30 Kasım 2021 Salı

Dördüncü Avlu (Köşkler Bahçesi)

 Dördüncü Avlu (Köşkler Bahçesi)

İlber Ortaylı

İlk zamanlar sadece bahçe olan bu avlu, zaman içinde yapılan köşklerden dolayı Köşkler Bahçesi adını almıştır. Dördüncü Avlu büyük bir duvarla koruma altına alınmıştır. Avlunun kuzeyden güneye güvenlik sınırını çizen bu yüksek dış duvarlar, Has Ahur’u, Harem Dairesi’ni, Arslanhâne’yi, Fil Bahçesi’ni, İncirlik’i, Şimşirlik Bahçesi’ni, Mecidiye Köşkü’nü ve Sofa Camii’ni dıştan kuşatarak Fatih Köşkü’ne bağlanır.

Bu bölüm iki ana kısımdan müteşekkildir. Bunlar Sofa-i Hümâyûn ve Lale Bahçesi’dir.

Sofa-i Hümâyûn: Dördüncü Avlu’nun en yüksek yeridir. Mermerlik de denilen bu yer Boğaz’a ve Haliç’e nazır konumundan dolayı muhteşem bir manzara imkânı sunar. Sarayın en güzel taşlığıdır. “L” biçimindeki bu terasta Revan Köşkü, vefat eden padişahların gasledildikleri tunç çeşme, Hırka-i Saadet Dairesi’nin hacet (dua) penceresi; ortada Fıskiyeli Havuz, avlunun sol tarafında Sünnet Odası; ilerisinde İftariye Köşkü; 

Gülhâne tarafında  Dördüncü Avlu (Köşkler Bahçesi) sofanın alt tarafında İncirlik ve Fil adı verilen bahçeler, sofanın karşı köşesinde ise Bağdat Köşkü yer almaktadır. Sarayburnu’nun esintisini alan bu bölgeye Osmanlı döneminde revaklar arasında camekânlar konulmuş ve sofanın etrafı perdeler ile kapatılarak bu esintiye mâni olunmaya çalışılmıştır.

Minyatürlerde Sofa-i osmanlı tarihimizde Hümâyûn’un hasırlarla ve halılarla kaplı olduğu görülür. Padişahların özellikle yazları devlet adamlarıyla burada görüştüğü, yaza denk gelen ramazanlarda Huzur Dersleri’ni burada yaptıkları bilinir. (Huzur Dersleri ramazan aylarında padişahın huzurunda Kur’an ayetlerinin âlimler arasında müzakere edilmesidir.)

Sünnet Odası
Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapıldığı sanılan bu tek oda Sultan İbrahim devrinde bugünkü hâlini almıştır. Yaklaşık 35m2 olan bu küçük odanın temeli Sofa-i Hümâyûn etrafında dış duvarlardan hariç yapılan bir iç güvenlik duvarının dört kulesinden biri üzerine oturtulmuştur. Hırka-i Saadet Dairesi ile aynı çatı altında yer almaktadır.

Sünnet Odası’nın yaklaşık bir asır önceki hâli

Sünnet Odası denilmesinin sebebi padişahların burada namazın sünnetini kıldıktan sonra cemaate katılmalarıdır ki bu bir peygamber sünnetidir. Burada sünneti kılan padişah, farzı cemaatle kılmak için Ağalar Camii’ne veya Hırka-i Saadet Dairesi’ne geçer. Bunun dışında padişahların burada sünnet olan sakal tıraşlarını olduktan sonra abdest alarak Cuma Selamlığı’na veya Mevlit Alayı’na katıldığı da anlatılır.

Sünnet Odası süslemelerinde İznik çinileri hâkimdir. Özellikle sofaya bakan cephesinin çinileri çok özel ve türünün ender rastlanılanlarındandır. Odanın dört penceresi vardır ve pencerelerde mermer çeşmeler yer almaktadır. 

Çeşmeler üzerinde Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin Sultan İbrahim için yazdığı bir kaside parça parça yer alır. Burada şehzadelerin sünnet merasimlerinin yapıldığı da bilinir. Osmanlı şehzadelerinin 19. yüzyıla kadar düğün merasimi olmaz; fakat mutantan sünnet düğünleri yapılırdı. Padişah kızlarının yani sultan hanımların ise mutlaka düğünleri yapılırdı. Yine rivayete göre dört çeşmenin şehzadelerin sünnet olurken ağlamalarının dışarıdan duyulmamasını sağladığı da iddia edilir. Suyun rahatlatma etkisi de düşünülmüş olabilir.

Hırka-i Saadet Dairesi’nin dış kısmındaki mermer çeşme Hırka-i Saadet Çeşmesi’dir. Bu çeşmeyi Topkapı Sarayı’ndaki onlarca çeşmeden ayıran yegâne fark, bu çeşmede, vefat eden padişahların gasledilmeleridir. Çeşmenin Sultan II. Mahmud Han’ın tuğrası ile başlayan kitabesinde şu ifadeler yer alır:

Dördüncü Avlu (Köşkler Bahçesi)

Emirü’l mü’minin Sultan Mahmud
Hüdâvend-i yegâne (yegâne sultan) fahr-i ecdad 
(ecdadının gururu)
Nihadında cibillidir (yaradılışında vardır) keramet Ezelden eylemiş Hak hayra mu’tad (hayırsever)
O şâhnşâhın (şahların şahı) oldu hamdülillah Cihan ahd-i hümâyûnunda 
(her yerde) âbâd Zamanında olub ma’mur Kâbe (Kâbe tamir edildi) 
Kılındı Ravza-i Peygamber îcâd
(Peygamber’in ravzası yapıldı)
Yapıldı şimdi cay-ı (oda) Hırka-i pâk
Resulullah ede ol şahı dilşad (memnun)
Bu sevbin dâmenidir mültecâmız
(Bu hırkanın eteğidir sığınağımız)
İki âlemde andan olur imdad
Mu’in olsun Habibullah o şaha
Zahîr ü dest-giri âl ü evlâd
Şehinşâh-ı cihanın sâyesinde
Kaside eyledim o caya inşâd
Medâr-ı fahr-i İzzetdir bu tarih
Makam-ı Hırka bâlâ oldu bünyad 1238 (1822)

Kitabede de belirtildiği gibi Hz. Peygamber’in Ravza-i Mutahhara’daki yeşil kubbesi (Kubbet’ül Hadra) Sultan II. Mahmud tarafından yaptırılmıştır ve Haremeyn’de çok az sayıda kalmış Osmanlı yadigârından biri olarak Osmanlılardaki Peygamber sevgisinin timsali olarak durmaktadır.

Revan Zaferi’nin Hatırası Revan Köşkü

Sofa-i Hümâyûn’daki havuzun yanı başında bulunan Revan Köşkü Sultan IV. Murad tarafından Revan Zaferi (1634) hatırasına 1636’da yaptırmıştır. Köşk, padişahların kışları Huzur Dersleri’ni takip ettikleri bir mekândır. IV. Murad, saltanatının son yıllarında burayı Has Oda olarak kullanmıştır. Zaman zaman annesi Kösem Sultan ve kız kardeşleri ile burada görüştüğü bilinir. Zaman zaman hasekisi Ayşe Sultan da buraya çıkmıştır. (14 yaşında padişah olan ve 28 yaşında vefat eden sultanın Ayşe Sultan’dan başka hasekisi vesikalarda geçmemektedir.)

Revan Köşkü padişahların Esvab Odası olarak da kullanılmıştır. Padişah giysileri burada saklanmakta, padişahın kullanacağı sarıklar tülbent ağası tarafından burada hazırlanmakta ve saklanmaktaydı. Adına Sarık Odası denilmesinin sebebi budur. 

Bağdat Köşkü’nün gerek plan gerekse süsleme bakımından küçük bir numunesi olan Revan Köşkü’nün tarihimizde bir diğer vazifesi ise Mukaddes Emanetler’e misafirperverlik yapmasıdır. Ramazanlarda Hırka-i Saadet ziyaretlerinden evvel ve saffa adı verilen Hırka-i Saadet Dairesi’nin genel temizliklerinden önce Mukaddes Emanetler buraya getirilir, temizlikten sonra yerlerine geri götürürlerdi. Bu taşımalarda bizzat padişah da görev alırdı.

Köşk, sekizgen planlı inşa edilmiş olup üç eyvanı bulunur. Özellikle tavanları Osmanlı süsleme sanatının enfes numuneleriyle doludur. Revan Köşkü’nün Lale Bahçesi’ne bakan tarafında bir kameriyesi bulunmaktadır. Tavanında Kaside-i Bürde’den beyitlerin yazılı olduğu bu küçük kameriye, Sultan III. Ahmed’in hat çalıştığı yerdir. Bu hattat sultanın yazdığı pek çok levha hâlen Topkapı Sarayı’nı süslemektedir. Köşkte vitraylarla pencereler rengârenk hâle getirilmiş, sedef ve bağa kakmalı desenlerle kapılar ve dolap kapakları, çinilerle, duvarlar estetize edilerek 17. yüzyılın süsleme sanatının en güzel örnekleri sunulmuştur.

Bağdat Köşkü’nün bir asır evvelki görünüşü

Sultan III. Selim zamanında köşkte “Encümen-i Meşveret” (ulema ile yapılan toplantılar) yapıldığı, Sultan I. Mahmud döneminde de Has Odalılar’ın kullanımı için son derece zengin ve genelde tarih kitaplarının ağırlıklı olduğu bir vakıf kitaplık (Darü’l Kütüb) meydana getirilmiştir. Padişaha sunulan

ve başka nüshası olmayan kitapların konulduğu Revan Köşkü, III. Osman ve III. Mustafa’nın da destekleriyle ciddi bir yazma kitap koleksiyona sahip olmuştur. Bu paha biçilmez nadide yazma eserler günümüzde Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.

Fil Bahçesi

İftariye Köşkü’nün yaklaşık on beş metre kadar altında ve köşkün Gülhâne’ye bakan tarafında bulunan Fil Bahçesi, adını sarayda beslendiği sanılan fillerden almıştır. Sofa-i Hümâyûn’un altında bulunan bahçelerin Şimşirlik ve Fil adlarında iki kapısı bulunmaktadır. 

Şimşirlik Kapısı’ndan Fil Bahçesi’ne araba ile girilirdi. Gülhâne Parkı’na bakan Fil Bahçesi’nin Mimar Sinan veya Davut Ağa tarafından Harem Bahçelerini genişletmek için yapılan bahçe duvarının 23 metrelik kısmı 26 Şubat 2005’te kendiliğinden çökmüş ve daha sonra büyükşehir belediyesi tarafından yeniden örülmüştür. Fil Bahçesi ile İftariye Köşkü arasında İncirlik Bahçesi bulunmaktadır. Bu isim, saray 19. asırda terk edilip buraya incir ağaçlarının sarmasından sonra konmuş olmalıdır.

Tebdil-i Kıyafet Gezmeleri ve Tebdil Ahırı

Fil Bahçesi’nde bulunan Tebdil Ahırı, padişahın tebdil-i kıyafetle saray dışına çıkacağı vakitlerde kullandığı atlara aittir. Bu atlar dikkat çekmemesi için Has Ahur’dakiler kadar alımlı değildir ve koşum takımları da oldukça sadedir.

Padişahların, bizzat halkı gözlemeleri âdettendir. Bunun bir yolu halkın içine devlet görevlilerini salmaktır. Bunun için tecessi ettirmek tabiri kullanılır ve hufyeten (gizli olarak) casuslar yollanır. Bunlar, muntazam raporlarla imparatorluğun durumunu bildirirler ki bu raporlar da ciddiyetle takip edilir. Bu usül bütün imparatorlukların, ta Roma’dan beridir süregelen, Sasanilerin, İslâm imparatorluklarının ve Bizans’ın da takip ettiği bir yoldur.

İkinci yol ise yine eski bir ananeye dayanmakla birlikte Osmanlı hükümdarları tarafından 19. yüzyıla kadar riayet edilen tebdil-i kıyafetle gezerek halkın gözetlenmesidir. Osmanlı’da, gizli olarak tebdil-i kıyafetle yanında muhafızlarıyla gezenlerin başında II. Mehmed (Fatih)gelir. Başkentte uzun boylu oturan hükümdarlardan IV. Murad gelir. IV. Murad’ın bu teftişleri bazen çok kanlı cezalarla sona ermiştir. Çünkü başkent gerçekten de bir anarşi içindedir.

Yedi yaşında padişah olan IV. Mehmed de iktidarı eline aldıktan sonra halkın içine tebdil-i kıyafetle girer. Hatta III. Osman’ın falan yerli Osman Ağa unvanıyla bir kahvede oturup etraftan söylenti topladığı da bilinir. Buna dikkat edilmiştir.

Halkı gözetlemenin üçüncü yolu ise deniz üzerinden yapılan teftiştir. Buralarda bostancı baştadır. Padişah maiyetiyle bostancı kayığında bu teftişi yapar. Çünkü bostancı defterlerinde bütün sahillerdeki yalılar, binalar hepsi sırayla kayıtlıdır. -Bunların biri Cahit Kayra tarafından neşredildi. Bu, İstanbul topografyası için de bir fikir veriyor.- Sahillerden sarayın memuru olan bostancıbaşı ve bostancılar sorumluydu. Padişahların bu gezilerinde yanlarında birkaç kişi bulunurdu ki bu ekseriyetle silahdar ağa olurdu. Eğer dinlenmek amaçlı bir gezi ise şehzadeler de götürülebilirdi.

Dördüncü Avlu (Köşkler Bahçesi)

Gezilerin bazılarında sahabe kabirleri ve özellikle Fatih Sultan Mehmed ve Yavuz Sultan Selim’in türbeleri ziyaret edilirdi. Bazı padişahlar tebdil-i kıyafetle Ramazanlarda gizlice Eyüp’te teravih kılardı. Bazı devlet adamlarının cenaze namazlarına da tebdil-i kıyafetlerle katılırlardı.

İnşası süren binalar, tersanede yapılan gemiler bu gezilerde teftiş edilirdi. Bazen de hasta ziyareti maksadıyla tebdiller yapılırdı ki Sultan I. Abdülhamid’in Şeyhülislâm Dürrizade Mustafa ve Arif Efendileri hastalıklarında evlerinde ziyaret ettiği bilinir.

Sarayın En Küçük Köşkü

Topkapı Sarayı’nın nev’i şahsına münhasır bu köşkü sarayın en küçük, tamamı metal ve en şirin köşküdür. Adı her ne kadar köşk olarak geçse de köşkten ziyade bir balkonu andırır. Köşkün zemini dışında her yeri dökme bakır-bronzdur. Tepesindeki aleminde Besmele yazar. Sultan İbrahim tarafından yaptırılan köşk, adını padişahın ramazanlarda iftarı beklediği yer olmasından almakla birlikte yaz günlerinde gölgelik, yaz geceleri ise mehtaplık olarak kullanılmıştır.

Kubbe teknesinin içinde kabartma yazılarla:

“Ya Rab mübarek bad (olsun). 
Ya Rab saadet bad, Ya Rab kuvvet bad, Ya Rab izzet bad,
Ya Rab şevket bad” duaları yer alır.

Bağdat Köşkü

Revan Köşkü gibi yine Sultan IV. Murad tarafından Bağdat’ın yeniden fethedilmesinin bir hatırası olarak ve Revan Köşkü’yle aynı planda inşa edilmiştir. IV. Murad tarafından yaptırılan iki köşk tarihî hâdiselerin birer anıtı gibidir. Sefere çıkılırken yapımına başlanan köşkün, sultan seferden dönünce inşaatı bitirilmesine karşın tezyinatı bitirilememiştir. 

Milimetre milimetre yapılan bu muhteşem süslemeler bir yıl kadar sürmüş ve genç yaşta ölen padişaha burada oturmak nasip olamamıştır. Sakaoğlu, Nâimâ’dan naklen köşke cel’i hattı ile Hz. İbrahim’den bahseden “Ve iz yerfeu’ İbrahimü’l Kavaid” ifadesinin yazılı olduğu çinilerin işlenişi esnasında IV. Murad’ın vefat ettiğini ve yerine Sultan İbrahim’in tahta çıktığını belirtir. Bu ayet Bakara Sûresi’nin 127. ayeti olup ayetin meali şu şekildedir: 

“İbrahim ile İsmail, Beytullah’ın temellerini yükseltirken şöyle dua ediyorlardı. ‘Ey bizim Kerîm Rabbimiz! Yaptığımız bu işi kabul buyur bizden! Hakkıyla işiten ve bilen ancak Sen’sin’.”

Bağdat Köşkü tepe pencereleri arasında da Ayete’l Kürsi olarak bilinen Bakara Sûresi’nin 255. ayeti yazılıdır.

 Bağdat Köşkü’ndeki kütüphane.

Günümüzde bu kitaplar Ağalar Camii’ndeki Saray Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.

Kubbesi çok orijinal kabartmalara sahip olan köşkte bu kabartmalar söylendiği gibi ceylan derisi olmayıp alçı sıva üzerine malakaridir ve onun üzerine de altın yaldızlı kırmızı, mavi, beyaz çiçeklerle nakışlı kabartmalar çizilmesiyle oluşturulmuştur.

Mimarisi, süslemesi ve konumu ile Osmanlı köşk mimarisinin en güzel örneği ve sarayın en güzel köşküdür. Gördüğü manzara ile Boğaziçi’ne hâkim bir noktada yer alır.

9 metre çapında zarif bir kubbenin etrafından açılmış geniş bir saçakla örtülü olan köşk, tam anlamıyla Türk otağlarının mimariye dönmüş hâli gibidir. Sünnet Odası gibi iç güvenlik duvarı üzerindeki kulelerinin biri temel alınarak inşa edilen yapının yerinde, daha evvel II. Bayezıt tarafından yaptırılan bir köşkün olduğu sanılmaktadır.

Köşkün dış duvarlarının alt kısmında bulunan mermer ve renkli taşlarla kaplanmış revakların arası II. Abdülhamid döneminde zaman zaman buraya gelen padişaha, bombalı suikast yapılır endişesiyle ördürülmüştür. Dört eyvanlı olan Bağdat Köşkü iç mekân olarak klasik bir Osmanlı evi şeklindedir; ancak tezyinatıyla imparatorluk ihtişamını gösterir. Köşkün giriş kapısı üzerinde Farsça olarak:
“Kuşâde bâd be-devlet hemîşe in dergah Bi-hakkı eşhedü en lâ ilahe illallah.

Bu dergâh, Eşhedü enlâ ilahe illallah
Hakk için ebediyen açık olsun.” beyti yazılıdır.

