Bu minarelerden iki müezzin birbirine doğru haykırır dururlar. Bu haykırma işi de o kadar kolay değil. Bu büyük bir sanat eseri, aynı zamanda bir ibadet tarzıdır.” (Dernschwam 1992: 296.)

 

Coğrafi yapıyı tasvirleyen yazar, eserde manevi yapıya da yer verir. Türk, Osmanlı ve İslam kelimelerini birbirinin yerine kullanan yazar Türklerin iyi yaşamayı bilmediklerinin altını çizer. “Türkler başka şeylerle uğraşıyorlar. Tanrı’nın kendilerine verdiği nimet ve imkânlardan lâyıkıyla faydalanmasını bilmiyorlar. Zahmete de katlanmak istemiyorlar, bağ yetiştirmiyorlar. Çobanlar gibi hayvancılıkla uğraşıyorlar.” (Dernschwam 1992: 277.)

 

Bu anlatıda ilgi çeken bir başka husus “halk”ın varlığının çok az enstantanede görünür olmasıdır. Halk kelimesi Amasya anlatısı içinde ilk kez padişahın cumaya gidiş merasimi içerisinde geçer. Ancak seyyah burada cuma merasimi içerisinde itilen kakılan bir halk görüntüsü resmetmektedir. Bir başka anekdot Şehzade Mustafa’nın öldürülüşü ve bunun yarattığı içerlemeden bahsedilen metinlerde ortaya çıkar. Varlığı ile göz doldurmayan halkın zaman zaman ruh dünyasına dokunulmaktadır. 

 

Hans Dernschwam’ın bakış açısıyla halk çok öfkelidir. “Geçtiğimiz yollarda halkı üzüntülü ve kızgın bulduk. Bir kısmı Şehzade Mustafa’nın öldürülmüş olmasına, bir kısmı da İran seferinin sürüp gitmesine üzülüyor. Zaten padişahın Kapadokya’da uzun zaman kalmasının sebebi de şurada burada huzursuzluk yaratan kimseleri tutuklamak ve öldürmek içindir. Zira herkes Mustafa’yı övmekte ve padişah tahtından ayrılınca Türkiye’de huzursuzluğun artacağından ve başkaldırmalar çıkacağından korkuluyor. Geride kalan iki şehzadenin babaları gibi olamayacaklarına inanıyorlar. (Dernschwam 1992: 278.)

 

Şehzade Mustafa’nın katli vakasından çok etkilenen seyyah bunu birden fazla metinde tekrar etme ihtiyacı duyar: “ Mustafa’nın başına gelen felâketten dolayı hemen hemen bütün Kapadokya halkı kızgın.” (Dernschwam 1992: 282.)

 

Eserde, Kanuni Sultan Süleyman’ın da içinde bulunduğu Amasya atmosferinde Türklerle ilgili genellemeler mevcuttur. Bu genellemeler kimi yerde gerçek olaylara dayandırılarak verilirken kimi yerde geçmiş ile ilişkilendirilerek ortaya çıkmaktadır. Eserde, tarih boyunca Avrupa’da oluşan İslam kelimesi ile şekillenmiş Türk/Osmanlı imgesi geçerliliğini korumaktadır. Medeniyetten uzak yaşayan, insanlara zulmeden, korku veren Türk tanımı tekrar edilerek adeta pekiştirilmek istenir. 

 

Türklerin tembel olup yaşamayı bilmediği sürekli vurgulanır. Buna temel teşkil eden düşünce ise evlerin bakımsızlığına ve yeme içme kültürüne dair vurgulamalarda ortaya çıkmaktadır. Bilinmeyen bir insan topluluğuna karşı oluşan önyargılar ve olumsuz imgeler yanında olumlu izlenimler de eserde yer almaktadır. Yazar bu izlenimlerini zaman zaman Hristiyan askerlerle Türk askerlerini karşılaştırarak anlatır:

 

“Türk milleti çok sağlam ve dayanıklı bir millet. Hayvancılıkla hayatlarını kazanıyorlar. En çok yedikleri şey yoğurt. Ekmek pek bol değil, fakat istedikleri kadar su içiyorlar. Hepsi de neredeyse yarı zenci. Güneşten kapkara yanmışlar. Sıcağa, soğuğa açlığa susuzluğa mukavemet eden ve böylece fakirlik içinde pişmiş bir millet. Ya bizim Hristıyan askerlere ne demeli? Harp esnasında da rahat yaşamak isterler. Şarabımızı, zaruri olmayan pek çok erzakımızı beraberimizde götürürüz. Bu rahatlık ve bolluk içinde askerlerimiz mide fesadına uğrarlar. Gece gündüz yerler, içerler.” (Dernschwam 1992: 299.)

 

Yalnızca bir merak uğruna İstanbul’u ve Kanuni Sultan Süleyman’ı görmek üzere at üzerinde İstanbul’a gelerek oradan da Anadolu’ya geçen Hans Dernschwam bu tavrıyla hakkı teslim etmek ister gibidir.

 

Eserde gözlemlenen ve bu eseri özel kılan “XVI. yüzyıldaki kırsal kesimin yapısı hakkında hiçbir kaynakta kolay kolay bulunmayan ayrıntılar verilmesi ve yer yer çeşitli olaylarla ilgili olarak halkın duygu ve düşüncelerinin dile getirilmiş olması” (Arıkan 1990: 225.) dır.

 

SONUÇ

1865-1940 yılları arasında yaşayan ünlü Macar Türkolog Ignacz Kunos 1925’de yayınlattığı Türk Halk Edebiyatı adlı eserinde: “Kim bilir, eğer ben Macar oğlu kulunuz, bu Plevne beyitlerini kırk üç sene evvel işitmemiş ve saklamamış olsaydım, belki şimdiye kadar büsbütün unutulur giderdi. Hamd olsun ki kulağıma erişti... Mukaddes bu hediyeyi sizlere veriyorum.” (Szılagyı 2007: 3.) demektedir. Hans Dernschwam’ın eseri yazış amacı bilinmese de çoğunluğu önyargılı yaklaşımlarla verilen bilgiler dahi olsa geçmişten günümüze taşınan miras açısından önemi unutulmamalıdır. 

 

Ulus olarak kültürel mirası saklayamamak hüzün veren bir durumdur ve bu tür eserler bir anlamda bunu karşılamaya yarar. Yabancı bir seyyah, kalemiyle günümüzde kalıntıları dahi olmayan bir mirasa yaşam hakkı tanımaktadır. Buna karşın bu tür eserler, yazarın önyargılarını içinde barındırabilmektedir. Seyyahın istediği manzarayı seçme özgürlüğü, bu eserlerin niyetini çözümlemek imkânsızlığını beraberinde taşır. Bununla birlikte bu anlatılar tarihe tanıklık etmeleri itibariyle önemlidir.