Has Oda’nın 18. yüzyılda bir tamiratı esnasında Mukaddes Emanetler, Bağdat Köşkü’nde bir müddet muhafaza edilmiştir. Yine burası kitaplık olarak da kullanılmıştır. Bağdat Köşkü’nün bir özelliği ise Hırka-i Saadet ziyaretine veya Cülûs Töreni’ne gelen son dönem padişahlarının istirahat mekânı olmasıdır. Buraya cülûs için gelen Sultan Vahdeddin yanındakilerden bastonunu istemiş ve bastonun Çengelköy’de unutulduğunu söylediklerinde padişah “Bu bir felaket.” demiştir. Padişah âdeta gelecek günlerin neler getirdiğini hissedercesine “felaket” sözünü baba ocağında dile getirmiştir. Hâdiseler de kendisi için gerçekten felaketle neticelenmiştir.

Bağdat Köşkü’nün 1900’lü yıllarda dışarıdan görünüşü

Bağdat Köşkü, zaman zaman meşveret meclislerine ve Meclis-i Vükela (Bakanlar Kurulu) toplantılarına ev sahipliği yapmıştır. Sürekli kullanılan tarihî mekân günümüze kadar çok az değişiklikle ulaşmayı başarmıştır.

Lale Bahçesi

Revan ve Mustafa Paşa Köşkleri arasında uzanan bahçeye de denilmektedir. Burada bulunan Başlala Dairesi’nden dolayı buraya Lala Bahçesi denilmesi galat-ı meşhur olmuştur. Eski metinlerde burası “Lalezâr” şeklinde geçtiği için Lale Bahçesi ifadesi doğrudur. Bilhassa Lale Devri’nde burada çok çeşitli cins ve renklerde, soğanları altın değerinde olan laleler yetiştirilmiştir. Lale Bahçesi’nde Mecidiye Köşkü, Esvab Odası ve Sofa Camii bulunur. Lale Bahçesi’ne “sofa” da denilir.

Osmanlı Laleleri

18. yüzyılın Türkiye’sinde tarımda ve zanaatlarda önemli bir gelişme olduğunu söylemek mümkün değildir. Bununla birlikte barışın getirdiği bir rahatlama tüketimi artırmıştı. Nitekim lale gibi güzel, mistik ve Asya’dan Türkler tarafından getirildiği anlaşılan bir çiçeğin etrafında şekillenen bu tüketim; aslında bir müddet evvel Flemenk ülkesini çok daha derin boyutlarda kasıp kavurmuştu. Yetiştirilen yeni lale türlerinin soğanlarını adeta açık arttırma yoluyla kumara çeviren bu çılgınlık, Hollanda’da tüccar hanedanlarını bile batırmıştı. Ona nispetle Türkiye’nin Lale Devri hayırhah biçimde değerlendirilmelidir. 

Bu dönemde lale düşkünlüğü şiir ve tezhiple giyim kuşam ve yemek zevkiyle insanları belirli noktalarda birleştiriyordu. Sofra tanzimindeki inceliğin evvelki devirlere göre geliştiği müşahade edilmektedir. Yine kıyafet, mücevherat alanında bir incelme, asıl önemlisi bu incelmenin daha geniş gruplara yayıldığı gözlemleniyor. Topkapı Sarayı’nın hazinelerinde bile bu gelişmeleri görüyoruz. 2006 senesinde yapılan “Saray’ın Laleleri” sergisinde canlı örnekler gösterilmiştir.

Diğer taraftan lale soğanı yetiştiren insanın toplumsal mevkii, mali durumu ve tahsili ayırt edilmeden cemiyet içerisinde adeta ortak bir seçkinler tabakası oluşturulduğu görülmektedir. Dönemin biyografi yazarlarından Ubeydullah’ın “Tezkire-i Şükufeciyan” adlı eserinde hanedanların en seçkin üyelerinden bahçıvana, kasaba; bir şairden esnafa kadar herkes yer alır. Mühim olan, ilahi çiçek lalenin güzelliğini anlamak ve ona hizmet etmektir.

18. yüzyılın Türkiye’si, Batı Avrupa’ya Turquerie denilen modayı daha doğrusu yaşam üslubunu hediye etmiştir. Avrupa baroku da mimariyle, bahçeleriyle, porseleniyle Osmanlı’nın büyük şehirlerine girmiştir.

Lale Devri’nde lalenin etrafında sokaktaki insan incelik, zarafet arar olmuştu. Çarşının esnafından manastırın keşişlerine; medreselilerden tarikat ehline insanlar; tören, ritüel ve musiki izler hâle gelmişti. Bu çağ edebiyatımızda da, resmimizde de, süsleme sanatlarımızda da lale ile temsil ediliyor. Lale 18. yüzyılın Osmanlı imparatorlarını birleştiren bir semboldü.

Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi Fransa’dan Lenoir’i celbetmişti. Kasır ve sarayların etrafı bu üslûpta parklarla bezenmeye başlandı. Meydan çeşmeleri hatta namazgâhlar, çiçek ve lalelerle bezendi. Kasımpaşalı Ahmed’in geliştirdiği türe “Ahmedî” adı verildi. Ulemadan Fenarizade Ahmed Efendi, Kıbrıs laleleri ile tanınırdı. Şalgam Ahmed Çelebi ve bizzat Padişah III. Ahmed çiçekçilik düşkünüydü. İstanbul kibarlarından Sinan Paşazade Süleyman Bey de yeni türler geliştiriyordu. 18. yüzyılın namlı çiçekçilerinden biri “Katmer Kehrubâ” cinsini yetiştiren Uzun Ahmed’di.

Ubeydullah’ın eseri, Üsküdarlı Rugâni Ali Çelebi’nin, bu ünlü çiçek ressamının eseriyle tamamlanıyordu.

Lale, 18. yüzyılın cami, sebil, namazgâh ve hatta Selimiye Kışlası gibi büyük barok binalarını süsledi. Bu devir adı lale olsa da olmasa da güzelliğin yayıldığı, zarafetin yerleştiği bir Türk asrıdır.

Mustafa Paşa Köşkü (Sofa Köşkü-Merdivenbaşı Kasrı)

Mustafa Paşa Köşkü, diğer köşklerden farklı olarak Lale Bahçesi’nde bulunur. Lale Devri’nden önce bu bahçenin adı “Sofa” olduğu için Sofa Köşkü adı ile de tanınır.

Köşkün banisi hakkında çeşitli rivayetler bulunmakla birlikte büyük ihtimalle Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından yaptırıldığı kabul edilir. 1752’deki tamirine nezaret eden Bahir Mustafa Paşa’ya ait olduğu da rivayetler arasında olmakla birlikte bu, muteber bilgi değildir.

1682’de Topkapı’ya gelen Rus elçisini Sultan IV. Mehmed’in bu köşkte kabul etmesi, köşkün bir hayli eski tarihte yapıldığını göstermektedir.

Mustafa Paşa Köşkü’nün bir asır evvelki görünüşü

Mustafa Paşa Köşkü, ahşap yapısı, süslemeleri ve bir tarafı Lale Bahçesi’ne ve Sofa köşklerine bakarken diğer cephesinin Hisarpeçe’nin alt kısmında yer alan bahçeye ve denize bakması ile başka bir örneği yoktur. Köşkün bir tarafı olabildiğine güneşli iken diğer yanı gölgedir. Türk mimari anlayışına yeni ufuklar kazandıran bina, özellikle bundan sonra yapılacak yalı inşaatlarında değişik planlar doğmasını sağlamıştır.

Osmanlı tarihinin en başarılı mareşallerinden Sultan IV.Murad

Köşkün sol tarafında iki cepheli Divanhâne sağ tarafında ise Şerbet Odası bulunur. Divanhânelerin farklı farklı olmalarına karşın bir bütünlük arz eden tavan işlemeleri meşhurdur. Şerbet Odası’nın (Namaz Odası) ise duvarlarının ahşap kısmı ile tavanları süslemeler ile bezenmiştir. Duvarlarda, Hilye-i Saadet (Hz. Peygamber’in dış görünüşünü anlatan beyitler) bulunur.

Bu köşkü en çok seven padişah Sultan III. Ahmed’dir. Padişahın bazen yemeklerini burada yediği, bahçede tomak müsabakaları yapan Enderunluları buradan seyrettiği, Lale Devri’nde helva sohbetlerini burada yaptırdığı bilinir. Devlet işlerini de zaman zaman burada görüşen III. Ahmed’in bu mekânda aldığı en mühim karar, Rusya’ya savaş ilanıdır. 20 Kasım 1710’da Sultan III. Ahmed’in devlet erkânı ve Kırım Hanı Devlet Giray ile yaptığı görüşme neticesinde alınan karar gereği Rusya’ya savaş ilan edilmiş ve Prut Savaşı yapılmıştır. Osmanlı’nın zaferi ile sonuçlanan bu savaşın ardından Prut Antlaşması imzalanmıştır.

Sultan I. Abdülhamid’in devrindeki Huzur Dersleri ekser burada icra edilmiştir. Diğer padişahlar zamanında da bazı Huzur Dersleri bu köşkte yapılmıştır ki yine aynı padişah, kızı Hatice Sultan’ın doğması şerefine burada Enderun ağalarına altın dağıtmıştır.

Diğer padişahların da kullandıkları bir mekân olan Mustafa Paşa Köşkü’nde özellikle ramazanlarda Kur’an-ı Kerim okuturlar, ulema ile görüşürler, bahçedeki bazı spor müsabakalarını bu köşkten seyrederlerdi. O dönemde yaygın olan sporlar tomak, labut aşırma gibi oyunlarıydı.

Genç Mareşal IV. Murad’ın Mermer Tahtı

İki havuzlu bahçe günümüzde her ne kadar “Aslanlı Bahçe” olarak bilinse de burası Şimşirlik Bahçesi’dir. Daha sonra bahçe içine Mecidiye Köşkü gibi pek çok eserin yapılmış olması burada spor yapıldığı konusunda şüphe uyandırabilir. Ancak o dönemde bu mekân büyük bir boş bahçe hâlindedir. Bahçe, Enderun ağalarının cirit, labut, tüfenk ve tomak müsabakaları yaptıkları bir sahaydı. Sipahilik imtihanları da bu bahçede yapılırdı. 

Dördüncü Avlu (Köşkler Bahçesi)

Bir zamanlar sevinçli hâdiselerde selam toplarının atıldığı tabya, talim ve nişan taşları, namazgâhın bulunduğu bilinmekle beraber bu alandaki bütün eser ve mekânlar Gülhâne Parkı’nın düzenlenmesi esnasında yok olmuştur.

Hekimbaşı Kulesi’nin sağ kenarında Sultan IV. Murad tarafından mermer oyularak yaptırılan taht Şimşirlik’teki müsabakaları genç padişahın izleyebilmesi için yapılmıştır. Genç padişah Şimşirlik’te Enderun ağalarının karşılaşmalarını seyrederlerdi. Kaynaklar Sultan IV. Murad’ın çok güçlü olduğunu belirtirler ki bizzat kendisi de burada spor yapmıştır.

Mermer tahtın arkasındaki kitabede,

“...
Sa’d Vakkâs oku gibi gayb olup nice zamân

Cüst ü cû idüb arayup buldular hem ölçdüler Geldi yüz on beş zirâ’ benna hesâbınca ayân Hem bu taşdan dahi bir küçük cerd zerk eyleyup Karşı duvarı aşub cimşirliği aşdi hemân
...”

denilerek Sultan IV. Murad’ın 1046/1637 senesinin ramazan ayında (şubat) doludizgin giden atının üzerinden fırlattığı meşe lobudunu 115 zira (yaklaşık 80 m.) uzağa fırlatmayı başardığı anlatılmaktadır ki padişahın gücünün anlaşılması için güzel bir misaldir.

Sarayın Sağlık İşleri Görevlisi Hekimbaşı

Hekimbaşı Odası Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmış olan kule şeklinde dört köşeli ve iki katlı bir odadır. Saraydaki en eski yapılardan biridir. Zemininde duvar kalınlığı 1.7 metreyi bulmaktadır ki bu durum binanın doğrudan kule olarak inşa edildiğini göstermektedir. Eski gravürlerde kule, sivri külahlı olarak gözükmektedir. Kulenin üst katları zamanla yıkılınca iki katın üstü çatıyla kapatılmıştır. Has Odalılardan başlala ve ona bağlı sarayın hekimbaşısı burada çalışır.

Hekimbaşı’nın odasında Osmanlı döneminde bazı tıbbi araç gereçleri ve bazı ilaçların olduğu bilinir. Sarayın diğer eczanesi ise Seferli Koğuşu’nun yakınındadır.

Hekimbaşı, Saray-ı Hümâyûn’un hususi tabibiydi. Padişahlarca hürmet edilen hekimbaşılar yanlarında başlala olduğu hâlde, padişah ve ailesinin ilaçlarını eczacıya tarif ettirerek yaptırır, hazırlanan macun, merhem veya şurup; şişe veya kâselere konularak ağızları mühürlenir, padişaha takdim edilirdi. Alttaki odanın ecza dolaplarında çeşitli hastalıklar ve rahatsızlıklar için onlarca bitki bulunurdu.

Hekimbaşı Odası (yaklaşık 1900)

Günümüzde Hekimbaşı Odası’nın üst katında hekimliğe dair araç gereç ile ilaçların konulduğu kaplar, tıp kitapları ve levhalar sergilenmektedir. Alt katta ise ilaçlarla ilgili araçlar bulunmaktadır.

Hekimbaşı odasında çok ilginç ilaçlar vardır. Mesela yakut ezilip balmumuyla karıştırılarak yapılan macunlar, hakikaten günümüzde unutulan bitki reçeteleri, bunlardan yapılan merhem ve şuruplar kısmen bu odada muhafaza edilmektedir ki tıp tarihi bakımından önemli bir kurumdur. 

Hekimbaşı odasında son derece ilginç fosiller vardır. Birtakım sürüngenlerin kurutulmuş kalıntıları, ispirtolanmış hayvanlar, hatta yanlış bir doğum veya oluşum neticesinde ortaya çıkan insan iskeleti bile bulunur. Demek ki burada kendilerince bir tür anatomi ve zooloji ilmine ait objeler de saklanmaktadır.

Sofa Mescidi

Dördüncü Avlu’da Mecidiye Köşkü ile yan yana olan Sofa Mescidi’nin bulunduğu mıntıkada eskiden Silahdar Köşkü bulunmaktaydı. Bu köşk, Osmanlı tarihinde nahoş bir hâdiseye ev sahipliği yapmıştır. Sultan III. Selim’in Nizam-ı Cedid adı altında yaptığı geniş ıslahat hareketlerine karşı gelen Kabakçı Mustafa önderliğindeki asiler, padişahın değiştirilmesini isteyince bazı devlet adamları Silahdar Köşkü’nde toplanarak padişahın hâl’ine karar verirler. Sultan III. Selim şimşirlikte ikâmet etmekte olan Şehzade Mustafa’nın (IV.Mustafa) yanına götürülür ve aralarında şöyle bir konuşmanın geçtiği rivayet edilir:

Selim Han, “Şehzadem! Seni padişah görmek istiyorlar. Var tahtına otur, emaneti al.” deyince Şehzade Mustafa: “Vallahi bunda benim bir dahlim yoktur. Saltanatı da istemem.” dedi. Padişah ise: “Hayır sen emanetini al. Ancak beni bu zalimler elinde rezil eyleme. Canıma kıydırma.” diye ricada bulundu. Şehzade Mustafa tahta çıktı, Sultan Selim ise Şimşirlik’e yollandı.

Sultan II. Mahmud Han tahta çıkınca bu nahoş hâdisenin yaşandığı Silahdar Köşkü’nü yıktırarak küçük bir mescit yaptırdı. Böylece bu hâdisenin hatırlanmasını ve bir daha yaşanmasını istemedi. Özellikle Sofa Ocağı denilen koğuş halkı ibadetlerini burada eda ederlerdi. Sultan Abdülmecid tarafından Mecidiye Köşkü’nün yapımı sırasında tamir ettirilen mescidin kitabesinde de bu tamirden bahsedilir. Mescidin içi saray geleneklerinin aksine süslemesiz ve oldukça sadedir. Mescidin sağ köşesinde tek şerefeli şirin bir minare vardır.

Mecidiye Köşkü ve Esvap Odası

Topkapı Sarayı’na en son eklenen ve sarayın genel mimarisinden oldukça farklı görünümdeki Mecidiye Köşkü, Dördüncü Avlu’nun sağında harabe hâldeki Çadır Köşkü’nün yerine yaptırılmıştır. Topkapı’nın 19. yüzyıla ait ilk evi Mecidiye Kasrı’dır. İstanbul’un hoş noktalarından (Sultan Selim Camii’nden Haliç’i seyreden bir küçük kasır yaptırdığı da malum) deryayı seyretmeye bayılan Sultan Abdülmecid’in eseridir. Sultan Abdülmecid, Topkapı Sarayı’nda doğan son padişahtır. 

Sultan, harap hâldeki bu köşkün yerine 1858’de Mecidiye Köşkü’nü inşa ettirmiştir. Mimarı, Serkis Balyan’dır.

Mecidiye Köşkü’nün yapıldığı nokta enfes bir boğaz manzarası sunmaktadır. Boğaz’ı seyretmek isteyen ziyaretçilerin çoklukla geldikleri yerdir. Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz’in Topkapı’ya gelmek için Dolmabahçe’den saltanat kayığı ile Sarayburnu’na ulaştıkları, oradan da arabayla Beşinci Yer Kapısı’ndan saraya girdikleri bilinir. Sultan Abdülhamid de Yıldız’dan Hırka-i Saadet ziyaretlerine gelirken aynı usulü benimsemiştir.

Mecidiye Köşkü (yaklaşık 1910)

Köşkün bodrum kat duvarları Çadır Köşkü’ne aittir. Hatta Bizans döneminden kalan duvarlar da mevcuttur. Cephesi ise kirli beyaz küfeki taşından yapılmıştır. Uzun dikdörtgen şeklindeki köşkte 19. yüzyıl Fransız mimarisinin etkisi açıkça görülmektedir.

Topkapı Sarayı’nın terk edilmesinden sonra padişahların sarayda yapılan Cülûs, Sünnet, Hırka-i Saadet merasimleri için geldiklerinde kullandıkları köşk, yabancı misafirlerin de ağırlandığı bir mekân olmuştur. Mecidiye Köşkü, Topkapı Sarayı içinde hiçbir hatırası olmayan tek yer olarak kalmıştır.

Günümüzde köşkün alt odası ve terası lokanta olarak kullanılmaktadır.

Mecidiye Köşkü’nün dışında ve köşkün kuzeybatı köşesindeki oda, Esvap Odası’dır. Mecidiye Köşkü’ne gelenler huzura çıkmadan önce burada giyimlerini kontrol eder ve kendilerine çekidüzen verirlerdi. Bu sebeple esvap (giyecekler) odası olarak anılagelmiştir. Yüksek pencereli ve kare planlı bir binada gelen misafirlere servis yapmak için de çeşitli malzemeler bulundurulurdu.

Mecidiye Köşkü’nün iç tarafı. Bu köşk Topkapı’nın devlet merkezi olmadığı dönemlerde de merasimler için saraya gelen padişahlarca kullanılmıştır.

Topkapı Sarayı’nın Planı

 Topkapı Sarayı’nın Planı

İlber Ortaylı

Yüzyıllarca gelişen ve büyüyen Topkapı Sarayı’nın planının belirlenmesinde Osmanlı Devleti felsefesi ile tebaa ilişkilerinin büyük rolü olmuştur. Fatih’in babası Sultan II. Murad’ın Tunca Nehri kenarında yaptırdığı ve günümüzde sadece az bir kalıntısı kalan Edirne Sarayı’nın ihtişamlı olduğu ve Topkapı’nın ilk inşa edildiği dönemde bu sarayın planından etkilenildiği bilinir. 

Sarayın planı; çeşitli avlular ve bahçeler arasında devlet işlerine ayrılmış daireler, hükümdarın ikametgâhı olacak bina ve köşkler ile sarayda yaşayan görevlilere mahsus binalardan müteşekkildir. Yapılar, geniş bir alana serpiştirilmiş şekildedir.

Topkapı Sarayı’nın PlanıFatih devrinden, terk edilmeye başlandığı 18. yüzyıl sonuna kadar, inşa edilen bölümleri içinde sarayın genel planına aykırı bölümler olduğu gibi, Matbah-ı amire (Mutfaklar) gibi zarif mütevazı kısımlar, bir evrensel imparatorluğun yükseldiği Kubbealtı; IV. Murad’ın trajik, dağdağalı ama zarif iç dünyasını aksettiren osmanlı tarihimizde Revan ve Bağdat Köşkleri, çinileriyle ebedileşen Veliaht Dairesi, tarihimizin en ilginç olaylarının geçtiği Harem’deki Altınyol gibi enfes bölümleri de vardır. Saray, kendine özgü planı ile bugün Doğu ve Batı’daki saraylardan farklılık arz eder.

Topkapı Sarayı’nın etrafı karadan “Sur-ı Sultani” dediğimiz duvarlarla, deniz tarafından ise Bizans surlarıyla çevrelenmiştir. Bu geniş saha, yaklaşık 700 bin metre karedir. Topkapı’nın birinci avlusuna “Bâb-ı Hümâyûn / Emperyal Kapı” denen kapıdan girilir. Lale Devri’nin sembol eserlerinden III. Ahmed Çeşmesi’nin yanı başında bulunan bu kapı, diğer kapılara nazaran biraz daha sadedir.

Bâbü’s selam (gişelerin bulunduğu kapı), devletin yönetildiği bölüme açılır. Buradan içeriye atla sadece padişah geçebilir. Üçüncü kapı olan; Bâbü’s saade’den de saray kısmına geçilir. Harem burada bulunur. Topkapı’nın Harem’i padişahın evidir. Harem sadece harem değildir, o da bu dünyanın bir parçasıdır; her şeyden evvel bir okuldur.

Topkapı’nın 19. asra ait ilk evi Sultan Abdülmecid tarafından yaptırılan Mecidiye Kasrı’dır. Deryayı seyretmeye doyamayan padişahın zarif bir eseridir. Böyle bir seyir mekân da Sultan Selim Camii yanındaki meşrutadır ve padişah türbesini de burada vasiyet etmiştir.

Sarayın Kapladığı Alan

Sarayın kapladığı alan yaklaşık 700.000 metrekaredir. Bu alanın yine yaklaşık 80.000 metrekaresini binalar kaplamaktadır. Geri kalan mühim kısım ise hasbahçelere ayrılmıştır. Osmanlı zevkinin ve inceliğinin birer timsali olan, çiçeklerle ve özellikle de lalelerle donatılan bu bahçeler üç kıtada yayılan bir dünya imparatorluğunu türlü gaileler içinde yöneten Osmanlı padişahlarının zihnen dinlenmelerini ve kendilerini yenilemelerini sağlamıştır. Bugün de sarayın bahçesi sünbüllerden zanbaklara; güllerden menekşelere aynı güzellikleri taşımaya devam etmektedir.

Topkapı Sarayı’nın Planı

Üzerinde durulacak bir konu da Topkapı Sarayı’nın zenginliğinden ve ihtişamından çok kendine has karakteri, çizgileri ve ananeleridir. Zaten Topkapı Sarayı, Osmanlı tarihini bir anane, bir baba ocağı gibi kaplamıştır. Padişahlar burada oturmasalar da ölüm hâlinde naaş burada tekfin edilir ve şehzadelerin sünnetleri burada yapılırdı. Topkapı Sarayı somutlaşmış bir anane bütünüdür ve buradaki hayat bilmemiz gereken bir tarih çizgisidir. Ayrıca Osmanlı devlet anlayışı bu sarayın her bölümünde ve her köşesinde göze çarpmaktadır.
Topkapı Sarayı her şeye rağmen Osmanlı medeniyetini bütün görkem ve ihtişamıyla bize anlatır.

Adalet Kulesi (Kasr-ı Adl)

 Adalet Kulesi (Kasr-ı Adl)

İlber Ortaylı

Kasr-ı Adl, Neo-rönesans üslubuna uygun yapılmış olup İstanbul’un her tarafından görünen, imparatorluğun yüksekliğini ve haşmetini temsil eden bir kuledir. İhtişamının ilginç bir noktası, Ayasofya ve Sultanahmet gibi anıtvari yapıların minareleri ile boy ölçüşecek kadar yüksek olmasıdır. Adalet Kulesi, İstanbul’un en iyi gözlendiği noktalardan biridir. Bilhassa gurub zamanı Haliç’in hâlâ bir altın boynuz gibi parladığını buradan görmek mümkündür.

Adalet Kulesi (Kasr-ı Adl)Divan-ı Hümâyûn’a profilini veren bu kule, yüksekliğinden çok zarafetiyle sarayı temsil eder. Kulenin zemini Fatih zamanında yapılmıştır. Saray yangınından sonra 17. yüzyılda kâgir olarak inşa edilmiştir. 

Osmanlı döneminin bütün saraylarında; Bahçesaray’daki Hansaray’da, Edirne Sarayı’nda hatta 18. yüzyılda ünlü ayan konaklarında bunun benzeri osmanlı tarihimizde kuleler vardı. Ama hiçbiri böyle değildir ve Osmanlı merkez teşkilatının en önemli organına Kubbealtı, bu organın üyelerine “Kubbenişin ricali” dendiğini hatırlarsak, devleti isimlendirmiştir.

45 metre yüksekliğindeki kule, Osmanlı döneminde Harem ağalarının geceli gündüzlü nöbet tuttukları bir mekândır. İlk katında Kubbealtı’na bakan pencere vardır ki burası Adl Köşkü olarak anılır. İkinci ve üçüncü katlarında sahanlıklar bulunur. Dördüncü katın etrafı camlı olup konik külâhlıdır.

Padişah, Adalet Kulesi’ne Harem’den girer, padişahın Adalet Kasrı’ndan Divan-ı Hümâyûn toplantılarını takip ettiğini bilen divan üyeleri çok ciddi dururlar ve koyu bir disiplin içinde toplantılarını yaparlar. Divan toplantılarını Kubbealtı’na bakan kafesli pencereden padişahların takip etmesi için kullanılan Adalet Kulesi, adını divana yaptığı bu nezaretten alır. 

Çok geniş bir manzara imkânı sunan abidevi kule Osmanlı döneminde ayaklanmaları takip, saray çevresini kontrol etmek için de kullanılırdı. Adalet Kulesi Kasr-ı Sultani ve Kasr-ı Adl adları ile de anılmaktadır.

Adalet Kulesi’ne Harem içerisinde kara ağalar nöbet yerinden ulaşılır.

Eski Hazine Dairesi (Dış Hazine)

 Eski Hazine Dairesi (Dış Hazine)

İlber Ortaylı

Kubbealtı’nın yanında bulunan sekiz kubbeli bina imparatorluk hazinesinin saklandığı yerdir. İmparatorluğun son dönemlerinde pek çok iç hâdisenin çıkmasına, bu hazinede küpler içinde saklanan altın ve gümüşün miktarı sebep olmuştur. İlk olarak Fatih devrinde inşa edilen binanın günümüzde kitabesi yoktur. Kubbealtı’ndaki Divit Odası’ndan girişi bulunan Hazine Dairesi’ne daha sonraki restorasyonlardan birinde pencereden giriş verilmiş ve bu suretle avluya açılması sağlanmıştır.

Yeniçerilere üç ayda bir ulûfe dağıtımı, Haremeyn’e Surre Alayları ile birlikte para gönderilmesi, padişahların cülûsunda dağıtılan bahşişler bu hazineden karşılanır.

Dış Hazine doğrudan Başdefterdar’a bağlıdır. Hazineden para çıkması için uzun bürokratik işlemler ve onaylar gereklidir.

Dış hazinenin devletin zayıflaması ile birlikte boşaldığı ve paranın ve kıymetli taşların saklandığı hazineye sıradan eşyaların da konulduğu görülür. Dış Hazine’de çuvallar içinde yüzyıllarca  Eski Hazine Dairesi (Dış Hazine) saklanan evrak, Meşrutiyet’i müteakip Bâb-ı Âli’ye nakledilmiştir. Eski Hazine Dairesi günümüzde silah koleksiyonunun sergilendiği bir mekândır.

III. Selim Nişantaşı

Eski Hazine Dairesi önünde III. Selim Nişantaşı yer almaktadır. III. Selim döneminde ordunun yenilenmesi maksadıyla kurulan yeni birliklere Nizam-ı Cedid denilmektedir. Bugünkü Levent semtinin bulunduğu yerdeki Levent Çiftliği kışlasında Nizam-ı Cedid askerleri eğitilirdi. 

Bu yeni ordunun yaptıkları eğitimleri sultanın da takip ettiği bilinir. Nişantaşının üzerinde padişahın Levent’te uzaktan yaptığı ve tam isabet kaydettiği bir tüfek atışından bahsedilmektedir. 

Taş, bu hatırayı yaşatmak için dikilmiştir. Padişahların silah kullanmakta maharetleri meşhurdur. Eski Hazine Dairesi üzerinde bulunan bir kitabede de Sultan III. Ahmed’in tüfek atışıyla uzak mesafeden bir yumurtayı vurduğundan bahsedilmektedir. III. Selim Nişantaşı’nın yakınlarında eski kaynaklara göre küçük bir mescit olduğu ve Orta Cami şeklinde adlandırıldığı belirtilmekte ise de eser, günümüze kadar ulaşmamıştır.

Bizans Su Sarnıcı

Osmanlı medeniyeti bütün büyük medeniyetler gibi suya yön veren bir medeniyettir. Topkapı Sarayı’nda Osmanlı su medeniyetinin izleri hâlâ sürmektedir. Bizans döneminde de Sarayburnu civarında kırktan fazla sarnıç ve kanal bulunmaktadır. Bunlardan gün yüzünde olan, Bâbü’s saade’ye giden Hünkâr Yolu üzerinde bulunan Bizans Sarnıcı’dır.
Sohum Kalesi Abidesi

Divan Meydanı’nda Bâbü’s saade yakınında bulunan bu abide, Sultan III. Ahmed devrinde yaptırılmıştır. Üzerinde Sultan II. Abdülhamid’in tuğrası vardır. Sohum Kalesi’nin Osmanlıların elinden çıkacağının anlaşılması üzerine kale kitabesi sökülerek Topkapı’ya getirilmiş ve âdeta ibret olması için buraya dikilmiştir.

26 Kasım 2021 Cuma

Sûrnâmelerde "1582" Şenliği; Bölüm -03

 16. Yüzyılda İse Yalnızca Şenlikleri Ele Alan Ve “Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03


Sûrnâmelerde "1582" Şenliği; Bölüm -03
"Gülsüm Ezgi KORKMAZ"

Bir süre şehzadelere hocalık yapmış ve aynı zamanda da saray şairi olarak görev yapmıştır (13). Nurhan Atasoy’un Düğün Kitabi"nda verdiği bilgilere göre de 1582 şenliğinin yapıldığı tarihlerde saray şehnamecisi Seyyid Lokman’dır. Seyyid Lokman, Sûrnâme-i Hümâyûn’un nakkaşı Osman’la yirmi yıla yakın bir süre birlikte çalışmış, onunla beraber pek çok eser vermiştir. 1579-81 tarihleri arasında ikisi birlikte üçşehnâme hazırlamışlardır. Sûrnâme-i Hümâyûn metninde yazarının adı bulunmadığından ve eserin minyatürleri Nakkaş Osman’a ait olduğundan bu eserin de Seyyid kokman tarafından yazıldığı sanılmış ve Robert E. Stout’un çalışması gibi pek çok çalışmada Sûrnâme-i Hümayun’un yazan Seyyid Lokman olarak anılmıştır. Kitaplann hazırlanışı ile ilgili belgelerden anlaşıldığına göre İntizâmî, müsveddelerini dönemin baş yazan konumunda olan Seyyid Lokman’ın kontrolü altında esere dönüştürmüştür (14).

Seyyid Lokman’ın Farsça ve manzum olarak kaleme aldığı Şehinşâhnâme’nin birinci cildi IH. Murad devrindeki çeşitli olayların anlatılmasından oluşmaktadır. Eserin ikinci cildinde ise içlerinde şehzade Mehmed’in 1582’de yapılan sünnet düğününün de bulunduğu 1582-1588 yıllan arasında geçen olaylara yer verilmiştir. Mehmet Arslan’ın Türk Edebiyatında Manzum Sûrnameler adlı kitabında verdiği bilgilere göre Şehinşâhnâme’nin 32b-88a varakları arasındaki bölümünde şehzade Mehmed’in sünnet düğününe yer verilmiş ve ayrıca eserde yer alan toplam 95 minyatürden 42 tanesi bu düğünün tasvirlerine aynlmıştır (109-110). 

Arslan’ın kısaca tanıttığı eserle ilgili olarak yapılmış en önemli çalışma Nurhan Atasoy’un “III. Murad Şehinşahnamesi, Sünnet Düğünü Bölümü ve Philadelphia Free Library’deki İki Minyatürlü Sayfa” başlıklı makalesidir. Atasoy, bu makalede, Seyyid Lokman’ın eserini, özellikle de sünnet düğünü ile ilgili bölümü tanıttıktan sonra düğünle ilgili minyatürler üzerinde durur. 

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03Şehinşâhnâme, Sûrnâme-i Hümâyûn’un tek minyatürlü nüshası olan Topkapı nüshasından sonra 1582 şenliğini resimlerle anlatan ikinci önemli eserdir. Bu eserdeki minyatürlerin hangi nakkaşın idaresinde ve kimler tarafından yapıldığına dair hiçbir kayıt yoktur (362). Ancak Atasoy, eserdeki minyatürlerin Sûrnâme-i Hümâyûn’un Nakkaş Osman ve ekibi tarafından hazırlanan minyatürlerine üslûp özellikleri

bakımından çok benzediğini ve böyle bir benzerliğin Şehinşâhnâme’deki minyatürlerin de aynı ekibin elinden çıktığı konusunda şüphe bırakmadığını belirtir. Sûrnâme-i Hümâyûn’daki minyatürlerde yer alan pek çok figür, sahnelerin düzenlenişi Şehinşâhnâme’deki minyatürlerde de aynı şekilde yer alır. Yalnız, Sûrnâme-i Hümâyûn’da 250 sahneye bölünerek anlatılan 52 günlük düğün, Şehinşâhnâme’de bir sahneye birkaç gösteri ve olay sıkıştırılarak daha az sahnede anlatılmıştır. Atasoy’a göre minyatür kompozisyonlarının bu şekilde yapılması düğünün hareketliliğini ve neşesini daha iyi yansıtmış ve daha başarılı olmalarını sağlamıştır. 

Eserin minyatürleri arasında eksik sayfalar vardır, ancak Free Library of Philadelphia’da bulunan iki minyatürlü yaprak üzerinde yapılan çalışmalarla, bunların Şehinşâhnâme’ye ait olduğu tespit edilmiştir (362-64). Atasoy, makalesinde, metinde yer alan şenlikle ilgili olayların anlatıldığı başlıkların ve ayrıca açıklamalarıyla birlikte konuyla ilgili minyatürlerin bir listesini verir. Bu listelerden anlaşıldığına göre 1582 şenliği, Şehinşâhnâme’de Sûrnâme-i Hümâyûn ve Câmi ’ü-l Buhûr Der Mecâlis-i Sûr’a kıyasla daha kısa bir biçimde, ayrıntılara inmeden anlatılmıştır (366-370). Yine de metindeki başlıklarda ve minyatürlerde şenliğin bütün önemli olaylarını bulmak mümkündür. 

1582 şenliğini konu edinen bir diğer metin Farsça olarak kaleme alınmış 12 yapraklık küçük bir eser olan Zübdetü ’l-Eş ’âr’dır. Eser, 1582’de yapılan sünnet düğünü dolayısıyla hediye olarak sunulmuştur (Toska 293). Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan Kitaplığı’nında bulunan bu esere 1582 şenliği ile ilgili olarak ilk kez Orhan Şaik Gökyay dikkat çeker. Ancak, Gökyay’ın “Bir Saltanat Düğünü” adlı makalesindeki bir dipnotta eserle ilgili olarak verdiği bilgide “Farsça olan bu manzumelerde şehzade Mehmed’in sünnet düğünü ile ilgili hiç bir tasvir yoktur”denilmektedir (21). 

Zübdetü ’l-Eş ’ar’dan söz eden ikinci kaynak ise Mehmet Arslan’ın Türk Edebiyatında Manzum Sûrnameler başlıklı çalışmasıdır. Arslan, Gökyay’dan farklı olarak eserin bazı beyitlerinde 1582 yılındaki III. Mehmed’in sünnet düğününü anlatan bilgiler bulunduğunu, ancak kasidenin tam olarak bir sûriyye kasidesi özelliği taşımadığını belirtir. Arslan’a göre eser bir tür III. Murad övgüsüdür (110).

Zübdetü ’l-Eş ’ar üzerine ilk kapsamlı çalışma ise Zehra Toska’nın “Bir Armağan: Zübdetü ’l-Eş'ar” başlıklı makalesidir. Toska makalesinde, araştırmalar sonunda eserin şairinin kimliği hakkında ulaştığı bilgilere yer verir. Makalede ayrıca, sûriyye kasidesi, onun başında bulunan mesnevi şeklinde yazılmış altı beyitin transkripsiyonlu metni ve bazı beyitlerin açıklamaları bulunmaktadır. 