 

KAYNAKLAR

AYTAÇ, Gürsel, (2016), Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi, Ankara: Doğu Batı Yayınları

EYİCE, Semavi, (1994), “Hans Dernschwam de Hradıczın”. TDV, İslâm Ansiklopedisi, IX, İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

TORUK, Ferruh, (2005), Amasya Kentinin Fiziksel Oluşum Sürecinde Saray Olgusu. Vakıflar Dergisi, S. 29, Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları. (www.dergimakale.com adresinden 05.12.2017 tarihinde erişilmiştir.)

SZİLARD, Szılagyı, (2007), Ignac Kunos Türk Folklor Araştırmalarında Bir Öncü. Doktora Tezi Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı, Ankara (https://media.turuz.com/ adresinden 05.12.2017 tarihinde erişilmiştir.)

DERNSCHWAM, Hans, (1992), İstanbul ve Anadolu'ya Seyahat Günlüğü (Çev.) Yaşar Önen, Ankara: Kültür Bakanlığı/ 885.

ARIKAN, Zeki, (1990), (Tanıtım), Osmanlı Araştırmaları X. (http://dergipark.ulakbim.gov.tr/ adresinden 05.12.2017 tarihinde erişilmiştir.)

________________________________

 

Dernschwam De Hradıczın, Hans (1494-1568 [?])

Müellif: SEMAVİ EYİCE

 

Kanûnî Sultan Süleyman devrinde İstanbul’a gelerek Amasya’ya kadar giden ve bir seyahatnâme kaleme alan Alman seyyahı.

 

Bohemya’nın Brux kasabasında doğdu. Varlıklı bir aileden geldiği ve oldukça iyi bir öğrenim gördüğü tahmin edilmektedir. Viyana Üniversitesi’nin 1507 yılı kütük defterinde adına rastlanan Dernschwam’ın 5 Eylül 1510’da Leipzig Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun olduğu bilinmektedir. Wiener Nationalbibliothek’te bulunan bir el yazmasından, bir süre Viyana’da yaşadıktan sonra 1514’te Ofen’e (Budin), Macar kraliyet sarayında prenslerin mürebbisi olan Hieronymus Balbi’nin yanına gittiği ve 1515’te onunla birlikte Pressburg’a geçip daha sonra 1520-1530 yılları arasında Macaristan ve Transilvanya’da dolaşarak gördüğü Roma kitâbelerinin kopyalarını bir deftere geçirdiği öğrenilmektedir. 

 

1525’ten itibaren, koleksiyonlarıyla ünlü Augsburglu banker ve sanat dostu Anton Fugger’in hizmetinde bulunan Dernschwam, 1549 yılına doğru onun yanından ayrılarak 1553’te Alman İmparatoru I. Ferdinand’ın Kanûnî Sultan Süleyman’a gönderdiği elçilik heyetine katıldı. İstanbul’u görmek, Osmanlı Devleti’ni tanımak isteğiyle heyete katılan Dernschwam, bu uzun yolculuğu kendi hesabına yaptığını seyahatnâmesinin sonunda açıkça belirtir.

 

22 Haziran günü Viyana’dan yola çıkan heyet 25 Ağustos’ta İstanbul’a ulaştığında padişah Nahcıvan seferi için Anadolu’ya hareket etmek üzereydi. Elçilik heyeti bundan dolayı huzura kabul edilmedi ve Kanûnî ile görüşebilmek için bir buçuk yıldan fazla bir süre beklemek zorunda kaldı. Nihayet heyet, 1554 Kasım ayı başlarında seferden dönüp kışı Amasya’da geçiren padişahın huzuruna çıkabileceği haberini alınca 9 Mart 1555’te İstanbul’dan ayrılarak Gebze, İznik, Ankara, Çorum üzerinden bir ayda Amasya’ya ulaştı. 

 

Dernschwam, elçilik heyetinin 7 Nisan’dan Haziran başına kadar Amasya’da kalması sebebiyle şehri tanıma fırsatı buldu ve bu arada Şah Tahmasb’ın Kanûnî’ye gönderdiği fevkalâde görkemli İran barış heyetinin de gelmesiyle (10 Mayıs) yaşanan çok hareketli günlere şahit oldu. 2 Haziran’da dönüş yolculuğuna başlayan heyet aynı güzergâhı takip ederek 23 Haziran’da İstanbul’a vardı ve 3 Temmuz’da da buradan ayrıldı. Kendi özel hizmetkâr, arabacı ve seyisleriyle heyete katılmış olan Dernschwam, İstanbul’da rastladığı ve fidyesini ödeyerek esaretten kurtardığı bir Alman tüfek ustasını da beraberinde götürdü. Heyet Silivri, Babaeski, Edirne, Filibe, Sofya, Niş, Belgrad ve Osijek yoluyla Budin’e, birkaç gün sonra da 11 Ağustos 1555’te Viyana’ya ulaştı.

 

Dernschwam’ın Avusturya’ya döndükten sonraki hayatı hakkında pek bir şey bilinmemektedir. Seyahatnâmesinin sonunda yazdığına göre Türkiye’den beraberinde Rumca el yazmaları, at, halı, kilim, çeşitli kumaş ve değerli taşlar getirerek satmıştır. 1560’ta Neusohl’da veya yakınındaki Kremnitz’de yaşadığı tesbit edilmekte ve kesin ölüm tarihi bilinmemekle birlikte, 1569 Şubatında bir yakını tarafından özel kütüphanesinin Viyana Saray Kütüphanesi’ne satılmış olmasından 1568 sonlarında artık hayatta bulunmadığı anlaşılmaktadır. 

 

651 cilt içinde 2000 kadar değişik eserden meydana gelen bu değerli kütüphanenin bazı kitapları ise Münih Kütüphanesi’ne girmiştir. Wiener Nationalbibliothek’teki Tabulae codicum manuscriptorum adını taşıyan katalogda (Viyana 1875), “Catalogus librorum Joannis Dernschwammii, ita ut mense Julio 1575 a Helferico Gutt et Hugone Blotio recensione Bibliothecae Caesareae facta, fuit inventus” başlığı altında Dernschwam’dan alınan kitapların listesi bulunmaktadır (VII, 131).

 

Dernschwam’ın seyahatnâmesinin Fugger ailesine ait olan orijinal el yazması, arşivci Fr. Dobel tarafından 1889’a doğru Babenhausen Şatosu’nda bulunmuştur. Daha sonra istinsah edilen nüshaların en eskisi ise Braunschweig eyaletinde Wolfenbüttel Kütüphanesi’nde olup (nr. 255) aynı yerde XVIII. yüzyıla ait bir kopya daha bulunmaktadır (nr. 2499). Babinger’in tesbit ettiğine göre Prag’daki Bohemya Krallık Müzesi’nde de birçok yerleri boş bırakılmış bir nüsha daha mevcuttur.