Yazar, metnin tam bir tercümesini de yapmıştır. Zehra Toska, daha önce eserle ilgili yapılan değerlendirmelerin aksine, metinde III. Murad’m övgüsüyle birlikte şehzadenin sünnet düğününün de anlatıldığını belirtir. Yazara göre değerlendirmelerdeki eksiklik daha önce metnin tam bir incelemesinin yapılmamış olmasından ileri gelmektedir (295). Toska’nın, Fehmi Edhem Karatay’ın harsça Yazmalar Katalogu’nda verilen bilgilerden aktardığına göre eserin şairi Hoca Saadeddin’dir ve bu bilgi eserden söz eden diğer kaynaklarda da tekrarlanır (294-95). 

Fakat yazarın eserle ilgili olarak yaptığı araştırmalar sonucunda ulaştığı bilgilere göre Zübdetü 7- Eş ’ar, diğer kaynaklarda verilen bilgilerin aksine Hoca Saadeddin’in değil, 1592’de Doğancıbaşı, 1598’de Bosna valisi olan ve 1603 yılında Osmanlı-Habsburg savaşı sırasında ölen Derviş Paşa’nındır.

Zübdetü 7- Eş ’ar mesnevî şeklinde yazılmış olan altı beyitlik bir takriz bölümüyle, düğünün anlatıldığı sûriyye kasidesinden oluşmaktadır. Kasidede şenliğe ilişkin olarak Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler" de yapılan betimlemeler, Nev’î Efendi’nin kasidesine benzer nitelikler gösterir. İlk olarak, Nev’î’nin kasidesinin girişinde olduğu gibi şenlik için yürütülen

hazırlıkları ve süslemeleri betimlemek üzere “şenlik münasebetiyle yeryüzünün, gökyüzünü aratmayacak bir yüceliğe ulaştığı” söylenir (Toska 305). Kasidenin çeşitli yerlerinde, Nev’î Efendi’nin kasidesinde olduğu gibi şenliğin önemli öğelerinden olan nahıllar betimlenir (305, 308, 318). 7. ve 10. beyitlerde yine şenliğin önemli öğelerinden olan ve şenlik süresince istisnasız her gün yapılan ateş işleri ve fişek gösterileri betimlenmektedir (306-307). Bunlardan başka şenlikle ilgili olarak Nev’î’nin kasidesinde de rastlanan düğün saçılığı, şenlikte padişahın halka altın ve gümüş paralar saçması, kâfirlerin müslüman olması, şehzadenin sünnet edilmesi, verilen ziyafetler gibi konulara değinilmiştir.

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03B. Diğer Metinler

Bu bölümde 1582 şenliği ile ilgili bilgiler içeren tarih kaynakları ve yabancı gezginlerin anlatıları tanıtılmaktadır. Bu çalışmanın asıl konusu 1582 sûmâmeleri olduğundan, tezde söz konusu kaynaklardan yararlanılmamıştır. Yine de, 1582 şenliğiyle ilgili yapılacak başka çalışmalara kaynak oluşturması bakımından, burada bu kaynakların künye bilgilerine yer verilmiş, ayrıca içeriklerinden kısaca söz edilmiştir.

1. Tarih Kaynakları  

1582 şenliği ile ilgili kayıtlar içeren tarih kaynaklarından biri Baron Joseph Von Hammer Purgstall’m “Hammer Tarihi” olarak bilinen Osmanlı Devleti Tarihi adlı kitabıdır. AvusturyalI bir diplomat ve tarihçi olan Hammer, 10 ciltlik eserinde 1582 yılında yapılan sünnet düğününe geniş yer ayırmıştır. Düğünden “Şehzade Mehmed’in Sünnet Düğünü” başlığı altında söz eden Hammer, düğün için bir yıl öncesinden başlanan hazırlıklardan, düğündeki gösterilerin niteliğine kadar uzanan geniş bir yelpazede ayrıntılı bilgiler verir. Yazar, düğün hakkında ayrıntılı bilgiler verişinin nedenini de ilgili bölümün sonunda şu sözlerle açıklar: 

Bu düğün hakkında biraz tafsilat verişimiz, birkaç sene müddetle Sultân Murad’ın bütün düşünce ve konuşmaları buna hasredilmiş olmasından ve Avrupa hükümetlerinin o zamanlar henüz korkmakta bulunduğu Devlet’in durumuna ve özellikle elbise bakımından ne türlü tekellüfât ve tezyînât ihtiyâr olunduğuna ve Devlet büyüklerinin dâirelerinde birçok delikanlının refâhiyyet ve servet içinde beslenilmesinin şeref sayıldığına, halkın neden hoşlanıp ne ile eğlendiğine, san’at ve hirfet erbâbının resm-i geçitlerinde gösterdiğimiz veçhile, sanâyiin sınıflar arasında nasıl taksim edildiğine dâir târihi aydınlatacak ma’lûmât vermesinden dolayıdır. (2104)  

Hammer’in sözlerinden de anlaşıldığı üzere, yazar 1582 şenliğinin OsmanlI’nın toplum ve kültür hayatına dair “tarihi aydınlatacak”pek çok göstergeyi içinde barındırdığı görüşündedir. Bu nedenle Hammer, bu önemli olayın ayrıntılı bir biçimde anlatmayı gerekli görmüştür. 

Şenlikle ilgili kayıtlar içeren bir diğer tarih kaynağı, Gelibolulu Âlî’nin Künhü 7- Ahbâr’ıdır. Âlî, bu eserinde düğüne davet edilenlerden başlayarak düğün için yapılan çeşitli hazırlıklar, düğün sırasında yapılan gösteriler ve verilen ziyafetler hakkında bilgi verir. Âlî, düğüne kendisinin de davet edildiğini ve bu sırada Halep Tımarlan Defterdan olduğu bilgisini verir. Aynca, düğünle ilgili daha aynntılı betimlemelerin “Tafsîl-i pür der-Sürûr-ı Câmi ‘u’l-Buhûr” adlı kitabında bulunabileceğini söyler (386-397).

17. yüzyılda yazılmış bir tarih kitabı olan Solak-Zâde Tarihi’nde III. Murad dönemine ve dolayısıyla 1582 şenliğine dair kayıtlar vardır. Asıl adı Mehmed Hemdemi Çelebi (1590-1657) olan Solak-Zâde 17. yüzyılın önemli Osmanlı tarihçilerindendir. Solak-Zâde Tarihi’m günümüz Türkçesi’ne aktararak yayıma hazırlayan Vahid Çabuk’un eserin girişinde verdiği bilgilere göre yazar sarayda görevlidir (V). Solak- Zâde Tarihi’nin ilk bölümü yazarın kendi döneminden önce, yani OsmanlI’nın kuruluşundan 1622 yılına kadar olan zamanı kapsar. 

Yazar bu bölümde pek çok Osmanlı kroniğini kaynak olarak kullanmış ve yararlandığı tarihçilerin isimlerini eserinde anmıştır. Bunlar arasında Nerî, Ruhî, İdris-i Bidlisî, Âlî ve Hasan Bey-Zâde sayılabilir. Solak-Zâde, eserinin “Sünnet Düğününün Tertibine Başlanması” başlıklı bölümünde 1582 şenliğine yer verir; ancak düğünle ilgili anlatısı pek ayrıntılı değildir. 

Yazar, anlatısına İstanbul’da dört yerde süslü ağaçlar yani nahıllar yapıldığını ve bu süs ağaçlarının önce Eski Saray’a, daha sonra da Atmeydam’na getirildiğini anlatarak başlar. Solak-Zâde daha sonra düğünde yer alan gösteri ve ziyafetlerin düzeninden kısaca söz eder. Eğlencelerin kırkıncı gününde şehzadenin sünnet edilmesinden sonra, şenliğin 12 gün daha devam ettiğini ancak yeniçerilerle sipahiler arasında çıkan bir kavgadan dolayı düğünün bitirilmesine karar verildiğini bildirir.

Peçevî Tarihi’nde de Şehzade Mehmed’in sünnet düğününe ilişkin kayıtlar yer almaktadır. Franz Babinger’in Osmanlı Tarih Yazarları ve Eserleri adlı kitabında verdiği bilgilere göre İbrahim Peçevî, 1574 yılında Macaristan’da Fünfkirchen’de doğmuştur. Eserinde belirttiğine göre 14 yaşında Lala Mehmed Paşa’nın yanma sığınmış ve uzun yıllar onun maiyetinde yaşamıştır. Peçevî’nin OsmanlI’nın 1520-1639 yıllarını konu alan tarih kitabı bu dönem için önemli kaynaklardan biridir (211-212). Kitabında 1582 şenliğine “Şehzade Mehmet’in Sünnet Düğünü Hazırlıklarına  

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03Başlanıldı”, “Sünnet Düğününün Başlaması” ve “Bu Düğün Sırasındaki Bir Olayın Özet Olarak Beyanı” başlıkları altında yer verir. Peçevî, bu başlıklar altında düğüne çağrılan davetlileri sıralar ve yapılan hazırlıklardan kısaca bahseder. Her gün çok çeşitli eğlenceler düzenlendiğini ve bütün bunların tarihçiler tarafından mümkün olduğunca tasvir edilip açıklandığını belirtir; ama bunlarla ilgili fazla ayrıntı vermez. Yalnız, düğünün sona ermesine sebep olan, yeniçeriler ve sipahiler arasındaki kavgayı ayrıntılı bir şekilde anlatır (311-312).

Bostanzâde Yahya Efendi’nin 17. yüzyılda kaleme aldığı Târih-i SâfTuhfetü 7- Ahbâb adlı eserde de şenlikten söz eden kısa bir bölüm vardır. Eser, Necdet Sakaoğlu tarafından günümüz Türkçesine aktarılmıştır. Sakaoğlu’nun eserin önsözünde verdiği bilgilere göre Târih-i Sâf/Tuhfetü ’l-Ahbab 1616 yılına yakın bir tarihte yazılmış kısa bir genel tarihtir. Eser çoğu Türk olan 300 kadar müslüman hükümdarın tanıtılmasıyla 8 hikâyeden ibarettir. Eserde kitabın yazıldığı devrin padişahı olan I. Ahmed (1603-1617) dışında 13 Osmanlı padişahı daha tanıtılmıştır. 

Bunlar arasında III. Murad da bulunur. Yazar, III. Murad’la ilgili bölümde, Şehzade Mehmed’in sünnet düğününden de söz eder. Düğündeki şaşırtıcı gösterilerin her birinin ayrı bir kitap dolduracak nitelikte olduğunu belirten Bostanzâde, şenliğin niteliği ve etkinliklerden kısaca bahseder. Gösterilerden iki örnek verdikten sonra da şenliğin bu kısa özetlemeye sığmayacağını belirtir (108-109). 

Selânikî Tarihi Kanunî Sultan Süleyman’ın saltanatının son yıllarıyla III. Mehmed’in saltanatının ortalarına kadar olan 1563-1600 yılları arasındaki dönemi kapsar. Eser Mehmet İpşirli tarafından latin harflerine aktarılmış ve yayıma hazırlanmıştır. Selânikî eserinde III. Murad devrinin önemli olaylarından biri olan şehzade Mehmed’in sünnet düğününe de yer vermiştir. Yazar, düğünle ilgili çeşitli bilgileri şu başlıklar altında verir: “Kıssa-i Sûr-ı Sünnet-i hümâyûn-ı Şehzade Sultân Mehmed ve sâ’ir tedbîr-i mülk”, “Sünnet-i Şehzade içün memâlik-i mahrûsa hükkâmına ve sâ’ir mülûke ihbâr olduğı”, “Mühimmât-ı sûr-ı hümâyûn içün lâzım olan tedârük ü tedbîrâtdur”, “Sûr-ı hümâyûn içün Seyran-gâh tedârükidür”, “Erkan-ı sa‘âdetün oturacak yerleridür”. Selânikî, sünnet vesilesiyle düzenlenen şenliğin kendisinden çok düğün için yapılan hazırlıklarla ilgili bilgiler vermiştir (İpşirli 131-36)

2. Avrupalı Gezginlerin Anlatıları

1582 şenliğe davetli olarak çağrılan ya da şenlik yapıldığı sırada tesadüfen İstanbul’da bulunan çok sayıda yabancı gezgin tarafından kaydedildiğinden söz edilmişti. Osmanlı kaynaklarının fazla üzerinde durmadığı konuların anlamlandırılması bakımından, Avrupalı gezginlerin şenlikle ilgili ayrıntılı betimlemeleri önemli birer kaynaktır. Bu çalışmanın asıl konusu 1582 sûmâmeleri olduğundan, bu kaynaklardan yararlanılmamış, yalnızca künye bilgileri ve içeriklerinden kısaca söz edilmiştir. Anlatıların künyeleri ve içerikleri ile ilgili bilgiler için. Metin And ve Robert Elliott Stout’un çalışmalarıyla Library of Congress katalogundan yararlanılmıştır.

Michel Baudier’in şenlik hakkındaki anlaüsı kaynaklarda “Baudier” şeklinde geçmektedir. Bu metinle ilgili bilgiler Metin And’ın A History of Theatre and Popular Entertainment in Turkey (1963-64) adlı kitabında bulunabilir. And, bu kitabının ek kısmında Baudier’in kayıtlarının tamamına yer vermiştir. Baudier’in anlatısı kitabın künyesinde “The History of the Serrail and of the court of the Turkes wherein is seenethe image of the Ottoman Greatness.” başlığıyla verilmiştir. Edward Grimeston tarafından İngilizce’ye çevrilen bu belge 1635 yılında yayımlanmıştır

Blaise de Vigenere Bourbonnois’nın (1523-1596) çevirisini yaptığı Bizanslı tarihçi Laonicus Chalkokondyles’in L ’Histoire de la Decadance de L 'Empire Grec et Establissement de Celuy des Turcs (1632) kitabının ek kısmında şenlik hakkında yazılmış bir metin bulunmaktadır. Şenlik hakkında yazılmış Fransızca kaynaklardan biri olan bu metin, kaynaklarda “Blaise de Vigenere” olarak geçmektedir. Stout, De Vigenere’in bu metnin gerçek yazarı olup olmadığının bilinmediğini, ancak betimlemelerin bağımsız, orijinal bir kaynağa dayandığını belirtir (Stout 16).

Yazarı belli olmayan ve “Discours” olarak anılan bir diğer yabancı kaynak.

Metin And’ın 40 Gün 40 Gece adlı kitabında 1582 şenliğinden söz ederken yararlandığı kaynaklardan biridir. And, bu anlatının başlığım “Magnificences et Allegresses qui ont este faictes la Circoncision du Sultan Mehmed. Fils du Sultan Amuradh. Grand Empereur des Turcs” şeklinde verir. And’m verdiği bilgiye göre bu baskının üç yazması vardır.  

“Fugger News-Letter” adıyla bilinen anlatı şenlik hakkında yazılmış Almanca kaynaklardan biridir. Bu kısa anlatı, bir gazete olduğu anlaşılan ve “Fugger Evi”ne İstanbul’daki bilinmeyen biri tarafından 1582 yılında yollanmıştır. Fugger News- Letters, daha önce tanıtılan Discours adlı anonim bir Fransız kaynağıyla benzerliklertaşır. Fransızca anlatının daha uzun ve ayrıntılı olması bu anlatının Fransızca kaynaktan derlenmiş olabileceğini gösterir.

Alman imparatorluğu elçisinin heyetinden olan Haunolth’un şenlik anlatısı yabancı gezginlerin anlatılan arasında en ayrıntılı ve uzun kaynaktır. Haunolth, Breslau asillerinden biridir. Karmaşık saray hayatı ve dinî kurumlar hakkında oldukça bilgili bir biçimde yazması ve anlatısında pek çok Türkçe terim kullanması, İstanbul’da bir süre bulunduğu izlenimi yaratır. Tarihçi Hammer, 1582 şenliği hakkında verdiği bilgileri Haunolth’un anlatısına dayandınr (Stout 14-15).

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03Şenliğe çağrılan Leh heyetinden George Lebelski’nin şenlik hakkında yazdıkları 1585 yılında İngilizce olarak yayımlanır. Robert Elliott Stout’un verdiği bilgilere göre bu metin şenliğin oldukça ayrıntılı ve uzun bir anlatımından oluşmaktadır ve olayların canlı bir şekilde betimlenmesi bakımından Van Hanuolth’un metninden sonra ikinci önemli Batı kaynağı sayılır (17-18). Metin And, 16. Yüzyılda İstanbul’da Hayat adlı kitabında Lebelski’nin anlatısının ismini “La declaration des jeux et magnifiques spectacles representeza Constantinople...” olarak verir (321).

Yine Stout’un verdiği bilgilere göre şenliğin İtalyan konuklarından hiçbiri şenliğe dair bir belge yayımlamamıştır; ancak 21 Temmuz 1582’de Le Vigne de Pera adlı bir İtalyan tarafından yazılıp İngiliz sarayına yollanan bir mektup bulunmaktadır. Bu mektubun İngilizce çevirisi 1909 yılında yayımlanmıştır.

Şenlik üzerine yazılmış Almanca kayıtlardan biri Lewenklaw’a aittir. Metin And’ın lö.Yüzyılda İstanbul ’da Hayat adlı kitabında verdiği bilgilere göre LewenklawTürkler üzerine kapsamlı çalışmalar yapmıştır. Türkçe tarihleri bir Avrupa diline çeviren ilk tarihçi olarak bilinir. 1584 yılında İstanbul’daki elçi Heinrich von Lichtenstein’ın yanında bulunmuştur. Lewenklaw’m eserinde Haunolt (I), Haunolt (II) ve Besolt’un tam metinleri yer alır (321). And, 40 Gün 40 Gece adlı kitabında yazann tam adını “Johannes Lewenklaw” ve eserinin başlığını “Neuwe Cronica Türckischer Nation” olarak verir. And, kitabında bu anlatıdan şenliğe dair çeşitli alıntılar da yapar. 

Metin And, şenlik hakkında yazılmış Almanca kaynaklardan biri olan Reinhold Lubenau’nun anlatısının başlığını 40 Gün 40 Gece adlı kitabının kaynakçasında Beschreibung der Reisen des Reinhold Lubenau olarak verir. Eserin künyesi Libray of Congress katalogunda da aynı şekilde geçmektedir. And, künyede ayrıca eserin W. Sahm tarafından yayına hazırlandığı ve Königsberg Devlet Kitaplığındaki yazmanın çok geniş olduğu bilgisini de verir. (316). 

40 Gün 40 Gece'de Lubenau’nun metninden pek çok alıntı da yapılmıştır. 1556-1631 yılları arasında yaşamış AvusturyalI bir gezgin olan Lubenau, yolculuklarından birinde Osmanlı Devleti’nde bulunduğu sırada Şehzade Mehmed’in sünnet şenliğine tanık olmuş ve bu şenliği oldukça ayrıntılı bir biçimde kaydetmiştir. Yazar özellikle şenlikteki yiyecek, içeceklere ve verilen ziyafetlere ilgi göstermiş, bunlar hakkında kayıtlar tutmuştur. Lubenau, anlatısının sonuna 16. yüzyıl Osmanlı Devleti’nde gündelik dilde kullanılan sözcüklerin anlamlarına yer verdiği bir bölüm de eklemiştir (Lubenau, 49-66).