 

XIX. yüzyılda bazı tarihçiler Prag’daki eksik yazmayı inceleyerek araştırmalarında kullanmışlarsa da seyahatnâme hakkında ilk defa etraflı çalışmayı ünlü Anadolu coğrafyacısı H. Kiepert Wolfenbüttel nüshası üzerinde yapmış ve bu incelemeyi 1863’te bir bildirisine konu ettikten sonra geniş bir makale halinde yayımlamıştır (bk. bibl.). Kiepert’in yaptığı, Dernschwam’ın seyahat güzergâhını gösteren taş basması harita ise piyasaya verilmemiştir. 

 

Daha sonra Fugger arşivindeki nüshayı esas alan F. Babinger, önce 1913-1914 yılları arasında bu yazmadan faydalanarak bazı küçük makaleler yayımlamış, arkasından da metnin tamamını neşretmiştir (Hans Dernschwam’s Tagebuch, einer Reise nach Konstantinopel und Kleinasien [1553-55], München-Leipzig 1923, XXXVI+314 sayfa). Ancak kitap, Babinger’in baş tarafına çok geniş bir önsöz koymasına, bazı açıklamalar yapmasına ve anlatılan konulara açıklık getirecek bazı notlar eklemesine rağmen kolaylıkla anlaşılabilir nitelikte değildir. 

 

Çünkü metin orijinalinde olduğu gibi eski yüksek Almanca ile verilmiştir. Kitabın Türkçe tercümesi Yaşar Önen tarafından yapılmış (İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü, Ankara 1987), fakat başına Babinger’in uzun ve etraflı önsözünün tamamı konulmamıştır. Dernschwam seyahatnâmesinin eski Almanca’yı iyi bilen bir ilim adamı tarafından, metinde geçen yerler, yapılar, insanlar, olaylar, örf ve âdetler, hatta giyim kuşam ve hayat tarzı hakkında açıklayıcı notlar eklemek suretiyle yeni bir neşrinin yapılması Türk okuyucusu için büyük kazanç olacaktır.

 

Dernschwam, seyahatnâmesinde zaman zaman Türkler’i küçümseyen ifadeler kullanmakla beraber oldukça iyi müşahedelerde bulunmuştur. Özellikle geçtiği yerleşim birimlerine dair verdiği bilgiler o yerlerin tarihçeleri bakımından önemlidir. Osmanlı topraklarında yaşayan hıristiyanlar ve yahudiler hakkında da etraflı bilgiler vermiştir. Bu arada Anadolu’da rastladığı Alman, Avusturyalı ve Macarlar’ın çokluğu dikkat çeker. Dernschwam, Çemberlitaş karşısındaki Elçi Hanı’nda kalarak 25 Ağustos 1553’ten 9 Mart 1555’e kadar on sekiz aydan uzun bir süre içinde yaşadığı İstanbul’u etraflı şekilde incelemiş ve pek çok ayrıntıya dikkat etmiştir. Bunlardan özellikle yiyecekler ve fiyatlar hakkında düştüğü notlar üzerinde durmaya değer niteliktedir.

 

BİBLİYOGRAFYA

H. Kiepert, “Beitrag zur inschriftlichen Topographie Klein-Asiens”, Monatsberichten der Königlich Preussischen Akademie der Wissenschaften, Berlin 1863, s. 307-323.

a.mlf., “Hans Dernschwams orientalische Reise, 1553 bis 1555”, Globus, III, Braunschweig 1887, s. 184-190, 202-205, 214-220, 230-235.

Hans Dernschwam’s Tagebuch, einer Reise nach Konstantinopel und Kleinasien (1553-1555) (ed. F. Babinger), München-Leipzig 1923, s. XIII-XXXVI.

a.mlf., “Hans Dernschwam ein Kleinasien Forscher des 16. Jahrhunderts”, Deutsche Rundschau für Geographie, XXXV, Wien-Leipzig 1913, s. 535-546.

a.mlf., “Eine unbekannte Denkmünze auf Hans Dernschwam”, Mitteilungen der Bayerischen Numismatischen Gesellschaft, XXXI, München 1913, s. 46-51.

a.mlf., “Eine neuentdeckte Ungarische Kerbinschrift aus Konstantinopel vom Jahre 1515”, Ungarische Rundschau, II, München-Leipzig 1913, s. 41-52.

a.mlf., “Ein schriftgeschichtliches Rätsel?”, KSz., XIV (1913), s. 4-19.

a.mlf., “Zur Lebensgeschichte Hans Dernschwams, eines Kleinasien Forschers des XVI. Jahrhunderts”, a.e., XXXVI (1914), s. 133-135.

a.mlf., “Neue Beiträge zur Lebensgeschichte Hans Dernschwams, eines Kleinasien Forschers des XVI. Jahrhunderts”, a.e., XXXVII (1915), s. 37-38.

J. Berlàsz, Dernschwam Jànos Könyvtàra, A. hazai humanizmus történéhez, Budapest 1964.

St. Yerasimos, Les Voyageurs dans l’Empire Ottoman (XIVe-XVIe siècles), Ankara 1991, s. 230-233.

N. Iorga, “Encore un voyageur en Turquie au XVIe siècle: Dernschwam”, Revue Historique du Sud-Est Europeen, X, Bucarest 1933, s. 144-155.

K. Oberdorffer, “Hans Dernschwam”, Lebensbilder an der Bayerischen Schwaben, I/195, s. 229-245.

Semavi Eyice, “Elçi Hanı”, TD, sy. 24 (1970), s. 103.

Z. Kakuk, “Türkisches aus Hans Dernschwams Tagebuch”, AOH, XXXII (1976), s. 283-292.

_______________________________

 

Alman Gezgin Hans Dernschwam’ın Seyahatnamesi.

Emrullah Güney

 

Alman Gezgin Hans Dernschwam’ın Seyahatnamesi. Viyana-İstanbul-Amasya Yolculuğu- 1553-1555

 

Hans Dernschwam XVI. Yüzyılın seçkin bir hümanistidir.

 

1494’te Bohemia’nın Alman sınırları içinde kalan Brux’de doğmuştur. Ailesi varsıl. İyi bir eğitim yapıyor. Viyana, Leipzig üniversitelerinde öğrenci oluyor. Felsefe Fakültesi’nde eski Grek ve Roma klasiklerine, tarih yazıcılarına ve coğrafyacıların eserlerine  büyük ilgi gösteriyor.

 

1513’te O, Budin’de Macar Kraliyet Sarayı’nda prenslere ders veren bir eğitimcidir. Soylular arasında seçkin bir yeri vardır.

 

Dernschwam çok yönlü, ilgi alanları pek değişik bir araştırmandır. Her şeyi , izlediği, gözlediği her olayı hiç erinmeden kağıda döker. Macaristan ve komşu ülkelere yaptığı gezilerde tarihe, arkeolojiye ilgisi nedeniyle eski yazıtları kopyalar. Bu koleksiyonlar günümüzde eşsiz, benzersizdir.