Fransız gezgin Jean Palerne’nin (1557-1592)1606’da yayımlanan Peregrinations adlı kitabında yer alan kayıtlar da şenlik hakkında yazılmış önemli kaynaklardandır. Stout bu kaynağın elçilerin tören ve kabullerini betimlemesi bakımından önemli olduğunu belirtir (17). Stout’un verdiği bilgilere göre bu kaynak ayrıca Fransız tarihçi Baudier’in 1618’de yayımlanan kitabının III. Murad’ın düğün şenliğine ayrılmış olan bölümünün de temelini oluşturmaktadır (18)

1582 Şenliği Sûrnâmelerinde Anlatım Özellikleri  

Sûrnâmelerin, konu edindikleri dönemin Osmanlı saray düzeni, âdet ve gelenekleri, zevk ve eğlence anlayışı, kıyafetleri, törenleri, müzik aletleri ve oyun biçimleri gibi konularda çeşitli bilgiler içermeleri bakımından önemli metinler oldukları, pek çok çalışmada ifade edilmiştir. Bu bilgilerin bir edebiyat metnine dönüşerek nasıl aktarıldığının ise ayrıca ele alınması gerekir. Sûrnâmeler hem edebî birer tür olarak hem de şenliklerin edebiyatla ilişkisine dair içerdikleri veriler bakımından yazıldıkları devrin dil ve edebiyat anlayışını yansıtırlar.  

1582 şenliği ile ilgili edebî eserler arasında Gelibolulu Âlî’nin Câmi ’ü ’l-Buhûr Der Mecâlis-i Sûr’u ve İntizâmî’nin Sûrnâme-i Hümâyûn’u ayrıntılı anlatımlarıyla şenlik hakkında en fazla bilgi veren iki eserdir. Bu eserler, sûrnâme türünün ilk örnekleri sayılmaları bakımından da özel bir öneme sahiptir. 

Bu bölümün temel amacı, iki sûrnâme metninin şenliği edebî bakımdan ne şekilde yansıttıklarını saptamaktır. Bu amaçla, şenliğin iki sûrnâmede nasıl ele alındığı, şenlikle ilgili hangi yönlerin öne çıkartıldığı, yazarların olaylara bakış açıları ve bunu metinlerde yansıtma biçimleri gibi konular üzerinde durulmaktadır. İki sûrnâmede 1582 şenliğine farklı biçimlerde yaklaşılır. Gelibolulu Âlî, surnâmesinde şenlik etkinliklerini konularına göre gruplandırarak, İntizâmî ise şenliği gün gün ve gösterilerle ilgili pek çok ayrıntı vererek anlatır. Bu çalışmada, Câmi ’ü    

Buhûr Der Mecâlis-i Sûr’un Ali Öztekin tarafından yapılan eleştirel yayını ile Sûrnâme-i Hümâyûn’un Viyana ve Süleymaniye nüshaları kullanılmıştır. Ayrıca gerekli yerlerde Sûrnâme-i Hümâyûn’un Topkapı nüshasına ve bu nüshada yer alan şenlik minyatürlerine de başvurulmaktadır. İlk alt başlıkta, Câmi ’ü ’l-Buhûr Der Mecâlis-i Sûr biçimsel özellikleri ve şenliği ele alınış biçimi açısından değerlendirilmektedir. İkinci alt başlıkta ise Sûrnâme-i Hümâyûn aynı kriterler kullanılarak ele alınmaktadır.

A. Câmi’ii ’l-Buhûr Der Mecâlis-i Sûr

Gelibolulu Âlî’nin 1583 yılının son altı ayında yazdığı bu sûmâmenin adı pek çok kaynakta “Câmi-ü’l-Hubûr Der Mecâlis-i Sûr” şeklinde geçer. Oysa Gelibolulu Âlî, eserin sonunda yer alan şu beyitte kitabın adını “Câmi’ü’l-Buhûr” koyduğunu açıkça belirtmektedir: Dürr-i nazmın arî -i nûr itdüm | Nâmını Câmi u’l-Bu ûr itdüm (Öztekin 3-4)

Câmi ’ü ’l-buhûr Der Mecâlis-i Sûr’un büyük bir bölümü manzum olarak ve mesnevî biçiminde, bazı bölümleri de mensur olarak yazılmıştır. Eserde üç mensur bölüm vardır. Bunlar Âlî’ye gönderilen davet mektubu, Âlî’nin bu mektuba cevabı ve eserin sonunda yer alan Kanûnî’nin şehzadeleri Mustafa, Mehmed ve Selim için 1530 yılında yapılan sünnet düğününün özetidir. 1530 Şenliği’nin özeti “zeyl” (ek) bölümünde verilir. Âlî, özetin başında bu bölümü 1582 şenliği ile karşılaştırılabilmesi için eklediğini belirtir. Eser kısa bir giriş, sekiz bölüm, sözü edilen zeyl ve bir hâtime’den oluşur. 

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03

Âlî, şenlikteki olayları gün gün değil, konularına göre gruplandırarak anlatır. Bu alt başlıkta sûmâmenin her bir bölümünde yazarın öne çıkarttığı öğeler üzerinde durulmakta ve anlatım özellikleri değerlendirilmektedir. Mesnevilerde metin içindeki gazeller dışında genellikle tek bir vezin kullanılır. Gelibolulu Âlî ise, sûrnâmesini mesnevi biçiminde yazmasına karşın, farklı konular için 16 değişik vezin kullanmıştır (Türk Edebiyatında Manzum... 38). Yazarın vezin kullanımı gibi, fiil kullanımı da konulara göre değişir. 

Ali Öztekin, bu farklı kullanımların anlatıma akıcılık kazandırdığı görüşündedir: Âlî, mesnevide, sebeb-i te’lif dışında olayı hikâye ederken, üçüncü şahıs ağzında dili-geçmiş zaman ekini kullanır. Fakat, sünnet düğünü şenliklerinin hareketliliğini ve heyecanını anlatırken, değişik fiil zamanlarının hikâyesini kullanarak, nazmı yeknesaklıktan kurtarıp, anlatıma kıvraklık ve heyecan katar. Örneğin, bir kadının süvari kılığına girerek meydana gelip at koşturmasının anlatıldığı bölümde farklı zaman kalıpları kullanmıştır. 

Yazar, anlatımına geçmiş zamanın hikâyesini kullanarak başlar: “ âhir oldu bir aceb nâ-dîde kâr /Eyledi tebdıl-i üret rüzigâr” (Meydana tuhaf görülmedik bir iş geldi / Şeklini değiştirdi rüzgar) (73a- 1842 / 220). Kadının nasıl kılık değiştirdiği betimlenirken ise, geçmiş zamanın rivayeti kullanılır: “Başına geymiş sipâhî kisvetin / Bağlamış serheng-i şâhT hey’etin” (Giymiş üstüne sipahi elbisesini / Kıyâfetiyle kandırmış sultanın çavuşlarını) (73b-1847 / 220). Seyircilerden birinin kadını tanıyıp ifşa etmesiyle kadının tutuklanması ise geniş zaman kalıbı kullanılarak anlatılmıştır: abs olunması o gün mefrüz olur ( Öztekin 220)*  

Gelibolulu Alî, ertesi gün kadının kendini savunmasını kadının kendi ağzından, yani birinci tekil kişi anlatımı kullanarak aktarır: “Rağbetümdendür bu fu şumdan degül / Seyr ider zen çok hemân bir ben degül” ( [Bu yaptığım] iffetsizliğimden değil, düğüne ilgimdendir / Hem benim gibi gösterileri seyreden pek çok kadın var) (74a-1863 / 221). Görüldüğü gibi yazar anlatımda değişik zaman kalıpları kullanmış ve bu sayede metni daha akıcı hâle getirmiştir.

Sûrnâmenin “Giriş” bölümünde Allah’a ve Peygamber’e övgünün yanı sıra sünnet geleneğinin kökeni ve yararlarının anlatıldığı bir bölüm de yer alır. Eserin ilk bölümü düğün için yapılan hazırlıklara ve gönderilen davetiyelere ayrılmıştır. Âlî’nin metinde anlattığına göre düğünden bir yıl önce hazırlıklara başlanır. Düğün için “[h]er diyârun güzide urfeleri / câna lâyı uceste tu feleri”, yani “her yerden türlü güzellikteki tuhaf ve şaşılacak şeylerle uğurlu hediyeler getirilir” (5a-45 / 95). Sünnetdüğünü için dört yana davetiyeler yazılıp yollanır. 

Âlî’nin sıraladığı davetliler arasında Mekke şerifi; Tatar ve Özbek hanları; Mısır, Şam ve Hicaz emirleri; Eflak, Boğdan, Erdel, Rusya, İspanya ve Venedik kralları bulunur. Mektupların yazılışında ve genel olarak şenliğin organizasyonunda, daha önceki devirlerin örneklerine başvurulmuştur. Osmanlı Devleti içindeki çeşitli İdarî bölgelere ve yabancı devletlere yollanan bu davet mektuplarından biri, o sırada Halep’de defterdarlık yapan Gelibolulu Âlî’ye gelmiştir. Âlî, sûrnâmede, bu davet mektubuyla, kendisinin cevâben yazdığı mektuba da yer verir.

Âlî, birinci bölümde son olarak, şenlik öncesinde devlet erkânına verilen bir ziyafeti anlaür. Bu ziyafet için, düğün boyunca gösterilerde sık sık görülen şeker alayı hazırlanmıştır. Şekerden yapılmış hayvan ve bitkilerden oluşan bu alay. Kaptan Paşa Sarayı’ndan ziyafetin verildiği Atmeydanı Sarayı (İbrahim Paşa Sarayı)’na getirilir. Metin And, şekerden yapılmış bu tasvirlerin bazılarının tek kişinin taşıyabileceği büyüklükte, bazılarının ise ancak üç dört kişinin ya da tekerlekli bir arabamn taşıyabileceği büyüklükte olduğunu belirtir. Bu tasvirler“sükker nakkaşı” adı verilen ve genellikle Yahudi cemaatinden olan kişiler tarafından yapılıyordu. And, şekerden hayvan, bitki ve kimi zaman da insana benzeyen tasvirler yapma geleneğinin Rönesans şenliklerinde de bulunduğunu söyler. Avrupa’da bu tasvirlere sottelles, zuckerwerk ve sutteltirs gibi isimler verilmiştir (Osmanlı Şenliklerinde Türk... 92).

İkinci bölümde, padişahın yüksek devlet görevlileriyle düğün hakkında görüşmesi, şehzadenin giydirilmesi ve halka tanıtılması anlatılır. Âlî’nin anlatımına göre Cemâziyelevvel’in 16. günü Atmeydanı Sarayı’na gelen padişah, sarayın süslenmesini emreder. Daha sonra vezirler ve sarayın ileri gelenleri düğün organizasyonunu görüşmek üzere yine Atmeydanı Sarayı’nda verilen bir ziyafette toplanırlar. Bu toplantıda görüşülen konulardan biri, daha önceki düğünlerde Âlî, devlet kapısında böylesine basit bir işi bile yapacak kimsenin bulunmayışına, cahillerin bolluğu karşısında, hüner sahiplerinin az oluşuna yazıklanır. Âlî’nin bu eleştirisi, biraz da kendisine hak ettiği görevlerin verilmediğini düşünmesiyle ilgili olsa gerektir; çünkü bu eleştirilerin hemen ardından kendisinin ne kadar hünerli bir yazar olduğunu anlatır ve eğer bu iş kendisine verilmiş olsaydı çok güzel bir iş çıkaracağını belirtir.

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03

Sûrnâmenin ilk iki bölümündeki anlatımdan yola çıkılarak eserin hangi amaçla kaleme alındığı, yazarın toplumsal konumu ve sarayla ilişkisi gibi konularda bazı yorumlar yapılabilir. Osmanlı Sarayı için çok önemli bir olay olan böyle bir kutlamaya davet edilmiş olması, çeşitli devlet memuriyetlerinde bulunduğu bilinen Gelibolulu Âlî’nin, yazar olarak da belirli bir saygınlığa sahip olduğunun bir göstergesi sayılabilir. Şenlik, kendilerini kanıtlamak isteyen yazar ve şairler için kuşkusuz önemli bir fırsattır. 

Ancak Âlî eserinin başında, bu sûrnâmeyi yazma sebebinin şiirdeki ustalığını kanıtlamak olmadığını, buna zaten ihtiyacı bulunmadığını anlatır. Âlî, sûrnâmeyi hâlini arz etmek için yazdığını ve bunun yükselip bir makam elde etmesine vesile olabilecek bir hizmet olduğunu belirtir. Bu anlatımlardan, yazarın toplumsal olarak belirli bir konuma eriştiği hâlde bundan hoşnut olmadığı ve daha yüksek bir mevkiye ulaşmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Nitekim, ikinci bölümde, davet mektuplarını anlattığı kısımda bu konuya bir kez daha değinmektedir. 

Davet mektuplarının bir türlü yazılamayışını küçümseyen yazar, Bâb-ı Âlî’nin davet mektubu yazmayı bile beceremeyen bilgisiz kişilerle dolu olduğundan ve kendisi gibi yetenekli yazarlara iş verilmediğinden şikayetçidir.Alî, eserin ikinci bölümünde kendisine ayırdığı bu oldukça uzun kısımdan sonra şenlikle ilgili olayları betimlemeye geri döner. İlk olarak 360 kadar nahılın, her biri bir yeniçeri tarafından taşınarak Eski Saray’a getirilişini betimler. Bu nahıllardan bazılan öyle büyüktür ki, bazı sokaklardan geçebilmesi için evlerin bir bölümü yıktınlmıştır. 

Şenliği anlatan yabancı gezginlerden Haunolth da nahıllann geçeceği yol üzerindeki cumba ve saçaklann yanı sıra, sokak köşelerindeki bazı evlerin yıkılarak yollann genişletildiğini yazar (aktaran Nutku “Eski Şenlikler” 112). Gelibolulu Âlî ise anlatısında, ev sahipleri için bu durumun üzüntü değil, sevinç kaynağı olduğunu, çünkü evlerin eskisinden daha güzel bir biçimde onarıldığını belirtir. Âlî’nin bu yorumu, sûmâmenin genelinde olduğu gibi imparatorluğu yücelten söylem içinden konuştuğunu gösterir niteliktedir.  

Gelibolulu Âlî, sûrnâmesinin üçüncü bölümünü düğün için gönderilen hediyelerin dökümüne ayırmıştır. Sezer Tansuğ’un sûrnâmeleri bir edebî tür olarak Anadolu düğünlerinde gelen hediyelerle, hediye getirenlerin adlarının yazıldığı kayıt defteri tutma geleneğine bağladığından daha önce söz edilmişti (13). Âlî’nin, sûrnâmesinin bir bölümünü tamamen hediyelerin dökümüne ayırması ve esnaf alaylarını anlattığı bölümde de esnaf tarafından padişaha sunulan hediyeleri sıralaması Tansuğ’un bu savını destekler niteliktedir.  

Düğün için gelen hediyelerin önemli bir kısmını dönemin ünlü edebî eserleri ve kitapları oluşturduğundan, anlatının bu bölümü şenlik ve edebiyat arasındaki ilişkiye dair ipuçları elde edilebilmesi açısından önemlidir. Necdet Sakaoğlu’nun verdiğibilgilere göre III Murad, güzel sanatlara, özellikle de şiire olan ilgisiyle tanınan bir padişahtır. III. Murad’ın Türkçe, Farsça ve Arapça divanları ve Fütuhat-ı Siyam adlı tasavvuf konulu bir eseri vardır. Yabancı elçilerin kendisine değerli kitaplar hediye etmeleri, İstanbullu sanatçıların ona dîvanlar, minyatürlü eserler sunmaları padişahın edebiyata olan ilgisine bağlanabilir (Bu Mülkün Sultanları 178-180). Nitekim, Câmi ’ü ’l-buhûr Der Mecâlis-i Sûr’da Şehzade Mehmed’in sünnet düğünü için getirilen hediyelerin sıralandığı bölümde anlatılanlara göre, padişaha ve şehzadeye sunulan hediyelerin önemli bir kısmı kitaplardan oluşmaktadır. 

Örneğin, Özbek Ham’nın yolladığı hediyeler arasında iki Kur ’ân-ı Kerîm ve Fuzûlî’nin Şah u Gedâ mesnevisi vardır (Öztekin 23). Acem Şâhı’nın hediyeleri arasında Kur ’ân-ı Kerîm, Firdevsî’nin Şehnâme’si, Hând-mir Gıyâsü’d-Dîn Muhammed’in Hulâsetü ’l-Ahbâr’ı, Bihzad tarafından nakşedilmiş NizâmîHamsesi, Hâcû-yı Kirmânî külliyâtı, Sultan Hüseyin Dîvânı ve Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’’undan oluşan 18 kitap bulunmaktadır (24). Mirza Hamza Bin Hûda-bende’nin hediyeleri de bir Kur ’ân-ı Kerîm, Mîr Ali tarafından hatlanmış, bazı yerleri resimli bir cönk ve bir Nizâmî Hamsesi’nden oluşur. İbrahim Han’ın hediyeleri arasında bir Kelâm-ı Kadîm’\ç bir Şehnâme vardır (26). Şah’ın kızkardeşinin saray hizmetçilerine yolladığı hediyeler arasında da kitaplar bulunması dikkat çekicidir (28). 

Devlet erkânının getirdiği hediyeler arasında da çok sayıda kitap bulunur. Örneğin Vezir-i Âzam Sinan Paşa’nın şehzadeye sunduğu hediyeler arasında Kelâm-ı Kadîm, Şeyh Sâdî külliyâtı, Şirazlı Hâfız Dîvânı ve Nizâmî Hamse’sı bulunur (29). Aynı şekilde, üçüncü vezir Siyâvuş Paşa’nın padişahın annesine ve şehzadeye minyatürlü birer Şehnâme sunduğu kaydedilmiştir (30). Görüldüğü gibi, doğu ülkelerinden ve devlet protokolünden gelen hediyelerin önemli bir kısmını kitaplar oluşturmaktadır. Sûrnâmede hediye olarak gönderilen kitaplarınlistelenmesi, dönemin edebî yaşantısıyla ilgili pek çok konuya ışık tutar. 

“Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -03

Hediye edilen kitaplara bakılarak, o dönemde hangi yazarların eserlerine değer verildiği, hangi eserlerin çok okunduğu gibi konularda bazı yorumlara ulaşılabilir. Örneğin Fuzûlî ve Nizâmî’nin eserleri Kur ’ân-ı Kerîm’den sonra en fazla hediye edilen kitaplardır. Bu bilgiden yola çıkılarak, bu yazarların o dönemde oldukça “popülef ’ oldukları söylenebilir.