 

1553’te 60 yaşındaki Dernschwam, Tuna Havzası’nı işgal  eden Türklerin paytahtını görme isteği duyar. (Bizans’ın yıkılışının, Konstantinopolis’in Türk İmparatorluğunun merkezi olmasının üzerinden 100 yıl  geçmiştir).

 

Viyana’dan 23 Haziran 1553 günü hareket eden elçilik kurulunda üç atı, arabacısı ve harcamakla tüketemeyeceği kadar çok paranın olduğu  torbasıyla, kendi hesabına yolculuğa başlar. Elçi van Busbeck ( Flaman asıllı Avusturyalı diplomat, yazar .1522-1592 ) gezgin kurulunun  başıdır.

 

Gezginler kurulu 25 Ağustos günü İstanbul’a ulaşır. Fakat Muhteşem Süleyman ( Kanuni ) Amasya’daki ordugahındadır.  Kurul, zorunlu olarak yeniden yollara düşer.

 

Güzergah ( itinerer ) şöyledir : Gebze, İzmit, ,İznik, Bilecik, Sangarios Irmağı, Ankara, Halys Irmağı, Çorum, Elvançelebi, İris Irmağı, Amasya.

 

Menzile eriştikleri tarih : 7 Nisan 1555…

 

Elçilik Kurulu (Sefaret Heyeti), barış görüşmelerinde büyük bir başarı sağlayamadı. Haftalarca Yeşilırmak kıyısında Amasya’da konuk edildiler. Geldikleri yolu aynen izleyerek İstanbul üzerinden Balkan diyarını geçerek  Viyana’ya döndüler.

 

Memleketlerine ulaştıkları gün takvimler 1555 yılının11 Ağustos gününü gösteriyordu.

 

Seyahatname’yi daha iyi değerlendirebilmek için I.Süleyman’ın ( Sultan, Muhteşem, Kanuni ) yaşamını bilmek gerekmektedir. 1526 Ağustosunda Mohaç Meydan Savaşı’nda Osmanlı ordusu büyük bir utku kazanmış, Sultan, Budin’e girmiş ve tüm Macaristan fethedilmişti. Fakat Sultan buradan ayrıldıktan sonra iç savaş çıkmıştı. 

 

Mohaç Savaşı’nda ölmüş olan Lajos’un yerine kral seçilen Janos Zapolya’yı destekleyen Sultan, Avusturya arşidükü Ferdinand’ın Budin’e girmesi üzerine 1529’da güçlü bir orduyla yeniden sefere çıktı. Önce Budin’i aldı. Sonra 26 eylül ayında pek iyi tahkim edilmiş olan Viyana’yı kuşattı. 3 saldırı sonuçsuz kaldı. Kış yaklaşıyordu, lojistik destek zorlukları nedeniyle kuşatmayı kaldıran Sultan,  60 bin tutsakla Budin’e ve sonra Paytahta döndü.

 

Ne var ki I.Ferdinand Budin’i kuşatmıştı. 1532’de Sultan, Macaristan’a yeni bir sefer açtı. Buna Alman Seferi der tarihçiler. Bazı Macar kaleleri fethedildi. Budin, Avusturya saldırılarından kurtarıldı. Viyana yolu üzerindeki Güns (Köszeg) Kalesi zorlu savaşlardan sonra ele geçirildi. Bu kale üzerinde Sultan’ın önemle durması, Viyana üzerine yürüyeceği izlenimi vererek Ferdinand’ı bir meydan savaşına çekmek içindi. Ne var ki yeni bir kuşatma gerçekleşmedi ve yılın sonlarında Ordu geri döndü.

 

1533’de Ferdinand ateşkes istedi. Antlaşmayla Macaristan’ın doğusu Osmanlı Devleti korumasındaki Janos Zapolya’ya, batısı da Ferdinand’a bırakıldı.

 

Süleyman, bu barış ortamından yararlandı. Doğuda Şii İran önemli bir tehlike olarak duruyordu. 1534’te Sadrazam Makbul İbrahim Paşa İran ordusunu yenerek parlak utkular kazandı. Sultan önce Bağdat’a, sonra Tebriz’e girdi ( Irakeyn Seferi ).

 

1541’de Avusturya, Macaristan’a müdahale etti. Sultan yeniden sefere çıktı. Orta ve Güney Macar bölgeleri Osmanlı mülkü oldu; Budin Eyaleti oluşturuldu. Beylerbeyi olarak Macar asıllı Süleyman Paşa atandı.

 

1548’de Sultan Doğu Seferinde Tebriz’i, Van’ı yeniden işgal etti.

 

1551’de Avusturya barışı ihlal ediyordu. Sokollu Mehmet Paşa, Avusturya üzerine gönderildi.  Beçe, Beçkerek ve Temeşvar kaleleri ele geçirildi.

 

1553’te Sultan, Nahcivan Seferi’ne çıktı. Şirvan’a girdi; Revan ve Dağlık Karabağ’ı Osmanlı mülkü yaptı.

 

1555 Mayısında Şah I.Tahmasp’ın isteği üzerine Amasya’da Antlaşma imzalandı. Böylece yıllardır aralıklı olarak süren İran savaşları sona erdi.

 

Hans Dernschwam’ın seyahatnamesinde anlattığı Macar diyarı , Payitaht erekli  yolculuğa başladığı tarihte Osmanlı toprağıydı.

 

1553 yılında Tuna havzası kentlerini, güzergahı incelemeyi tarihçilere bırakarak, biz Edirne, İstanbul, Amasya yoluna odaklanalım.

 

Edirne :

 

Yol boyunca kaldırım döşeli eski Roma yolları ve bir veya iki gözlü küçük köprüler gördük. Binlercesi birarada uçan leylek sürülerine rastladık.

 

Şehir Budin’e benziyor. Güzel üzüm bağları var. Uzakta  birçok cami gördük. Kubbeleri kurşun kaplı. Minareler yükseliyor. Ezandan başka bir şarkıları (!) , hatta müzikleri dahi yok.

 

Bir kervansaray 600 kadar atı alabiliyor. Bir paşaya aitmiş. Giysileri temiz olmayan aşçılar çorba ve et pişirmişler, herkese dağıtıyorlar. En çok yenilen soğan ve sarımsak.

 

Kervansarayın en önemli adamı nalbant. Arpa ve saman da satılıyor.

 

Havsa:

 

Bir Türk köyü. Köleler tarlaları ekip biçiyorlar, hayvanlara bakıyorlar.

 

Silivri :

 

Varoşta çitler arasında açıkta koyunlar gibi bir tarlada geceledik. Tuğladan yapılmış surda mazgal ve kuleler var. Uzaktan 3 cami sayabildik.

 

Çekmece :

 

Türk kasabası vaktiyle bakımlı ve tanınmış yermiş. Taş köprüler var. Eski Roma yolu kalıntıları dikkat çekiyor.

 

İstanbul:

 

Kaldırım döşeli yolu izledik. Sade görünüşlü bir kervansaraya indik. 29 Ağustos günü elçiler Sultanın damadı Rüstem Paşa’yı ziyarete gittiler. Biz de beraberdik. Paşaya 6 altın yaldızlı büyük Transilvanya kupası hediye ettik. Kupalarda altın florinler ve değerli bir saat vardı.

 

Padişah Perslerin kralı Safevi hükümdarına karşı harbetmek üzere yola çıktı. Karşı tarafa geçerken toplar atıldı.

 

Acem diyarı Türkiye kadar kudretli ve zengin değil. Fakat muharip bir millettir. Topu yoktur. Türklerden çok esir almışlardır. Osmanlı ordusu İran’a karşı istemeyerek, zorla harbe gidiyor. Oralar kurak, çöl yerlerdir. Halk fakir ve açtır. Ordu su götürmek zorundadır. Asker un, peksimet, et, pirinç, tuz, peynir taşımalıdır. Safeviler Osmanlı ordusu yaklaşırken her yeri yakıp yıkarak içerilere çekiliyor. Açlık ve susuzluktan ölenlerin haddi hesabı yoktur. Halk da başka yerlere taşınıyor. Ganimet elde edemeyen Türkler zor durumda kalmışlardır. İranlılar esirleri hep öldürüyorlarmış. Oysa Türkler azad eder ya da satarlar.

 

Macaristan üzerine açılan seferlere  herkes isteyerek, hevesle katılıyor.

 

İstanbul’da Türkler yeni binalar yapmıyorlar. Eski güzel yapılar da iyi korunmamış. Surlar harap. Hemen bütün evler kötü malzemeden ve tek katlı olarak yapılmış.

 

Padişah burada çok büyük, çok güzel bir kervansaray yaptırmış. Burada 3 gün hiçbir şey ödemeden kalınabiliyor, yenilip içiliyor. Kervansaraylar gelir de sağlıyor. Bundan hocalar yararlanıyor. Sabah akşam kendilerine çorba, et ve ekmek verilir. Sadaka ve iane ile yaşayan hocalar 3-4 hatunla evlenip harem kurabilirler..

 

Türkler içki içmediklerinden, yasak olduğundan meyhane işletmezler. Bu işi Rumlar ve Yahudiler  yapar. Ancak Türkler arasında gizli içen çok. Esir alındıktan sonra islam olan dönmeler, yeniçeriler ,savaşçılar gizlenip içki içerler. Yakalanırlarsa sopalı yeniçeriler onlara dayak atar.

 

Yedikule dolayında Caramanos denilen Hristiyan halk yaşıyor. Tapınmaları Rumca değil; Türkçe. İran’a uzak olmayan Karaman’dan gelmişler. Rumcayı anlamıyorlar. Yavuz Selim, memleketlerini işgal edince bunlar İstanbul’da iskan etmiş. Güçlü, büyük bir topluluk. Kadınları uzun, sivri, ak ya da boyaklı bir başlık giyiyorlar. Papanın giydiği taca benziyor. Kadınlar gezmek için sokağa çıktıklarında bu başlığın üzerine göğüslerine kadar inen ince, tül gibi bir örtü örtüyorlar.

 

Padişahın İstanbul’un içinde çok sayıda bahçesi var. Acemioğlanlar ekip biçiyor. Her çeşit sebze, meyve yetiştiriyorlar. Salatalık, soğan, sarımsak, maydanoz, havuç, pancar, karpuz, kabak…Meyve ağaçları : Kiraz, badem, armut, elma, erik…Ürünler padişah adına satılıyor ; gelir sağlanıyor.

 

İstanbul’da nerdeyse yeryüzünde mevcut bütün diller konuşulur. Burası eski Babil’e benzer.

 

Eğer Türklerde de biz Hristiyanlarda olduğu gibi yemek ve şarap adeti olsaydı ve o kadar bol lokanta ve meyhane bulunsaydı, Türkler sırtlarına giyecekleri elbiseyi almaya para bulamazlardı. Bu memleketin fakirliği onları aç kalmaya, oruç tutmaya mahkum ediyor. Orucu da ayıp olması diye ya da korktukları için tutuyorlar. Aç kalınca kurtlar gibi sabırsız da oluyorlar. Açlığı ve susuzluğu unutmak için günde birkaç kere uykuya yatarlar. Savaş zamanı askerlere oruç tutturulmaz. Özellikle sınırlarda yaşayanlar oruca fazla önem vermezler.

 

Padişah türbeleri çok güzel bahçeler içinde. Her ilkbaharda çiçekler yeniden ekilir. Buralar cennet gibi olur.

 

Türkler İranlılarla savaşmaktansa Macaristan’a karşı savaşmayı ve Almanlarla dövüşmeyi tercih ederler. Çünkü İran seferlerinden  fazla bir kazanç ağlayamazlar. Şimdi savaşta oralarda bulaşıcı hastalıklardan çok asker öldü. Sığır, at ve deve gibi hayvanlardan da çok zayiat verildi. Bu durumda gazi askerler ülkeye yaya olarak dönmek zorunda kalacaklar. Zira oralar kurak ve çölden ibarettir. Günlerce gidilse suya rastlanmayabilir.

 

Türkiye’de şarap seyrek içilir. Üzümden turşu yaparlar. Tatlı bir içki kaynatırlar. Şerbeti de baldan yaparlar. Rumlar şaraba çok su katıyorlar. Yahudiler de çok yüksek değerde, katıksız iyi cins şarap elde ediyorlar.

 

Türkler darıdan boza yapıyorlar. Bal birası yok. Sadece zenginler bal yerine şeker yiyebiliyor.

 

Yahudiler hangi ülkede yaşıyorlarsa ora halkının dilini konuşurlar. Hangi ülkeden Yahudi kovulmuşsa Türkiye’ye gelip yerleşiyorlar. Buraya toplananlar Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Fransızca, Çekce, Polonyaca, Yunanca, Türkçe, Süryanice, Yeni Aramca ve diğer dilleri bilirler.

 

Karaim Yahudileri alelade Yahudilerden farklıdır. Digerleriyle aynı yerde yaşamazlar. Kendilerine özgü ayrı evleri vardır. Kendileri için ayrıca hayvan beslerler, kendi şaraplarını imal ederler. Diger Yahudiler et yerler, bunlar balık yer. Öteki Yahudilerden kız alıp vermezler. Hz Musa’nın 5 kitabına ve 10 Emre bağlıdırlar. Karaim Yahudileri diğer öbeklerden daha varsıldır. Erkek, kadın hepsi de halis ipekli damiska (Şam işi) giysiler giyerler. Kadınlar yürüyen bir kuyum işi gibidirler: altın kolye, bilezik takarlar.  Karaim Yahudileri Kefe ve Rusya’da da yaşarlar.