Eserin dördüncü bölümünde esnaf alayları ve bunların geçit sırasında yaptığı gösteriler anlatılır. Her bir grup gösterisinin sonunda padişaha saygı ve bağlılığım bildirerek getirdiği hediyeleri sunar. Âlî, bazı esnaf gruplarının geçişini ve gösterilerini ayrıntılı bir biçimde betimlerken, bazı grupların sadece adını anar. Bu bölüm sûrnâmenin en uzun bölümüdür. Âlî, esnaf alaylarının anlatımında bu alaylara katılan gruplarla ilgili pek çok ayrıntıya yer vermiştir. Bu anlatımlardan esnafın geçişinde belirli bir sıra gözetilip gözetilmediğini anlamak pek mümkün değildir. Ancak bazen (çamaşırcılar ve sabuncular gibi) birbiriyle ilişkili sayılabilecek meslek gruplan arka arkaya geçer.  

Esnaf gruplannın giyimi ve yaptıkları gösteriler, söz konusu mesleği çağnştıran sözcükleri içeren çeşitli benzetme ve deyimler kullanılarak betimlenir. Örneğin “câme- şûyların” yani çamaşır yıkayıcıların geçişi anlatılırken sabun, su, kir, temizlik gibi sözcükler kullanılarak çeşitli benzetmeler yapılır. “ ur-ı abüngibi ale’l-ıtlâ /Ezilüp yanma düşüp uşşâ ” (46a-1102 / 168) dizelerinde âşıklar rastgele ezilip yere düşen sabun kalıplarına benzetilir. Sonraki dizede ise, bu âşıklann durmadan döktükleri gözyaşlan ile etrafı temizledikleri söylenir. 

Çamaşırcılann geçişi, her bir meslek grubunun geçişinde olduğu gibi, bu meslekle ilişkili sözcüklerle yapılan bir dizi benzetmeyle anlatılmaktadır. Âlî, benzer şekilde, gözlükçülerin geçişinin anlatıldığı kısımda da içinde “göz”, “görmek” vb. sözcükler bulunan deyimleri kullanır: “Olup gözlikciler da i hüveydâ / İdüp göz görmedik gözlikler inşâ” (45a-1073 / 166). Gelibolulu Âlî, sûmâme metninin nerdeyse tamamında bu tür benzetmeler kullanır.  

Beşinci bölüm düğün süresince yapılan gösterilerin anlatımına ayrılmıştır. Kale cengi oyunu (maket bir kalede yapılan temsilî savaş gösterisi), Atmeydam’ndaki dikili taşa çıkma gösterisi, tüfek ve okla yapılan atış gösterileri, cirit ve matrak oyunları yapılan gösterilerden bazdandır. Bu bölümde ayrıca bazı meslek gruplannın hazırladıklan maket ve gösterilerle geçiş yaptığı da anlatılmaktadır. Örneğin, hamamcılar her şeyiyle gerçek bir hamamı andıran temsilî bir hamamla gelirler. Benzer şekilde, denizciler de yaptıklan bir gemiyi tekerlek üzerinde karada yürütürler.  

Altıncı bölümde düğün boyunca verilen ziyafetler anlatılmaktadır. Düğün boyunca Atmeydam’nda çeşitli gruplara verilen ziyafetler ve bu ziyafetlerdeki yemeklerin zenginliği aynntılarıyla betimlenir. Yazarın anlatımına göre ziyafetler için Atmeydam’na gölgelikler kurulur. Bu ziyafetlerde ilk olarak düğünde hizmet eden görevliler ağırlanır. Bu görevliler için 300’den fazla sofra kurulur ve toplam onbeş bin kişiye yemek verilir (79a-79b / 232). Bundan sonra düğün boyunca çeşitli devlet görevlilerine ziyafetler verilir. 

Yemeklerin zenginliği ve bolluğunun abartılarak anlatıldığı bu betimlemelerde, devletin “zenginliğini” ve “cömertliğini” öne çıkartan bir söylem benimsenmiştir. Yazar, anlatısında, ziyafet verilen grubun niteliğine göre yemek düzeninin değiştiğini de vurgular. Örneğin, Rumeli ve Anadolu Tımar sipahileri için verilen ziyafette tımar ehli olan köylülerin sofraya homurtularla hücum edip.  yemeklerini sakal ve bıyıklarına bulaştırarak yemeleri özellikle belirtilen bir ayrıntıdır (83b / 240).

Çeşitli gruplar için düzenlenen ziyafetlerin yanı sıra halka her hafta yemek verilir, ayrıca çanak yağmaları yapılır. Hemen her gün yapılan çanak yağmalan ve verilen ziyafetlerin Âlî sûmâmesinde en küçük aynntısına kadar anlatılmış olması, bunlann devletin “zenginliğini” ve “cömertliğini” gösterme biçimlerinden biri olduğuna işaret eder. Özellikle çanak yağmalan bir gösteri niteliği taşır. Meydanın çanak yağması için hazırlanışını resmeden minyatürlerde, yemeklerin padişahın şenliği izlediği yerin hemen önüne getirilmesi de, çanak yağmasının bir gösteri niteliği taşıdığına işaret eder (bkz. EK B.3). 

Sûrnâmelerde "1582" Şenliği; Bölüm -02

 16. Yüzyılda İse Yalnızca Şenlikleri Ele Alan Ve “Sûrmâme” Adıyla Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -02


Sûrnâmelerde "1582" Şenliği; Bölüm -02
"Gülsüm Ezgi KORKMAZ "

Fakat bu tür kayıtlar şimdiye kadar çok az sayıda araştırmaya konu olmuştur. Bu kayıtların değerlendirilmesiyle, şenliklere halkın katılımıyla ilgili bilgilere ulaşılabilir; ancak bu tür bir inceleme bu çalışmanın boyutunu aşacağından böyle bir araştırmaya girişilmemiştir. İncelenebilen tarih kaynaklarında ise, halkın şenliklere katılımıyla ilgili pek fazla veri yoktur. Yalnız, Metin And, Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları adlı kitabında, tarihçi Demetrius Cantemir’in The History of the Growth and Decay of the Ottoman Empire (Osmanlı İmparatorluğu’nun Yükseliş ve Çöküş Tarihi) adlı kitabından şu alıntıyı yapar: 

Bu şenliklerde dükkancılara iş yerlerini gece gündüz açık tutmaları ve süslemeleri buyrulur. Bu vesilelerde hiçbir oyun ve eğlence yasak değildir; halk gözönünde şarap içebilir. Yeniçeri Ağası’nın başka zamanlarda cezalandırdığı sarhoşlar da ne görüldükleri zaman, ne de daha sonra cezalandırılırlar. Kolcular bütün şehirde kargaşalık olmasın diye gezerler, tüm kentte ödevleri yalmzca kavgaları, ayaklanmaları, hırsızlık ve öldürmeleri önlemektir, yoksa eğlence ve genel sevince karışmazlar. (38) Cantemir’in verdiği bilgiler, şehirde genel bir eğlence havası olduğunu ve halka bazı konularda serbestlik tanındığını gösterir. Ancak Cantemir şehirde kargaşalığa mahal verilmediğini, eğlencenin taşkınlığa dönüşmemesi için her türlü önlemin alındığını da belirtmektedir. 

Sûrnâmelerde "1582" Şenliği; Bölüm -02Cantemir’in verdiği bu bilgiler esas alınırsa, şenlik zamanında devlet otoritesinin sınırlı bir biçimde kalktığı söylenebilir. Fakat halka tanınan bu serbestlik tamamen devlet otoritesinin kontrolündedir. Padişah, bu şekilde kendi seçtiği bir zaman ve mekânda, kendi denetimi altında düzensizliğe izin vermektedir. Kısacası, eldeki kaynaklara dayanarak, şenliklerin, her türlü kuralın ihlâl edildiği, baskıların kalktığı bir karnavala benzetilmesi pek mümkün değildir. Aksine, sûrnâmelerde ve tarihi kayıtlarda yer alan bilgilere dayanarak, şenlik düzeninin, bu iş için görevlendirilen saray mensuplan tarafından önceden bütün aynntılarıyla planlandığı ve gösteriler sırasında herhangi bir taşkınlık veya düzensizliğe mahal verilmediği söylenebilir. Şenliğe katılacak gruplar, gösteri yapacaklar, gösterilerin sırası ve niteliği önceden belirlendiğinden, şenlikler sırasında karnavallarda olduğu gibi doğaçlama gelişen gösteri ya da eğlenceler olmaz.

Bu çalışmanın konusu olan 1582 şenliğini anlatan sûrnâmelerde ve minyatürlerde de, şenliğin halk arasında kutlanışına ilişkin pek fazla veri yoktur. Gelibolulu Âlî ve İntizâmî, şenliği padişahın gördüğü yerden ve onun izlediği perspektiften anlatmışlardır. Minyatürler de şenliği padişahın bulunduğu locanın tam karşısından resmetmiştir. Sûmâme metinleri, şenlik sırasında şehrin başka yerlerinde kutlamalar yapılıp yapılmadığı, yapılıyorsa halkın nasıl eğlendiği konusunda yok denecek kadar az bilgi içerirler. Bu metinlerde, halkın eğlendiği bir şenlik değil; saray halkının, şenliğe davetli olarak çağnlan yabancı konuklann ve bu arada halkın da izlemesi için düzenlenen bir resmî geçit töreni anlatılmaktadır.

Bu törenlerde, padişahın çeşitli din ve etnik kökene mensup kullarının, loncalarının hünerleri, ürünleri, eşyalarının zenginliği, kısacası imparatorluğun ihtişamı sergilenir. Sûrnâmelerde anlatılan, şenliğe halkın katılımını gösterebilecek diğer etkinlikler “çanak yağması” ve padişahın halka para saçmasıdır. Ancak bu etkinlikler de halkın eğlenmesinden çok, gösteri amacıyla düzenlenir. İçki serbestliği gibi, çanak yağmasında da, kontrol altında, sınırları çizilmiş bir düzensizliğe izin verilir. Böylece padişahın, yani Osmanlı’nın,”otoritesi”, “cömertliği” ve “zenginliği”, padişahın kullarına ve davetlilere sergilenmiş olur.

Osmanlı şenliklerinin düzeni ve niteliği hakkında Özdemir Nutku ve Stephanos Yerasimos gibi araştırmacılar tarafından ortaya atılan görüşlerin geçerliliği sûrnâmelerden yola çıkılarak sınanamaz. Osmanlı şenlikleri üzerine yazılmış sûmâmelerde, halkın şenliklere katılımının ne ölçüde ve ne şekilde olduğunu kesin olarak saptamaya yetecek kadar veri yoktur. Bu metinlerde anlatılan halkın eğlendiği bir şenlikten çok, saray halkının, şenliğe davetli olarak çağrılan konukların ve bu arada halkın da izlemesi için düzenlenen bir resmî geçit törenidir. Kısacası sûrnâmelerden ve bilinen tarihî kaynaklardan yola çıkarak, Osmanlı şenliklerinin, tüm halkın katıldığı, her türlü kuralın ihlâl edildiği, baskıların kalktığı bir karnaval havasında geçen Ortaçağ şenliklerine benzediği söylenemez. 

Osmanlı şenliklerinin doğum, evlilik ve sünnet gibi vesilelerle yapıldığından daha önce söz edilmişti. Şenliklerin yapıldığı dönemlerde devletin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasî durum araştı aldığında, bu görünürdeki sebeplerin ardında başka sebepler de olabileceği düşünülebilir; çünkü şenliklerin Metin And’m ruhsal, dinî, ekonomik ve siyasî olarak sınıflandırdığı bazı işlevleri vardır (Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları 8-9).Metin And, ruhsal işlevi, bireylerin şenlik zamanında gündelik hayatın tekdüzeliğinden sıyrılarak, enerjisini başka bir alana yönlendirmesi ve böylelikle gevşeyip rahatlaması olarak tanımlar. And, Osmanlı şenliklerinde birçok yasaklara göz yumulduğunu ve böylelikle şenliklerin bir rahatlatma işlevi üstlendiğini belirtir. 

Daha önce de belirtildiği gibi, Osmanlı şenliklerinde birtakım kuralların geçiçi olarak askıya alınıp alınmadığı, alındıysa bile bunun ne tür bir rahatlamaya yol açmış olabileceği tartışmalıdır. Metin And, şenliklerin rahatlatma dışında, kişiye davranış örnekleri verme ve içinde yaşadığı toplumun kurumlarını, hiyerarşik yapısını tanıtıp öğretme gibi başka bir ruhsal işlevi daha olduğundan söz eder (8). Metin And’ın ruhsal işlev olarak tanımladığı bu işlev, daha çok bireylerin toplumla ilişkisiyle ilgilidir ve “toplumsal işlev” olarak sınıflandırılması daha uygun olacaktır. Osmanlı şenlikleri, Anılan Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler" toplumun neredeyse tüm öğelerinin kendini ve toplum içindeki yerini sergilemesi biçiminde organize edildiğinden, And’ın sözünü ettiği işlevi yerine getirdikleri söylenebilir.  

Sûrnâmelerde "1582" Şenliği; Bölüm -02Şenliklerin dinî işlevi de dinî davranışları öğretmek, dinî kurumlan ve bunlann toplumdaki yerini ve toplumun diğer unsurlarıyla olan ilişkilerini sergilemek olarak özetlenebilir (8). Osmanlı şenliklerinde sâdât (peygamber soyundan gelenler), imamlar, müezzinler, hâfızlar ve Hazreti Eyyubî Sofileri, Ebu İshak Veli Dervişleri, Mevlevîler gibi çeşitli din adamlan geçit törenlerinde önemli bir yere sahiptir. Sünnet şenlikleri söz konusu olduğunda ise, şenliğin düzenleniş amacı başlıbaşına dinî bir yükümlülüğe dayanmaktadır. Sünnet şenliklerinde ayrıca çok sayıda fakir erkek çocuğu padişah tarafından sünnet ettirilir. Görüldüğü gibi Osmanlı şenliklerinde. Metin And’ın sözünü ettiği anlamda bir dinî işlev de bulunmaktadır. 

And’m belirlediği bu dört işlev içinde siyasî ve ekonomik işlevler özellikle önemsenmelidir; çünkü bunlar aym zamanda Osmanlı’da düzenlenen görkemli şenliklerin görünen sebepleri ardındaki asıl sebepleri de açığa çıkarırlar. Siyasî işlev, şenliklerde siyasî otoritenin, devletin üstünlüğünün ve ihtişamının sergilenmesi biçiminde görülür. Şenliklerde sergilenen zenginlik ve ihtişamla, halkın ve eğer varsa davet edilen yabancı devlet adamlarının, elçilerin ve dolayısıyla yabancı devletlerin etkilenmesi amaçlanmıştır. Osmanlı’da şenliği düzenleyen iktidardır ve bu iktidar tüm dünyada hâkimiyet kurma çabasındadır. 

Dolayısıyla, şenlikler bu iktidarın “gücünü” sergilemesi, bu gücü kendi halkına ve tüm dünyaya kanıtlaması için bulunmaz bir fırsattır. Ekonomik işlev, şenliklerde ülke ekonomisinin canlanması biçiminde görülür. Düğün için yapılan harcamalarla ülkedeki ticarî hayatta geçici de olsa bir hareketlilik yaşanır. Metin And bu işlevi şöyle bir örnekle açıklar: Sözgelimi düğünlerin vazgeçilmez simgesi nahıllar için büyük harcamalar yapılmaktadır. Ancak çok karmaşık yapısı olan bu nahıllan ve süslerini yapan çeşitli esnaf olduğu gibi bunların ham maddelerini satanlar, taşıyanlar hepsi bu ilk bakışta işe yaramaz sanılan nesnelerden para kazanmakta, iş alanlarına canlılık gelmektedir.

Ekonomik işlevin bir yönü de şenliklerde Osmanlı esnafının ürettiği malları, hem halka hem de yabancı konuklara sergilemesi şeklinde görülür. Bu şekilde şenlikler bir tür fuar görevini üstlenir ve üretilen malların iç ve dış pazara tanıtılmasıyla ekonomik hareketliliğe katkıda bulunur (9). Osmanlı şenliklerinin iktidarın siyasî ve ekonomik bakımlardan sıkıntıda olduğu dönemlerde daha gösterişli olması yukarıda açıklanan işlevlerle ilgilidir. Şenliklerin toplumda sıkıntıya yol açacak bir olayın, askerî bir yenilginin ya da ekonomik buhranın başgösterdiği bir dönemin ertesinde yapılması tesadüfi olmasa gerektir. Örneğin 1582 şenliği öncesinde, 1578’de İran’a düzenlenen seferlerin yarattığı ekonomik yük dolayısıyla ülkede fiyatlar artmış ve paranın değeri düşmüştür. 

Bu dönemde ayrıca devlet yönetimindeki yolsuzluk ve rüşvet olaylarının arttığı da bilinmektedir. 1579’da Veziriazam Sokollu Mehmed Paşa’nın öldürülmesi de toplumda genel bir huzursuzluk yaratmıştır. Hattâ bu olay daha sonra bazı tarihçiler tarafından Osmanlı Devleti’nin duraklama devrinin başlangıcı olarak kabul edilmiştir. Osmanlı şenliklerinin en görkemlilerinden biri olarak anılan 1582 şenliğinin bu olayların ertesinde yapılması, bu problemlerin geçici bir süreliğine de olsa unutulmasını sağlamış, devletin içte ve dışta “zenginliğini” ve “gücünü” göstermesi için bir vesile olmuştur.

Fatih Sultan Mehmed’in Belgrad’daki askerî başarısızlığın ardından oğlu Bayezid ve Mustafa için büyük bir sünnet şenliği (1457) yaptırması ve benzer şekilde Kanuni’nin Viyana başarısızlığının ardından 1530 yılında dört oğlunun sünneti için görkemli bir şenlik düzenletmesi de bu askerî başarısızlıkların unutturulmasını amaçlar. Görüldüğü gibi, Osmanlı şenliklerinin yüklendikleri bazı işlevler vardır. Metin And’ın ruhsal, dinî, ekonomik ve siyasî olarak sınıflandırdığı bu işlevlerden ekonomik ve siyasî olanlar, aynı zamanda şenliklerin doğum, evlilik ve sünnet gibi görünür sebeplerinin ardındaki asıl sebepleri oluştururlar. 

B. Osmanlı Şenliklerinin Yazılı Metinleri: Sûrnâmeler

Sûrnâmelerde "1582" Şenliği; Bölüm -02Sûrnâme, şenlikler hakkında yazılan edebî metinlere verilen genel addır. Bu başlık altında anılan metinler arasında değişik biçimlerle yazılanlar vardır. Osmanlı saray düğünleri ve şenlikleri hakkında yazılan eserlerden, yalnızca bu konuya ayrılan ve manzum veya mensur biçimde, bağımsız birer eser olarak yazılanlarına “sûrnâme” adıverilir. Türün genel adını taşıyan bu bağımsız eserlerden başka, çeşitli divanların içinde yer alan ve şenliklerle ilgili bölümleri olan başka eserler de vardır. Bunlar, daha edebî bir üslûpla yazılan “Sûriyye Kasideleri” ve yine divanlarda bulunan “Sûriyye Tarihleri” denilen tarih manzumeleridir.

Sûrnâmelerle ilgili ilk akla gelen sorulardan biri bu metinleri kimlerin, hangi amaçla kaleme aldığıdır. Yazarlar, yapılan bir şenliğin ardından kendi istekleriyle bir sûrnâme kaleme alabildikleri gibi padişahın ya da “sûr emini” adı verilen şenlikten sorumlu kişinin emriyle de bir eser yazabilirler. Yazarların sûrnâme yazmaktaki amacı Gelibolulu Alî örneğinde olduğu gibi genellikle padişahın gözüne girerek mevki ve makam elde etmek arzusudur.

Sûrnâmelerde ele alınan konular yazarların bakış açısına ve ön plana çıkartmak istedikleri öğelere göre değişir. Kimi sûrnâmelerde eğlencelerin niteliğine, kiminde esnaf alaylarının anlatımına ağırlık verilir. Hatice Aynur’un “Osmanlı Saray Düğünlerinin Edebiyata Yansıması” başlıklı makalesinde belirttiği gibi, manzum sûmâmeler olayların anlatımına dayansa da, anlatım dîvan edebiyatının kalıplarına bağımlı olduğundan, bunlarda ayrıntılara daha sınırlı bir biçimde yer verilir. Victoria Holbrook’un Aşkın Okunmaz Kıyıları'nda belirttiği üzere “[mjesnevi nazım türü, tarih boyunca kuramsal sergileme ya da kurmaca anlatı ve bu ikisinin çeşitli bileşimleri için bir alan olmuştur” (23). Manzum sûrnâmeler de, mesnevînin nazım biçimi olarak kullanıldığı çok çeşitli anlatı türlerinden biridir.

Aynı kalıp ve kurallarla yazılmış olsalar da, sûmâmeler dil, üslûp ve yazarların bakış açılan bakımından birbirlerinden farklıdır. Mehmet Arslan’a göre her şair, kendi üslûp özellikleri ve metinde şenlikle ilgili öne çıkardığı özellikler doğrultusunda, bazen aynı eserin içinde bile değişkenlik gösteren bir üslûp kullanmıştır. Örneğin, Âlî sûrnâmesinin metnin içinde zaman zaman değişen bir üslûbu vardır. Gelibolulu Âlî, sûmâmesini mesnevî biçiminde yazmasına karşın, farklı konular için farklı vezinler (16 değişik vezin) kullanmıştır ve bu da anlaümın akıcı olmasını sağlamıştır {Türk Edebiyatında Manzum... 18-20).

Mensur surnamelerde ise olaylar genellikle günü gününe anlatılır ve şenliklerle ilgili daha fazla ayrıntıya yer verilir. Bu özellikleriyle mensur surnamelerin tarih metinlerine yaklaştığı söylenebilirse de, tarzları, amaçlan ve üslûpları bakımından bu tür metinlerden ayrılırlar (Aynur 29). Mehmet Arslan’a göre, olayların günü gününe anlatıldığı bu tür eserlerde söz sanatlan ikinci plandadır (“Osmanlı Saray Düğünleri...” 170). Ancak İntizâmî’nin Sûrnâme-i Hümâyûndu gibi mensur sûmâme metinleri daha yakından incelendiğinde, bu metinlerin de söz oyunlan ve sanatlı söyleyişler bakımından çok zengin oldukları görülür. Bu özellikler çalışmanın üçüncü bölümünde Sûrnâme-i Hümâyûn'dan seçilen örnekler üzerinde ayrıntılı olarak ele alınmaktadır. 

Osmanlı’da düzenlenen çok sayıda düğün ve şenlikten ancak 55 kadarı kesin olarak tespit edilebilmiştir. Bunlar arasından da, yalnız 11 tanesi bağımsız birer eser olarak yazılmış sûrnâmelere konu olmuştur (Arslan 172). Hatice Aynur, bu 11 tören hakkında toplam 20 sûmâme yazıldığını belirtir. Söz konusu sûrnâmelerden 9 tanesi evlilik törenlerini, 7 tanesi sünnet törenlerini, 2 tanesi hem evlilik hem sünnet törenlerini ve iki tanesi de padişah kızlarının doğumunu anlatmaktadır (29). Sayıları az olmakla birlikte, şenliklerin bazıları Nev’î, Cevrî, Hayalî Bey, Yahya Bey, Seyyid Vehbî, Reşid, Kamî, Figanî, Nesib, Râzî ve Samî gibi şairlerin divanlarında, çeşitli mecmualarda yer alan ve içlerinde şenliklere ait tasvirlerin bulunduğu “sûriyye kasideleri”nde elealınmıştır. Bazı şenlikler ise Şeref Hanım, Sâdi, Aynî ve Cevrî gibi yazarların “sûriyye tarihleri”nde ve ayrıca “rübâîler”de ele alınmıştır. Bunlardan başka içlerinde sûrnâme niteliği taşıyan bölümlerin yer aldığı, GüvahVmnPendnâme’si, Hüseyin Hezârfen’in Telhîsü ’beyân fiKavânîn-i Âl-i Osman’ı, Seyyid Lokman’ın Hünernâme ve Şehinşâhnâme’si ve Zübdetü ’l-Eş ‘âr gibi eserler de vardır.

Bağımsız sûmâmelerin ilk örnekleri 1582 yılında şehzade Mehmed’in sünnet düğünü dolayısıyla düzenlenen şenliği konu alan Gelibolulu Âlî’nin Câmi ’ü ’l-Buhûr Der-Mecâlis-i Sûr’u ve İntizâmî’nin Sûrnâme-i Hümâyûn’udur. Düğün ve şenlikler, daha önce tarihçiler ve vakanüvisler tarafından anlatılırken, 16. yüzyılda 1582 şenliği üzerine yazılan bu eserlerle birlikte, sûmâme bağımsız bir edebî tür olarak ortaya çıkmıştır. Sûmâme, Osmanlı dönemi Türk edebiyatına özgü bir türdür. Sezer Tansuğ, bir edebî tür olarak sûmâmelerin Anadolu düğünlerinde gelen hediyelerle, hediye getirenlerin adlarının yazıldığı kayıt defteri tutma geleneğine bağlandığını söyler: “[D]üğün şenliklerini ele alan yazmalara Osmanlılar’dan başka çevrelerde rastlanmaz. Bu yazmalann Türk göçebe geleneklerine kadar uzandığını ve daha sonralan yerleşik koşullarda da yeri olan düğün kayıt defterlerine bağlı olduğunu tahmin ediyorum. Sûmâme metninde her bölüm sonunda padişaha verilen hediyelerin özenle belirtilmiş olması da bunun bir kanıtı. (13) 

Sûrnâmelerde "1582" Şenliği; Bölüm -02Tansuğ, bir yazın türü olarak sûmâmelerin kökenini Anadolu halk düğünlerindeki hediye kayıtlarının tutulması geleneğine bağlar; ancak sûrnâmeler bizzat saray tarafından düzenlenen şenlikleri konu edinir. Bu durum halk ve saray kültürü arasındaki bağlantılara işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir. Sûmâme türünün kökenleri Anadolu halk düğünlerinde hediye kayıtlarının tutulması geleneğine dayansa da, bu metinlerde, düğün için gelen hediye listelerinin yanı sıra, şenlik eğlencelerine ve geçit alaylarına dair pek çok ayrıntılı anlatım vardır. Gösterişli ve çok büyük çapta olaylar olan saray düğünlerinin, bu olayları kalıcı kılacak nitelikte bir anlatım biçimini gerektirdiği açıktır. Anadolu düğünlerine ait bu kayıt tutma geleneğinin, gösterişli saray şenliklerinin doğasına uygun bir biçimde genişleyip zenginleştiği ve dönemin edebî formlarının da etkisiyle yeni bir tür haline geldiği söylenebilir. Sûmâme türünün yalnızca saray tarafından düzenlenen şenlikleri konu edinmesi, bu eserlerin incelenmesi bakımından da önemlidir; çünkü daha önce de belirtildiği gibi, şenliğin saray tarafından düzenleniyor olması, hakkında yazılan eserlerin niteliğini de belirlemektedir. Şenlik hakkında kaleme alınan eserlerin bize neyi ne şekilde aktardıkları bu çalışmada yanıtlanmaya çalışılan bir somdur.

Sözgelimi, 1582 şenliği hakkında yazılmış olan Gelibolulu Âlî ve İntizâmî’nin sûrnâmeleri ve şenlik minyatürleri, şenliği hep aynı noktadan, yani Atmeydam’nda İbrahim Paşa Sarayı’nın olduğu yerden betimler. Dolayısıyla, bu metinlerin okurları da şenliği hep aym noktadan izler. Bu hiç değişmeyen bakış açısı, minyatürlerde daha da belirgin bir şekilde görülür. Padişahın oturduğu İbrahim Paşa Sarayı ile onun hemen yanında davetliler için kurulmuş olan izleme yeri, meydanın ortasındaki üç dikili taş ile birlikte geçit töreni için bir dekor oluştururlar. Bu dekor, şenliğin başından sonuna dek ufak değişiklikler dışında hep aynı kalır. Değişen yalnız bu dekorun önünden geçen çeşitli gruplar ve yapılan gösterilerdir.

Ersu Pekin, “Sûmâme’nin Müziği: 16. Yüzyılda İstanbul’da Çalgılar” başlıklı makalesinde minyatürlerin yarattığı bu yanılsamaya dikkat çekerek şöyle söyler: “İbrahim Paşa Sarayı’ndaki izleyiciler bir yandan ‘sahne’dekileri izlerken, gerçekte, izlenen bir dekordur. Gerçek izleyici kitabın okuyucusudur” (53). Ancak kitabın okuyucusu da yazarların ve nakkaşların gösterdiği kadarını görebilir. Yazarların ve nakkaşların ilgisi şehrin diğer yerlerindeki eğlenceler bir yana, Atmeydam’nın başka köşelerine bile yönelmediği için, eserlerinde halkın nasıl eğlendiği ya da töreni nasıl izlediğine dair pek fazla bilgi yoktur.

Sûrnâmelerde halk, ancak geçit törenine katılarak hünerlerini sergileyen çeşitli meslek ve zenaat sahipleri ve hemen her gün yapılan çanak yağmalarında yemekleri yağmalayan bir güruh olarak vardır. Dolayısıyla, padişah tarafından düzenletilen resmî bir kutlama olduğu bilinen 1582 şenliğinin halk arasında kutlanıp kutlanmadığı, kutlanıyorsa ne tür etkinliklerin yapıldığı, sûrnâme metinlerinden yola çıkılarak anlaşılamaz. Bununla birlikte sûmâmeler, yazıldıkları dönemin dil ve edebiyat anlayışıyla, toplumsal olayların edebî metinlerde nasıl ele alındığını yansıtan önemli metinlerdir. Ayrıca, ele aldıkları şenlikler, düzenlendikleri devrin Osmanlı saray düzeni ve yaşam biçimi, düğünlerle ilgili âdet ve gelenekleri, dönemin oyunları, eğlenceleri, kıyafetleri, müziği gibi pek çok öğeyi içinde barındıran çok yönlü olaylar olduğundan, sûrnâme metinleri de söz konusu öğeler hakkında bazı bilgiler içerir.   

1582 Şenliğini Konu Alan Metinler 

İstanbul, 1582 yılının Haziran ayında büyük bir saray şenliğine sahne olur. Sultan III. Murad’ın (1574-1595) oğlu Şehzade Mehmed’in sünnet düğünü dolayısıyla düzenlettiği bu şenlik, hakkında yazılmış birinci el kaynakların ve görsel malzemenin çokluğu nedeniyle Osmanlı şenlikleri arasında en fazla bilinenlerden biridir. Pek çok kaynağa göre, bu büyük kutlama, Osmanlı şenlikleri içinde en görkemlisidir. 1582 yılında gerçekleşen şenliğin, başlama ve bitiş tarihleri konusunda çeşitli yerli ve yabancı kaynaklarda farklı bilgiler verilir; öyle ki aynı metin içinde bile bazen günler tekrar edilmiş, bazı günler de atlanmıştır. 

Çeşitli kaynaklarda verilen tarihler değerlendirildiğinde, düğünün 43 ile 55 gün arasında sürdüğü anlaşılmaktadır. 1582 şenliği hakkında kaleme alman eserlerden günümüzde bilinenler arasında Ahmet Paşa’nın kasidesi, Gelibolulu Âlî’nin Cami ’ü 7- Buhûr Der Mecâlis-i Sû Bu Nev’î’nin Sûriyye Kasidesi, İntizâmî’nin Sûrnâme-i Hümâyûndu, Seyyid Lokman tarafından yazılan Şehinşehnâme ve Derviş Paşa’nın Farsça olarak kaleme aldığı Zübdetü ’l-Eş ’âr sayılabilir.

Ancak şenlik üzerine yazılanlar bu eserlerle sınırlı değildir. 1582 şenliği Osmanlı kronikleri, ferman sûretleri ve masraf defterleri gibi pek çok kaynakta da kayıtlıdır. Bunlar arasında. Baron Joseph von Hammer Purgstall’m Osmanlı Devleti Tarihi, Gelibolulu Âlî’nin Künhii ’l-AhbâDı, Peçevî’nin Tarih-i Peçevî’si, Bostanzâde Yahya Efendi’nin kaleme aldığı Tarih-i SafTuhfetü ’l-Ahbâb ve Selânikî Mustafa Efendi tarafından yazılan Tarih-i Selânikî sayılabilir. Aynca şenlikte davetli olarak bulunan yabancı elçi ve gezginlerin yazdığı rapor ve günlükler de şenlikle ilgili kayıt ve gözlemlere rastlanabilecek diğer kaynaklardandır. 

Sûrnâmelerde "1582" Şenliği; Bölüm -02Bu belgelerin yazarları Osmanlı kültürüne oldukça yabancı olduklarından, şenliği Osmanlı kaynaklarında olduğundan çok farklı bir biçimde betimlerler ve genellikle gösterilerin Osmanlı kültürüne özgü yanlarını ve bazı simgesel özelliklerini fark etmezler. Bu yüzden şenliğin anlaşılması için çok yararlı gibi görünmeyebilirler; ancak Osmanlı yazarlarının betimlemeye gerek görmediği belirli olayları son derece ayrıntılı bir biçimde betimlediklerinden, şenliğe başka bir açıdan bakılmasında fayda sağlarlar. Robert Elliott Stout, The Sûr-i-Hümâyun of Mur ad III: A study of Ottoman Pageantry and Entertainment başlıklı doktora çalışmanınde bu konuyla ilgili önemli bir saptama yapar.   

Stout, şenliği anlatan Osmanlı yazarlarının, okuyucuların Osmanlı kültürüne aşina olduğunu varsaydıklarından, şenlikle ilgili pek çok ayrıntıyı açıklamadıklarını belirtir. Oysa 16. yüzyıl için geçerli olan bu aşinalık bugün bu konuda eğitim görmüş Türkler için bile söz konusu değildir (13). Avrupalı elçi ve gezginlerin şenlikle ilgili ayrıntılı betimlemeleri, Osmanlı kaynaklarının fazla üzerinde durmadığı konuların anlamlandırılmasında önemli bir işleve sahiptir. 

Özdemir Nutku’nun IV. Mehmet ’in Edirne Şenliği, Metin And’ın 40 Gün 40 Gece (2000) ve Osmanlı Şenliklerinde Türk Sanatları kitapları, Nurhan Atasoy’un Düğün Kitabı, Robert Elliott Stout’un The Sûr-i- Hümâyun of Murad III: A study of Ottoman Pageantry and Entertainment başlıklı çalışması ve Tülay ReyhanlI’nın İngiliz Gezginlerine Göre XVI. Yüzyılda İstanbul ’da Hayat kitaplarında söz konusu yabancı kayıtlarla ilgili bilgilere ve metinlerden bazı bölümlere yer verilmiştir. Özellikle Metin And ve Robert Elliott Stout, çalışmalarında, Discours des Triomphes ve The Fugger News-Letters olarak anılan yazarı belirsiz kaynaklarla, Baudier, Blaise de Vigenere, Haunolth, Lebelski, Le Vigne de Pera, Lewenklaw, Lubenau ve Paleme gibi yabancıların şenlik hakkında yazdıklarından yararlanmış ve çalışmalannda bu kaynaklara geniş bir biçimde yer vermişlerdir. 

Bu bölümde 1582 şenliği hakkında yazılmış metinler, “Edebî Metinler” ve “Diğer Kaynaklaf ’ alt başlıkları altında iki grupta ele alınmıştır. “Edebî Metinler” alt başlığında ilk olarak, bu çalışmanın iki temel kaynağı olan Gelibolulu Âlî’nin Câmi ’ü ’l-Buhûr Der Mecâlis-i Sûr’u ve İntizâmî’nin Sûrnâme-i Hümâyûn’u, yazarların hayatı ve nüshalar hakkında bilgiler verilerek ayrıntılı bir biçimde tanıtılmaktadır. 1582 şenliği üzerine yazılmış olan, ancak bu çalışmanın temel kaynaklan arasında yer almayan Ahmet Paşa’nın kasidesi, Nevî’nin “Sûriyye Kasidesi”, Seyyid Lokm&n’m Hünernâme’sı ile yine bir sûriyye kasidesi niteliğinde olan Derviş Paşa’nın “Zübdetü’l-Eşâr”ı da bu başlık altında ele alman diğer eserlerdir. Ancak bu eserler çalışmanın asıl kaynaklannı oluşturmadığından üzerlerinde fazla durulmamış, 1582 şenliği hakkında yazılmış edebî eserlerin genel bir dökümünü yapmak amacıyla kısaca tanıtılmakla yetinilmiştir.

“Diğer Kaynaklar” alt başlığında 1582 şenliği hakkında bilgiler içeren tarih kaynakları ve Avrupalı gezginlerin anlatılan ele alınmaktadır. Bu kısımda tanıtılan tarih kaynakları Baron Joseph Von Hammer Purgstall’ın Hammer Tarihi, Gelibolulu Âlî’nin Künhü ’l-Ahbâr’ı, Peçevî’nin Tarih-i Peçevî’si, Bostanzâde Yahya Efendi’nin kaleme aldığı Tarih-i Saf Tuhfetü ’l-Ahbâb ve Selânikî Mustafa Efendi tarafından yazılan Tarih-i Selâniki’du. Bu alt başlıkta ayrıca, Avrupalı elçi ve gezginlerin şenlik hakkındaki gözlemlerinin yer aldığı metinlerden Discours des Triomphes ve Fugger News-Letters, Baudier, Blaise de Vigenere, Haunolth, Lebelski, Le Vigne de Pera, Lewenklaw, Lubenau ve Palerne tanıtılmaktadır.