 

Yahudilerin dünyadan haberleri vardır. Hristiyanlar aleyhine Türklere casusluk yaparlar. Eylülde kamış bayramlarını kutlarlar. Defne dallarından çardak yapıp altında otururlar. 200 tabağa tabağa meyve ve mevsim ürünlerini doldururlar. Sabah erken havralara doluşup Tanrı’nın kendilerine ne zaman öleceklerini bildirmesini beklerler.

 

Padişahın tek hekimi de bir Yahudidir. Fakat Yunan ve Latin tıbbından bir şey anlamaz.

 

8 Aralık 1554 gecesi İstanbul’da büyük bir yangın çıktı. 1000 ahşap dükkan, cezaevi yandı.

 

Türkiye’de şaşılacak üç şey var : 1. Bütün meczuplar evliya olarak kabul ediliyor. 2. Kadınlar pantolona benzer tuman, don, şalvar giyiyorlar. 3. Erkekler de başlarını sarık, poşu ile kapatıyorlar.

 

Türkler balı tutmaz ve balık yemekleri bilmezler. Hristiyan ve Yahudiler balıktan değişik yemekler yapıyorlar. Balık pazarı Yahudilerin elinde. Vergisi de çok yüksek.

 

Kavun bu ülkede çok yeniyor. Kış kavunları tavana asılıyor; bahara kadar duruyor. Ancak Macar kavunları daha lezzetli. Türkler karpuzu da çok yiyorlar.

 

Hurma, İskenderiye vapurları ile getiriliyor. Çok bol. Kimse hurmanın yüzüne bakmıyor. Bu gemiler pirinç de getiriyor. Türkler pirinci çok tüketiyor. Bu ürün ancak Sultan’ın müsaade ettiği yerlerde yetişiyor.

 

Türkler yere oturarak yemek yer. Baş yemekleri çorbadır.

 

İstanbul’da Çerkez, Abaza ve Gürcüler Galata’da gemilerde kürek çekiyorlar. Saçları omuzlarından sarkanlar bekar demekmiş.

 

Türklerde kadınlar Hristiyan ülkelerdeki gibi değildir. Serbest yaşayamazlar. Evlerinde kalırlar. Yabancılar onlarla konuşamaz. Köleler bile efendilerinin karılarını göremez. Alışveriş için kadın çarşıya, pazara da çıkamaz.

 

Bu ülkede kadınlar erkek giysileriyle at binerler. Yüzlerinde kara peçe olursa kadın oldukları anlaşılır. Arkalarından bakınca saç topuzlarından  tanınabilirler. Doğrusu at binmek Türk kadınlarına çok yakışıyor Düğünlerinde ipek ve kadife giysiler içinde birçok kadının at bindikleri görülüyor.

 

Şehirlerde kız ve delikanlılar birbirlerini görmeden evlenirler.

 

Dünyanın her yerinden Türkiye’ye getirilen kızların en güzelleri seçilip Padişah sarayına veya harem dairesine alınır. Birkaç yüz kız oralarda mahpus hayatı yaşarlar. Önce Türkçe öğrenirler; sonra islami ibadet. Saray terbiyesi sonucunda aradan yıllar geçince bu kızlar ana dillerini unuturlar. Sultan beğendiği kızın önüne içinde 1000 akçe olan bir kese atar. Kız yıkanır, temizlenir, hazırlanır. Hamile kalmayan kız bir daha Sultan’ın yatağını göremez. Bir paşa, sipahi ya da çavuşla evlendirilerek Saray’dan uzaklaştırılır.

 

Bazı Türkler gerekli sayıda köle satın alırlar. Bunlar her gün çalışarak para kazanırlar. Kaçıp gitmesinler diye satın alındıkları gün sünnet ettirilirler.

 

Yeryüzünde benzersiz, eşsiz bir tapınak olan Ayasofya Kilisesi’ni Türkler kendi Tanrı’larını takdis için cami haline getirmişlerdir. Küçük bir şehir büyüklüğünde olan bu mabetde vaktiyle din adamları, hizmetkarlar, patrik birlikte oturmuşlar. Burası geçmişte de günümüzde de Tanrı kelamının öğretildiği ve insanların eğitilip yetiştirildiği büyük ve kutsal bir mekandır.

 

Türkler savaşa gitmeyip hep evlerinde otururlarsa birbirlerine girerler. Zira bu millet savaşa alışmıştır. Bol ganimet alıp geçimlerini sağlarlar. Tarım işlerine alışık değiller. Boş gezerler. Esirler, köleler çalışır, onları beslerler. Şimdiki gibi 10 memleketleri daha olsa yine az gelir. Sultan’ın paralı askerlerden oluşan daimi ordusu vardır.Barış döneminde de ücretlerini alırlar.

 

Memleketin büyük kısmı verimsiz topraklardan ibarettir. Hiç kimse vergisini devlete tam olarak verecek durumda değil. Hristiyan ülkelerden para sağlanır.

 

Türkler özgürlüklerine, bağımsız yaşamağa pek düşkündürler. Ne var ki, ellerinde, evlerinde barklarında birşeyleri yoktur.

 

Padişah halkına yeni bir savaş görevi yükleyip onları meşgul etmek zorundadır. Yoksa ülkede ayaklanmalar çıkar ve ülke kendi içinden yıkılarak padişahlık yönetimi son bulur.

 

Kartal :

 

9 Mart günü Üsküdar’a geçtik. Bir caminin yanında geceledik. Bir taş köprünün altından cılız bir su akıyordu. Doğuya doğru ilerledik. Taşlı, çakıllı yollar. Marmara Denizi’ndeki adaların sahillerindeki evler görülüyor. Kartal’da pek çok cami var. Vaktiyle güzel, sefalı bir yer imiş.

 

Gebze :

 

Eski adı Viso imiş. Bir Rum köyünden geçtik. Güzel bir yer Gebze. Fundalar ve çileğe benzer daha büyük meyveleri olan kocayemiş ağaçları çok. Bulgar köylüler var; ordugahtaki atlara bakıyorlar, su ve odun taşırlar.

 

Gebze’de güzel bir cami ve herkese Allah rızası için çorba verilen bir kervansaray var. Konaklama ücreti ödenmiyor. Hayrat olarak yapılmış. Arpa ve saman için ödeme var. Hannibal’ın mezarı da burada. Eski yapıların taşları cami yapımında kullanılmış.

 

İzmit :

 

Eski adı Nicomedia. Türkçede İsminik. Bir kaya üzerindeki eski şatonun kuleleri var. Burası Hereke imiş. Sevimli bir derecik dağdan aşağıya şırıl şırıl akıyor. Burası çok güzel bir yer.

 

İzmit kısmen harap. Çok güzel eski bir Bizans şehri. Burası da İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulmuş. Depremlerden yıkılmış kiliseler var. Türkler birini cami yapmışlar. Eski yapıların mermer sütunlarını gemilerle İstanbul’a götürüyorlar.

 

İznik :

 

Pek enli olmayan uzun bir göl gördük. Bu gölün balıkları pek lezzetliymiş. Yolda davar sürülerine rastladık. Büyükbaş hayvan görmedik.