A. Edebî Metinler

Bu bölümde ilk olarak çalışmanın iki temel kaynağı olan Gelibolulu Âlî’nin Câmi ’ü 7- Buhûr Der Mecâlis-i Sûr’u ve İntizâmî’nin Sûrnâme-i Hümâyûn’u yazarların hayatı ve nüshalar hakkında bilgiler verilerek ayrıntılı bir biçimde tanıtılacaktır. Daha sonra yinel582 şenliği üzerine yazılmış olan Ahmet Paşa’nın kasidesi, Nevî’nin “Sûriyye Kasidesi”, Seyyid Lokman’m Hünernâme’si ve Derviş Paşa’nın “Zübdetü’l-Eşâr”ı kısaca tanıtılacaktır.

1. Sûrnâmeler

1582 şenliği üzerine kaleme alman iki sûmâmeden biri olan Câmi ’ü 1-Buhûr Der Mecâlis-i Sûr’un yazarı Gelibolulu Mustafa Âlî’dir (1541-1600). Gelibolulu Âlî’nin eserleri arasında en bilinenleri, bir tarih kitabı olan ve içinde 1582 şenliğine dair kayıtların da bulunduğu Künhü ’l-Ahbâr (1592) ve dönemin âdâb-ı muâşeret kurallarının yer aldığı Mevâ ’idü ’n-Nefâis Fi-Kavâ ’idi ’l-Mecâlis’tir. Mustafa İsen’in, Gelibolulu Mustafa Âlî adlı kitabında verdiği bilgilere göre Âlî, yazarlığının yanı sıra Osm anlı Devleti’nin çeşitli bölgelerinde devlet memuriyetlerinde bulunmuştur. Âlî, medrese eğitimini tamamladıktan sonra yirmi yaşında iken Kütahya’da Şehzade Selim’in dîvan kâtibi olur. Daha sonra Şam Beylerbeyi Lala Mustafa Paşa ve ardından Bosna Beylerbeyi Ferhad Paşa’nın yanında divan kâtipliği yapar. (3). 

Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -02Cornell H. Fleischer ise Tarihçi Mustafa Âlî adlı kitabında, Âlî’nin 1582 baharında, m. Murad’ın Oğlu şehzade Mehmed için tertip ettirdiği sünnet şenliğine davet edildiğini bildiren bir mektup aldığında Halep tımar defterdarlığı görevini sürdürmekte olduğunu belirtir. Âlî, bu mektubu alınca saray protokolünün isteği doğrultusunda Halep ileri gelenleri adına saraya bir kutlama mektubu yazar. Fleischer’e göre Âlî’nin böyle bir davet mektubualmış olması onun başkentte belli bir edebî konumu olduğunu göstermektedir. Yaklaşık iki ay süren sünnet kutlamaları yazarların dikkat çekebilmeleri için de önemli bir fırsat yaratır. Bu şenliklerle birlikte yeni bir edebî tür olarak ortaya çıkan sûmâmenin bu ilk örneklerinden biri de Âlî’nin 1583 yılının son altı ayında yazdığı düğünü anlatan eseri Câmi ’ü ’l-Buhûr Der Mecâlis-i Sûr’dur (109). Âlî, bu sûrnâmeyi yazmasının sebebini eserin başında şu beyitlerle açıklar: 

Vâcib oldur ki idem âlümi arz Nükte-i sünneti ta rir ola farz
Bildüm anı ki bu bir devletdür Bâ is-i rif at olur ıdmetdür
Geh şeh-i âleme mer üb anlam Gâh şehzâdeye men üb anlam
Hem ilam fazl u kemmâlüm i bât Hem idem na mile kati derecât
Menzil alma değil amma a dum Ben o vâdîde kemânum ya dum
Garazum herkese tefhîm-i şuhüd
Virmezem ar -ı kemâlâta vuc d
Ar ider ar -ı hünerden fu ela

İtmezem öyle tenezzül aşa (Öztekin 115) Alî, bu beyitlerde sûmâmeyi yazmaktaki amacının, şiir vadisinde menzil almak olmadığını, yani şiirdeki ustalığını kanıtlamak olmadığını, buna zaten ihtiyacı bulunmadığını anlatır. Eserini, halini arz etmek için yazdığını ve bunun yükselip bir makam elde etmesine vesile olabilecek bir hizmet olduğunu belirtir.

Gelibolulu Âlî’nin daha yüksek bir makam elde etmek amacıyla yazdığı bu eser, Halep beylerbeyi Üveys Paşa’nın Âlî için Şehzade Mehmed’e gönderdiği bir tavsiye mektubunda, önceki kuşaklar tarafından kaydedilmeyen türden olayların kaydını tutmuş olması nedeniyle övülmüştür (Fleischer 110). Eserin eleştirel bir edisyonunu yaparak yayıma hazırlayan Ali Öztekin ise, eserin padişah tarafından beğenilmesine rağmen, Âlî’nin bilinmeyen bir nedenle Halep tımar defterdarlığı görevinden alındığı bilgisini verir (2).

Cami ’ü ’l-Buhûr Der Mecâlis-i Sûr’un büyük bir bölümü manzum olarak ve mesnevî biçiminde, bazı bölümler ise mensur olarak yazılmıştır. Ali Öztekin,

Gelibolulu Âlî’nin eseri altı aylık bir sürede tamamlayıp Sultan III. Murad’a sunduğunu belirtir (5). Eserin Topkapı Sarayı Bağdat Kütüphanesi, Nuruosmaniye Kütüphanesi ve Veliyyüddin Efendi Kütüphanesi’nde bulunan üç nüshası vardır (Öztekin 5-7). Bu tezde temel kaynak olarak Ali Öztekin’in eleştirel bir edisyonunu hazırladığı metin kullanılmıştır. Yazarın belirttiğine göre bu metin Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde bulunan nüsha esas alınarak ve bu nüshada bulunmayıp, diğer nüshalarda bulunanbeyitlerin eklenmesiyle oluşturulmuştur. Topkapı Sarayı nüshasının özelliği metnin arasında bazı sayfaların minyatürlenmesi için boş bırakılmış olmasıdır (Öztekin x).

Şenlik üzerine yazılmış diğer sûmâme, İntizâmî’nin Sûrnâme-i Hümâyûn'udur. Sûrnâme-i Hümâyûn, Baron Joseph Von Hammer Purgstall’ın Osmanlı Devleti Tarihi (1985) ve Orhan Şaik Gökyay’ın “Bir Saltanat Düğünü” başlıklı makalesi gibi çeşitli kaynaklarda “müellifi bilinmeyen sûmâme” olarak anılmıştır. Ancak, Mehmet Arslan, 1990 yılında tamamladığı ve 1999 yılında yayımlanan Divan Edebiyatında Manzum Sûrnâmeler başlıklı doktora çalışmanınde eserin yazarının İntizâmî olduğunu öne sürer. Arslan’a göre, Sûrnâme-i Hümâyûn'un yazarının İntizâmî olduğu eserin sonunda yer alan üç beyitlik manzumeden anlaşılmaktadır:

Garazum pes bu nakş-ı dil-keşden Bu durur hâtır-ı müşevveşden
Nakl idicek bu dâr-ı hayretden El yuyucak bu kayd u sûretden
“İntizâmî” içün nişâne ola 
Bir du’a itmeğe bahâne ola (alıntılayan Arslan 48)

Bu beyitlerden başka Şeref Boyraz’ın da “İlk Mensûr Sûmâme Müellifi: 

İntizâmî” başlıklı makalesinde belirttiği üzere, 
eserde “şi’r li-müellifıhi” başlığı altında verilen gazelin makta beyiti de yazarın İntizâmî olduğuna işaret eder
Hak kelam etdi mutavvel zülfün ucından gönül Muhtasar la’lün hayâli pür-nüketdür gâlibâİntizâmî hüsnünün tefsirünün tevcihi çok

Eyleyeydi gör ger Keşşaf u Kadı iştikâ (alıntılayan Boyraz 228) 

Surname-İ Hümayun "Osmanlıda Şenlikler"  -02Mehmet Arslan’ın verdiği bilgilere göre eserin Süleymaniye Kütüphanesi, İstanbul Atatürk Kitaplığı, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Viyana Millî Kütüphanesi ve Leiden Kitaplığında olmak üzere toplam beş nüshası bulunmaktadır (49-51). Arslan, Atatürk Kitaplığında bulunan nüsha üzerinde yapılan çalışmalarla İntizâmî’nin hayatına dair bazı bilgiler elde edildiğini belirtir. Bu nüshanın sayfa kenarına kaydedilen yazılarda İntizâmî’ye ait birçok şiir, hasbıhal ve tarihçeler bulunmaktadır (48). Şeref Boyraz, bu nüshanın sayfa kenarlarında yapılan çalışmalar sonucunda yazarın hayatı hakkında bazı bilgilere ulaşıldığını belirtir. 

Boyraz’ın verdiği bilgilere göre asıl adı bilinmeyen İntizâmî, OsmanlI’nın Rumeli topraklarında Hersek Sancağı’na bağlı ve Mostar’ın doğusunda, Drina nehri kıyısında bir kasaba olan Foça’da doğmuştur. Bu bilgiye yazarın şu ifadesinden ulaşılmaktadır: “Pes bu fakir(ü) hakir ki mevlidüm Vilâyet-i Rumeli’nde Liva-ı Hersek’de Foça nâm kasabadur”. 1540’lı yılların başlarında doğan İntizâmî’nin, nerede ve ne kadar süreyle eğitim gördüğü bilinmemekle birlikte yüksek makamlardaki devlet adamlarının yazmanlığını yapabilecek ve hattâ dîvan kâtipliğinde bulunabilecek kadar iyi yetiştiği anlaşılmaktadır. Ölüm yeri ve tarihi kesin olarak bilinmeyen İntizâmî’nin Sûrnâme-i Hümâyun’un Atatürk Kitaplığı nüshasında yer alan Nasuh Paşa’nın sadarete gelişi için söylediği beyitte düşürdüğü tarihin 1021/1612 olmasından, bundan sonraki bir tarihte öldüğü tahmin edilmektedir (228-230).

İntizâmî’nin Sûrnâme-i Hümâyun’’dan başka eserler kaleme alıp almadığı kesin olarak bilinmemektedir. Mehmet Arslan, yazarın “Budun Şehrengizi” adında bir eseri daha bulunduğunu belirtir ancak bu eserle ilgili başka bir bilgi vermez (49). Şeref Boyraz ise Sûrnâme-i Hümâyım’un İntizâmî’nin bilinen tek eseri olduğunu belirtir. Boyraz’a göre İntizâmî’nin sünnet şenliği hakkında bir eser yazması Süleyman Efendi adlı bir kadının isteği üzerine gerçekleşmiştir (230). İntizâmı, eserinde bu olayı şu beyitlerle aktarır:

Sûrı şehzadenin o demde iken Padişah askeri Acem’de iken | Atmeydanı seyrine yârân İntizâmî ile olınca revân | Otururken o demde yârânı Eyler iken ol özge seyrânı | Bu’s-Su’dûn mülâzimînden Ol tarîkin katı güzîninden | Süleyman Efendi nâmında Fâyık akranına zamanında | İntizâmî’ye anda etti hitâb |Yaz bu sûrı ola bir özge kitâb (Arslan 230)

İntizâmî daha sonra eseri Sultan III. Murad’a sunar. III. Murad eseri beğenir, genişletilerek tekrar yazılmasını ve minyatürlenmesini emreder. Bugün Topkapı Sarayında bulunan ve Nurhan Atasoy’un Düğün Kitabı’nda verdiği bilgilere göre, 500minyatüründen günümüze 432 yaprak ve 427 minyatür olarak ulaşan metin, genişletilerek tekrar yazılan nüshadır. 

Atasoy’a göre, bu nüshada 73 minyatürle birlikte en az 73 metin sayfası da eksiktir. Bu bilgilere, sûmame metninin sonunda yazarın düğünün her biri çift sayfalık minyatürlerden oluşan 250 meclis ile anlatıldığını belirtmesinden ulaşılmaktadır. Sûrnâme-i Hümâyûn'da, eserin hazırlanışının anlatıldığı bölümde “Vasf-ı nakkaş ve sıfat-ı o” başlığı altında minyatürlerin Nakkaş Osman ve ekibi tarafından yapıldığı bilgisi verilir (14).

Mensûr olarak kaleme alman kısımlarda yer yer konuyla ilgili manzum parçalar da bulunur. Bu manzum parçalar metin içinde “mesnevî, nazm, şiir, beyit vb.” başlıklar altında verilmiştir. Sûrnâmede şenlik etkinlikleri gün gün, ayrıntılarıyla anlatılmıştır. 

Bu tezde Sûrnâme-i Hümâyûn'un, transkripsiyonu Gisela Prochâzka-Eisl tarafından yapılan Viyana nüshası ve Şeref Boyraz’ın “Sûrnâme-i Hümâyun’da Folklorik Unsûrlar” başlıklı yayımlanmamış yüksek lisans çalışmanıne ek olarak verdiği Süleymaniye nüshası transkripsiyonu esas alınmış ve ayrıca bazı bölümlerde de henüz transkripsiyonu yapılmamış olan Topkapı nüshasına çeşitli göndermeler yapılmıştır. Viyana ve Süleymaniye nüshaları için transkripsiyonu yapılmış metinler esas alınmakla birlikte, gerekli yerlerde özgün metinlere de başvurulmuştur.

2. Diğer Edebî Eserler

Sûrnâmeler dışında 1582 şenliği üzerine yazılmış daha kısa eserler de vardır. Konuyla ilgili diğer çalışmalarda adı pek geçmeyen “Ahmed Paşa Kasidesi” bu eserlerden biridir. 16. yüzyıl şairlerinden olan Ahmed Paşa, Diyarbakır, Bağdat ve Mısır valiliklerinde bulunmuş üst düzey bir bürokrat olan İskender Paşa’nın oğludur ve İskender Paşazâde adıyla da bilinir. Ahmed Paşa, 1582 yılında İstanbul’a gelmiş ve şehzade Mehmed’in sünnetini, yazdığı bir manzume ile kutlamıştır. Şairin şenlik hakkında yazdığı bu eserinin varlığı Sadettin Nüzhet’in Türk Şairleri kitabının Ahmed Paşa maddesindeki şu ifadesinden öğrenilmektedir: “990 (M. 1582) senesinde Dersaâdet’e gelerek Şehzade Sultan Mehmed’in sûr-i hitânım bâzı manzûme-i beliğu ile tebrik eylemiştir”. Nüzhet bu maddede ayrıca söz konusu manzumeden bir bölüme de yer vermiştir (321).

16. yüzyılın ünlü şairlerinden Nev’î’nin “Sûriyye Kasidesi” 1582 şenliği üzerine yazılmış edebî metinler içinde en fazla bilinenlerden biridir. Nev’î’Efendi 49 beyitlik sûriyye kasidesinde düğündeki nahıllardan, oyunlardan, davetlilerden ve şenlik süresince verilen ziyafetlerden söz eder. Tahir Olgun’un Şâir Nev ’î ve Sûriye Kasidesi başlıklı çalışmasında verdiği bilgilere göre asıl adı Yahya olan Nev’î Efendi, 1533 yılında Malkara’da doğmuştur. Yahya, 1550 yılında medrese eğitimi almak için İstanbul’a gelir ve medrese öğrencisi olduğu yıllarda Nev’î mahlasıyla şiirler yazmaya başlar (3-4). 

Sûrnâmelerde "1582" Şenliği; Bölüm -02

Olgun’un, Nev’î’nin oğlu Atâyî’den aktardığına göre şair, dönemin ünlü şairlerinden Bakî ile arkadaşlık etmiştir. 1582 şenliği üzerine “Sûriyye Kasidesi”ni yazdığı dönemde müderrislik yaptığı bilinir. 1589 yılında Bağdat kadılığına tayin edilir ancak bu görevi almak istemez. Bu sıralarda III. Murad’ın küçük şehzadelerine özel hoca olarak saray hizmetine alınır. Nev’î Efendi’ nin, bazen III. Murad’ın da katıldığı bu dersler vesilesiyle sultanla yakınlık kurduğu söylenir (5). M. Ali Tanyeri ve Mertol Tulum da Nev ’îDivanı’nın önsözünde Nev’î Efendi’nin dört padişah devrini gördüğü halde asıl itibar ve şöhretini IH. Murad döneminde elde edebildiğini belirtir. 

Bu nedenle şair divanını ve pek çok İlmî ve edebî eserini m. Murad’a ithaf etmiştir (viii).“Sûriyye Kasidesinin ilk dizelerinden, kimileri varlığını bugün de sürdüren dönemin “saçılık”, “okuyucu” gibi düğün gelenekleri hakkında bilgi edinmek mümkündür. Kasidede ayrıca 1582 şenliğinde önemli bir yeri olduğu bilinen ve çok çeşitli büyüklük ve şekillerde yapılan, hattâ bazılarının dar sokaklardan geçebilmesi için evlerin yıktırıldığı nahıllar da uzun uzun betimlenmiştir. Şehzadenin at üstünde gelişi ve şenliğe gelen pek çok yabancı devlet adamının betimlenmiş olması da kasideyi şenlikle ilgili önemli bir metin kılmıştır.

Dönemin ünlü yazarlarından Seyyid Lokman’ın Şehinşâhnâme"sinde de 1582 şenliğine ayrılmış bir bölüm vardır. Seyyid Lokman saray şehnamecisi olarak tanınır. Bekir Kütükoğlu’nun “Şehnameci Lokman” başlıklı makalesinde belirttiğine göre hayatı ve edebî faaliyetleri hakkındaki bilgilere ancak eserlerindeki kayıtlardan ulaşılabilmektedir. Buna göre, yazar kendisini “Seyyid Lokman bin Hüseyin el-‘Âşûrî el-Hüseynî el Urmevî” olarak takdim etmektedir ve Azerbaycan’ın Urumi veya Urmiye adıyla bilinen kasabasında doğmuştur (41). Lokman’m Kıyâfetü ’l-însâniyye Fî Şemâili 7- ‘Osmâniyye adlı eserinin İngilizce basımının giriş bölümünde yazar hakkında verilen bilgilere göre 1569 yılında II. Selim tarafından saray hocası olarak atanmıştır. 

Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir?

 Türk Mutfağından Kaybolan Kerkük Yemekleri Nedir? Ziyat AKKOYUNLU* Özet:  Bu makalede, Orta Asya’dan başlayarak Osmanlı’ya ve oradan da Ker...