 

İznik eski ve müstahkem bir Bizans kenti. Daire biçiminde.  Şimdi harap durumda. Surları iki sıralıymış;  yıkılmış. Kale ve eski yapılar kalmamış. Burayı fethetmek için 7 yıl savaşmış Türkler. Yıkık surların arasında Türklerin evleri ve bahçeleri görülüyor. 40 Rum yaşıyormuş küçük bir kiliseleri var.

 

12 arabalı bütün kafile bir kervansaraya indik. Burada Macar, Alman, Hırvat ve başka uluslardan tutsaklar vardı.

 

Yenişehir :

 

Dağın en yüksek yerinde halkı Sırp olan bir köy var. Yenişehir çevresinde buğday yetiştiriliyor. Düz bir alan. Padişahtan gündelik alan askerler burada yaşıyorlar. Bunların tarlası, hayvanı var. Ayrıca kölelere de sahipler. Onlar çalışıp Türkleri besliyorlar. Bu tutsaklar Türklerin buyruğunda 10-15 yıl kadar çalışıyorlar. Sonra özgür olabilir. İslamlığı seçenler de oluyor.

 

Uludağ :

 

Türklerin Keşiş Dağı dedikleri…Olimpus bu olmalı. Strabo bu adla anıyor. Dağda bir göl varmış. Buzlarını kırıp İstanbul’a götürüp satarlarmış.

 

Pazarcık :

 

Rum yok. Bir mescit var. 12 meşeden direkli herkese açık Kervansarayda 150- 200 at barınabilir.

 

İki tarafı dağlarla çevrili güzel bir yer. Sakin. İki tulum şarabı Rum köyünden getirttik. Pekmez de aldık. Üzüm suyu ve bal karışımı.

 

Bozüyük :

 

Güzel, dar bir koyaktan geçtik. Meşe ormanları var çevrede. Çamlar da karışık. Kasaba vadide, üzüm bağları arasında güzel bir yerde bulunuyor.

 

Bilecik :

 

Bakımsız bir yer. Burada ipek kumaş dokunurmuş. Eğrigöz de harap durumda. Karacaşar’da Türklerle azınlıklar birada yaşıyorlarmış.

 

Anadolu  insanları nerdeyse yarı zenci; çok esmerdirler. Her gün güneş altındalar. Avrupa insanı gib zanaat sahibi değiller, para kazanamıyorlar. Çobanlık, çiftçilik gibi işlerle yaşamlarını sürdürüyorlar. Buna karşılık gururlu insanlar, ona buna karşı koyarlar; kafa tutarlar.

 

Sakarya :

 

Bithinia ile Galatia arasında Sangarius ırmağı sınır çizermiş. Türkler Sakarya diyor. Köprü yıkık. Zor geçtik.  Göz alabildiğine tarlalar…Yer yer üzüm bağları…İki yandaki sıradağların arasında geniş bir yerey. Killi, çakıllı fakat sağlam, bitek topraklar. Üzüm bağları için pek uygun. Buralar Erdel’e benziyor.

 

Koyun ve keçi besliyorlar. Koyunların kalın, geniş yağlı kuyrukları var. Keçilerin yünleri ince ve uzun, ipek gibi yumuşak. Tiftikten sof ve diğer ince kumaşlar dokunuyor. Biz yalnız Rumların sofu nasıl yaptıklarını gördük.

 

Ankara:

 

Bir tepenin üzerinde hisar vardı. Çıktık ve çevreyi seyrettik. Şehir ve kalesi vaktiyle çok güzelmiş, mükemmel bir yerde kurulmuş.  Kerpiçten yapılmış küçük bir Ermeni kilisesini gezdim.  Ermeniler zahiren Hristiyandır. Gerçekte ise onlar da Rumlar gibi tam inanmış Hristiyan değillerdir ve papayı da sevmezler.

 

Kalenin içi tıpkı bir şehir. Kerpiçten alçak evler var. Bir de cami bulunuyor. Şehir aşağıya düzlüğe doğru alabildiğine gelişmiş. Evler rastgele ve sokaklar plansız. Damlar toprakla örtülüvermiş. Yapılar ahıra benziyor. Deve, at, katır için yapılmış gibi. Güzel mermer sütunlar da gördük. Fakat yazılı olanlar kırılmış.

 

Türkler tarih bilmezler. Çoğunluğun okuması yazması yok. İmamlar da halka okudukları duaları anlatmazlar. Türklerin ibadet dili Arapçadır. Bizde kiliselerde Latince ne kadar anlaşılıyorsa onlarda da Arapça o kadar anlaşılır.

 

Çankırı :

 

Kızılırmak Kapadokya ile Galatia’yı birbirinden ayırıyor. Azgın bir sudur. Yükseklerden, kayalıklardan hızlı akıp gidiyor.

 

Halk sadece hayvancılıkla yaşıyor. Başka bir geçim yolunu, ticaret şeklini düşünmüyorlar. Nisan başlarında evlerinden ayrılan köylüler yüksek yerlere, su kenarlarına çıkıyorlar. Hayvanları da yanlarında.

 

Çorum :

 

Bir Türk şehri olan Çorum büyük değil. Bizdeki büyük bir köy kadar. Etrafında su yok. Bir dağın eteğinde kurulmuş. Vadiye bakıyor. Önünde yemyeşil, güzel, geniş bir düzlük uzanıyor. Şehirde Türklerle birlikte Rumlar ve Ermeniler de yaşıyor.

 

Elvan Çelebi :

 

Çorum’dan 5 saatlik mesafede bir tekke olan Elvançelebi’ye ulaştık. Burası bir Dergahtır. Padişah burada gecelemiş. Tekke dervişlere özgü bir tür mescit. Rumların manastırına benziyor...

 

Arazi çıplak. Padişah burada avlanmış. Çok keklik var.

 

Elvançelebi köyünde ahşap bir mescit var.

 

Bu memlekette halk öylesine geri bırakılmış ki, ekmeği bile iyi pişiremiyorlar. Fırınları yok. Her yerin ekmeği değişik.

 

Amasya :

 

İstanbul’dan yola çıktıktan 30 gün sonra Amasya’ya ulaştık. Padişah o sırada sürek avındaymış. Halk üzüntülü ve kızgındı. Şehzade Mustafa öldürülmüştü. Bir başka üzüntü konusu da İran Seferinin sürüp gidiyor olması idi.

 

Amasya, coğrafyacı Strabo’nun memleketidir. İris Irmağı buradan geçerek Pontus Denizi’ne dökülür. Eski bir taş köprüden geçtik. Yörede tarlalar, üzüm bağları, meyve bahçeleri uzanıyor.

 

Görkemli bir yüksek kaya üzerinde kale yükseliyor.

 

Elçiler Ahmet Paşa’yı, Ali Paşa’yı ziyaret ederek altın sikkeler armağan ettiler.

 

Padişah 12 Nisan Cuma günü at üzerinde camiye gitti. Yeşil bir kaftan var üzerinde. Ahmet, Ali, Mehmet paşalar  önden gidiyordu. Padişahın önünde 7 seyis daha kimsenin binmediği 7 atı yediyorlardı. Atların eğerleri altın işlemeliydi.

 

Paskalya günü çıkan yangında kerpiç evler yandı. Paşalar ve yeniçeriler yangını söndürmeğe çalıştılar.

 

Şehzade Mustafa’nın katlinden dolayı bölge halkı kızgın, üzgün. Halkın bir bölümü gizli gizli İran’ı tutuyor ( Şah’ın Anadolu’da, Kapadokya’da Şiiliğe taraftar bulmak için çalışan çaşıtlarının etkili olduğu sanılıyor ).

 

Daha önce Şehzade’nin, şimdi de Padişah’ın yaşadığı  saray dağın eteğinde, çevresi bahçeli olan bir yerdir.

 

Amasya’da 11 Türk camisi var. En güzeli Padişah’ın selamlığa çıktığı Beyazıt’ın yaptırdığı çifte minareli camidir.

 

Yeşilırmak üzerinde 3 taş ve 1 tahta köprü var. Vadinin iki yamacında, kırlangıç yuvası gibi birbiri üstüne yığılmış  kerpiç evlerden ortaya çıkmış yoksul bir kent. Evlerin pencereleri de düzgün değil. Odalar mahpus damı gibi. Mutfak da yok. Küçük ocaklarda çorba pişiriyorlar.

 

Kalenin dış görünüşü  çok güzel. Fakat surlar pek ince. İç Kale’de kerpiç evler var. Hizmetkarlar ve kalenin kumandanı yıl boyunca hiç ayrılmadan burada yaşıyor. Sabah ve akşam kaleden aşağıya doğru borazan, davul çalınıyor. (*)

 

Değerlendirme :

 

Yazımızın ilk cümlesi gezginin bir hümanist olduğuydu.

 

Fakat, yaşadığı yüzyılın insancıllık anlayışıyla günümüzdeki insan sevgisi arasında farklar vardır.

 

Yazar, her ulusu Almanların yaşayış düzeni ile karşılaştırarak acımasızca eleştirmektedir. Ona göre Almanların dışında herkes tembeldir, pistir, temizlik alışkanlığı yoktur. Buna Macarlar, Sırplar, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar da dahildir. Özellikle Türkler ne ekmek yapmasını bilir, ne yemekte temizlik kurallarına uyar.

 

Her öğünde yemeğini şarapla yiyen gezginin en büyük sıkıntısı nitelikli şarap bulamamasıdır. Yalnız Türkler değil Rumlar,  Ermeniler, Yahudiler de şarap yapmasını bilmemektedirler. Üzümü ezerek ve şıraya bal karıştırıp kaynatarak pekmez yapan Türk halkını, gezgin cahillikle suçlamakta; bağ ve bahçelere önem vermediği için eleştirmektedir.

 

Macaristan’ı işgal eden ve Viyana’yı kuşatan Türklerin Avrupalılarca sevilmesini beklememek gerekir. Fakat yazar sık sık, kargışlarla, ilençlerle Sultan’ın ve onun halkının, ordusunun başına felaketler gelmesini dilemektedir. İranlılarla savaşlar devam etsin de, batıya doğru akınlar olmasın, Osmanlı Ordusu Tuna’dan batıya doğru ilerleyemesin. Gezgin bu düşüncesini sık sık yinelemektedir.

 

Seyahatnamede dikkat çeken ise Muhteşem Süleyman’ın padişah olduğu görkemli imparatorlukta gerçek anlamda üretimin olmadığı, ekonominin savaşlarda elde edilen ganimetlere dayalı olarak yürüdüğü, payitaht İstanbul’da ve taşrada  güvenliğin tam sağlanamadığı, tarımın ve hayvancılığın öneminin anlaşılmadığı , yolların bozuk olduğu, köprülerin yıkık bulunduğu, han ve kervansarayların pek de gecelemeye elverişli yerler olmadığı vurgulanmakta,  ağır eleştiri sık sık yinelenmektedir.

 

Kiliselerde, manastırlarda, katedrallerde, şapellerde  rahipler cahildir; okudukları Latince duaların anlamını bilmemektedirler. Cami, tekke, dergah, mescitlerdeki Müslüman din adamları cahildir; okudukları Arapça duaların anlamını bilmediklerinden , halka da açıklama yapamamaktadırlar.

 

Batıda Avusturyalılarla, doğuda İranlılarla yapılan savaşlar halkı bıktırmış durumdadır. Nizam-ı Alem için evlat katli halkın gözünde padişahın saygınlığını azaltmaktadır.

 

Seyahatnamede Türkler tek bir yerde öğülmektedir : Türk kadınları at binmeyi seviyor. Doğrusu , Türk kadınına at binmek yakışıyor.

 

Hümanist olarak tanıtılsa da Alman gezgin araştımacının diplomasi tarihi için bir Sefirler Heyetinde yer alıp, Anadolu’yu XVI. Yüzyıl ortalarında bir çizgi boyunca da olsa tanıması ve tanıtmasından, verdiği bilgilerden  alacağımız pek önemli dersler vardır.

 

Dernschwam H. 1987. İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü. Çeviren : Prof Yaşar Önen. Kültür ve Turizm Bakanlığı yay. 885 Tercüme Eserler Dizisi : 62. . Ankara

 

(*) Flaman kökenli Avusturya hizmetinde diplomat ve yazar olan Ogier Ghislain de Busbecq ( 1522. Flandre - 1592 Rouen ) Kanuni döneminde ( 1520-1566) Osmanlı Devleti’nin durumunu anlatan eserleriyle tanınır.

 

İran seferinden dönmekte olan Kanuni Sultan Süleyman ile 1555’de Amasya’da görüşen Busbecq, Padişah’ı ancak 6 aylık bir ateşkese razı edebildi. Sürekli barış için çabaları daha sonra da sürdü. İki kez daha İstanbul’a geldi. 1562’de Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında 8 yıllık bir antlaşma imzalanmasını sağladı.

 

Busbeck gezip gördüğü yerlerde tarih, dil, botanik ve zooloji araştırmaları da yapmış, Osmanlı topraklarından topladığı 250 kadar eski yunanca yazmayı, antik para ve kitabeyi Viyana’ya götürmüştü. Ankara’daki Augustus Tapınağını da batı bilim dünyasına Busbecq tanıtmıştır. İstanbul ve Amasya Seyahatnamesi, Türklere Karşı Alınacak Askeri Önlemlerle İlgili Öneriler, 4 Elçilik Mektubu ve Elde Bulunan Bütün Eserleri adıyla yayımlanmıştır. Bunlar Latince yazılmışlardır. Türk Mektupları 1939 yılında ünlü gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın’ın çevirisiyle yayımlanmıştır.

Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...